Ukrayna’da ABD’nin hesabı tutmadı;

‘Esad bir haftada düşecek’ istihbaratı gibi

  

                                       

                    
                                    
Kırım’da yapılan referandumun sonuçları yaklaşık % 93 olarak beklenildiği gibi Rusya Cumhuriyetine katılma kararı olarak çıktı. Rusya Cumhuriyeti Başkanı Vladimir Putin tarafından onaylanması gereken bu karar sonrasında, Kırım’ın 1954 öncesi statüsüne yani Rusya’nın parçası konumuna dönmesi doğal bir sonuç oluyor. Bunun yanında, Ukrayna’nın doğusunda Rusya sınırına yakın bölgelerdeki önemli tüm büyük kentlerde karşıklıklar ve yer yer çatışmalar sürüyor. Bölgedeki önemli sanayi kentlerinde, Kiev Hükümeti kontrolü kaybetmek üzere. Ukrayna önümüzdeki günlerde ABD ve AB ile Rusya arasındaki güç çekişmesini, büyüyen bir parçalanma tehlikesi ve muhtemel bir iç savaş bedeli olarak ödeyecek gibi görünüyor. ABD’nin zorladığı Rusya’ya ambargo macerası karşısında, ayağını yere çok daha sağlam basan bir Rusya var.

Düzmece raporlara ipotekli devlet politikası


Ukrayna olayları iki ay önce -büyük bir uluslararası sürtüşme yaratmak için- ciddiye bile alınamayacak bir nedenle başlatıldı. Yanukewich yönetiminin Avrupa Birliği’nin dayattığı ekonomik paketi kabuletmemesi üzerine başlayan oldukça sınırlı bir AB yanlısı gösteri, birkaç gün içinde Başkan’ın kaçması üzerine Kievhükümetinin çökmesi sonucunu doğurdu. Ancak, Kiev’de hükümetin düşmesi ve yönetim binalarının örgütlü ve son derece saldırgan bir gurubun eline geçmesi, şimdi iyice anlaşıldığı gibi olayların sonu değil başlangıcı oldu. Tıpkı Suriye’de Esad rejiminin yaptığı gibi, Ukrayna’nın kalan güçleri erken davranarak direndiler. ABD’nin son on yılını sahte değerlendirmeler sonucu ‘başarısız ve ters sonuçlar doğuran’ örtülü müdahalelerle dolduran ‘ünlü’ istihbarat örgütleri, dayandıkları iktidar açlığı içindeki güçlerin oyununa geldiler. Bunun en açık kanıtı, Ukrayna olaylarının başlangıcında ABD Kongresi’ne ‘Rusya Ukrayna’yı işgal ediyor’ propagandasının ‘istihbarat’ diye sunulması ve bu faturanın yine CIA ve NSA’ya çıkarılması oldu. İstihbarat örgütlerinin raporlarının ABD ve AB’nin devlet politikalarını ipotek altına aldıkları, Suriye sonrası ikinci büyük macera oldu Ukrayna.

Faşist Parti’den 6 bakan


Kırım referandumu ile kızışacağı belli olan Batı- Rusya sürtüşmesi, askeri alana atlamayan bir uluslararası kriz olarak tırmanmaya aday. Uluslararası planda ABD-Rusya arasındaki aniden yükselen kriz politikası, Suriye gibi bazı uluslararası silahlı çatışmalara ve Asya-Pasifik hattında tansiyonun yükselmesine neden olacaktır. Rusya’ya karşı ambargo politikası yaşama geçirilebilirse, Türkiye’nin ticari ilişkilerinde de ciddi problemler beklenmelidir. Ancak, bu krizin faturası esas olarak Ukrayna halkı tarafından ödenecektir. ABD ve AB’nin bu krizde Ukrayna içinde dayanacağı güçler, tıpkı Suriye’de El Kaide bağlantılı örgütlere dayanmak zorunda kalış gibi, faşist, ırkçı ve yolsuzluktan beslenen guruplar olacaktır. Yeni oluşturulan Ukrayna hükümetinin Başbakan yardımcısı başta olmak üzere, 6 bakanın ırkçı ‘Swoboda’ partisi üyelerinden seçilmesi gelecek günlerin habercisi oldu. Bu seçim, bir yanda Ukrayna içinde Kievhükümetine muhalefet cephesini güçlendireceği gibi, bir yanda da AB ülkelerinde parlamentoları ve kamuoyunu etkileyecektir. 2001 yılında ırkçılıkla suçlanan Avusturya Milliyetçi Partisi iktidara geldiği için, bu ülkeyi ‘kara listeye’ alan AB Parlamentosu’nun Ukrayna faşistlerine milyarlarca Avro borç vermesi beklenmemelidir. ABD ve AB’nin Ukrayna müdahalesi zaman içinde ‘soğumaya’ bırakılacak bir ‘Ajans tezgahı’ olarak kalacaktır. 

Mahir Tan / LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

  

ÖĞÜT GİZLİ MEKTUP AÇIK…

ÖĞÜT GİZLİ 
      MEKTUP AÇIK…
 


Bunun “Öğüt” olanı o zamanları pek konuşulmazdı! Açık olanıysa mektuptu ki, onu ben de okudum. Sanırım doksanlı yılların başlarıydı. Siyasette Erbakan kişniyordu. Genelkurmay koridorlarında Refah Parti’sinin konuşulduğu, Orduda Refah’ın sevildiği, Beyaz Saray’ca arkalandığı kulaktan kulağa fısıldanıyor ve şifreler köşe yazılarında açığa vuruluyordu…Ki, yan, yöre demindeydi …

Mektup işte böyle bir siyasal ortamda zuhur ediyordu…Ve de o Necmettin Erbakan’a yazılan mektubun altındaki imza da Abdullah ÖCALAN’a aitti. “Okudum” diyorsam nedeni, bu muktubun o imza ile gene kendi, yani PKK yanlılarının Avrupu’daki yayın organlarından birinde yayımlanmış olmasındandı. Öyle olmasaydı  zaten o zamanları da okumaz, şimdi de sözünü etmezdim.

Erbakan’a hitaben başlıyordu mektup ve mealen şu  görüşleri içeriyordu:

          “Değerli ağabeyimiz, biliyoruz ki, başında bulunduğunuz partiniz de bizim
           gibi, Atatürk’ün kurduğu bu laik rejime karşıdır. Bu rejimi yıkacak ve 
           yerine Müslüman bir Türk devleti kuracaksınız. Biz de böyle yapacağız. 
           Hedefimiz aynı ve kutsaldır. Sizden dileğim, O MÜSLÜMAN TÜRK
           DEVLETİ’nin  yanına  bir de MÜSLÜMAN KÜRT DEVLETİ ekleyiniz. 
           Beraber olalım yan yana…Müslüman Türk Devleti  ve Müslüman Kürt 
           devleti…Kardeş  kardeş yaşayalım.
                                               Küçük kardeşiniz, 
                                               Abdullah ÖCALAN.”

Çok tuhafıma gitmişti okuduğumda, çok şaşırmıştım. Bu nasıl bir biatti öyle!!! Üstelik islamcı kesilerek! Tanırdım da Abdullah Öcalan’ı. Kısa bir süre hapisane arkadaşlığımız da olmuştu. 30 Mart 1972’deki Kızıldere katliamından sonra beni Fatsa’da 8 Nisan 1972’de tutuklayıp Ankara Yıldırım Bölge Tutukevine kapattıklarının ardından, Kızıldere Katliamını Siyasal Bilgiler Fakültesinde protesto edip derslere girmeyen öğrencilerini tutuklayıp yanımıza getirmişlerlerdi. Öcalan o boykotçu SBF öğrencileri içinde oldukça yumuşak duruşlu ve munis biriydi, 20 gün kadar orada aynı koğuşta kalmıştık bizim arkadaşlarla onlar.

Üç yıl kadar sonra ben Yeraltı Madeş-İş genel sekreteri iken yine Ankara’da, o gençlik örgütlerinden ADYÖT’ün yönetim kurulu üyesi sıfatiyle ve benim başka arkadaşım Müfit Sakallı ile bana ziyaretime gelmişlerdi. Sonra bu görüşmeler 1977’ye kadar aralıklı olarak sürmüştü. Ondan sonra ise hiç görmedim.

Böyle bir aşinalık bile ÖCALAN’ın dinciliğe meyledeceğine, hele örgütü PKK’yı ve kendi geleceğini Amerikancı Erbakan’ın kuyruğuna takacağına inanmamı engelliyordu, sanki… Gerçi hem Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ve hem SEVR antlaşmasını beğenen birinden başka ne beklenebilirdi ki!… Ama, ne bileyim, güya marksizmi telaffuz ediyorlardı ya, sanki…

Sonraları köprülerin altından epeyce sular aktı. Özal’ın ölümünden sonra Amerika Erbakan’ı yıldızlaştırmış, Refah Partisi’ni iktidara getirmiş, sonra Refah’ı 28 Şubatçılar hikaye etmiş, sonra Ordudaki uyanışı Amerika tasfiye ettirmiş, Amerika güdümündeki ve Tayyiple haldaş PKK oldukça gelişmiş, yol almış…tır, ateşkes imzalanmış, masaya oturulmuş, elbet göremediklerimiz de mevcut…. Görülüyor.

Bense PKK’nın başka islamcı kayıtlarına da, Cengiz Özakıncı’nın, “Türkiye’nin Siyasi İntiharı – Yeni Osmanlı Tuzağı” adlı kitabının, Mayıs 2010 tarihli 21’nci basımının 433’ncü sayfasında rastlıyorum. Birlikte okuyalım:

               “PKK da İslam’a ve Osmanlıcılığa el atıyor…
                Derken 1984’te ayrılıkçı eylemlere başladı. Ne mi istiyorlardı?
                Osmanlı eyalet düzenine dönülse yeterdi kendileri için. Amerika’nın
                1965’te Demirel üzerinden dayattığı TÜRK-KÜRT FEDERASYONU, PKK 
                Açısından bir çözüm olabilirdi örneğin. Kendisini Anadolu Federe 
                İslam Devleti Başkanı olarak tanıtan ve Halife ilan eden Cemalettin
                Kaplan’dan destek arayan PKK lideri, Ümmetçiliği, Osmanlı toplum
                Yapısını övüyor ve şöyle diyordu:

               “Bugün bizim yürüttüğümüz mücadele, İslamın ortaya çıktığı 
                 Zamanlardaki mücadele kadar önemlidir. Bizim mücadelemiz
                 Sonucunda Müslümanların özlediği Asr-ı Saadet’e yakın bir biçim
                 Ortaya çıkabilir.. Ortadoğu’da Kürt sorununu çözmek Kürdistan’ı
                 İslam Enternasyonalizminin beşiği yapmak anlamına gelir. Kürt 
                 Sorun en yakıcı bir islami sorundur. Biz de islam’a en yakın hareketiz. 
                 İslam’ı gerçekleştirilmesinde iddialıyız. İslami kurtuluşun bu 
                 Çerçevede gerçekleşeceğine eminiz.”

Abdullah ÖCALAN’ı böyle dik dik ve tepine tepine konuşturan kaynaksa, aynı kitabın 442’nci sayfasında uç veriyor, şöyle ki:

          “ABD, PKK’ya İslamcılık Öneriyor”
Babından. Ve bu ara başlığın altında şu bilgi var :
          
            “…CIA’nın yan kuruluşu olan RAND Corporation, PKK’ya
             Marksizmi bırakın İslam’a yönelin öğüdünü…” vermiştir.

Bu kadar…

(Yani bir marksist kuruluş (!) bir emirle ve de bir anda ve de bir fırıldak misali İslamcı olabiliyor!) Maşallah!.. Ki, yüz kere, bin kere Maşallah!..

Hele şimdilerin, önümüzdeki aylarında, tescilli hırsız ve de İslamcı Faşist Tayyip Efendi iktidarda kalırsa, günleri gün olacak!!!!!

O zamanları ise sadece;
ÖĞÜT GİZLİ
MEKTUP AÇIK’tı…

          Abdullah Nihat Yılmaz
          16 Mart 2014
          Londra.

                                 

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

 





BERKIN HAS NOT DIED IN VAIN – WE WILL SEE THAT THE JUSTICE IS DONE



Berkin Elvan, a 15 year old boy died 3 days ago after 269 days in a coma as a result of an injury to his head. This was inflicted by the AKP police, using tear gas canisters as bullets and was aimed at directly to Berkin’s head. He was only a boy on his way to buy a loaf of bread and happened to be near the protestors.


Police actions, turned into police brutality, were ordered by the Prime Minister Erdogan in order to suppress the Gezi Park protestors in June 2013 in Istanbul. These protests spread to all corners of Turkey, especially to the large cities of Ankara and Izmir because Turkish people had had enough of the Government’s backward and autocratic policies over the years.

Six young people had died, including 1 policeman as illegal use of water cannons, tear gas and sheer beatings employed by the police force. Following these tragic events, to everyone’s dismay, Prime Minister announced the achievements of his police force and called them his ‘ heroes’!

Berkin’s recent death and the accumulating injustices for loss of lives and for their families, including the illegal detentions and continuous harassment of thousands of innocent people have sparked of a more determined effort and protests by Turkish people all over the country. This has now culminated in two further deaths in the last 3 days.

We are determined to demand justice for the loss of innocent lives, thousands of injured individuals, some with loss of sight and long term disability and for the illegal detainment of lawyers, doctors and journalists besides many others. We demand that the government resigns and the responsible officials are brought to justice. THERE IS NO PLACE FOR AN ISLAMOFACIST GOVERNMENT IN TURKISH SOCIETY.

Turkish Community groups in London (ASUK, AKM, TGB and KTC) have organised this vigil and protest in order to show our solidarity and support with our sisters and brothers in Istanbul, Ankara, İzmir and in all corners of Turkey. We are with them in this honourable and necessary struggle. 

The ones who are responsible for Berkin’s and others deaths show no mercy or compassion and should not get away with their crimes. We want to bring to your attention that these politicians are still in power and continue to rule over Turkish people. 

LET US ALL SHOW SOLIDARITY AND SPEAK UP FOR JUSTICE AND HUMANITY

LondraPosta / Londra
                                    

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

                                           

Berkin’in ekmekleri sıcacık

İngiltere Parlamentosu önünde protesto;

Geçtiğimiz hafta İstanbul’da kaybettiğimiz 14 yaşındaki devrim şehidi Berkin Elvan için bir protesto da Londra’da İngiltere Parlamento Binası önünde yapıldı. 14 mart akşamı İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği (İADD) ve TGB tarafından organize edilen protesto gösterisine yüzlerce kişi katıldı. 2013 yılı haziran ayında yapılan Erdoğan hükümeti aleyhindeki ‘Taksim Gezi’ protestoları sırasında evinden ekmek almak için çıkan ve polis tarafından atılan bir gaz bombasının başına isabet etmesi sonucu komaya giren Berkin Elvan, geçtiğimiz hafta kurtarılamayarak ölmüştü. 


‘Hepinizi sıfırlayacağız’





İstanbul’da milyonlarca kişinin katıldığı protesto gösterileri sonrası hazin bir cenaze töreniyle gömülen Berkin Elvan, Batı medyasınında ilgi odağı oldu. Parlamento Binası önünde toplanan göstericilerin yanına güller konmuş ekmekler ve Elvan için yakılan mumlar ışığında yaptıkları protestoda, Türkiye’de Hükümet’in istifa etmesi ve barışçı protesto gösterilerine polisin kullandığı şiddetin durdurulması istendi. İngiltere Parlamento üyelerinin ve Hükümeti’nin, Türkiye’de kurulan Erdoğan diktatörlüğüne destek olmamasını isteyen pankartların taşındığı ve sloganların atıldığı protestoda, ‘Gezi protestolarının sona ermediği ve Berkin’in ölümü ile yeni ve çok daha güçlü bir halk hareketi haline geldiği’ vurgulandı.
  


14 yaşında bir polis şiddeti nedeniyle hayatını kaybeden Berkin Elvan için yapılan protesto gösterileri, Türkiye’de olduğu gibi tüm Avrupa başkentlerinde Türk toplumu içinde yeni kitle hareketlerine yol açtı. Türkiye’de önümüzdeki bir yıl içinde yapılacak olan Yerel Yönetimler, Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimleri nedeniyle hızla politize olan halk kitlelerine karşı, yönetimin kontrolü altındaki polisin uyguladığı şiddet olayları tırmandırıyor. Bunun yanında hemen her hafta yayınlanan yeni tape ve kasetler de, Türkiye’deki hükümetin çok büyük bir yolsuzluklar ve rüşvet mekanizması kurduğunu gözler önüne seriyor. 




14 mart akşamı İADD ve TGD tarafından organize edilen protesto gösterisinde de ‘Hepinizi sıfırlayacağız’, ‘Erdoğan Go Home- to USA!’, ‘Faşizme karşı omuz omuza!’ pankartları dikkatleri çekti. Geçtiğimiz haftalarda Erdoğan hükümetine karşı yapılan protestolarda, yolsuzlukları simgeleyen ‘ayakkabı kutuları’na yer verilirken, Berkin Elvan’ın ölümünden sonra yapılan gösterilerde, evinden ekmek almak için çıkan ve polis vahşeti sonunda yaşamını kaybeden 14 yaşındaki genci simgeleyen ‘ekmek ve gül’ yeni kitle hareketlerinin işareti haline geldi.


LondraPosta / Londra
                                    

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

Gezi-Berkin günleri başladı

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu: “Başbakanlık makamını işgal eden zat, çevresindeki dar bir kadro ile birlikte, tehlikeli bir provokasyon peşindedir. Buna dair son derece kuvvetli duyumlarımı kamuoyunun dikkatine sunmayı, ülkeme ve halkıma karşı olan sorumluluğumun bir gereği olarak görüyorum.

Erdoğan Hükümeti, 3 seçimli yakın gelecek için Batı ülkeleri tarafından çok yakından izleniyor. Batı’nın geçtiğimiz 2002’den başlayarak yerel ya da genel tüm seçimlerdeki favori partisi, tüm Avrupa ülkelerinde iktidar ve muhalefet partileri tarafından artık destek görmüyor. 14 yaşındaki Berkin Elvan’ın ölümü ve cenazesi sırasında ise bu politika çok daha net olarak ortaya çıktı. Bu görüntü de ilk vurgulanacak nokta: Berkin’in genç ölümünün tetiklediği ‘Gezi atmosferi’nin Türkiye’nin hemen tüm kentlerinde hakim oluşu. Batı Dünya’sı değerlendirmelerine sokaktaki protestoları ve yaygınlığını esas olarak alıyor. 2013 Taksim-Gezi  olayları sırasında ortaya çıkan  Avrupa’da ‘Erdoğan karşıtı’ görüşler, Berkin ve yeni protestolar sırasında tavana vurmuş gibi görünüyor. Önümüzdeki 1 yıllık süreçte daha da yükselmesini beklememiz gereken bu sürecin sonunda -Erdoğan gitmemek için yasadışı yollara başvurursa- AB’nin ‘zorlayıcı uygulamaları’ devreye sokacağına şüphe yok.
                              

Ülkeyi ateşe atar mı?


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Berkin Elvan’ın İstanbul’daki cenaze töreninden bir gün önce yaptığı bir açıklamada şunları söyledi; “Başbakanlık makamını işgal edenzat, çevresindeki dar bir kadro ile birlikte, tehlikeli bir provokasyon peşindedir. Buna dair son derece kuvvetli duyumlarımı kamuoyunun dikkatine sunmayı, ülkeme ve halkıma karşı olan sorumluluğumun bir gereği olarak görüyorum. Gerçek bir ülke ve insan sevgisinden nasiplenmediği anlaşılan bu kişinin, Türkiye’nin büyük bir kargaşa ve kaos ortamına sürüklenmesini, kendisi için yegane kurtuluş yolu olarak gördüğü açıktır’. Kılıçdaroğlu’nun -birinci elden istihbarata dayanması gereken- bu açıklaması, başka göstergelerin de işaret ettiği gelişmelere dikkat çekiyor. 30 Mart tarihinde yapılacak Yerel Seçimler öncesinde ve sırasında, hesaplaşmanın ilk belirtileri gündemi yaratabilir. Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta AKP il başkanları toplantısında yaptığı ‘sandıklara sahip çıkın çağrısı’, AKP mitinglerinde kefen giymiş göstericiler ve Berkin’in cenazesi sonrasında Tekbir getiren bir gurubun saldırısı gelecek günlerin nelere yol açacağını gösteren gelişmeler.

Tepki ‘doğal ve yaygın’


Türkiye’de yeni bir ‘Gezi’ atmosferi yaratacağı ortaya çıkan kitle gösterileri ve kapsadığı halk tabanı, iktidardaki AKP’nin karşısında yer alan güçleri tanımlıyor. Hemen tüm muhalefet partileri ve belli bir partiye bağlı olmayan demokrat nitelikli insan kitlelerinin oluşturduğu ‘Gezi-Berkin’ tabanının ana özelliği: tek merkezden yönetiliyor olmaması. Bu onun zayıflığı değil, güçlülüğü aslında. Kısa zamanda milyonlara yayılabilen ve sosyal medya gibi herkesin ulaşabileceği yöntemlerle organize olabilen bu hareket, doğal ve kendiliğinden. Onun inandırıcılığı da burada. Hiç bir çıkara hizmet etmeyen, yolsuzluklara batmış bir baskı yönetimine karşı çıkan ve yılmadan yoluna devam edenbir halk hareketi Gezi-Berkin hareketi. Çağdaş Dünya bunu çok iyi görüyor. 14 yaşındaki Berkin’in genç yaşamıyla peşin olarak ödediği bir bedel bu.. Sokaktaki milyonlar onu hergün, hergün ve hergün yeniden yaşatmalıdırlar.
Mahir Tan / LondraPosta / Londra
                                    

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

                                           

                               

‘Erdoğan, mal, mülk derdine düştü!’

‘İlker Başbuğ, AKP’nin kapatılmasına Genel Kurmay Başkanlığı uğruna engel oldu!

‘Tayyip Erdoğan, geçen zaman içinde seçmen profilinin değiştiğinin farkında değil. O, mal, mülk derdine düştü!’

 AKP Elazığ eski milletvekili Feyzi İşbasaran

‘Benim tek ümidim: Gezi’den gelen genç, eğitimli, bilinçli ve çok farklı olan yeni nesildir!’


AKP Elazığ eski milletvekili Feyzi İşbasaran, Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi’nin (ResearchTurkey) geçtiğimiz salı günü düzenlediği, “2014 Seçimleri Yaklaşırken: Türkiye’de Siyasetin Dünü, Bugünü ve Yarını” başlıklı bir konferansta konuştu. Royal Holloway Üniversitesi İşletme Fakültesi öğretim görevlilerinden Doç. Dr. Gül Berna Özcan’ın başkanlık ettiği konferans, London School of Economics’in (LSE) Yeni Akademik Binası’nda gerçekleştirildi. 

‘Türkiye’de herkes sokağa çıkarak Cumhuriyete sahip çıkmıştır!’

Türkiye’de benim de ümidimi kaybettiğim bir ortamda, hiç beklenmedik bir şey oldu ve rüyamda görsem inanmayacağım ‘Gezi Direnişi’ne şahit olduk diyen İşbaşaran, ‘Osmanlı’da isyanlar vardır. Fakat, bunlar halk hareketi değildir. Dolayısıyla, ‘Gezi’ hepimiz için umut kaynağı olmuştur. Gezi, siyaseti şekillendirecektir’ yorumunu yaptı.     

‘Seçimlerde % 100 hille olacak!’


Dışarıdan bakan atamanın çok olağanüstü hallerde başvurulan bir yöntem olduğunu belirten İşbaşaran, ‘İçişleri bakanlığı için atama yapan Erdoğan, seçimlerde kesinlikle hille yoluna başvuracak. Fakat, AKP İstanbul’u kaybederse, genel seçimi de kaybeder’ öngörüsünde bulundu.  

‘Siyasi Partiler Yasası değişmedikçe gençlerin seçilmesi mümkün değil!’


Türkiye’deki mevcut siyasi sisteme gençlerin girmesinin çok zor olduğuna değinen eski milletvekili, ‘Fakat, gençler bu sistemi değiştirecekler. Gençlik Tayyip’i dinlemiyor. Bu gençlik değişimi sağlayacak. 8 Mart’ta kutlanan Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne, İstanbul Beyoğlu’nda kalabalık bir kitle katılımda bulundu. Hak aramanın hukukla olamayacağını inanlar artık zorla hak alma yolunu seçiyorlar. Polis ise hiç değişmemiş… Yıllar önce beni coplayan polis, bugün kinle, nefretle gençleri hedef alıyor. Değişecekler ama… Bu halk bunun yolunu buldu artık!’ dedi.  

İşbaşaran: ‘İlker Başbuğ, AKP’nin kapatılmasına Genel Kurmay Başkanlığı uğruna engel oldu!


Türkiye, sonuçları büyük bir merakla beklenen Mart ayındaki yerel seçimlere hazırlanırken, Ağustos’taki Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilgili varsayımlar ve Cumhurbaşkanı adayları ile ilgili söylentiler gündeme damga vuruyor. İşbaşaran, 26. Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Cumhurbaşkanı olması gerektiğini düşünen ve önerenlere, daha önce hiç dile getirmediğini söylediği bir iddiada bulundu: Eski milletvekiline göre; Genel Kurmay Başkanlığı görevine atamasının imzalanmasını bekleyen Başbuğ, Erdoğan tarafından çağrılarak, ‘Partinin kapatılmasını engellemezsen, atama kararını imzalamıyorum’ tehdidinde bulunmuş. Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatma kararını kesinleştirmemesi için, arkadaşlarını arayan Başbuğun ataması da bu sayade imzalanmış. İşbaşaran, böyle bir davranışın iki yıllık Genel Kurmay Başkanlığı için değmeyeceğini ve Başbuğ’un ‘İmzalamazsan, imzalama!’ diyerek, o dönemde rest çekmesi gerektiğini düşündüğünü anlattı. 

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, AKP’nin “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle, partinin kapatılması, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de dahil olmak üzere, 71 kişinin 5 yıl süre ile siyasetten uzaklaştırılması istemiyle hazırladığı iddianame, 14 Mart 2008 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne sunulmuştu. Anayasa Mahkemesi iddianameyi 31 Mart 2008 tarihinde kabul etmiş, 16 Haziran’da AKP savunmasını vermiştir. 30 Temmuz 2008 tarihinde kamuoyuna yapılan açıklamada ise; partinin temelli kapatılmaması, fakat hazine yardımının belirli bir oranda kesilmesi kararına varılmıştır.



‘691 yıl boyunca böyle soygun görmedik!’


Türkiye’den çalınanların geri alınıp, alınamayacağını Soru-Cevap kısmında soran bir dinleyiciye İşbaşaran’ın cevabı şöyle oldu: ‘Osmanlı’da 600 yıl diyelim, 91 yıl da Cumhuriyet tarihinde; toplam 691 yıl boyunca böyle soygun görmedik. Diğer hükümetlerin dönemlerinde de yolsuzluk, rüşvet olmuştur. Fakat, son 12 yıl olduğu kadar hiç olmadı. Şundan emin olmalıyız ki kimsenin yaptığı yanına kalmayacak.’ 

‘Atatürk ve arkadaşları ‘O Dönemi’ hakkıyla yerine getirdi!’


Cumhuriyetin kuruluşundan beri devlet kurmanın kolay olmadığını, Atatürk ve arkadaşlarının ‘O Dönemi’ hakkıyla yerine getirdiklerini vurgulayan İşbaşaran, ‘Neden biz hep bu olayları yaşıyoruz?, Neden, 16, 18, 20’li yaşlarda hapse giriyorum?, Bu yapı neden bozulmuyor?, Neden, gerçek bir lider çıkaramıyoruz? sorularını sormalı ve bu sorulara cevap aranmasının önemine değindi. 

20’li yaşlarında öğrenci liderliği yaptığını, darbeler gördüğünü, üzerlerinden tanklar geçtiğini, asker ve polisle çatıştıklarını, be nedenle de ‘Research Turkey’ gibi öğrenci kuruluşlarına çok önem verdiğini ve desteklediğini anlatan İşbaşaran, ‘Ben Türkiye’yi çok çok iyi tanıyorum. fakat, iyi şeyler yapmama müsade edilmedi. AKP’den ayrılmamın başlıca nedeni budur’ dedi. 

AKP: Cemaat, Milli Görüş’ün yenilikçi kanadı ve eski ANAP’lılarla kuruldu

‘Menderes’in bir kırılma noktasından sonra ortaya çıktığını biliyoruz. Sonra Demirel gelmiştir. Demirel ise asker ve darbecilerle anlaşarak devam edebilmiştir. Demirel-Ecevit olayına ne demeli? Daha sonra da Turgut Özal… Darbecilerin o dönemde Özal’a ihtiyacı vardı. Demokrasi yolu kapalı olduğundan, Özal böyle iktidara gelebilmiştir. Darbe dönemi korkunç bir dönemdi’ şeklinde konuşan İşbaşaran, Kara Çarşamba da olarak bilinen, 2001 Krizi sonrası dönemi ise şöyle özetledi: ‘Kasamız boş olmasına rağmen, biz AB’ye, Dünya Bankası’na yalan söyledik. Halk herşeyini kaybetti. 2001 krizinden sonra kim çıksa kazanırdı. AKP, Cemaat’in desteği, Erbakan’ın partisinden kaçan ‘Milli Görüş’ün yenilikçi kanadı ve ANAP’tan ayrılanlarla seçimi kazandı. ANAP her kesimi içinde barındıran bir parti olduğundan, AKP’nin de aynı olacağını düşünerek, Abdullah Gül’ün davetini kabul ettim ve AKP’ye geçtim.’ 

Feyzi İşbaşaran kimdir?


Siyasetçi ve işadamı Feyzi İşbaşaran, Gazi Üniversitesi Ticaret ve Turizm Eğitim Fakültesi’ni bitirdi. Anavatan Partisi (ANAP) kuruluşu çalışmalarında bulundu. Başbakan Turgut Özal’ın Başdanışmanı ve Özel Kalem Müdürü, Ereğli Demir Çelik ve Vakıfbank Yönetim Kurulu Üyeliği, ve Turban Turizm Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı. Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olmasından sonra Cumhurbaşkanı Başdanışmanı oldu. 

1991 Genel seçimlerinde ANAP’tan İstanbul Milletvekili seçildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları Komisyonu Üyeliği ve Başkan Vekilliği yaptı. Anavatan Partisi’nde Merkez Karar Yönetim Kurulu Üyeliği, Genel Başkan Yardımcılığı ve Genel Sekreterlik yaptı. 2007′de Ak Parti’den Elazığ Milletvekili seçildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Çevre Komisyonu üyeliği yaptı. 2009′da Ak Parti’de yaşadığı fikir ayrılığından dolayı istifa etti. TBMM’de Bağımsız Milletvekili olarak görev yaptı. Fenerbahçe Kongre ve Ankara-Kavaklıdere Tenis Kulübü üyesidir.

Aynur Yavuz / LondraPosta / Londra
                                    

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

Tahliyeler ‘yetmez ama güzel”

‘Yok hükmünde’ için mücadele zamanı


Sıra ‘yok hükmünde’ mücadelesinde

                    
Ergenekon ve Balyoz davasından 5 yılı aşkın süre cezaevinde kalanlar serbest bırakıldılar. Tahliyeler arasında 1 numaralı sanık hüviyetinde olan İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ve her iki davanın önemli isimleri var. 17 Aralık sonrası, öncelikle organizatörlerden Hükümet kanadından gelen ‘sinyaller’ üzerine başlayan ‘kumpas’ tartışması, malumu resmen ilam etme olarak kabul edildiği için tahliyeler sürpriz olmadı. Ancak, bu alanda yapılacak işler var daha. Başbakan ve partisinin, çok büyük oranda itibar ve dolayısıyla oy kaybettiği net olarak ortada iken, içinde olduğumuz 3 seçimli dönemi, her türden siyasi gelişmeye açık olarak görülmelidir. Elindeki tüm olanakları kullanarak, direneceği anlaşılan AKP yönetimi karşısında güçlü, deneyimli ve yerden göğe kadar haklı bir ‘mücadele blok’unu ortadan kaldırmak için her yolu deneyecektir. Bu nedenle, Balyoz, Ergenekon ve benzeri davalardan sadece tahliye olmak durumu çözmeyecek ve siyasi mücadele içinde bulunan yüzlerce yazar, asker, politikacı, gazeteci ‘tepede salllanan Demokles kılıcı altında’ yaşacaklardır. Demir tavında iken Ergenekon, Balyoz ve diğer davaların kararlarını ‘yok hükmünde’ saydıracak hukuki düzenlemenin yapılması için harekete geçilmesi şarttır.

‘Devlet yargılama hakkını kaybetmiştir’


Batı hukukunda var olan, ancak, bizde düzenlenmemiş olan ‘davanın düşmesi’ kurumu, devletin yargılama hakkını kaybetmesi anlamını taşır. Hazırlık ve ilk soruşturma sırasında ve mahkeme heyetinin ‘yasaya aykırı’ uygulamalarının tesbit edilmesi haline münhasır olan davanın düşmesi işleminin bizdeki karşılığı: ‘mutlak butlan’, yani yok hükmünde oluştur. Gerçekte, davaların görülmesi sırasında, savunma makamı tarafından bir çok kez kanıtlanan, polis ve savcılık tarafından sahte belge tanzimi, davalarda çok önemli noktalarda bu sahte belgelerin mahkeme tarafından ‘kanıt’ olarak kabul edilmesi, sanıklar lehine olan hiç bir savunma işleminin uygulanmaması gibi gerçekler, artık AYM’nin verdiği karara bile yansımıştır. Unutulmaması gereken; Yargıtay’ın Balyoz kararını ‘bu gerçekleri bile bile’ onaylamış olmasıdır. Özetle, Yargıtay’ın henüz kesinleşmemiş olan Ergenekon davasını ele alacağı muhtemelen 6 aylık süre içinde, bu davaların kararlarını ‘yok hükmünde sayan’ bir düzenlemenin elde edilmesi elzem görünüyor.

Yeni hakimler-eski hakimler


İlki 30 Mart tarihinde yapılacak olan seçimler, birçok gözlemcinin ifadelerine göre; Türkiye’yi bıçak sırtında geçecek 1 yıllık dönemece taşıyor. Hem Batı kamuoyunda, hem Türkiye içinde hızla itibar ve oy kaybettiği görülen AKP iktidarının başı Erdoğan, geçtiğimiz gün partisinin il başkanları toplantısında ‘sandıklara sahip çıkın’ mesajı verdi. Bazı AKP mitinglerinde ‘kefen giymiş’ göstericiler yer aldı. AKP yönetimi yeni tayin ettiği savcılar, hakimler, polisler ve kefen giymiş ‘sivil toplum örgütleri’ ile seçimlerde tüm kozlarını oynayacaktır. 30 Mart Belediye seçimlerinden sonra, ‘cemaati içeri tıktıracağını’ seçim meydanlarında söyleyen Erdoğan’ın savcı ve hakimlerinin, cemaat dışındaki yurtsever ve demokrat liderlere ‘hukuk devleti’ ilkeleri gereğince yaklaşacağını düşünmek bile bile lades olur.

Mahir Tan / LondraPosta / Londra


Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 


‘Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır!’

Akademisyenler: ‘Soykırım yalanıyla zehirlenmiş yeni nesiller istemiyoruz.’



İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, Türkiye’nin ‘Ermeni sorunu’nu çözmek ve sözde soykırım iddialarına son vermek amacıyla 200’ün üzerinde Türk aydını ile 2005 yılında İsviçre’nin Lozan kentine giderek, girişimlerde bulunmuştu. Bu temaslar esnasında, ‘Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır’ dediği için, Lozan Bidayet Mahkemesi tarafından 9 Mart 2007 tarihinde, 90 gün hapis cezası karşılığı 9000 İsviçre Frangı cezaya çarptırmıştı. Perinçek, İsviçre’de yaptığı temyiz başvurusunun kabul edilmemesi üzerine ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AHİM) başvurmuştu. 
AİHM, ‘Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır’ diyen Doğu Perinçek’i 17 Aralık 2013 tarihinde haklı bularak, daha önce verilen mahkumiyet kararını bozmuş, ‘sözde Ermeni soykırımı’ iddiasını geçersiz kılmıştı. AİHM’in bu kararı sonrası ‘soykırıma inanan endişeli akademisyenler’ in İsviçre Adalet Bakanlığı’na gönderdikleri açık mektuba karşılık, çeşitli Amerikan üniversitelerinden 69 akademisyen bakanlığa bir mektup göndererek, neden soykırım yalanına inanmadıklarını dile getirdiler.
AHİM, bu kararla ilk kez sözde ‘Ermeni soykırımı’nın tartışılmasını özgür bırakan bir karar verdi. Bu karar ayrıca, Avrupa Konseyi’ne bağlı ülkeler için de bağlayıcıdır. Mahkeme kararı; Avrupa ülkelerinin parlamentolarından ‘Ermeni soykırımı’ kararları çıkarmalarına engel olmuştur. 
Bahsi geçen mektubun İngilizce tam metni aşağıda görülebilir:  
February 24, 2014

An Open Letter to:
Madame la Conseillère fédérale
Simonetta Sommaruga
Cheffe du Département fédéral de justice et police (DFJP)
Palais fédéral ouest
CH-3003 Berne, SWITZERLAND

Dear Madame Sommaruga,

This open letter is being submitted by a concerned citizen as a rebuttal of an open letter sent to you by a group called “concerned genocide scholars” regarding the December 17, 2013 judgment of the European Court of Human Rights (ECHR) on Perinçek v. Switzerland. 

In their February 16, 2014 letter, the “scholars” take issue with ECHR’s position that genocide is a precisely defined legal concept that is not easy to prove, and that the historical record on the 1915 events is a matter of debate. The “scholars” argue that the 1915 events constitute “genocide,” and request that you re-examine the Court’s judgment. This letter will endeavor to establish that the arguments advanced by the “scholars” are incomplete and specious.

The “scholars” assert that Ottoman “mass killings” of Armenians conform to the definition of Article 2 of the 1948 U.N. Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide (CPPCG). But such assertion is based only on a partial reading of the Convention. That Convention, in fact, is the Achilles’ heel of the “Armenian genocide” thesis. For Article 2, while describing genocide as, in part, killing or causing serious harm to the members of a group, makes two additional provisos: (1) there must be intent, (2) the targeted victims should belong to a particular national, ethnical, racial or religious group. The “scholars” conveniently ignore these two provisos.

Ottoman government archives contain incontestable evidence that the relocation of Armenians in 1915 was not related in any way to nationality, religion, etc., but to military exigency in time of war, which was being fought on multiple fronts. Rebellious armed Armenian groups were aiding and abetting the enemy and sabotaging the Ottoman army from behind, and the government had to intervene. In other words, Armenians were subjected to relocation not because of their religion or ethnicity, but because they posed grave security threat in time of war. Armenians in the western part of Anatolia were spared from relocation orders because they did not pose a security threat. The central government orders to local authorities made it clear that the security of Armenian convoys during relocation should be ensured, and that all necessary precautions should be taken to meet their needs during and after relocation.
http://www.ermenisorunu.gen.tr/english/intro/relocation.html
There was no intent to harm the Armenians; but war conditions including lawlessness, chaos, disease, and famine, gave rise to tragic events on both sides. 

The fact that Armenians in the western part of Anatolia were spared from relocation orders belies accusations that the 1915 events were religion or ethnicity-related.

Russian archives also reveal that religion and ethnicity were not causal factors behind the relocation orders, that relocation was conceived as a measure of self-defense by the Ottoman government, and that the tragic events were inter-communal in nature.

Considering the above facts, and viewed in its fuller context, Article 2 of the 1948 Convention negates the genocide argument advanced by the “scholars.” The “scholars” cannot pick and choose a portion of Article 2 and ignore the rest.

Equally important, the 1948 Convention contains a stipulation, in Article 6, that those charged with the crime of genocide should be tried by a competent tribunal in the state where the act was committed, or by an international penal tribunal whose jurisdiction is recognized by the contracting parties. In other words, to establish the crime of genocide, a court verdict is a sine qua non. The judgments by the Nuremberg Tribunal post-World War II, and the International Criminal Court (ICC) more recently on the Rwanda and Srebrenica events are examples to such verdicts.

There exists no court verdict, however, on alleged “Armenian genocide.” The Malta Tribunal, convened by the victorious British after World War I to prosecute 144 high-ranking Ottoman officials on charges of killing Armenians, yielded not a single conviction. Among those detained for trial were cabinet ministers, the Grand Vizier and Army Commanders. The Armenian Patriarchate at Istanbul was the principal source of information against the accused, but the evidence was too flimsy for formal prosecution. Even the search of the U.S. State Department files in Washington failed to produce incriminating evidence. After two years of investigation, all Malta detainees were released and returned to Turkish soil.

It is interesting that in referring to the opinions of France, the United Kingdom and Russia in their 1915 joint declaration, the “scholars” do not mention the Malta Tribunal. The Malta Tribunal drew its jurisdictional authority from these three powers, and its findings were binding on the three powers.

So, Article 6 of the 1948 Convention also negates the genocide assertions of the “scholars.” What Article 6 establishes, in principle, is that neither parliaments nor a group of academics can pass judgment on an alleged genocide crime. A verdict by a duly authorized court of law is a must. The “scholars” ignore this very fundamental precept contained in the 1948 Convention.

In conclusion, the 1948 Convention, which is the fundamental international covenant bearing on genocide determination, completely vitiates the genocide thesis when viewed in its entirety. The “scholars do not have the luxury to use only a portion of the covenant to establish their case.

The “scholars” note that in 1997 the “International Association of Genocide Scholars” passed a resolution recognizing the Ottoman massacres of Armenians as genocide. That may be so, but a large number of scholars hold the opposite view. In 1985, for example, 69 U.S. historians and researchers passed a unanimous resolution, addressed to members of the U.S. House of Representatives and published in New York Times and The Washington Post, refuting Armenian allegations. These were academicians specializing in Turkish, Ottoman and Middle Eastern studies. Many of these academicians were subsequently harassed or intimidated by the pro-genocide camp.

The conclusion is inescapable, as ECHR observed, that there is no consensus among historians and scholars on the 1915 events. And that is not taking into account the views of Turkish researchers and historians.

In their letter the “scholars” indirectly draw an analogy between Holocaust and the 1915 events. Such analogy is not only grotesque, but more bluntly, obscene. Jews of Nazi Germany did not rise in armed rebellion against the state, did not embark on a rampage of violence against the local population, did not join the ranks of an invading army, did not sabotage the German army behind the front lines, and in general did not engage in perfidious acts. Their only “crime” was not being of the “Aryan race.” Race was the motive behind the killings.

The Nazis did not court-martial those implicated with wrongdoing against the Jews, as did the Ottomans prosecute those accused of mistreating Armenians during relocation. Nor did the Nazis deliberately spare Jews as “good citizens” in some parts of the Reich, or award meritorious awards to Jews, as did the Ottomans to Armenians. The Ottomans, having long embraced Armenians in high-ranking positions in the government, including generals and cabinet ministers, did not spread racist, scurrilous lies about the Armenian minority. And the Armenians certainly did not perish in gas chambers.

To broaden their horizon on the 1915 events, the “scholars” should perhaps read, if they have not already, the admissions of Boghos Nubar Pasha at the Paris Peace Conference in January 1919, and the manifesto issued by Johannes Kachaznuni at the Dashnak convention in Bucharest in March 1923. It would be like hearing the truth from the horse’s mouth. More than half of a million Muslims lost their lives at the hands of Armenian guerillas who fought a losing battle relying on false promises of imperial Western powers and the Tsarist Russia. Even the Russian officers on the scene were troubled by the severity of violence inflicted by the Armenian guerillas on Muslims.

And the terror inflicted was not confined to Muslims. As stated by Albert J. Amateau, a rabbi born in Turkey and later emigrated to America, in a testimony sworn before a notary public in California in 1989, Armenian atrocities also extended to Jews, and even to Armenian families who refused to cooperate with the armed guerillas.
http://www.sephardicstudies.org/aa3.html

In their letter the “scholars” attempt to link the tragic murder of Hrant Dink to genocide controversy, and claim that Turkey has “one of the worst” records on human rights “over the past decades.” This is a slanderous attack aimed at Turkey, and it is deplorable. Dink was murdered by a deranged fanatic, and the facts behind the assassination are still unknown. More than 100,000 Turkish people took to the streets in Istanbul to protest Dink’s murder. Mention of human rights by the “scholars” is particularly ironic, considering that their list of signatories is headed by none other than Taner Akçam, an ex-convict and a prison escapee who advocated violence and was imprisoned for terrorist activities in Turkey. Akçam is now a protégée and beneficiary of the Armenian lobby.

And speaking of human rights, it is curious that the “scholars” failed to mention the ASALA/JCAG terror that took more than 40 innocent lives, most of them Turkish diplomats, during 1973-1991. Not only did the committees funded by Armenian organizations pay for the legal defense of the majority of terrorists, but several prominent Armenians and pro-Armenian “scholars” testified in the trials of the terrorists. One terrorist, after his release from the French prison, was welcome as a hero in Armenia. So much about concern for “human rights”!

Incidentally, how many Armenians took to the streets to protest the killing of Turkish diplomats and their families by the ASALA/JCAG terror?

It is a known fact that Turkey and Armenia cannot agree on legal characterization of the 1915 events. That being the case, one wonders why the “scholars” have not urged Armenia to file a complaint with the International Court of Justice (ICJ). Established in 1945, ICJ is the primary judicial arm of the U.N. to settle legal disputes submitted by states. A court case undertaken by ICJ would require all historical archives to be open, due process to apply, and the evidentiary material scrutinized for probity. The only reasonable explanation for the stance of the Armenian side is that it finds a judicial process too risky for its taste.

The Armenian side, instead, has over the years relied on propaganda in public arena, where bias and prejudice play a large role, and financial resources can be deployed aplenty.

It is refreshing that the “scholars” make a concession in their letter: They agree with the notion of freedom of expression articulated by ECHR. It is impossible not to be sarcastic about their newly-found concern for this basic human right. Over the years these “scholars” attended conferences where presence of academics opposing their genocide thesis was not welcome. Did the “scholars” express any freedom of expression concern when, in 1995, a French court fined historian Prof. Bernard Lewis because he did not subscribe to the genocide thesis, or when, in 2007, Dr. Doğu Perinçek was convicted by a Swiss court for the same reason? And what was the reaction of the “scholars” when the French Senate passed a bill in 2011 (later overturned) that criminalizes denial of “Armenian genocide”?

One additional comment in this context is noteworthy. The “scholars” use the word “denialist” to refer to those who reject their genocide assertions. “Denialist” is a pejorative term, and its use is a breach of academic decorum. It is also a sign of arrogance. How would the “scholars” like if their colleagues in the opposing camp call them “distortionists” or “fabricators”?

To wrap up, characterization of the 1915 events as “genocide” is incompatible with the definition of this term as prescribed in the 1948 U.N. Convention. “Genocide” is a legal construct, and should not be used to further political aims. The suffering on the Armenian side in the 1915 events cannot be denied; but the suffering on the Turkish side also deserves recognition. After a century, it is time for the two sides to reconcile their differences without further recrimination, and move on. We don’t need new generations poisoned with “genocide” controversy.

It is hoped that the Swiss government will accept the judgment of ECHR as final.

Respectfully yours,

(hard copy signed)

Ferruh Demirmen, Ph.D.


Appendix
SIGNATORIES TO MAY 19, 1985 STATEMENT ADDRESSED TO THE MEMBERS OF THE U.S. HOUSE OF REPRESENTATIVES:

RIFAAT ABOU-EL-HAJ
Professor of History, California State University at Long Beach
SARAH MOMENT ATIS
Professor of Turkish Language & Literature, University of Wisconsin at Madison
KARL BARBIR
Associate Professor of History, Siena College, New York 
ILHAN BASGOZ
Director of the Turkish Studies, Department of Uralic & Altaic Studies, Indiana University
DANIEL G. BATES
Professor of Anthropology, Hunter College, City University of New York
ULKU BATES
Professor of Art History, Hunter College, City University of New York
GUSTAV BAYERLE
Professor of Uralic & Altaic Studies, Indiana University
ANDREAS G. E. BODROGLIGETTI
Professor of Turkic & Iranian languages, University of California at Los Angeles
KATHLEEN BURRILL
Associate Professor of Turkish Studies, Columbia University
RODERIC DAVISON
Professor of History, George Washington University 
WALTER DENNY
Associate Professor of Art History & Near Eastern Studies, University of Massachusetts
DR. ALAN DUBEN
Anthropologist & Researcher, New York City 
ELLEN ERVIN
Assistant Professor of Turkish Researches, New York University
CAESAR FARAH
Professor of Islamic & Middle Eastern History, University of Minnesota 
CARTER FINDLEY
Associate Professor of History, Ohio State University 
MICHAEL FINEFROCK
Professor of History, College of Charleston, South Carolina
ALAN FISHER
Professor of History, Michigan State University 
CORNELL FLEISCHER
Assistant Professor of History, Washington University (Missouri) 
TIMOTHY CHILDS
Professorial Lecturer at SAIS, Johns Hopkins University 
SHAFIGA DAULET
Associate Professor of Political Science, University of Connecticut
JUSTIN MCCARTHY
Associate Professor of History, University of Louisville, Kentucky
JON MANDAVILLE
Professor of the History of the Middle East, Portland State University, Oregon 
RHOADS MURPHEY
Assistant Professor of Middle Eastern Languages & Cultures & History, Columbia University
PIERRE OBERLING
Professor of History, Hunter College, City University of New York
ROBERT OLSON
Associate Professor of History, University of Kentucky
DONALD QUATAERT
Associate Professor of History, University of Houston
WILLIAM GRISWOLD
Professor of History, Colorado State University
WILLIAM HICKMAN
Associate Professor of Turkish, University of California at Berkeley
JOHN HYMES
Professor of History, Glenville State College, West Virginia
RALPH JAECKEL
Visiting Assistant Professor of Turkish, University of California at Los Angeles
JAMES KELLY
Associate Professor of Turkish, University of Utah
PETER GOLDEN
Professor of History, Rutgers University, New Jersey
TOM GOODRICH
Professor of History, Indiana University of Pennsylvania 
ANDREW COULD
Ph.D. in Ottoman History, Flagstaff, Arizona
MICHAEL MEEKER
Professor of Anthropology, University of California at San Diego 
THOMAS NAFF
Professor of History & Director, Middle East Research Institute, University of Pennsylvania 
WILLIAM OCHSENWALD
Associate Professor of History, Virginia Polytechnic Institute 
WILLIAM PEACHY
Assistant Professor of the Judaic & Near Eastern Languages & Literatures, Ohio State University 
HOWARD REED
Professor of History, University of Connecticut
TIBOR HALASI-KUN
Professor Emeritus of Turkish Studies, Columbia University
J. C. HUREWITZ
Professor of Government, Emeritus, Former Director, Middle East Institute (1971-1984) , Columbia University
HALIL INALCIK
Member of the of Arts & Sciences, Professor of Ottoman History, University of Chicago
RONALD JENNINGS
Associate Professor of History & Asian Studies, University of Illinois 
KERIM KEY
Adjunct Professor, Southeastern University, Washington, D.C. 
DANKWART RUSTOW
Distinguished University Professor of Political Science, Graduate Center, City University of New York 
STANFORD SHAW
Professor of History, University of California at Los Angeles
METIN KUNT
Professor of Ottoman History, New York University
AVIGDOR LEVY
Professor of History, Brandeis University, Waltham, Massachusetts
DR. HEATH W. LOWRY 
Institute of Turkish Studies Inc. Washington, D.C. 
JOHN MASSON SMITH, JR.
Professor of History, University of California at Berkeley 
ROBERT STAAB
Assistant Director of the Middle East Center, University of Utah
JAMES STEWART-ROBINSON
Professor of Turkish Studies, University of Michigan 
FRANK TACHAU
Professor of Political Science, University of Illinois at Chicago 
DAVID THOMAS
Associate Professor of History, Rhode Island College 
WARREN S. WALKER
Home Professor of English & Director of the Archive of Turkish Oral Narrative, Texas Tech University 
WALTER WEIKER
Professor of Political Science, Rutgers University, New Jersey
MADELINE ZILFI
Associate Professor of History, University of Maryland
ELAINE SMITH 
Ph.D. in Turkish History, Retired Foreign Service Officer, Washington, DC
EZEL KURAL SHAW
Associate Professor of History, California State University, Northridge
FREDERICK LATIMER
Associate Professor of History (Retired), University of Utah
BERNARD LEWIS
Cleveland E. Dodge Professor of Near Eastern History, Princeton University
GRACE M. SMITH
Visiting Lecturer in Turkish, University of California at Berkeley 
DR. SVAT SOUCEK
Turcologist,  Oriental Division, New York Public Library
JUNE STARR
Associate Professor of Anthropology, SUNY Stony Brook
DR. PHILIP STODDARD
Executive Director, Middle East Institute, Washington, D.C. 
METIN TAMKOC
Professor of International Law and Regulations, Texas Tech University
MARGARET L. VENZKE
Assistant Professor of History, Dickinson College, Pennsylvania 
DONALD WEBSTER
Professor of Turkish History, Retired, Beloit College, Wisconsin
JOHN WOODS
Associate Professor of Middle Eastern History, University of Chicago

LondraPosta / Londra
                                    

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

İsrail gazı Türkiye’den mi dağıtılacak?

Global Resource Cooperation Genel Müdürü Mehmet Öğütçü


Ekonomi-Jeopolitik savaşımı


Londra Üniversitesi’nde yapılan panel konferansta,  Doğu Akdeniz’de İsrail açıklarında çıkarılan doğalgazın Avrupa’ya ulaştırılması için izlenecek alternatifler tartışıldı. EUCERS (the Euoropean Centre for Energy and Resources Security) tarafından, Dünya’da enerji dağılımı açısından politik ekonomik dinamiklerin değişim alanında 5 bölüm halinde yapılması planlanan panellerden ilki, ‘Türkiye ve Akdeniz Gazı’ adı altında 10 Mart tarihinde yapıldı. Doğu Akdeniz’de çıkarılmaya başlanan gazın, Avrupa ve Dünya’ya ulaştırılmasında Türkiye’nin kilit rolü esas alınarak hazırlanan panelde; Türkiye, Yunanistan, İsrail, Romanya, Almanya ve Avrupa Birliği ülkeleri adına konuşan panelistler, Doğu Akdeniz’in doğalgazını AB ülkelerine ulaştırmanın en ucuz ve ekonomik yolunun, Türkiye üzerinden yapılacak bir boru hattıyla mümkün olacağını savundular. Konuşmacıların büyük bir bölümü, ekonomik olarak en güçlü alternatif olan Türkiye’deki Baku-Ceyhan hattına bağlanmanın ekonomik getirilerine karşın, Doğu Akdeniz gazının merkezinde bulunan İsrail-Kıbrıs ve Türkiye arasındaki siyasi problemler ve Akdeniz’de kıyısı bulunan ülkelerdeki karışıklıklar nedeniyle, bu projede ciddi jeopolitik engeller bulunduğunu vurguladılar. 

Mehmet Öğütçü; Doğu Akdeniz ‘game changer’ değil.

Doğu Akdeniz gazının pazarlara dağıtımı konusunda Türkiye adına konuşan deneyimli enerji uzmanı, ‘Global Resource Cooperatıon’ Genel Müdürü Mehmet Öğütçü, Türkiye’nin kullandığı enerjinin % 97’sini ithal ettiğini ve bu nedenle büyük ve gelişen bir pazar olduğunu belirtti. Enerji ihtiyacını Rusya, Irak, Azerbeycan ve İran’dan sağlayan Türkiye’nin, Doğu Akdeniz gazına güçlü bir pazar oluşturması için bu bölgenin rekabet içine girmesi ve ucuz gaz sağlaması gerektiğini söyleyen Öğütçü, ‘bunun yanında Doğu Akdeniz’deki kaynaklar, mevcut sistemleri değiştirecek bir ‘game changer ’olacak büyüklükte değil’ dedi. Yakında Dünya piyasasına girmesi beklenen İran’ın ise; Dünya’nın ikinci büyük doğalgaz kaynaklarına sahip olduğunu söyleyen Öğütçü, Türkiye’nin doğalgaz satın aldığı Rusya, İran, Azerbeycan’ın Dünya doğal gazının çok önemli bir bölümünü üreten ülkeler olduklarını vurguladı. Doğu Akdeniz gazının Türkiye’ye ulaştırılması için yapılması gereken ‘boru hattının masraflarını kim yapacak?’ diye soran Öğütçü, Türkiye-İsrail ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasındaki siyasi problemlere de işaret etti. Panelde yanında oturan İsrail’in eski Fransa Büyükelçisi Daniel Shek’e ‘İsrail-Türkiye ilişkileri düzelebilir. Ancak, Türkiye’nin önünde 3 seçim var. Bu düzelme kamuoyu önünde olmaz. Bunu gizli diplomasi yoluyla yapabilirsiniz’ diyen Öğütçü; Kıbrıs meselesinde de ciddi problemlerin var olduğuna dikkat çekti. 

İsrail’li uzman: ‘Jeopolitik ekonomiden daha önemli’


Panelin önemli konuşmacılarından biri de; İsrail’in Eco Energy Ltd. Genel Müdürü Dr. Amit Mor idi. İsrailli enerji uzmanı, Doğu Akdeniz gazını Dünya’ya ihraç edebilmek için bir dizi alternatif bulunduğunu söyledi. Öncelikle komşu Ürdün’e satmaya hazırlandıkları doğal gazı, Mısır’a bir boru hattıyla bağlanma yoluyla ihrac etme olanağı bulunduğunu söyleyen Amit Mor, ‘Türkiye ile hükümetler arasında problemler var. Türkiye’ye yapılacak bir boru hattı şu veya bu şekilde Kıbrıs karasularından geçecektir. Böyle riskli bir girişime İsrail’in destek olacağını sanmıyorum’ dedi. Riskli yatırımlara girmektense, doğalgazı LNG (likid gaz) olarak biraz daha pahalı bir biçimde ihrac etme olasılığının yüksek olduğunu söyleyen Amit Mor, ‘daha yeni yataklar bulursak fiyat düşer’ dedi. Kendisinin de katıldığı bir görüşe göre; ‘Jeopolitik ve ekonomi karşı karşıya geldiğinde, jeopolitik’in daha önemli olduğunu’ söyleyen Amit Mor, Doğu Akdeniz’de petrol aramalarının Dünya’nın en büyük şirketleri tarafından sürdürüldüğünü ve yakında yeni kaynakların bulunacağına inandıklarını kaydetti. 

Toplam olarak 11 konuşmacının yer aldığı panelde, panelistler Doğu Akdeniz gazının, Avrupa pazarına en ucuz biçimde Türkiye’nin Baku Ceyhan hattına bağlanma yoluyla olacağını kabul ederken, Türkiye, İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan arasında politik problemlerin çözülmesinin gerektiğini vurguladılar. Son dönemde ortaya çıkan Ukrayna problemi çözülmezse, Avrupa’nın gaz ihtiyacının % 34’ünü karşılayan Rusya gazının kesilmesi halinde, AB ülkelerinde çok ciddi bir gaz ihtiyacının ortaya çıkacağına işaret eden konuşmacılar, İran, Azerbeycan ve Irak doğalgazının Türkiye-Yunanistan üzerinden Avrupa’ya naklinin çözüm yaratabileceğini kaydettiler. 

Mahir Tan / LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

Cumhuriyet kazanımları için yeniden mücadele;

‘Kadın Hakları konusu, tek tek olaylar karşısında tepki göstermek ve mücadele etme yoluyla çözümlenemez, ‘gerçek çözüm ancak laik, demokratik ve kadın haklarına saygılı bir yönetimi iş başına getirmekle’ mümkün olabilir.’  

Emekçi Kadınlar Günü             

İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği (İADD), 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla Londra’da bir kadın hakları paneli düzenledi. Kuzeydoğu Londra’da, Kingsland Road’da bulunan Azerbeycan House salonunda düzenlenen panel konferansa; Profesör Belma Ötüş Baskett ve Psikanalitik Psikoterapist Dilek Güngör katıldılar. Çok sayıda izleyicinin katıldığı toplantıyı, İADD Kültür ve Edebiyat Bölümü Sorumlusu Kadriye Atabay yönetti. 

                                    Belma Ötüş Baskett, Kadriye Atabay, Dilek Güngör

Panel öncesinde izleyicilere, Londra’da yaşayan genç müzisyen İlayda Nijhar bir keman resitali sundu. Panel öncesinde yapılan bir başka gösterimde ise; Dilek Güngör tarafından Londra’da Türk toplumu içinde yaşanmış bir gerçek hikayeden çıkarak hazırlanmış, aile içi şiddet konulu dökümanter film sunuldu.

 Panel katılımcıları ve İADD Başkanı Jale Özer

                  8 Mart Kadınlar Günü’nde İlayda Nijhar bir resital sundu 

Prof. Ötüş Baskett: Cumhuriyet’ten Ortaçağa geriledik


8 Mart günü gerçekleştirilen, Kadınlar Günü panelinin ilk konuşmacısı Prof. Belma Ötüş Baskett, Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen kadınlar gününün önemini, Dünya’da ve Türkiye’de kadın haklarını mukayeseli olarak tartışarak anlattı. Türkiye’de kadın haklarının bundan 90 yıl önce ilan edilen Cumhuriyet ve gerçekleştirilen Atatürk Devrimleri ile çağının en ileri seviyesinde kabul edildiğini söyleyen Prof. Ötüş Baskett, ancak son yıllarda kadın haklarında çok büyük gerilemeler yaşandığını kaydetti. Cumhuriyet devriminin; eğitim, kanun önünde eşitlik alanlarında yaptığı yasalarla geri Osmanlı toplumundan çağdaş bir ulus yarattığına değinen Profesör. Kadın Hakları ve Aile Hukuku alanında ise; aynı dönemde Avrupa uluslarında bile var olmayan, çağdaş düzenlemelere imza attıldığına işaret etti. Bugün ise; Türkiye’de kadın hakları ve aile içi şiddet konularında bir trajedi yaşandığını belirterek, ‘Çocuk yaşlarındaki kızlar , ‘gelenek’ adı altında imam nikahı kıyılarak, maddi çıkarlar karşılığında feda ediliyor’ dedi. 12-13 yaşlarındaki kız çocuklarının felaketlerine yol açan bu gerilikte, ‘aileler, imamlar, komşular , hakimler, herkes suçludur’ diyen Belma Ötüş Baskett, ‘Bu bir gelenek ise hemen değişmelidir’ dedi. Kadın Hakları konusunun, tek tek olaylar karşısında tepki göstermek ve mücadele etme yoluyla çözümlenemeyeceğine işaret edenkonuşmacı, ‘gerçek çözümün ancak laik, demokratik ve kadın haklarına saygılı bir yönetimi iş başına getirmekle’ mümkün olacağını vurguladı.  
          
İADD’nin 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü panelinde ikinci konuşmayı yapan Psikoterapi uzmanı Dilek Güngör de, İngiltere’de göçmen kadınların yaşadıkları aile içi şiddet konularına ağırlık verdiği sunumunda, psikoterapinin bu alanda oynadığı önemli role değindi. Panel öncesinde yaşanmış bir olaydan hazırlanmış bir aile içi şiddet olayının film gösterimini sunan Güngör, ‘bu baskılara maruz kalan kadınlarımızın, mutlaka toplumsal görevliler ve adalete başvurmaları’ uyarısında bulunarak ‘Kadınlar için bu bir kader değildir’ dedi.

Londra’da 8 Mart Kadınlar günü dolayısıyla Türk ve İngiliz toplumsal örgütleri birbirini izleyen etkinlikler düzenliyor. Türkiye’de de onbinlerce kadın, kadın haklarında görülen baskıları ve gerilemeleri protesto etmek için tüm büyük kentlerde gösteriler düzenlediler.
LondraPosta / Londra    
                                    
Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz!