İsrail ajanına Oscar

İsrail’i nükleer devlet yapan casus ödüllendirildi

Geçtiğimiz Pazar günü gerçekleştirilen Oscar ödül töreninde beklenen oldu. Favori gösterilen ‘12 years a slave’ kazandı. İngiliz siyahi rejisör tarafından çekilen film, Başkan Obama’nın ülkesinde defalarca işlenmiş bir konu olan kölelik yılları ile zafer elde etti. Bu yılın Oscar ödüllemesinin tartışmaya açık olan yönü ise; filmin yapımcısı İsrail’li milyader Arnon Milchan. Milcham sıradan bir İsrailli milyarder değil. İsrail doğumlu milyarder işadamı ve film yapımcısı Arnon, Tv ekranında İsrail casusu olduğunu kabul etmiş ve bu nedenle İsrail’de de ödüllendirilmiş biri. Beyaz Perde’de izlediğimiz birçok ünlü yapıma imza atan Arnon, günümüzün en önemli uluslararası gündemini oluşturan nükleer silahlar konusunda casusluk yaptığını ve ABD’den yasal olmayan yollardan nükleer sır ve parçaları İsrail’e kaçırdığını resmi olarak açıklayan bir sinema adamı.

Beyazperde ve Gerçek Dünya 

Başta ‘Bir zamanlar Amerika’da’ olmak üzere bir dizi filmin yapımcısı olan Arnon Milchan, 2014 Oscarı’nı kölelik karşıtı ’12 Years a slave’ filmi ile kazanırken, ciddi eleştirmenler tarafından yine kendi yaptığı bir açıklama ile anımsandı. Arnon’un casusluk faaliyetleri arasında, ırkçılık ve ayrımcılığın 20.yy’daki en önemli temsilcisi Güney Afrika lehinde yaptığı reklam ve propaganda çalışmaları. Arnon Milchan bu işi, ‘1980’li yıllarda Güney Afrika’nın, İsrail’in Uranyum zenginleştirme programını desteklemesi karşılığında yaptığını’ Tv önünde kabul etti.
                           

Onlara çok özel ilgi gösteriyor

               

Simon Perez; ‘Onu casus kadrosuna ben aldım’


İsrail Cumhurbaşkanı Simon Perez, ünlü sinema yapımcısı Oscar ödüllü Arnon hakkında bir 2010 yılında ABD’li gazeteci ile yaptığı röportajda şunları söylüyor: 

 “Arnon çok özel birisi. Onu ben Milli Savunma Bakanı olduğum yıllarda istihbarat kadrosuna aldım. Arnon çok sayıda savunma ilişkili operasyon ve faaliyetlerde bulundu. Onun gücü çok yüksek seviyelerdeki bağlantılarından geliyordu. Çalışmaları bize stratejik, diplomatik ve teknolojik alanlarda çok büyük avantajlar getirdi.’ Gerçekte Arnon, ABD’nin nükleer dökümanlarını ve ‘Nükleer Tetik’ (krytons trigger) teknolojisini Lakman adlı İsrail’in en üst düzey istihbarat teşkilatına ulaştırmıştı. Daha sonra ortaya çıkartılan, İsrail’e ABD Nükleer tesislerinden casusluk soruşturmasında ortağı olan Richard Kelly Smith yakalanıp mahkum olurken, Arnon, bir yanda ABD’deki yakın dostları, bir yanda İsrail’den gelen baskılar sonucu yakasını kurtarmıştı. New Regency film şirketinin sahibi olan Arnon, bir çok büyük şirketin yanında Puma spor ayakkabılarına da sahip. 2013 yılında 4.5 Milyar dolarlık bir serveti bulunduğu açıklanan Miltchan, film endüstrisi içindeki en zengin yapımcı olarak tanınıyor. London School Of Economics and Politics’den kimya diploması olan Arnon, ABD-İsrail arasında ticaret yaptığı görüntüsüyle kurduğu bir dizi paravan şirket üzerinden, nükleer malzeme ve dökümanların yanında kimyasal silah kaçakçılığı da yapmıştı. 2014 Oscar Ödülleri’nin verilmesinden bir ay önce İsrail’in Uvda (gerçek) Tv kanalından İlana Dayan ile yaptığı röportajda konuşan Arnon, ‘ABD’nin en önemli nükleer uzmanlarını İsrail ajanları ile tanıştırdığını ve ülkesine bu silahların ve bazı roket başlıklarının gönderilmesine aracı olduğunu’ söyledi. Bir silah tüccarı olmadığını ve bu işi sadece ülkesine hizmet etmek amacıyla yaptığını vurgulayan Arnon, Oscar töreninden 2 ay önce yaptığı açıklamaların, yapımcısı olduğu film açısından ‘bir reklam’ aracı olduğunu ortaya koydu.

Mahir Tan / LondraPosta / Londra


Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

İADD’den 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ SÖYLEŞİSİ

İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği (İADD), 8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle Londra’da bir söyleşi gerçekleştiriyor. Bu etkinliğin detayları aşağıda görülebilir:  

8 Mart, Cumartesi  Saat: 17:00
Yer: Azerbaijan House, 228 Kingsland Road
LONDON E2 8AX
KONUŞMACILAR:
Prof.Dr.Belma Ötüş Baskett
“Annelerimiz Aydın Olmalı “
Dilek Güngör
Psikanalitik Psikoterapist
“Dünyada ve Türkiye’de kadına uygulanan şiddet;
Bu duruma bağlı olarak yaşanan ruhsal ve fiziksel sorunlar, ve çözüm yolları”
YÖNETEN
Kadriye Atabay
İADD Kültür ve Edebiyat Bölümü Sorumlusu
****
RESEPSİYON
Müzik: İlayda Nijhar
Tarih   8 Mart 2014, Cumartesi
Saat    : 17:00
Yer      : Azerbaijan House
               228 Kingsland Road,
               LONDON,  E2 8AX
Tel       : 020 7613 0740
Ulaşım: 
  • Liverpool Street metro istasyonundan Dalston yönüne  242, 149 ve 67 nolu otobüsler 
  • Old Street metro istasyonundan 243 nolu otobüs.
  • Hoxton tren istasyonundan Dalston yönüne doğru yürüme mesafesinde veya 242, 243,149, 67 nolu otobüsler. 
  • Dalston Kingston ve Dalston Junction tren istasyonundan güneye doğru 10 dakika yürüme mesafesinde veya güneye giden otobüsler. Haggerston tren istasyonundan güneye doğru 2 dakika yürüme mesafesinde.
  • İnilecek otobüs durağı: Laburnum Street


LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

Önce Cihad sonra Faşizm

                                             Ukrayna füzeleri faşistlere teslim

                                                                     

ABD ve peşinde sürüklediği Avrupa Birliği, Ukrayna müdahalesi ile Dünya’nın başına yeni bir bela açmak üzere. Başkan Obama’nın yönetimde olduğu yıllar içinde benimsenen ‘örtülü müdahale’ yöntemiyle, ABD’nin Libya, Mısır, SuriyeYemen’de gerçekleştirdiği iç savaşlar, bu ülkelerde yüzbinlerce insanın ölümüne yol açmanın ötesinde, Dünya’yı yeniden güçlenen bir Cihadist tehlikesi altına soktu. Libya’da tamamen ABD, Fransa ve NATO eseri olan iç savaş sonunda kontrol dışı kalan El Kaide bağlantılı guruplar iktidarda. Suriye’de iki yıldan beri süren çatışmalardan sonra ülkenin kuzeyinde hakim olan Cihadist sayısı, ABD kaynaklı araştırma kuruluşlarına göre 12 bin. 2014 sonunda Afganistan’dan çekilerek, bu ülkede de kaçınılmaz olarak yeni bir Taliban yönetimi bırakacak olan ABD, İslam Dünyası’nı bataklığa çevirdikten sonra şimdi Doğu Avrupa’ya el atıyor. 2001’de ‘Terörle Global Savaş’ adı altında başlatılan ABD savaş ve müdahaleleri, 12 yıl sonra, İslam toplumlarını çok daha güçlü ve örgütlü bir Salafi-Şeriatçı egemenliğine terkederek meydanı terketti. Ukrayna’da henüz sonuca ulaşmayan ABD-NATO müdahalesi ise yeni bir tehlikeye işaret ediyor; Nükleer silahlara sahip, faşist-mafia yönetimi…

Dünya’nın 3. Büyük Nükleer gücüydü


Soğuk Savaş sonrasında Ukrayna, ABD ve Rusya’dan sonra nükleer silah ve başlıkları bakımından Dünya’nın 3. büyük ülkesi idi. Halen aktif durumda 15 nükleer santralı bulunan Ukrayna’nın, ne kadar füze ve başlığa sahip olduğu bilinmiyor. Soğuk savaş sonrası Budapeşte Anlaşması hükümlerine göre; Rusya’nın çok sayıda nükleer silahı imha edip, bir bölümünü de Rusya’ya taşımasından sonra, nükleer silahların büyük ölçüde şu anda Rusya’nın kontrolünde Kırım yarımadasında ve Krasnorasya adlı bölgedeki üslerde bulunduğu belirtiliyor. Kiev’de oldu bitti ile iktidarı ele geçiren NATO ve ABD destekli gurupların, bir başka oldu bitti ile Kırım’ı da ele geçirmelerini planlayan Batı ülkeleri, Rusya’nın Kırım konusunda erken davranması sonucu yeni bir keşmekeşe imza attılar. 16 mart tarihinde yapılacak referandumda büyük bir olasılıkla Rusya’ya bağlanma kararı verecek olan Kırım’dan kalanlar ise Batı ve NATO yu tatmin etmiyor. Ayakları üstüne oturtmak için en az 40 milyar dolar gerekecek olan Ukrayna yönetimi ise; bir sabıkalı-faşist hükümeti olarak Dünya’nın başına yeni bir bela…
      2009’da portakal devriminin milli kahraman ilan ettiği Nazi işbirlikçisi Bandera’nın hatıra pulu basıldı    

Batı ikinci kez faşistlerle ittifak yapıyor


Stephan Bandera, 2. Dünya Savaşı’nda Ukrayna’yı işgal eden Nazi Ordularının önde gelen işbirlikçisiydi. Savaş sonrasında çok sayıda Yahudi ve Polonyalı’yı öldüren Milliyetçi Ukraynalı lider, Rusya’ya karşı etnik savaşımın en önemli ideolojik liderlerinden biriydi. 2008 yılında Batı ve NATO’nun ilk kez denediği ‘portakal devriminde’ ismi ve düşünceleri ön plana getirilen Stephan Bandera, CIA devrimiyle yönetime gelen Yuschenko tarafindan Ulusal Kahraman ilan edildi. Bandera adına Ukrayna devleti tarafından hatıra pulları basılırken, Polonya Hükümeti ve Dünya Yahudi Birliği bu kararı protesto ediyordu. Stephan Bandera, Batı’nın 5 yıl aradan sonra yeniden denediği ‘devrim’ ile, anıları ve hayranlarıyla birlikte şimdi iktidarda. Alelacele BM’e temsilci olarak gönderilen Kiev temsilcisi, BM’de yaptığı konuşmada ‘2. Dünya savaşında Nazi İşbirlikçiliği ve Yahudi, Polonyalı katliamlarıyla suçlanan Ukrayna Milliyetçi Partisi’ni savunarak, Nuremberg Duruşmaları’nda Rusya’nın Bandera yandaşlarını sahte bilgilerle suçlayarak mahkum ettirdiğini’ ileri sürdü. Batı medyasının tarihi, bir kez daha ihtiyaçlara göre düzenlediği günlerde yaşıyoruz. 

‘Kanlı Pazar’ ve damdaki nişancılar


Kiev darbesinin nasıl hazırlandığı ve yürütüldüğü, Batı medyasındaki tüm karartmalara karşın gün ışığına çıkıyor. Kiev’deki Maidan’da, 18 Şubat günü, çevre binaların damlarından ateş açarak, polis ve sivil olmak üzere 80 kişiyi öldürenlerin, şimdi iktidarda bulunan ‘College Birliği’ adlı guruplaşma ile yaptıkları telefon görüşmeleri tarafsız bir kaynak olan Litvanya Dışişleri Bakanı tarafından açıklandı. Olayları bir anda alevlendiren ve Yanukowitch yönetiminin iktidarı beklenmedik bir biçimde hızla ayaklanmacılara teslim etmesine neden olan ‘damdaki nişancılar’ın kimlikleri, yakın bir tarihte Dünya gündemine taşınacak. Tape ve görüntülerle birlikte AB Dışişleri Bakanı Catherine Ashton’a ulaştırılan 18 Şubat katliamının, Batı ülkelerinde nasıl karşılanacağı ise merak konusu.

Mahir Tan / LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

Follow @LondraPosta

‘Türkiye ile dalaşmak hesap kitap meselesi’

Amerika’nın Suriye Büyükelçisi Robert Ford: ‘ABD Kuzey Suriye’de Kürt Otonomisi istemiyor’  

“Destabilisation uzmanı olarak adlandırılan Robert Ford

     

ABD’nin iki hafta önce görevinden ayrılan Suriye Büyükelçisi Robert Ford, 1 Mart 2014 tarihinde bir üniversitede yaptığı konuşmada, Suriye’nin geleceği hakkında önemli açıklamalarda bulundu. Suriye’de iki yıl önce başlayan çatışmalar sonrasında güvenlikte olmadığı için bu ülkeyi terkeden, ancak, Türkiye, Ürdün, Irak gibi komşu ülkelerde yaşayan ABD’nin Orta-Doğu’daki etkili isimlerinden Robert Ford, ‘Suriye’nin kuzeyinde kurulacak bir Kürt otonomisine, Irak’ta olanın tersine ABD’nin destek olmayacağını’belirtti. Suriye’nin kuzeyinde Türkiye sınırı boyunca hakimiyet kuran PYD’nin, ‘Türkiye’deki PKK’nin Suriye versiyonu olduğunu’ ileri süren eski Büyükelçi, ‘ABD, bu gurubun Cenevre 2 görüşmelerine katılmasına karşı çıktı. PKK terörist listesinden çıkarılmadığı sürece bu böyle olacaktır’ dedi.

‘ABD, Kuzey Irak’tan başka yarı otonom Kürt bölgesi istemiyor’.


Suriye’de çatışmalar başladıktan sonra kuzeydoğu Suriye’de yaklaşık 2 milyon Kürt’ü kapsamına alan bir bölgesel yönetim kurulduğunu söyleyen Robert Ford, ‘Herşeyden önce bu yapıyı, Esad’a muhalif olan guruplar arasında saymak kolay değil’ dedi. PYD’nin Cenevre 2 görüşmelerine katılmasına ABD’nin ‘kesinlikle hayır’ dediğini belirten Ford, kendisini ‘bölgesel yönetim’ olarak tanıtan PYD ağırlıklı rejimin, şu andaki yapısıyla ‘ne rejim yanlısı ne de muhalefet’ olarak adlandırılamadığını kaydetti. ABD’nin Saddam Hüseyin rejimi altındaki Irak’ta, Kuzey’de bir Kürt yarı otonomisi kurulmasını desteklediğini, ancak Suriye’de ayrı bir Kürt otonom bölgesi kurulmasına karşı olduklarını belirtti. Kürtlerin Kuzeydoğu’da bir yarı otonomi kazanmalarının, ancak Suriye’de bir anlaşma olduktan sonra bir Anayasa maddesi olarak gündeme geleceğini söyleyen Robert Ford, ‘yani bekleyecekler’ dedi.
                 

‘Türkiye ile sürtüşmeye değer mi?’

                         
İki hafta öncesine kadar Suriye sorunlarında en yetkili ABD temsilcisi olan Büyükelçi Robert Ford, Amerika’daki Tufts Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, Türkiye ile ilgili konulara da değindi. Kuzeydoğu Suriye’de, Kürt yarıotonomisini desteklemenin Türkiye ile aralarında ciddi problemler çıkaracağını vurguladı. Suriye’de bölgesel Kürt yönetimine hakim olan PYD’nin PKK’nın Suriye kolu olduğuna dikkat çeken Ford, ‘Türkiye, ABD ve AB bu örgütü terörist örgüt olarak tanımlıyor’ dedi. ‘Türkiye ile bir sürtüşme ortamı yaratmanın ve bu ülkede istikrarı bozmanın ABD için bir getirisi ve zararı olacaktır. Bunun iyi hesabedilmesi lazım… Yapmayız demiyorum. Yaparken sonuçlarının iyi tartılması gerekir diyorum’ diyerek, çok tartışma yaratacak bir açıklamaya imza attı. 


‘Suriye büyük olasılıkla parçalanır’


İki yılı aşkın bir süreden beri yaklaşık 120 bin kişinin hayatını kaybettiği Suriye’de ABD’nin son Büyükelçisi olan Robert Ford, güvenlik nedeniyle Suriye dışında ve çoğunlukla Türkiye ile Ürdün’de bulundu. Her iki ülkede, Suriye’de Esad yönetimine karşı savaşan ve aralarında El Kaide bağlantılı örgütlerin bulunduğu muhalefete iki yıl boyunca destek sağlayan örgütlenmeleri kuran ve İstanbul’da yapılan Suriye Muhalefeti toplantılarına katılan Ford’un, 1 Mart tarihinde Tufts Üniversitesi’nde yaptığı açıklamalar ilgi çeken çelişkiler ile dolu. Robert Ford, ‘Suriye’nin birliğini savunduklarını’ vurgulayarak, İran’ın Cenevre 2 görüşmelerine davet edilmemesini eleştirdi. Suriye rejimi üzerinde en etkili gücün İran olduğuna dikkat çeken Robert Ford, Suriye’nin geleceği hakkında umutsuz yorumlar yaparken, gazetecilere ‘Bu akşam size Suriye’den kötü haberler getirdim’ dedi. Cenevre görüşmelerinin başarısızlığa uğramasından dolayı Suriye’nin Birleşmiş Milletler Temsilcisi Bashar Caferi’yi suçlayan Robert Ford, ‘Al Kaide bağlantılı cihadistlerin varlığı nedeniyle de Suriye’nin Alevileri kendilerini güvende hissetmiyorlar’ dedi.

Sonuç ‘de facto otonomiler’ olur


Suriye’de Devlet Başkanı Esad’ın önümüzdeki dönemde Başkanlık Adayı olmamayı kabul etmediğini söyleyen Ford, ‘Suriye devleti nüfus yapısı ve askeri güç yetersizliği nedeniyle kaybettiği bölgeleri geriye alamaz’ diyerek, ‘Suriye’nin sonu ne olur?’ şeklindeki gazetecilerin sorusuna ‘Büyük ihtimalle de facto bölgesel yönetimler kurulur’ cevabını verdi. ABD’nin Suriye’de büyük çaplı bir askeri harekata girişmesinin gündemde olmadığını belirten Robert Ford, ‘ancak, bu Usame bin Ladin olayında olduğu gibi bir özel harekatın yapılmayacağı anlamına gelmez’ dedi.

Mahir Tan / LondraPosta / Londra


Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

Follow @LondraPosta

Paralel devlet değil ama,

Ukrayna krizi ‘paralel dışişleri’nin                       

                               

Aniden patlayan Ukrayna krizi, ABD Başkanı Obama’nın ‘en az istediği bir biçimde’ gelişti. 2011’den başlayarak, yaptığı 5 uluslararası askeri müdahalenin tümünde ‘başarısız’ olan Obama yönetimindeki ABD dışpolitikası, bir başka yenilginin eşiğinde bulunuyor. Afganistan, Irak, Tunus, MısırLibya, Suriye’de yapılan üstü örtülü ya da açık askeri müdahaleler sonucunda istediği sonuçları sağlayamayan ve her seferinde başına yeni belalar alan ABD’nin Ukrayna’da yarattığı kaos ortamından kazançlı çıkması mümkün mü? Jeostrateji uzmanlarının görüşlerine bakılırsa en zayıf olasılık bu. Zaten şu anda ortaya çıkmış bulunan Ukrayna kaos ortamı, şimdiden ABD içindeki bir ‘gölge dışişleri’nin üzerine yıkılmak üzere. En çok suçlanan politikacı ise Dışişlerinin Avrupa Direktörü olan Victoria Nuland. ABD’nin ünlü yeni muhafazakar şahinlerinden Robert Kagan’ın eşi olan Nuland, Ukrayna krizi öncesi yaptığı ‘ileri geri’ konuşmalarla AB içinde hoşnutsuzluk yaratarak başladığı yeni işinde, Kıbrıs meselesine de parmak atarak Rum yönetimini istifa etmek zorunda bırakan acemiliklere imza attı. Ukrayna olaylarında kışkırtıcı rolü ve 2. Dünya Savaşı’ndan kalma Nazi işbirlikçisi-mafya örgütleri ile  işbirliği yapması sonucu ortaya çıkan krizin baş sorumlusu olarak görülüyor ‘gölge’ ya da ‘paralel’ dışişleri yetkilisi.

Davul kimin boynunda, tokmak kimin elinde


Ukrayna Dünya’da batık ekonominin örneği olarak gösterilen 40 milyonluk bir ülke. Avrupa Birliği liderlerinin teklif etttiği ‘çok ağır şartlar taşıyan’ faturayı kabul etmediği için, alelacele tezgahlanan bir sokak darbesiyle devrilen Yanukowitch yerine iktidara gelen, ancak yerleşemeyen Nazi-Mafya yönetimi, ilk ağızda ekonomiyi kurtarmak için 45 milyar Avro istiyor AB’den. Çoğunluğu malisuçlardan dolayı sabıkalı olan Ukraynalı milyarderlere dayanan yeni Ukrayna yönetiminin İçişleri bakanı, iki yıl önce İnterpol tarafından İtalya’da arsa yolsuzluklarından dolayı gözaltına alınmış biri. Ukrayna’daki yeni yönetim -fiilen iktidara gelebilirse- Başkanlığa geçeceği anlaşılan Timoşenko, gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış bir politikacı. AB’nin böyle bir yönetime kurtarma parası olarak milyarlarca Avro teslim etmesi isteniyor. Daha önceki kurtarma operasyonları nedeniyle kendi içinde çatlayan AB ekonomisinin boynuna, yeni bir davul takmaya çalışan NATO’nun, Ukrayna’da kurulu Rus nükleer tesislerini sahiplenme ve yeni füzeler yerleştirme planı Avrupalı uzmanların gözünde ‘ölü doğmuş’ bir girişim.

Kim kime ambargo koyacak


ABD’nin ve Almanya’nın fiilen karıştığı sokak darbesi karşısında, ilk günlerde hazırlıksız yakalanan ve muhalefet edengüçleri ciddiye almayan Rusya’nın deneyimli Dışişleri ve Başkan Putin, Batı’nın zayıf bir elle çektiği resti görerek, askeri potansiyelini önplana çıkarıp ‘Güç politikasını’ gündeme taşıdı. Rus donanmasının tarihi üssü Kırım’da yeni bir yönetim kuran Rusya, Ukrayna’nın doğu illerinde ve önemli merkezlerinde Ukrayna halkını ayağa kaldırarak el değiştiren yönetimi yeniden ele geçirmeye başladı. Batı medyasında ‘Rusya Ukrayna’yı işgal ediyor’ biçiminde yansıtılan bu gelişmelere karşı, Batı’lı uzmanların ortak görüşü ‘hiç birşey yapamayız’ biçiminde. Batı Avrupa’da hiç kimse bırakın askeri müdahaleyi, Rusya’ya ambargolar koymak balonuna bile inanmıyor. Kukla yönetimle götürülmesi planlanan Ukrayna dahil tüm Avrupa ülkeleri, Rusya’nın gerektiği zaman koyabileceği ‘doğal gaz’ ambargosundan ekonomilerini kurtaramayacaklarını çok iyi biliyorlar. Batılı önemli medya kuruluşları ve BBC  yorumları böyle.

En büyük korku; Rusya-İran-Çin üçgeni


ABD ve Batı ülkelerinin son yıllarda yaptığı uluslararası müdahalelerinden ‘en ahlaksızlarından’ biri olan Ukrayna krizi, tahmin edildiğinden çok daha ağır sonuçlara yol açabilir. Sadece ve sadece AB’nin yaptığı maliçerçeveyi kabul etmediği için ateşe ve kaos içine atılan Ukrayna, ülkenin ne kadarına hakim olabileceği belli olmayan bir ‘sabıkalılar hükümeti’ ne teslim edildi. Buna karşılık ABD Başkanı Obama, -acil bir çözüm bulamazsa- Orta-Doğu meselelerinde en güçlü ittifak unsuru olan Rusya’nın güvenini kaybetti. Özellikle ABD’de şahinlerin istediği gerginlik politikasının sürmesi ve Rusya ile ilişkilerin karşılıklı ambargolar düzeyine ulaşması durumunda, Dünya’da yeni bir güçler dengesi kurulacaktır. Rus Pravda Gazetesi ve devlet televizyon kanallarının verdiği sinyaller, Rusya’nın İran ve Çin ile ekonomik ve askeri ilişkilerinin hızla güçlendirileceği doğrultusunda. İran Dışişleri Bakanlığının, Rusya’ya ambargo tehdidi üzerine verdiği destek mesajı da yeni gelişmelerin gündemde olduğunu gösteriyor.

Mahir Tan / LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

  

   Follow @LondraPosta

Üç Devrim Kanunu’nun 90. yıldönümü

‘Ergenekon, Balyoz, Poyraz, Casusluk adı altında sürüp giden, vicdanları kanatan davalar için hiçbirşey yapılmazken; yargıya, polis teşkilatına, HSYK’ya, internet ve MIT yasasına yapılan müdahalelerin nedeni daha çok demokrasi mi? Yoksa Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini oluşturan Devrim Yasaları’na karşı devam eden kavga mıdır?’

İngiltere Atatürkçü Düiünce Derneği Başkanı Jale Özer, Cumhuriyet tarihinin en önemli devrimlerinden ‘3 Devrim Kanunu’nun 90. yıldönümü münasebetiyle aşağıdaki bildiriyi yayınladı: 
3 DEVRİM KANUNU’NUN 90.YILDÖNÜMÜ

29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesinin çağdaş bir devlet olma yolunda sadece bir başlangıç olduğunu bilen Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk, çıkardığı bir dizi devrimlerle de Genç Cumhuriyet’in temel taşlarını oluşturmuştur. Bunlardan en önemli üç yasa, 3 Mart 1924’te TBMM’de kabul edilmiştir.

Devrim tarihimizde ‘Üç Devrim Yasası’ olarak adlandırılan bu yasalar; Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığının kaldırılmasına ilişkin yasa, Öğretimin Birleştirilmesi Yasası ve Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyet’i toprakları dışına çıkarılmasına ilişkin yasa. Her biri ayrı bir devrim olan bu yasalardan Halifeliğin kaldırılması ve son Osmanlı Padişahının yurt dışına çıkarılmasıyla laik sisteme geçilmiş ve halifelik düzenini isteyenlere karşı Genç Cumhuriyet yasayla korunmuştur.

Öğretimin birleştirilmesiyle, medreseler kaldırılarak eğitimdeki bu iki başlılığa son verilmiş, eğitimin bilim ve akla dayalı, çağdaş ve ulusal laik bir sisteme geçişi sağlanmıştır. Atatürk daha 31 Ocak 1923 tarihinde: ”Milletimizin, memleketimizin irfan yuvaları bir olmalıdır. Bütün memleket evladı, kadın ve erkek aynı surette oradan çıkmalıdır” diyerek Türk tolumunun mektepli ve medreseli olarak bölünmesinin sakıncalarına dikkat çekmişti.

Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı’nın kaldırılmasıyla da, yerine İslamın dini inaçlarının düzenini sağlamak üzere Diyanet İşleri Başkanlığı (Bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı ile isim benzerliğinin dışında başka bir  ilgisi yoktur) kurulmuştur. Böylece dinsel kuralların devlet işlerinden uzaklaştırılması sağlanmıştır.

Bugün ise:
Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kuruluş felsefesini oluşturulan bu 3 devrim yasasıyla iktidar arasında büyük bir kavga vardır.

Bugün, Genç Cumhuriyet’imizin hayata geçirdiği akla ve bilime dayanan eğitim sistemi, sayıları gün geçtikçe  artan imam hatip okulları, kaçak kuran kursları, şeriatçı kafalarla kurulan tarikat ilişkili vakıflar ve en son 4+4+4 yasasıyla ortaçağ karanlığına doğru sürüklenmeye başlamıştır. Özellikle kız çocuklarını eğitimden yoksun bırakarak, eve kapatan ve çocuk yaşta evliliklerin önünü açan bir sistem amaçlanmıştır. İktidarın tüm çabası okumayan, sorgulamayan, müzikten, spordan, bilimden, sanattan anlamayan bir gençlik yaratmak, daha doğrusu kolayca yönlendirip yöneteceği, dindar ve kindar  bir toplum yaratmaktır.

Ergenekon, Balyoz, Poyraz, Casusluk adı altında sürüp giden, vicdanları kanatan davalar için hiçbirşey yapılmazken; yargıya, polis teşkilatına, HSYK’ya, internet ve MIT yasasına yapılan müdahalelerin nedeni daha çok demokrasi mi? Yoksa Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini oluşturan Devrim Yasaları’na karşı devam eden kavga mıdır?

Türkiye’miz olağanüstü günlerden geçiyor: Bir taraftan Cumhuriyet tarihimizde eşine rastlanmayan yolsuzluk ve rüşvet iddialarına bulaşan Başbakan, yakınları ve bakanlarına ait haberlerle ülkemiz çalkalanırken, diğer taraftan Türkiye’yi bölme ve Misak-i Milli sınırlarımızı değiştirmeye yönelik oyunlar, Yavru Vatan Kıbrıs‘ı elden çıkarma planları. Bütün bunlara karşı tüm ulusumuzu uyanık olmaya, aramızdaki fikir ayrılıklarını bir kanera bırakarak  birlik ve beraberlik içinde mücadeleye davet ediyoruz.

Her Türk vatandaşı bu Cumhuriyet’in nasıl ve hangi şartlarda kurulduğunu hiçbir zaman unutmamalı ve O’na ve devrimlerine sahip çıkmayı bir görev saymalıdır.

İngiltere ADD Yönetim Kurulu Adına
Jale Özer
Başkan
3 Mart 2014 / Londra



Follow @LondraPosta

Kazanırlarsa hepimizi tararlar

Bu düzeydeki yolsuzluk; 

Dengeleri değiştirir

Bürokrasi yaşamına bir hesap uzmanı olarak başlayan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 17 Aralık sonrası ortaya çıkan iktidar merkezli rüşvet ve yolsuzluk rakamlarını açıklıyor konuşmalarında. 17 Aralık’ta patlayan ilk rüşvet bombası, esas olarak İran-Rüşvet-Altın üçgeninde geçtiğimiz gün ‘mahkeme kararıyla’ serbest bırakılan Reza Sarraf tarafından, üç bakan ve yakınlarına ödenen rüşvetlerden oluşan ‘girizgah’ bölümüydü. Daha sonraki tarihlerde parçalı olarak gündeme düşen ve Meclis tarafından hasıraltı edilmeye çalışılan ‘fezleke’lere görevli savcılar tarafından kaydedilen yolsuzluk ve rüşvet mekanizması, çok çok daha büyük bir buzdağının su üstünde kalan bölümünü oluşturuyor. AKP’nin yeni zenginlerinden oluşan bir gurup işadamından, Sabah Gazetesi satışı için 630 milyon dolar toplamak amacıyla peşkeş çekilen ihaleler yoluyla ortaya çıkan tutar: 87 milyar dolar seviyesine çıkıyor. İki aydan beri hemen her hafta patlayan yeni tapelerde gün ışığına çıkan yolsuzluk miktarı, bu hesapların dışında… Kısaca, miktarı 100 milyar dolar sınırlarını zorlayan bir yolsuzluk mekanizması karşısında Türkiye. Türkiye’nin 2014 yılı bütçesinde öngörülen bütçe gelirleri 403 milyar TL. Yani, bütçe gelirlerinin yarısına yakın bir paranın, rüşvet karşılığında, isimleri belli bir gurup işadamı çevresine peşkeş çekilmesinden söz ediliyor. Kaynaklar ise büyük çaplı devlet ihaleleri ve İstanbul rantı olarak iki ana gurupta toplanıyor. 

‘Paralel Bütçe’ kimler için


Türkiye’de ortaya çıkarılan Rüşvet, nüfuz suistimali ve yolsuzluk rakamları yeni bir kavram ile karşılanacak bir boyuta ulaşıyor; Paralel Bütçe. Öyle ki, Türkiye’de mevcut iktidar, bu furyanın yarattığı havayı dağıtmak ve yeni geleceklere yol açmak için tüm hukuk yapısını altüst edengirişimlere başvuruyor. İlk büyük patlamanın sonuçlarını ortadan kaldırmaya yönelik kararları Reza Sarraf ve ona bağlı rüşvet makinasının temsilcilerini serbest bıraktırarak sağlayan ‘yeni hukuk sistemi’, muhtemelen fezlekeler, sabah gurubu, alo Fatih, alo babacığım soruşturmaları ve benzerleri için de kullanılacak. Türkiye’de mevcut iktidarın, Batı Dünyası’ndan net bir kopuş yaratacağı şimdiden ortaya çıkan bu ‘örtbas’ oyununa girişmesi, onun geleceğini farklı bir Dünya’da arıyor olması ile açıklanabilir. AKP’nin bu yapısını koruyarak yaratacağı bir ‘Türkiye’ imajının ise; artık çökmüş olan ‘Batı’ya entegre olabilir Siyasi İslam’ düşüncesi yerine, farklı bir jeostratejik ortamda yaşam bulabileceği gün gibi aşikar. Bu ortam; İran, Kuzey Irak, Kuzey Suriye, Suudi Arabistan, bazı Avrasya ülkeleri ile geliştirilecek ekonomik ilişkiler ile, ilişki kurduğu ülkelerdeki iç yönetimler konusunda fazla ‘seçici’ davranmayan Rusya, Çin ve Hindistan tarafından yaratılabilecek gibi görünmekte.

Sivrisinekleri yok etmek için bataklığı kurut…


‘Paralel Bütçe’ düzeyine erişmiş yolsuzluk sistemi, tek merkezden yönetiliyor ve salt ‘para yapma’ güdüsünün ötesinde amaçlar taşıyor. Sosyal medyada yayınlanan ve milyonlara ulaşan tapelerde, araya ‘zekat, İmam Hatip okulları, öğrenci yurtları inşa etme’ gibi soslar karıştırılmış söylem, kendi oy tabanına ‘Paralel Bütçe’nin, İmanlı bir nesil yetiştirme yani ‘paralel toplum’ yaratma amacıyla toplandığı mesajını veriyor. HSYK, internet, MİT yasası ve seçimi kazanması durumunda gelecek olanlar, ‘yeni imanlı toplumun’ bürokratik üst yapısını hazırlarken, polis, savcı, hakim kadroları ve ‘insani yardım kuruluşları’nın sokak desteği ise içinde bulunduğumuz aşamayı belirliyor. Önümüzde ‘bataklığı kurutmak’ için içine 3 seçim sıkıştırılmış 1.5 yıllık bir dönem var. CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Mustafa Sarıgül’ün yaptığı uyarı son derece aydınlatıcı: ‘Bunlar İstanbul’u ve seçimleri kazanırlarsa hepimizi tararlar…’

Mahir Tan / LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

Follow @LondraPosta

Ukrayna’nın dört atom santralı

 Kırım’ın da Halva sı var.


Ukrayna’da göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşen olaylar sonrasında, dikkatler uzun yıllardır uluslararası gündemin ilk maddesi olan Orta-Doğu’dan Avrupa’ya kaydı. Yanukovitch iktidarını deviren darbeciler, daha yönetim binalarını bile ele geçirmeden Avrupa Birliği’nden 45 milyar Avro istediler. Böylece ‘Boyalı devrimler, Arap Baharı ve özgürlük savaşları’ arasına yeni bir ‘devrim’ tipi daha eklendi: Ismarlama devrimler. ABD ve AB istihbarat kuruluşlarının ve sivil toplum örgütlerinin başrolde bulunduğu bu komediler, her defasında ‘trajik’ sonuçlara yol açtı. Libya, Mısır, Suriye gibi ülkelerde korkunç sonuçlar veren iç savaşlar ve bir sürekli kaos ortamı yaratan Batı müdahaleleri, Ukrayna’da daha birkaç gün içinde bir yerine iki devlet sonucu yarattı. 

ABD ve AB’nin eline, hatta avucunun içine gelen Ukrayna, ‘biraz pahalı ancak stratejik olarak çok değerli’ bir kazanç oldu. Ukrayna’da kurulan korsan devlet, ne ideolojik anlamda, ne de ekonomik tabanı açısından AB’ye yar olabilecek bir tip değil. İktidara –belki de kontrol dışında- sahip çıkan yarı-faşist ırkçı güçlerin, bugüne dek ne demokrasi, ne de serbest pazar ekonomisi talepleri olmamış guruplardan oluşması, ancak Kaddafi sonrası Libya ve Suriye’nin devlet kontrolü dışındaki yarısında görülen kaos tipinde bir ortam ile mukayese edilecek bir ‘Yeni Ukrayna’ yaratacak. ABD-AB ve NATO çıkarları doğrultusunda yürütülen Ukrayna operasyonu sadece ve sadece jeostratejik amaçlarla ve Rusya’nın tam kapısının önüne NATO füzeleri yerleştirme amacıyla yürütüldü. Faşist darbecilere, AB tarafından ödenecek ‘ekonomiyi kurtarma’ parası, kurulacak yeni NATO üslerinin, teslim alınacak Rus yapımı nükleer silahların ve kurulu 4 adet nükleer santralin zamana yayılacak ödemesi olarak görülmelidir.
                             

ABD, Kırım’da hazırlıksız yakalandı


Ukrayna’daki ‘ısmarlama devrim’in mimarlarının yarattıkları kaos ortamında, Kırım’daki gelişmeleri kontrol edemedikleri ve Rusya’nın ani çıkışlarına karşı hazırlıksız yakalandıkları hemen ortaya çıktı. Büyük ölçüde Rus kökenli insanlardan oluşan Kırım nüfusu, hemen Rusya vatandaşlığına geçerek (böyle bir hakları var) kendilerinin ve ülkelerinin  güvenliğini sağlamak için ayağa kalktı. Tarihi olarak Sivastopol’da yerleşik bulunan Rus donanması ise Kırım’a doğal bir güvenlik ortamı sağlıyor. Ukrayna’da kurulan düzmece hükümetin alelacele Kırım’ı da temsil edebileceği hayaliyle Batı tarafından kurulan planlar, böylece daha ilk aşamada suya düştü ve Obama yönetimin altından kalkamayacağı bir uluslararası krize dönüştü. Askeri bütçesinde geniş ölçekli indirimlere giden, Suriye’de bir müdahaleye yanaşamayan, İran ile anlaşma zorunda kalan ve Afganistan’dan bu yıl sonunda çekilecek olan ABD’nin başını dertten derde sokacak yeni bir kriz başlamak üzere.

 Rusya Kırım’a 5 milyar ayırdı


Ukrayna olaylarını fazla geç olmadan değerlendiren ve ayaklanmacı güçleri çok yakından tanıyan Rusya, Kırım meselesini kökünden çözecek tedbirleri hemen devreye soktu. Orta-Doğu krizleri ve İran meselesinde aktif bir rol oynayan Rusya dışpolitikası, bu kez müzakere ve konferanslar yolunu değil, ‘kırmızı çizgi’ yolunu seçti. Rusya, düşmanın bu denli yakına sokulduğu bir savaşımda, ABD ve AB’nin beklediği ‘uzun süreli diplomatik girişimler’ tuzağına düşmedi. Kısa süre içinde, Kırım’da ayrı bir siyasi ve ekonomik yapı kuruluşu için harekete geçen Rusya, Kırım’da 5 milyar dolarlık yatırımlara girişiyor. Turizm, otelcilik, inşaat sektörü yanında, Kırım’da favori yatırımlar arasında ‘halva’da var. Kolayca ekonomik güvenliği ve refahı sağlanabilecek bir nüfusa sahip olan Kırım’a karşılık, yaşamını İMF ve Dünya Bankası desteğine, yani ‘çok sıkı bir kemer politikasına’ bağlamak zorunda kalacak Ukrayna var yarışmacı olarak. Turizm ve Halva cenneti olacak bir Kırım’ı tercih edecek olanlar şanslı…

Mahir Tan / LondraPosta / Londra


Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 
                                  
      



Follow @LondraPosta

Seçim döneminde CHP’ye karşı;

  Savunma hükümeti


Türkiye’de son 12 yıla tek başına sahip olduğu iktidar ile damgasını vuran AKP yönetimi, 2 aydan beri artık siyasi bir alternatif olarak bitiş aşamasına girdi. Bitiş’in fiili olarak iktidardan alaşağı edilme noktasına kadar varması sadece bir ‘zaman’ meselesi. 2015 seçimleri bu sonucu sağlayabileceği gibi, bu tarihten önce yaşanacak bir ‘meydanlarda kilitlenme’ aynı kapıya biraz daha sancılı olarak çıkışı getirebilir. İktidarın nereye kadar tırmandıracağı henüz anlaşılmayan ‘savunma savaşı’ daha çok bu sürecin özüne değil, ama biçimine ilişkin ‘tarihsel bir ayrıntı’ olacak.


CHP’nin ‘en şanslı’ seçimi


Tayyip Erdoğan’ın 12 yıllık iktidar döneminde ‘en zayıf’, anamuhalefet partisi CHP’nin de ‘en güçlü’ olduğu bir seçim süreci başlıyor. İktidarın tüm çabalarına karşın değiştiremediği ve tarafları ‘güçlü ya da güçsüz kılan’ gündem; yolsuzluklar. Önümüzdeki 1 ay boyunca Belediye seçimleri dolayısıyla her gün meydanlarda konuşulacak ve milyonlarca seçmen tarafından dinlenecek olan konu: iktidarın en üst seviyede ‘organize’ bir biçimde yürüttüğü yağma, rüşvet ve faşizan baskı politikası. Seçim sürecine atak halinde giren partiler CHP ve MHP olurken, iktidar tüm olanaklarını savunma yolunda kullanıyor. Seçim süreci içinde yıldızı parlayacak liderlerin, Türkiye genelinde ‘en güçlü olduğu alanda’ mücadele edecek olan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve tüm Dünya’nın beklediği İstanbul Belediye Başkanlığı için yarışan Mustafa Sarıgül olacaklarını söylemek için zaman erken değil. 30 Mart’ta yapılacak Belediye Seçimleri’nde İstanbul’u kazanmak, CHP için yeterli bir seçim başarısı sayılacak ve 2015 yılında yapılacak genel seçimler için yeni bir ‘seçim atmosferi’ yaratacak. 


Merkez Sağ belirleyici olur


Önümüzdeki bir yıllık seçim süreci 17 Mart 2013 yolsuzluklar ve rüşvet fırtınasının yarattığı ‘kritik’ denge nedeniyle,  Anamuhalefet Partisi CHP’ye biraz da sürpriz bir biçimde iktidar yolunun nerelerden geçtiğini gösterdi. Muhalefetin iktidar yolu -son iki ay içinde- netleşerek, umutsuz bir biçimde arayışı içinde olduğu etnik oylardan değil, AKP iktidarının bir biçimde kullandığı Merkez Sağ oylarından geçiyor. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun son dönemde daha fazla içini doldurarak yaptığı vurgulamalar, zaten partinin mevcudunda bulunan %30’luk oyun konsolidasyonuna değil, ‘yolsuzluk ve rüşvet’ mekanizmasına karşı en geniş cepheyi oluşturma çabasına yönelik. Kılıçdaroğlu yakın dönemde partisinin ciddi bir oy kazancı yaşayacağından emin.. Bu gelişme potansiyeli, 12 yıllık iktidar döneminde Batı ülkeleri ile bir bahar atmosferi yaşayan AKP’nin, bu ülkeler içinde ‘sıfıra yakın seviyelere inen’ itibarı ile ilgili. Unutulmaması gereken şey; Türkiye’de devamlı yatırımların % 67’sinin halen Avrupa firmalarının elinde olduğu gerçeği. Sokakta görünmeyen, örgütsüz, merkez sağ oylarının, ideolojik olarak bağlı bulunduğu merkezler, Washington, Londra, Berlin gibi, 17 Aralık’tan sonra kararlarını vermiş görünüyorlar. Batı, rüşvet ve yolsuzluk çemberinin var olduğu ve üstelik ‘yargı’ yoluyla korunduğu bir yerde oyuna girmeyecek kadar tecrübeli. 


En büyük eksiklik ‘Gezi’ 

2013 sonu ve 2104 başı itibariyle, Türkiye tarihinin en büyük yolsuzluk ve rüşvet furyasına tanık oldu. Ortaya çıkan ve medya tarafından örtbas edilemeyen yolsuzluk, kendisini alelacele şekillendirilen bir ‘yargı zırhına’aldı. Türkiye’de milyonlarca insanın gözleri önünde cereyan eden bu süreç, sosyal medya ve anaakım medya tarafından eleştirilse de, sokaklarda ve meydanlarda gerektiği gibi protesto edilmedi. Batı kamuoyunda da ‘dikkat çeken ve sorgulanan’ bu sessizlik, iktidara ‘yargı zırhını’ hazırlaması için çok değerli bir zaman kazandırdı. Tüm Dünya,Türkiye’de bağımsız yargı tamamen yok edilip, kuvvetler ayrılığı prensibi ayaklar altına alınırken, Türkiye Barolar Birliği gibi 80 bin üyesi olan bir kuruluşun nasıl meydanlara çıkmadığına hayret ediyor. Yargının iğdiş edilişi, bir kaç milyonluk bir ‘bağımsız yargı’ gösterisi ile protesto edilseydi, sonuç böyle olur muydu ? 
Türkiye’nin kaderini etkileyecek seçimlere sadece 1 ay kaldı. Seçim sürecinin ilk raundunda, CHP tüm illerde büyük çaplı mitingler düzenliyor. Bu sürecin, büyük ölçüde yargı-polis baskısı ile özgürlükler mücadelesi olarak geçeceği ve oldukça karanlık bir seçim günü yaşanacağını söylemek, çıkarılan yasalara bakılırsa, kehanet olmaz. CHP ve Genel Başkanı Kılıçdaroğlu destansı bir seçim dönemi yaşatabilir milyonlarca seçmene…
Mahir Tan / LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 


Follow @LondraPosta

FAŞİZMİ YENME GÖREVİ…

 

Görev, “Bir kimsenin, bir nesnenin yaptığı iş, ya da iş görme yetisi, fonksiyon…” demektir. Faşizm ise, belleklere “Bir inanlık suçu” olarak kazınmıştır… Ki, vahşetinin dozajını, “Toplumsal bir olgu olarak suç ve suçluluğu inceleyen bilim” olan krimonoloji ile ölçümlemektedir. Kapitalizmin bir ürünüdür. Kroniktir.

Öyleyse faşizme karşı savaş, aynı zamanda insan, insanlık ve de insanın özgürlükleri için de bir savaştır. Tamam.

Ancak, faşizmi böyle bireysel görünümüyle kavramaya çalışmak en azından çabamızı yarıda bırakabilir ve onu gereğince anlamayabiliriz. Çünkü faşizm bireysel değil, sınıfsal bir kavramdır. Ve de kapitalizmin bir ürünü olarak girifttir. Bu nedenle onu asıl kimliğiyle tanımak, tanımlamak zaman almıştır.

Biliyorsunuz, “Latince ‘deste’ anlamındaki ‘fasces’ sözcüğünden türetilen…” ve “Eski Roma’nın devlet iktidarı simgesi olan ve ‘baltalı sopa destesi’ni dile getiren” faşizm, ilk kez 1922 yılında İtalya’da iktidara gelmişti. Ve önceleri bu, bir küçük burjuva anarşizminin iktidarı sanılmış, öyle de tanımlanmıştı.

Çünkü adına Birinci Dünya savaşı dediğimiz, emperyalist ülkelerin dünyayı kendi aralarında paylaşma savaşı sona erdiğinde ve savaşın faturası her zaman ki gibi yine halka kesildiğinde, özellikle savaştan dönüp sivilleşen ve kendi kahramanlıklarına karşılık müreffeh bir hayat bekleyen küçük burjuva unsurlar, üstelik bir de işşiz kaldıklarında taşkınlıklara başlamış ve gün gün ve yığın yığın büyüyen anarşik faaliyetlerin sonu gelmez olmuştu. Böylece kangrenleşen anarşik ortamı fırsat bilen eski dönek solcu Mussolini ortaya çıkmış ve ‘kara gömlek’ giydirdiği bu başıboş kitleden ordular düzmüş ve onlarla iktidarı ele geçirmişti. Artık kitle örgütlerinden siyasal partilere, din kuruluşlarından spor örgütlerine, sendikalardan okullara…  herşey ve herkes devlet içindi. Yani “Demokratik yöntemlerle egemenliğini sürdüremeyen sermayedarlığın kaba güçle ezme rejimi…” yürürlüğe girmişti, ama sermayedar sınıf kendini devlet şatafatı içinde iyice sakladığı için, iktidarın niteliği sadece “küçük burjuva” olarak okunuyordu.

Peki nasıl açığa çıkarılacaktı ve nasıl çıktı?

Başlarda, Dünyanın ilk kez işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün iktidara geldiği Rusya’da, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler birliği iç savaştan yeni çıkmış, üstelik büyük lider ve ideologu LENİN’e kurşun sıkılmış tekerlekli sandalyede yaşamaya çalışıyor. Ülkede üretimi artırmak yolunda NEP yani yeni ekonomik sistemin yürürlüğü için uğraşılıyor, Üçüncü Enternasyonal ise faşizmi küçük burjuva anarşizmi olarak görüyor. O kadar ki, örneğin 1928 yılındaki genel kurulda baş düşman saptaması şöyle yapılıyordu: “Dünya proletaryasının baş düşmanı Sosyal demokratlardır, onların da en sol kanadı…”Reistag yangınını çıkarmakla suçlayarak içeri attırdı. Hitler’in faşist rejimi Dimitrof’u yargılayıp bitirecekti. Ama tersi oldu. Dimitrof Faşizmi yargılayıp asıl kimliğini ortaya çıkardı.

Faşizm küçük burjuvanın değil büyük burjuvanın saldırgan iktidarıydı. Ve işte Dimitrof bu ünlü savunmasıyla hem beraat etti ve hem de işçi sınıfı ve emekçi halkın faşizme karşı mücadelesinin teorisini oluşturdu. Ve faşizm 1935’teki enternasyonalin 7’nci kongresinde bilimsel olarak da tanımlandı. O tanımı, Politika Sözlüğü’nden aynen alıyorum, faşizm:“Emperyalist burjuvazinin en gerici, en saldırgan kesiminin terörist diktatoryası”dır.

“Faşizm, ülke içinde demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldırır, devlet aygıtını,toplumsal hayatı askerileştirir ve savaşa yol açan bir politika izler.” “Faşizm kapitalist ülkelerde ‘kapitalizmin genel buhranı sırasında doğmuştur.”“Faşizmin ideolojisi insanlık dışılıktır, ırkçılık ve şovenizmdir.”

Evet faşizm böyle bir vahşet, böyle bir insanlık suçudur… ki, halen, özü itibarıyla, tanımı da kendisi de gündemden düşmemiştir. O, sömürü sistemi sürdükçe, sömürücülerin bunaldıkları zamanlarda başvurdukları ve başvuracakları bir kaba kuvvettir, keyfi hak hukuk çiğneme tezgahlarıdır…

Faşizme karşı mücadele ise, Dimitrof’un genel hatlarıyla formüle ettiği ve enternasyonalin 7’nci kongresinden bu yana bütün komünist, sosyalist, sosyal demokrat, anti faşist…demokrat partilerin…dahası tüm ilerici örgütlerin düstur edindikleri, “Faşizme Karşı Birleşik Cephe” yoluyla yürütülmektedir. Ki, bu cephenin temelini İşçi sınıfı partileri ile sosyal demokrat partiler oluşturuyor. Yani bizdeki CHP gibi… Elbet her ülkede tanımı ve uygulamayı genişleten ya da daraltan ögeler eklenip eksiltilebiliyor. Ve de her ülkenin kendi şartlarına göre yeni biçimler üretilebiliyor. Örneğin, İtalya’da Mussolini’nin faşizmi, Almanya’da Hitler’in Nazizmi ve İspanya’da Franco’nun falanjizmi ırkçı ve şövenlikleri yanında gerici hıristiyan dincilikleriyle de farklılıklar taşıyabiliyorlardı, hele Amerikan emperyalizminin azgelişmiş ülkelerdeki askeri cuntalar yoluyla uyguladığı faşist rejimlerin biçimleri, dinleri ve yerel gelenekleri bütünüyle başka başka renklere girebiliyordu, girebiliyor.

Bizim RECEBİN faşizmine gelince…o daha da bambaşka! Bir kere uluslararası ismi bile asortik! Mesela, İSLAMİC FASHİSM diyorlar ona …ki, türkuaz yeşilidir! Sonra, İskenderpaşa camiden havalandırılmış bir uçurtma olarak semalardadır ki, göz alıyor! Ve hamaylısını Talibancı Hikmetyar asmıştır boynuna… kocaman! Ve siyaseti milli görüşçülerden devşirilmiştir, tornistan… ve de göbeği Beyaz Saray besmelesi ile kesilmiştir, muhkem.   

Ve Recebim, eski bir nallı kuzu sucukçusudur; Recebim, think- tankçı Graham Fuller’in kitabını okumuş ve “Türkiye Osmanlı Türü otoriter bir rejimle yönetilmelidir” sözünü hak bellemiştir ve de Recebimin haritası islam devletlerini resmeder Ortadoğu’dan…Gerçi, Arap ülkeleri – ki hemen hepsi islamdır – yamuk attılar Recebime ve Yavuz Selimin kılıcıyla doğrayacağı Alevilerin dişleri sandığından daha keskin çıkmıştır…Ama, yine de İslamic Fashizminin çok yol aldığını kimseler inkardan gelemez.

Mesela; Türkiye Cumhuriyet’nin silahlı kuvvetlerini hacamat etti ki, belini kaldıramıyor.Mesela; 4+4+4 ile laik eğitim sistemimizi şeriatçı eğitime çeviriverdi.Mesela; Devletimizin (T.C.) rumuzunu paçavra gibi savurup attı.

Mesela; Milli Bayramlarımızı beş para etmez hale düşürmeye kalkıştı.Mesela; Öğretmen açığı yüzbinleri bulurken, mezun olmuş öğretmenlere görev vermedi.Mesela; Lozan Antlaşmasıyla kazandığımız üniter devletimizi bölmekte bir sakınca görmüyor. Mesela; kaçak kuran kurslarının sayısını bilen bile yok.Mesela; Ülkemizi polis devletine dönüştürdü.Mesela; Demokrasinin temeli olan kuvvetler ayırımı ilkelerini dümdüz etti ve bağımsız YARGI’yı hükümetine bağladı.
Mesela; TBMM’ni mahalle kahvesine çevirdi.

Mesela; Cumhuriyetimizin Atatürkçü Dış politikasını fiilen yürürlükten kaldırdı.
Mesela; komşu ülkelerin iç işlerine karışıyor ve uluslararası terör örgütleriyle işbirliği ediyor.
Mesela; milyarlarla yolsuzluk ve rüşvetleri gündelik, yasal yaşam biçimi haline getirdi.
Mesela; çalışan hiç hiç kimsenin güvencesi kalmadı.

Yani kısaca; Recebin İslamic Fashizmi, yasa ve usul dışı kaba kuvvetle Devrimci Cumhuriyetimizi şeriatçı faşizme çevirmekte dur durak bilmiyor ….

Bu ve benzeri nedenlerle tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye için, AKP’nin islamic faşist iktidarını alaşağı edip zulmu bitirmek, bütün sosyalist, kemalist, sosyal demokrat, anti faşist, sıradan demokrat partiler, sivil toplum örgütleri ve tek tek insanlar olarak hepimizin kaçınılmaz, yaşamsal görevdir;
FAŞİZMİ YENME GÖREVİ…

Abdullah Nihat Yılmaz
26 Şubat 2014
Londra.
.

Follow @LondraPosta