Türker Ertürk;’Gözler Türkiye’nin Üzerinde Olacak’

2016’YA BAKIŞ

“Büyük ümitlerle girdiğimiz yeni yılın ilk ayını, ilk hafta sonunu ve ilk cumartesi gününü idrak ederken, duyarlılığı ve farkındalığı olan insanlarımız için yanıtı en çok merak edilen soru; “2015’in ülkemize neler getireceği”. Hep iyi şeyler diledik, umut etmek istiyoruz ama akılcı ve analitik düşünen yanımız; 2015’in ülkemiz ve bölgemiz için iyi şeylere gebe olmadığını gösteriyor.”

Yukarıdaki satırlar, tam bir yıl önce köşemizde yaptığımız öngörüydü. Geçtiğimiz bir yılın, ülkemize neler getirip getirmediğini yakından gözlemlediniz, takdir sizin. Şimdi de; 2016’nın ilk ayını, ilk haftasını ve ilk cumartesi gününü idrak ederken, önümüzdeki bir yılı öngörmeye çalışıyoruz. Samimi olmak gerekirse; önümüzdeki yıl, her bakımdan 2015’i aratacak. Bu nedenle, ülkemiz ve bölgemiz için felaket senaryolarına hazır olun derim.

Erdoğan Ülkemizi Büyütecek

Geçtiğimiz günlerde; köşe yazarı kimliğim nedeniyle, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yakın bir isimle bir araya geldik, görüş alışverişinde bulunduk ve kahve içtik. Benim görüşlerimi ufuksuz, endişelerimi yersiz, jeopolitik yaklaşımlarımı korkak, siyasi bakış açımı ulusalcı ve Kemalist buldu. Uzun uzun konuştuk, ayrıntılara burada girmek mümkün değil. Ama özetle söylemek gerekirse; AKP’ye değil Erdoğan’a güveniyor ve inanıyor. “Erdoğan ülkemizi büyütecek, başkan olması şart” diyor. Suriye ve Irak’tan parça koparılarak Türkiye’nin büyütülebileceğine, bölgede Osmanlı’nın bir şekilde canlandırabileceğine inanıyor. ABD’nin bu projenin arkasında olduğunu söylüyor. Belli ki, Erdoğan’la beraber bulunduğu ortamlarda bunları işitmiş.

Bu okuduklarınız, köy kahvesinde konuşulan afaki şeyler değil. Defacto, yani fiili olarak Türkiye’nin kaderini elinde bulunduran zatın, uygulama safhasına sokulmuş fikirleridir. İşte sadece bu nedenle bile; Türkiye’nin felakete müncer bir rotada, tam yol ileri gittiğini söyleyebiliriz.

Pentagon Markalı

Yeni Osmanlıcılık, BOP Eş Başkanlığı’nın teşkili ve görevlendirmeler, Arap Baharı, Vahhabî Suudi Arabistan merkezli Sünni ittifakı, Şii’lerin ötekileştirilerek düşmanlaştırılması, halen Suriye’de devam eden savaş; ‘Pentagon Markalı’dır. Demokrasi, insan hakları ve terörle mücadele ise; bu markanın pazarlamasıdır.

ABD; tek kutuplu dünya düzenini sonsuza kadar sürdürmek, hegemonyaya direnenleri ezmek, ulus devletlere son vermek, Ortadoğu’yu başta olmak üzere dünyayı siyasi olarak yeniden şekillendirmek, Rusya ve Çin’i kuşatmak ve istikrarsızlaştırmak, okyanuslarda rakipsiz olmak, stratejik hammadde ve enerji kaynaklarını üretiminden terminal noktasına kadar kontrol etmek istemektedir.

Hegemonik Savaş

ABD; bu maksatla 11 Eylül 2001 saldırısından sonra halen devam eden küresel savaşı başlatmıştır. Daha önceki küresel savaşlar (I. ve II. Dünya Savaşları); emperyalist ülkelerin kendi arasındaki paylaşım savaşıydı. Halen devam eden ise; ‘Hegemonik Savaş’tır ve uzun soluklu olacaktır.

Japonlar 1941’de, Hawaii / Oahu Adası’nda, ‘Pearl Harbor’ Limanı’nda bulunan, ABD’nin Pasifik Donanmasına saldırmasalardı ya da diğer bir ifade ile saldırması için kışkırtılmasalardı; ABD’nin Japonları ezerek, Pasifik’te hegemonya kurmaları mümkün olmazdı. ABD’nin, o gün Japon saldırısına ihtiyacı vardı.

11 Eylül 2001 saldırısı da bir anlamda Pearl Harbor’dır. Küresel savaşı başlatmak için, ABD’nin bu saldırıya da ihtiyacı vardı.

Kışkırtıyorlar ve Kandırıyorlar

2 Ağustos 1990’da, Irak’ın Kuveyt’i işgali de bir ABD kışkırtmasıydı. Ortadoğu’yu istikrarsızlaştırmak, ‘Balkanlaştırmak’, yeniden dizayn etmek, İsrail ve Suudi Arabistan’ın güvenliğini sağlamak ve enerji zengini olan bölgede kalıcı olarak yerleşmek için.

ABD’nin, Türkiye için de özel planları var. Özetle söylemek gerekirse; rejim değişikliği yapmak, tekil yapısını bozmak, Suriye’de ve Irak’ta kullanmak, İran’a ve Rusya’ya karşı savaştırmak istiyor. Ama bunu bizimkilere; “büyürsünüz, Osmanlı’yı canlandırırsınız” hayaliyle satıyorlar. Yani aynen Saddam gibi, bizimkileri de kışkırtıyorlar ve kandırıyorlar.

Gözler Türkiye’nin Üzerinde Olacak

Cumhurbaşkanı Erdoğan; yakın çevresi ile birlikte, bunu yemiş gözüküyor. Bakın, gölge CIA olarak adlandırılan düşünce kuruluşu STRATFOR, yayınladığı raporda; “2016’da tüm gözlerin Türkiye üzerinde olacağını, Türkiye’nin Suriye’de askeri operasyon yapacağını, İran’la daha fazla rekabete gireceğini ve Rusya ile arasının düzelmeyeceğini” söylüyor.

Sizi bilmem ama ben, 2016 için umutlu değilim. Bazen “bilmemek, dünyada ve bölgemizde neler olup bittiğini takip etmemek, edememek, görmemek veya görememek, ruh sağlığı ve uyku düzeni açısından daha mı iyi olur?” diye düşünmüyor da değilim!

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği Yeni Yıl Mesajı

 

İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği, Türk toplumuna yeni bir yıla girerken birlik,barış ve özgürlük dileklerini içeren bir yeni yıl mesajı yayınladı. İngiltere Türk toplumunun,aynı duygularla yeni yılını kutlar, 2016 yılının Türkiye Cumhuriyeti için kazanımlar ve güçlenme yılı olması dileklerimizi iletiriz.    LONDRAPOSTA-LONDRA

 

2016’ya MERHABA

2016 yılına; OECD’nin Yaşam Kalitesi raporlarına göre ,Türkiye en zor yaşanacak
ülkeler arasında yerini alarak giriyoruz..
2016 yılına; Sınır Tanımayan Gazeteciler (RFS ) örgütünün Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi raporuna göre Türkiye 180 ülke arasında 149’uncu sırada yer alıyor. Tutuklu Gazetecilerin Dayanışma Platformu’nun 29 Aralık 2015 saptamasına göre 3’ü imtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü 30 gazetecinin cezaevlerinde tutuklu olduğu bir dönemde giriyoruz.
2016 yılına;Dış politikamızda “Yurtta barış, dünyada barış” ana ilkemiz göz ardı edilerek , tüm komşularımızla ilişkilerimizin sıfır noktasına geldiği bir dönemde giriyoruz.
2016 yılına; İç ve dış politikalardaki yanlış uygulamalar neticesinde ülkemize sıçrayan yangının terör ve katliamlara dönüşerek kaybettiğimiz vatandaşlarımızın acısıyla giriyoruz.
2016 yılına; Ülkemizin uniter yapısının, misaki milli sınırlarının tartışılmaya açıldığı, yeni anayasanın, bölünme senaryolarının yazılıp okunduğu bir dönemde giriyoruz.
2016 yılına; Bin yıldır bir arada yaşayıp, ortak acı ve sevinçleri paylaşan halkların
birlikte yaşama arzusunu bozmaya yönelik emperyal politikalarla giriyoruz.
2016 yılına; Cumhuriyet kazanımlarının ve kurumlarının hiçbir dönemde olmadığı kadar
içinin boşaltıldığı ve hedef alındığı bir dönemde giriyoruz.
2016 yılına; İktidarın çözüm adı altında halkımızdan saklanarak verdiği sözlere dayandırılan dış odaklı ve milli olmayan politikalar yüzünden doğu ve güneydoğu illerimizde masum sivil halkımızın, askerimizin ve polisimizin şehit haberleriyle yüreğimiz yanarak giriyoruz.
2016 yılına; Şiddet kültürünün arttığı, toplumun yozlaştığı, sevginin, hoşgörünün ve insanlığın unutulmaya başlandığı bir dönemde giriyoruz.
Hangi siyasal görüşte olursak olalım, bu gidişe karşı çıkmaz, bu yangını söndürecek adımlar atmazsak hepimiz birer ağaç olan bu ormanda hepbirlikte yanacağız.
Şunu unutmayalım ki eşitlik, özgürlük, demokrasi gibi kavramlar ancak ve ancak milli ve bağımsız laik cumhuriyetimiz varsa kullanabilir.

İçimizdeki umut ağacının, o yüce Cumhuriyet çınarının kurumasına asla izin vermeyelim. “Vatan söz konusu ise gerisi teferruattır “sözünü unutmayarak ,üzerimize düşen büyük sorumluluk ve görev bilinciyle 2016’yı selamlıyoruz.  

İngiltere ADD Yönetim Kurulu adına

Jale  Özer

Başkan

 

Türker Ertürk; Cumhuriyete savaş ilanı

     Terör ve talepleri

26-27 Aralık 2015’de Diyarbakır‘da toplanan, HDP ve PKK‘nın başı çektiği Demokratik Toplum Kongresi bitiminde açıklanan sonuç bildirisi kelimenin tam anlamıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin tekil yapısına, kurucu ideolojisine ve bütünlüğüne karşı savaş ilanıdır.

Talepler gayri hukukidir ve demokratik değildir. Hendekler kazılarak, elde silah katliamlar yapılarak, yöre halkı terörize edilerek destek arama çalışmaları nafiledir ve taleplerin kabul ettirebilme imkanı yoktur.

HDP Eş Başkanı’nın dış destek arama çalışmaları yaşadığı topraklara ihanetin bir tezahürüdür. Emperyalizmin kucağına oturarak, BOP‘un gerçekleştirilmesinde taşeron olunarak ve kendi halkını öldürerek söylendiği gibi “ulusal kurtuluş mücadelesi” verilemez.

Bir ülkede silah kullanma yetkisi sadece devlete aittir. Elinde silah olanla asla müzakere edilmez, mücadele edilir. Mazisi şan ve şerefle dolu Kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türk Emniyet Teşkilatı ile birlikte yürüttüğü mücadele meşrudur ve Türk Milleti olarak askerimizin ve polisimizin yanındayız.

Halen iktidarda bulunan AKP‘ye muhalif olmak demokratik bir haktır. Ama AKP‘ye muhalefet edeceğim diye ülkemiz için yaşamsal bir tehdit olan teröre karşı halen sürdürülen mücadeleye yapıcı eleştirinin ötesinde muhalefet etmek Türk Silahlı Kuvvetleri’nin mücadelesini sekteye uğratır, moral ve motivasyonunu bozar. Bu yurtsever yurttaş sorumluluğu ile bağdaşmaz. İktidarlar geçicidir ama Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayacaktır. Umarız kısa sürede fazla kan dökülmeden, terörün üstesinden gelinir,  başta güneydoğuda yaşayan halkımız olmak üzere arzu ettiğimiz barış ve güvenlik ortamına ulaşırız.

Saygılar sunarım

TÜRKER ERTÜRK 

 

 

Türker Ertürk

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Her taşın altındaki uğursuz

HER TAŞIN ALTINDAKİ UĞURSUZ

Batı ile Rusya arasında “Kafkasya sorunu”, Hazar’daki enerji kaynaklarının hangi hatlar üzerinden dünya pazarlarına açılacağına dair anlaşmazlıktan çıkıyor.

Hazar kaynakları büyük oranda  Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı üzerinden Batı’ya akıyor.

Kaynakların 2018’de tamamlanması öngörülen Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı ile Avrupa’ya taşınması halinde Azerbaycan, Avrupa’nın ihtiyacını önemli ölçüde karşılayan Rusya’ya rakip olacaktır…

*

Ama Batı’nın enerji kaynaklarını kontrol etmek üzere geliştirdiği jeopolitikler, bu kaynaklara sahip ülkelerin eski Sovyetler Birliği üyesi olmaları yüzünden Rusya’nın Transkafkasya ve Orta Asya’dan sonra Orta Doğu’da da nufuz genişletme çabasına yol açtığı bir dönemden geçiliyor.

Nitekim Rusya, Avrasyacı dış politika doktriniyle eski Sovyet topraklarındaki Rus kökenlilerin yaşadıkları devletler ile etno-kültürel, tarihsel ya da siyasal anlamdaki sorunlarını kullanmakta,aleyhine hareket eden ve Batı ile yakınlaşan devletleri kendi lehine hareket eder hale getirmeye çalışmaktadır.

İşte Ukrayna’ya müdahale etmiştir ve Kırım’ı, Abhazya, Güney Osetya’yı ilhak!

*

Şimdi Batı,Suriye’ye de gelen Rusya’nın amacına ulaşmasını engellemek üzere ardarda yeni  stratejiler geliştiriyor.

Kafkasya, Orta Doğu ve Orta Asya’daki siyasi ve ekonomik entegrasyon süreçlerinin engellenmesi,

Rusya’nın bölgedeki kilit aktörlerle çevrelenmesi,

Bölge halklarının çöken ekonomiler, düşük sosyal standartlar ve terörle karşı karşıya kalmasıyla istikrarsızlığın Rusya’ya yansıması gibi öngörülerin realize edilmesine çaba gösteriliyor.

*

19 Aralık’ta İsviçre-Bern’de, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İ.Aliyev ile Ermenistan Cumhurbaşkanı S.Sarkisyan Dağlık Karabağ  sorununun çözümünü ve cephe hattında artan ateşkes ihlallerini görüşmektedir.

Görüşmeye Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) bünyesinde Karabağ sorununun çözülmesi için kurulan Minsk Grubu’nun eşbaşkanları da katılıyor.

*

Ev sahibi İsviçre Dışişleri Bakanlığı sorunun ancak kapsamlı bir müzakere süreciyle çözülebileceğini ifade etmektedir.

AGİT temsilcileri ise “Bu toplantı tarafların diyalog içinde kalması açısından önemliydi” derken, görüşmenin ana gündeminin artan gerilim olduğu doğrulanıyor…

Taraflar, 1994-Bişkek’te sağlanan ateşkesin ardından başlayan  diplomatik çabalara öncülük eden AGİT- Minsk grubunun arabulucuğuna bağlı olduklarını teyit ediyor.

*

Ama Dağlık Karabağ’ın cephe hattında ateşkes ihlalleri de durmak bilmiyor.

Ermenistan Savunma Bakanlığı “Ateşkes bitti, savaş halindeyiz” derken,

Azerbaycan Dışişleri Bakanlığı “Ateşkes, Ermeni güçlerinin Azerbaycan’daki yasadışı varlığı nedeniyle bozulmuştur” diyor.

BM ise Karabağ sorunu nedeniyle artan çatışma ortamına yönelik tarafları şiddeti yükseltecek eylemlerden kaçınmaya çağırıyor…

Rusya, Ankara’nın kısa süre önce Karabağ konusunda Azerbaycan’a yapılan destek açıklamasını da dikkate alarak, Ermenistan’daki askeri üssünü güçlendiriyor.

Rus egemenliğinin sürdüğü Kafkasya mütemadiyen sorun yükleniyor…

*

Öte yanda PKK terör örgütü  doğu vilayetlerinde etnik huzursuzluk çıkarmak, Kürt gençliğini silahlandırmak benzeri etkinliklerini artırmaktadır.

Saldırıları geliştirerek Türkiye’nin Ermenistan ile sınır topraklarını kontrol altına almak ve bölgede yaşayan Azerbaycan kökenlileri göçe zorlamayı öngörüyor.

Terör örgütünün bu bölgeyi tamamen kontrol altına alması halinde, Ermenistan’ın bu bölgeyi kendine merkez seçeceği ve faaliyetlerini genişleteceğini düşünüyorlar…

*

Abhazya ve Güney Osetya ile  Gürcistan yönetimi arasındaki anlaşmazlıklar ve Dağlık Karabağ’daki gerilimin sıcak bir çatışmaya dönüşmesi durumunda  enerji kaynaklarının sevkiyat hatlarında  güvenlik sorunları büyüyecektir.

Batı,bütün bu işleri  Kafkaslar’da meydana gelecek bir istikrarsızlığın kendi enerji güvenliği planlarına önemli darbe vuracağı öngörüsünde olan Rusya’nın tetiklediğini ileri sürüyor…

*

Halbuki, Rusya Devlet Başkanı V.Putin, bağımsız Avrasya ülkelerinin özgür iradesiyle çok kutuplu dünyanın bir kutbunu oluşturacak özgün Avrasyacı felsefeye sahip bir birlik düşüncesinin temsilcisidir.

Bu yüzden “SSCB’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi ardından Batı’da bize karşı oluşan hırsın ve tek kutuplu dünyanın sağırlık döneminin sözde değil uygulamada sona ermesi gereklidir” diyor.

*

Eşitlik mücadesi adına BM merkezinde  adalet ve ulusal çıkarlara saygı ilkelerine dayalı yeni bir küresel statü, bunu belirleyen yeni bir uluslararası hukuk talep ediyor.

Bu yüzden Ortadoğu’da aşırılık ideolojisi, mezhepsel-etnik ayrılıkların yükseldiği  şu sırada “Laik,Birleşik, Bağımsız” olmak kaydıyla Suriye’ye ve Irak’a aktif olarak müdahalede bulunuyor.

*

Aslında Batı, fütursuzca BM İnsan Hakları Bildirgesi ve BM’in aşırıcılık, ayrımcılık ve terörizmle mücadele ilkeleri ve konvansiyonlarını gözardı ederek çıkarları peşinde koşuyor.

Rusya ise Suriye’nin Nasturiler,Kürtler,Sünni Araplar ve Dürziler arasında 4 parçaya,

Irak’ın Sünni Araplar, Şiiler ve Kürtler arasında 3 parçaya bölünmesine engel olmaya çalışıyor.

*

Mesela, bir süreden beri  Musul’dan gelen İŞİD çetelerine ait ham petrol yüklü tankerlerin Duhok’a gittiği,

Başure’dan benzin, mazot ve gıda ürünleri gibi malzemelerin de İŞİD çetelerinin bulunduğu alanlara doğru gittiği belgelenmiştir.

Rusya, İŞİD ile yapılan kirli ticaretin başında Kuzey Irak Kürt Bölgesinde “bağımsızlık” vaadleriyle birlik oluşturmak isteyen Mesud Barzani ve ailesinin olduğunu tüm dünyaya afişe ediyor.

“Kürtlerin Bağımsızlığını” teşvik eden “Böl-parçala-yut” siyasetini üreten çevrelere diplomatik ve hukuki bir darbe vuruyor.

*

Neden,Yahudilerin  daha 1806’larda Ermenileri o bölgeye yerleştiren ve Erivan’ı kuranlar olduklarına, bugün Ermenistan’daki  siyasi partiler,cemiyetler ve diaspora üzerindeki etkisine bakılmıyor?

Neden Azerbaycan’ da da o günlerden bugüne gelen Yahudi etkisine ya da Azeri hükümetin  bugün  paralel yapıyla mücadele ederken, Fethullah Gülen’in olduğu her yerde CIA ve MOSSAD’ın cirit attığına dikkat edilmiyor?

*

Ya PKK? Yahudilerin Doğu’dak umudu olan PKK terör örgütü Moskova’ da ne aramış, ne bulmuştur?

PKK’nın talep ettiği sözde “demokratik özerklik” ya da “özyönetim” açıkça Türkiye’nin bölünmesini istemektir.

Herşeyden önce Anayasa’nın değiştirilemez ilkelerine aykırı bu taleplerin hukuken ve fiilen gerçekleşme şansı bulunmuyor.

O halde Moskova’da PKK’nın sırtının sadece Türkiye’deki iktidarın aşırıcılık, ayrımcılık ve terörizmle mücadele ilkelerinde Rusya ile ters düşmesinin sonucu olarak şöyle bir okşandığı anlaşılıyor.

Ama nereye kadar?

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar

30.12.2015

* Yeni Yılınız Uğurlu Olsun

Türker Ertürk yazdı;Bu Bahar Kıbrısa bahar gelebilir !

                                                   ENOSİS

 Dün gece, kısa süreliğine ziyaret ettiğimiz Kıbrıs’tan döndük. Ayağımızın tozu ile bugün de geçen yazımızda olduğu gibi, yine Kıbrıs’tan bahsedeceğiz. Esasında, Kıbrıs’ı bir ay süreyle yazsak bile az gelir. Hele kendi insanlarımızın, gazetelerimizin, gazetecilerimizin, televizyonlarımızın ve televizyoncularımızın ülkemiz ve Kıbrıs Türk Toplumu’nun aleyhine sürdürdüğü Beşinci Kol faaliyetlerini görünce!

Toplum mühendisliği ve algı operasyonuna yönelik, Türkiye ve KKTC’de yaratılmaya çalışılan etki, son günlerde dillerde dolaşmaya başlayan; “Bu bahar Kıbrıs’a bahar gelebilir” algısıdır. Sormak lazım; “Bahar denince ne anlıyorsunuz?diye.  Sanırım; kuzeyin güneye satılması, Kıbrıs Türkünün aşağı yukarı azınlık statüsüne indirilmesi, KKTC’nin varlığına son verilmesi, ‘Enosis’e giden yolun tekrar açılması ve bunun süslenerek Türkiye’ye ve Kıbrıs Türk Toplumu’na iyi bir şey gibi satılmasıdır burada kast edilen ‘bahar’.

Gel Bana Tecavüz Et

Enosis, 1930’lu senelerde, İngiltere (Birleşik Krallık) idaresinde bulunan Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması anlamında kullanılmıştır. ‘Enosis’ terimi, Girit’in Yunanistan’a ilhakı sırasında ve Balkan Savaşları’nda da kullanılmıştır.

Enosislerin arkasındaki itici ve planlayıcı güç; Yunanların Megalo İdea (Büyük Fikir) düşüncesi ve öğretisidir. İstanbul, Trakya’nın tamamı, İzmir, Ege hatta Trabzon bile bu “Büyük Fikir”in içindedir. Yunanistan’ın eğitim ve öğretim sistemi içinde, yarının büyükleri olacak çocuklar, bu ülkü ile yetiştirilir. Sakın aklınıza imkânsız gibi gelmesin. Yunanlar Selanik’i aldığında; nüfusun yüzde 51’i Müslüman, yüzde 23’ü Rum, yüzde 22’si Bulgar, yüzde 4’ü Yahudi idi.

Bugün; Kıbrıs’ı Yunanistan ile birleştirme düşüncesi hala çok canlıdır. Türkiye’nin garantörlüğü, ‘Enosis’in önündeki en büyük engeldir. Makarios, 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni; ‘Enosis’e giden yolda bir kilometre taşı olarak görmüş, bunu ifade etmiş ve Türkiye’nin garantörlüğüne hep muhalefet etmiştir. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi, ‘Enosis’e giden yolda merhale olarak görülen Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında, Türkiye’nin garantörlüğü olmadan birleşmek; “ben balık hafızalıyım ve biraz da saf, gel şimdi bana tecavüz et” demektir.

Anastasiadis Ne Diyor?

Rum Yönetimi Sözcüsü Nikos Hristodulidis geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada; “Kıbrıs Rum Yönetimi Başkanı Anastasiadis Annan Planı’ndan daha iyisini istiyor” diyerek, ağızlarındaki baklayı çıkarmış. Evet, geçen yazımızda da anlattığımız gibi; 2004’de AKP, Annan Planı ile Kıbrıs’ı sattı ama onlar almadılar. Daha ucuza almak istediklerinden, Annan Planı’nı kabul etmediler. Şimdi ise almak istiyorlar. Anastasiadis’in söylemek istediği budur.

Kıbrıs’ta konuştuğum herkes, iki kesimlilikte ısrarlı ve Artık hiçbir şey olmamış gibi, yan yana, beraber yaşayamayız” diyor.  Sonuç olarak söylemek gerekirse; Maraş hariç toprak tavizi verilemez. Kıbrıs Türk Toplumunun 1974’den bugüne kadar elde ettiği mal, mülk ve edinimler yok sayılamaz. Adada iki kesimli, her zaman ayrılığa imkân veren, konfederatif yapıyı esas alan ve Türkiye’nin aktif ve sulandırılmayan garantörlüğünü içeren bir anlaşma ancak adil, barışçıl ve sürdürülebilir olabilir.

Böyle bir anlaşmayı KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı yapmak ister mi, yapabilir mi? Konuştuğum aklı başında Kıbrıs Türkleri, kendisine güvenmiyor! Bana sorarsanız, anlaşmak zor. Mustafa Akıncı’nın bugüne kadar izlediği rotada yapacağı anlaşma olsa olsa; Yunanistan ve Kıbrıs Rum’u için ‘bahar’ getirir, Kıbrıs Türk’ü ve Türkiye için ise ‘kara kışı’.

 Şimdi Zamanı Değil

 Larnaka’ya bağlı Köfünye (Geçitkale) köyünden olan Santos isimli Rum; 1974’de Rumlar tarafından talan edilen Atatürk büstünden geriye kalan kafa kısmını tam 41 yıl evinde saklamış, şimdi onu KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’ya teslim etmek istiyormuş. Bunu bir gazeteci aracığı ile Akıncı’ya iletmişler. Akıncı; “Şimdi zamanı değil demiş ve büstü kabul etmemiş.

Bu gelişmeyi; Kıbrıs’ta elime geçen gazetelerin birinde okuyup, öğrendim. Sizi bilmem ama Atatürk’e ve Rauf Denktaş’a karşı şüpheli ve olumsuz yaklaşımları olan bir insana, ben zerre kadar güvenmem.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

 

Demirtaş’ın Moskova dönüşünde Özerlik ilanı

  Demirtaş’ın Moskova dönüşü ‘özerklik’ ilanı   

             Suriye olursak ‘Rojova’ mız Hazır

 

26-27 Aralık tarihinde Diyarbakır’da gerçekleştirilen DTK (Demokratik Toplum Kongresi) Özerk Bölgeler talebi ile sonuçlandı. Bir süredir devam eden ‘hendek Savaşlarının’ meşru direniş olarak kabul edildiği kongre,net ve açık bir ‘otonomi’ isteğini, ‘muhayyel bir Yeni Anayasa’ şekillendirilmesine bağlı olarak,açıklıyor. 14 Madde halinde açıklanan ‘Demokratik Özerk Bölgeler’ talebi, birden fazla kentin bir araya getirilmesinden oluşacak ‘özerk bölgeler’in, sağlık,eğitim,asayiş ve adalet alanlarında,’yeni’ anayasa ile tanınacak ‘seçilmiş’ yönetimleri esasına dayanıyor.

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş başkanlığındaki bir Kürt heyetinin Rusya gezisinden bir gün sonra gerçekleştirilen Kongre’de alınan kararlar,büyük ölçüde Güney Doğu Anadolu kentlerinde bir süredir devam eden ‘hendek savaşlarının’ siyasi hedeflere bağlanması olarak görülüyor. DTK tarafından kongre kararı ile açıklanan ‘Demokratik Özerk Bölgeler’ ilanının bildirgenin 2. Maddesinde vurgulanan ‘Tüm bu özerk bölgelerin, seçilmiş özyönetim organları tarafından Türkiye’nin yeni demokratik Anayasasının temel prensipleri çerçevesinde yönetilmeleri’ bölümü ile ‘Yeni Anayasa’ hazırlıklarına endeksli olarak zamanlandığı anlaşılıyor.

14 Maddelik ‘Demokratik Özerk Bölgeler’ kararı şöyle ;

‘1- Ülke genelinde kültürel, ekonomik, coğrafi yakınlıkları dikkate alınarak bir veya birkaç komşu şehri kapsayacak biçimde demokratik özerk bölgelerin oluşturulması.

2- Tüm bu özerk bölgelerin ve kentlerin demokratik esaslarla seçilmiş meclisler ve meclisler içinden seçilmiş özyönetim organları tarafından Türkiye’nin yeni demokratik Anayasasının temel prensipleri çerçevesinde yönetilmesi. Özerk bölgelerin halk iradesinin ayrıca TBMM ve merkezi yönetimde de demokratik esaslar temelinde temsil edilmesi.

3- Demokratik özerk bölgeler ve diğer idari birimlerde merkezi yönetimin seçilmişler üzerindeki her türlü vesayetine son verilmesi, seçilmişleri görevden alma yetkisinin kaldırılması. Merkezi yönetim organlarının, yeni demokratik anayasa ilkelerine uyulması doğrultusundaki denetimleri dışında bölgesel ve yerel yönetimler üzerindeki her türlü vesayetinin son bulması.

4- Özerk bölge ve kentlerde şehir, mahalle, köy, kadın ve gençlik meclislerinin, farklı halklar ve inanç toplulukları meclislerinin, sivil toplum örgütlerinin karar alma ve denetleme süreçlerine doğrudan katılımının sağlanması.

5- Kadınların meclislerde, tüm karar mekanizmaları ve özyönetim kademelerinde eşit temsilinin tanınması. Kadınların ihtiyaçları doğrultusunda meclis, komün ve toplumsal kurumlar kurabilmesi; kadın kurumları ve kadınlarla ilgili kararların tamamen kadın meclislerinin onayından geçmesi.

6- Gençliğin karar mekanizmaları ve özyönetim organlarında yer alması.

7- Her kademede eğitimin özyönetimlere bırakılması. Türkçenin yanı sıra bütün anadillerin de eğitim ve öğretim dili olması. Eğitim müfredatında genel müfredat dışında yeni demokratik anayasa, evrensel değerler ve insan hakları çerçevesinde yerelin tarihi, kültürel ve toplumsal özgünlükleri ve ihtiyaçları temelinde müfredata eklemeler yapılması. Türkçe’nin yanında yerel dillerin de resmi dil olarak kabul edilmesi.

8- Dil, tarih ve kültür alanında her türlü çalışma yapabilmek. Aynı zamanda İnanç ve ibadet hizmetleri sunan kurumların özerk kurumlar olarak örgütlendirilmesinin sağlanması.

9- Bütün düzeylerdeki sağlık ve tedavi hizmetlerinin özerk yönetimlerce sunulabilmesi.

10- Yargı sistemi ve adalet hizmetlerinin Özerk Bölge Modeli’ne göre yeniden düzenlenmesi.

11- Toprak, su ve enerji kaynaklarının ekolojik çerçevede toplum yararına işletilmesi, denetlenmesi ve üretimden pay alma yetkisinin özerk bölge yönetimine verilmesi. Özyönetimin tarım, hayvancılık, sanayi ve ticaret dahil her alanda genel demokratik anayasa ilkelerine ters düşmeden her türlü üretim ve işletme birimleri oluşturma,bu tür toplumsal ve bireysel girişimleri destekleme, teşfik etme, hibe desteği sunma yetkisine sahip olması.

12- Özerk bölgenin yönetim alanında ve kent içinde, her türlü kara, hava, deniz ulaşım hizmetlerini sunması ve denetimini sağlaması. Trafik hizmetlerinin merkezi trafik kurumları ile uyumlu halde yerel yönetim organları denetimindeki birimlerce yürütülmesi.

13- Yerelde bütçelemenin özerk bölge yönetimine devredilmesi ve kadın odaklı bütçelemenin esas alınması; merkezle ve diğer yerellerle varılacak anlaşmalara ve hakkaniyet ilkelerine bağlı olarak bazı vergilerin özyönetim birimleri tarafından toplanması. Merkezin yerelden topladığı bütün vergi gelirlerinden yerele pay verilmesi. Merkezin bölgelerin gelişmişlik farkını giderecek şekilde gerekli tedbirleri alması.

14- Özerk bölge yönetiminin denetiminde, yereldeki asayişin tümünü sağlayacak resmi yerel güvenlik birimlerinin kurulması, bu birimlerin Anayasal kurallar çerçevesinde ihtiyaçlara bağlı olarak kurulmuş merkezi savunma ve güvenlik birimleriyle koordineli olarak çalışması.

   Nasıl gerçekleşecek ?

DTK Kongre kararı olarak ilan edilen ‘özerklik talebi’nin sonuç bölümleri ise çok daha ilginç öneriler içeriyor. ‘Çözüm siyasi müzakere zemininde olmalıdır’ denilen metinde, aynı zamanda, ‘Aylardır özellikle halkın özyönetim ilan ettiği yerlerde tank,top,binlerce asker ve polis ile ağır saldırılar yürütülmektedir. Haklı ve meşru temele dayanan bu direniş mutlaka kazanacaktır’ denilerek, bölgede bazı şehirlerde süren çatışma ve savaş ortamına açık bir destek veriliyor. Özetle,tüm Kürt Siyaseti’nin altına imza koyduğu DTK Kongre kararları,’yeni bir Anayasa yapılıp Demokratik Özerk Bölgeler kabul edilene kadar savaş’ anlamını taşıyor.

Buna PKK nın gücü yeter mi ?

Bugünün şartlarında PKK ve Kürt siyasetinin,birkaç bölgede özerklik gerçekleştirmek bir yana,varlığını sürdürebilmesi bile güç görünüyor. PKK, 26-27 Aralık günü Diyarbakır da attığı kongre adımı ile, pek muhtemelen,2016 yılı başından itibaren karışacak olan Suriye’nin yakın sınırlarımız bölgesindeki savaş ortamına bel bağlıyor. Selahattin Demirtaş’ın Rusya ziyareti ve gördüğü üst düzey kabul sonrasında ortaya atılan ‘özerklik’ açıklamasının, siyasi destek yanında ne derece ‘pratik anlam taşıdığı’ henüz bilinmiyor. ABD ve bağlaşık ülkelerin, ‘Türkiye’nin Güneydoğu’da sürdürdüğü askeri operasyonun IŞID ile mücadeleye zarar verdiği’ gerekçesiyle Türkiye üzerinde baskı oluşturması beklentisinin ise yine PKK yı devam eden askeri operasyonlardan kurtarması olası görünmüyor. ABD nin Türkiye’den beklentileri ve Rusya ile olan statejik denge sürtüşmeleri bu olasılığı daha çok ‘kurgu’ aleminde var ediyor.

Gerçekçi bir gözle bakıldığında PKK nın şu sıralrda Türki,ye’ye vereceği en ciddi zarar çatışma bölgelerinden kaçan halk dolayısıyla ortaya çıkabilecek bir ‘göçmen krizi’ olarak görünüyor. Buna ‘siyasi intihar’ da diyebilirsiniz..

 

Mahir Tan           LondraPosta-Londra

 

 

 

 

 

Noriega’dan Barzani’ye uzanan çizgi..

PANAMA MODELİ GİBİ BİR ŞEY

18 Aralık’ta BM Güvenlik Konseyi, Suriye’de siyasi diyalog sürecinin başlaması ve ülke genelinde ateşkes ilan edilmesini isteyen, Cenevre Bildirisi ile Viyana toplantılarında alınan kararları teyit eden karar tasarısını oy birliği ile kabul etti.

ABD Dışişleri Bakanı J. Kerry, karar tasarısını dünya kamuoyuna,” Viyana’da Suriye Zirvesi’nde sağlanan mutabakat gereğince, 1 Ocak’ta BM denetiminde ateşkes ilan edilmesi,

Suriye önderliğinde 6 ay içinde geçiş hükümeti kurulması ve yeni bir anayasanın hazırlanması,

18 ay içinde ise adil bir seçim yapılması ve BM denetiminde ‘kimin terörist kimin muhalif’ olduğunun belirlenmesi konularında anlaşma sağlandı” ifadesiyle takdim etti.

*

Nitekim BM Suriye Özel Temsilcisi S.de Mistura, Esad rejimiyle muhalifler arasındaki görüşmeyi 25 Ocak’ta Cenevre’de düzenlemeyi hedeflediklerini söyledi.

De Mistura, Suriye’deki bütün tarafların tam işbirliğine bel bağladıklarını ifade etti.

“Sahadaki gelişmelerin süreci rayından çıkarmasına izin vermemek gerekir” dedi…

*

Suriye Dışişleri Bakanı V.Muallim, Cenevre görüşmelerine katılmaya hazır olduklarını açıkladı.

“Umarız görüşmeler ‘ulusal birlik hükümeti’ oluşturmaya yardımcı olur” dedi.

Muhalifler ise Esad’siz siyasi çözüm sürecinin gerçekleşmesi için uluslararası camiayla işbirliği yapmaya hazır olduklarını ifade ettiler.

Rejimle herhangi bir diyaloğun 2012’de varılan Cenevre Bildirgesi’ne dayalı olması gerektiğinin altını çizerek,

Geçici dönemde oluşturulması hedeflenen yönetim formülünün “ulusal birlik hükümeti” değil, Cumhurbaşkanı yetkileri dâhil tam yetkili “geçiş hükümeti” olması gerektiğini  savundular.

*

Cenevre II Barış Konferansı, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu’nun tek hedefi olan rejimi değiştirme ısrarıyla sonuçsuz kapanmıştı.

Suriye rejimi ise anayasal, kanuni ve meşru sorumluluk olarak güvenliğin tesis edilmesinden birinci derecede sorumlu olduğunu savlıyor,

Suriye’nin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü için BM garantisinde savaşan silahlı güçlere her türlü desteği veren devletlerin desteklerini kesmesini, sınırların denetimi için bir mekanizmanın oluşturulmasını istiyor,

Sonra ulusal bir misak çerçevesinde toplumun tüm bileşenlerinin temsil olacağı genişletilmiş bir hükümetle  yeni Suriye’nin siyasi geleceğinin resmedilmesini savunuyordu…

*

O günden bugüne iki tarafında taleplerinde ısrarlı olduğu anlaşılıyor.

Ancak muhaliflerin, 1 Ocak’ta BM denetiminde ateşkes ilan edilmesi ve Suriye önderliğinde 6 ay içinde kurulacak geçiş hükümeti sürecinde rejime prim verdikleri,

Ama kurulacak geçiş hükümetinin karakterinin rejiminin istediği “ulusal birlik hükümeti” ile değil kendi istedikleri “Cumhurbaşkanı yetkileri dâhil tam yetkili geçiş hükümeti” ile yapılması ısrarını sürdürdükleri görülüyor.

Kısaca muhalif kesimler halâ Esad’siz siyasi çözüm sürecinin arkasında duruyor.

 

Esasen siyasi görüşmeler sürecinde birbirinden ayrışmış ve yerel çıkarlara bağlı olarak hareket eden muhalif güçlerin nasıl tek çatı altında toplanıp tek bir delegasyon oluşturabilecekleri ya da müzakereler sürecine nasıl  katkıda bulunacaklarının yanıtı yoktur.

Bununla birlikte siyasi görüşmeler sürecinde  muhalif gruplara terörist gönderen ve finanse eden Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve kimi Batılı ülke de Suriye’de yaşanmakta olan insani durumu ahlaksız bir ticarete dönüştürmekle suçlanıyor.

O yüzden krizinin çözümüne giden yolda daha işin başındayken  iki taraf arasında denge oluşturulması gerekiyor.

Ama krizin faturasını en azından ortak ödemek dahi  kimsenin işine gelmiyor.

*

Geriye Suriye’ye ağırlığını cihatçıların oluşturduğu binlerce yabancı militan nasıl geldi ve kimler tarafından silahlandırıldı sorusunun yanıtlanması kalıyor.

Bu noktada “Panama Modeli”nin örnek alınacağı söyleniyor.

*

1980’lerde ABD, Manuel Noriega’nın Panama Devlet Başkanı olmasının yolunu açmıştı.

Halbuki 1972’de Noriega’nın uyuşturucu kaçakçılığına ilişkin duyumlar Uyuşturucuyla Mücadele Ajansı’nda büyük sıkıntı yaratmıştı.

1984’te Panama seçimlerini kazanmak için hile ve şiddet kullandı.

Aynı sıralarda Kontralara silah taşıyan uçaklarla kokain kaçırıyordu.

Noriega 1989′ da Nikaragua’daki Sandinistlere muhalefet konusunda tereddüde düştü.

ABD’yi kızdırdı, huzursuz edici başka itaatsizlik işaretleri de gösteriyordu.

1989 Aralık’ta, ABD askerleri Noriega’yı “yakalamak” için Panama’yı işgal etti.

İşgal sırasında 2 bin ilâ 4 bin arasında masum sivil katledildi.

Noriega şu an ABD hapishanelerinde gün dolduruyor.

*

M.Noriega silah,petrol ve uyuşturucu satışını doğrudan değil, birbirine bağlı zincir halkaları gibi bir mekanizma aracılığıyla gerçekleştiriyordu.

  1. aracı malı, 2. aracıya teslim ediyor ve 2 ya da 4. aracıda malı herhangi bir ülke ya da tanınan bir şirkete ulaştırıyordu.

Malı son olarak teslim alan ülke ya da şirket, malı terörle alakası olmayan bir işadamından aldığını söylüyordu…

*

Bugün de Suriye’deki teröristlere ya da teröristlerden işadamlarına ya da başka ülkelere yapılan silah, petrol, antika eşya, uyuşturucu satışları aynı mekanizma ile yapılıyor.

Sonuçta  alıp-satılan bu mallar  sadece Suriye’de, Irak’ta değil Fransa’da, Ankara’dave dünyanın herhangi bir yerinde  insanları  öldürmek için silah ve militan satın almaya yarıyor.

*

İşte bir süreden beri İŞİD çetelerine ait Musul tarafından gelen ham petrol yüklü tankerlerin Duhok’a gittiği,

Başure’dan da benzin, mazot ve gıda ürünleri gibi malzemelerin İŞİD çetelerinin bulunduğu alanlara doğru gittiğinin belgelendiği bildiriliyor.

İŞİD ile yapılan bu  ticaretinin başında Barzani ailesinin olduğu söyleniyor.

Bu yüzden Türk askerinin o bölgede bulunmasına itiraz ediliyor.

*

Irak’ta siyaset yapan Şii Bedir Tugayı sözcüsü, Irak İstihbaratının elinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın IŞİD’le iş yaptığını gösteren çok sayıda belge bulunduğunu iddia ediyor.

*

Ya da Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü M.Zaharova, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türkiye’nin IŞİD’le petrol ticareti yaptığı ispat edildiği anda ben bu makamda durmam” sözlerini hatırlatıp, “Biz zaten bunu kanıtladık” diyor.

*

M.Noriega’nın kaderi ile Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ailesinin ve Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin  kesişmekte olduğu ihtimali her geçen gün pekişiyor.

*

Ooo, Panama’ya gelince, aynı gün içerisinde hem Atlantik Okyanusu’nda hem  Pasifik Okyanusu’nda,

Atlantik tarafında ise aynı zamanda  Karayip denizinde yüzebileceğiniz ve müthiş bir heyecan fırtınası yaşayabileceğiniz bir ülkedir…

28.12.2015

Ahmet Kılıçaslan Aytar 

Nasıl bir 2016 bekliyorsunuz ?

 Dünya silahının 1/4 ü Suud’a satılıyor  

Yaklaşık 5 yıl önce yayınlanan bir haber bu; ‘Amerika Birleşik devletleri Suudi Arabistan’a 15 yıla yayılacak bir süre içinde 60 milyar dolarlık savaş uçağı satma kararı aldı.’ Savunma Bakanlığı Sekreteri Andrew Shapiro yaptığı açıklamada, bu karar öncesinde İsrail’e danışıldığını ve İsrail’in itiraz etmediğini vurguladı. Suudi savaş uçağı satışı paketinde 84 adet yeni Boeing F15 satışı ve 70 adet F15 in yenilenmesi programı,70 adet Apaçi,72 Black Hawk savaş helikopteri satışı yer alıyor.

İsrail’in ‘Haaretz’ gazetesinde yayınlanan bu haberden sonra geçen 5 yıl içinde bu satış anlaşmasının büyük bölümünün yerine getirildiğini düşünmek için yeterli nedenler var. Yukarıda açıklanan 60 milyarlık silah satışı yalnızca Suudi Arabistan Hava Kuvvetlerine ve ABD tarafından yapılan satışın rakamları. Oysa Suudi Arabistan, ABD dışında Fransa ve İngiltere’den de çok sayıda savaş uçağı satın aldı. Bunun dışında Suudi Arabistan ordusu tank,zırhlı araç ve füze alımlarında da Dünyanın önde giden ülkelerinden biri. İngiltere’de kurulu CAAT adlı kuruluşun yaptığı araştırmalara göre Suudi Arabistan’ın son 6 yıl içinde ABD,Fransa ve İngiltere’den aldığı toplam silahların bedeli tam 127 milyar dolar. Bu rakamlar Suudi Arabistan Ordusunu Dünya’nın dördüncü büyük ordusu yapmaya yetiyor.

     Suud dışında heryer yanıyor 

60 Milyar dolarlık satış açıklamasını yapan Savunma Bakanlığı yetkililerinden Alexander Wersbow ise ; ‘Bu artık bölgede daha az üs kurmamız ve daha az asker bulundurmamız anlamına geliyor’ diyerek son yıllarda Orta-Doğu’da ortaya çıkan ‘vekaleten savaşlar’ konusuna ilk adımları atıyordu. ‘ABD askerinin ayağını savaş toprağına bastırmam’ diyerek iktidara gelen Barak Obama döneminde izlenen Emperyal politika böyle. 2011 yılında bataklığa çevirdiği Irak’tan çekilen ABD’nin askerleri artık Orta-Doğu’ya barış geldiğinin habercisi mi oldular ? Tam tersine aynı yıl başlayan ‘Arap baharı’, Libya Savaşı,Yemen iç savaşı ,Suriye’de ithal malı iç savaş hepsi Orta-Doğu’da Obama yıllarının eserleri oldular. Obama yıllarında tehditten uzak silahlanma sürecini devam ettiren Suudi Arabistan dışında tüm Arap ülkeleri iç savaşlar ve etnik-dinsel çatışmalar ile çalkalanıyor. Herşey Suudi Arabistan ve Körfez Şeyhliklerinin gerçekte Batı’nın Emperyal ülkelerinin ‘alt komuta merkezi’ olarak silahlandırıldıklarını gösteriyor.

   2016’yı belirleyecek olan

Yeni yıl öngörüleri yapan yazarların ortak düşüncesi 2016 nın pek parlak bir yıl olmayacağı doğrultusunda.Batı toplumları için bu yılda beklenen problemler IŞID’ın sivillere saldırı tehditleri ve özellikle göçmen krizi. Oysa bunlar,herkes bilir ki, 2011 yılında Batı ülkelerinin yürüttüğü Libya ve Suriye savaşlarının doğrudan sonuçları. Orta-Doğu iç savaşları ve bölgenin silah deposuna çevirilmesinin yarattığı sonuçların Batı Avrupa sınırlarına ulaşması tam 4 yıl sürdü. Suudi Arabistan’a satılan silahlar Batı Avrupa’ya 1 milyon göçmen olarak döndü bu yıl içinde. Bu nedenle 2016 yılın da da  aynı paralelde gelişecek olaylar dışında gelişmeler beklemek ham hayaller kurmaktan başka birşey değil.

2015 yılında komşumuz Suriye’de ortaya çıkan en önemli gelişme Rusya’nın bölgeye aktif bir biçimde müdahale etmesi oldu.Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin aldığı son kararı belirleyen en önemli etken olan Rusya müdahalesi ‘bir iyi bir kötü haber’ olarak değerlendiriliyor. İyi yan,Suriye ülkesinin Rusya’nın hava şemsiyesi altında korunma altına alınarak yeni bir Libya bataklığının yaratılmasının önlemesi. Kötü haber ise içinde yaşadığımız Türkiye’nin, NATO- Rusya arasındaki güç dengesi ve sürtüşmelerin tam orta yerine taşınması oldu. Orta-Doğu çatışmalarının içinde yer almaya başlayan Türkiye,bölgedeki tek NATO ülkesi. Rusya ve NATO ülkelerine ait onlarca savaş gemisinin geçiş yolu üzerinde bulunan ve Dünya’nın en tehlikeli hava sahalarından birinin altındaki ülkemiz kendi sınırları içinde,aynı zamanda Orta-Doğu olaylarının aktif oyuncularından biri olan, Kürt etnik milliyetçiliği ile çatışma halinde. Orta-Doğu çatışmalarını süper güçler lehinde etkileyecek olan bölgesel hava savunma sistemleri yanında, stratejik balistik füzeler ve bunlara ilişkin savunma sistemlerinin konuşlandırılmaya başladığı bir dönemde Türkiye, adı en çok zikredilen ülke haline geldi. Rus savaş Uçağının düşürülmesiyle başlayan ve tehlikeli bir mecraya giren Türk-Rus ilişkilerini etkileyen en önemli nedenlerden biride Türkiye’de Malatya’da bulunan ‘Aegis’ erken uyarı sistemi Radar istasyonu. Rusya Savunma Bakanlığının yaptığı ve Rus medyasına sızan son günlerin haberleri arasında, bu ülkenin stratejik füzeler konusunda attığı yeni adımlar yer alıyor.Geliştirilen ‘İskandar’ statejik füzelerinin Romanya,Polonya ve Türkiye’deki NATO radar üslerini vuracak kapasite ile konuşlandırılması için yapılan çalışmalar Rus Pravda gazetesinde yayınlandı.

Mahir Tan     LondraPosta-Londra

 

 

 

Rusya’nın Sath-ı Müdafaa Stratejisi

RUSYA’NIN SATH-I MÜDAFAA STRATEJİSİ

İki büyük nükleer güçten biri Rusya’nın, Baltık Denizi ile Karadeniz arasındaki bölgeden Orta Doğu’da “Suriye İç Savaşına Siyasi Çözüm” başlığında manevra alanını genişletmesi;
ABD ile arasında savaş ile siyaset, asker ile sivil, barış ile çatışma, cephe ile emniyetli bölge, dost ile düşman kavramları arasındaki hatların belirsizleşmesine yol açmıştır.

*
Çünkü yüksek teknolojiye dayanan enformasyon ve askeri teknoloji, hem alt sistemlerinin karmaşıklığı ile çok pahalı sistemlere ihtiyaç göstermekte, hem bu sistemlerin kullanılması felâkete eşdeğer sonuçlar yaratmaktadır.
O yüzden bu teknolojiye sahip ülkeler güçlerini tam anlamıyla gösteremiyor…

*
…ve şimdi dünya, ateş ve manevra gücünün savaşın esas unsuru olmaktan çıktığı,
Karmaşık, tek bir merkezden yönetilmeyen, ekonomik, politik, sosyal ve askeri cepheleri olan,
Devlete bağlı olmayan aktörlerin, psikolojik harekâtın, sivil toplum örgütlerinin ve hukukun bir operasyon gücü olarak kullanıldığı III.Dünya Savaşı’ndadır.

*
Ekonomik yaptırımlar bu savaşın en etkili silahlarından biridir.
İşte ABD; Ukrayna’daki krizin sürdüğü gerekçesiyle Rusya’ya ardarda yaptırımlar getirirken, doğrudan doğruya Rus rejiminin yıkılmasını hedefliyor.
Son olarak Devlet Başkanı V.Putin’in yakın dostları oldukları bilinen işadamlarına, kimi Rus bankasının yurtdışı şubelerine, sigortacılık, leasing, emeklilik, para transferi gibi hizmetlerine ve kimi üretici firmaya yaptırım başlatmıştır.

*
Fakat Rusya BM Güvenlik Konseyi’nde sürekli üyelik ve veto hakkı, uzay ve nükleer silahlar teknolojisi, Çarlık Rusya’sı-Ortadoks geleneği, bu paralelde yetişmiş insan kaynağı,
biri; NATO’nun Ukrayna-Gürcistan istikametinde Doğu’ya doğru genişlemesi,
diğeri; ABD/NATO’nun Füze Savunma Sistemlerini ulusal güvenliğine tehdit sayan eksendeki Askeri Doktrini ile tüm gereklilikleri işleyen bir pazar ekonomisi oluşturulmasında; uluslararası siyasi baskılarla içişlerine karışılmasına rıza göstermeyen karakteriyle öne çıkıyor.

*
Kremlin Washington’un yeni yaptırımlarını sözcü D.Peskov’un “Aklıselime, işbirliğini artırma ihtiyacına rağmen ABD’nin zamanın ihtiyaçları ile tezat oluşturan bir politikayı seçmesiyle ilgili olarak sadece üzüntü dile getirilebilir” ifadesiyle karşılıyor.
Devlet Başkanı V.Putin ise ABD ve AB’nin yaptırım politikalarından vazgeçmemesi üzerine Rusya’nın Asya coğrafyasındaki uluslararası oluşumlarla işbirliğine döneceğini açıklıyor…

*
Son zamanda Asya’da karşılıklı güvene, yarara, eşitliğe ve eşgüdüme dayalı sürdürülebilir yeni bir güvenlik anlayışı gelişmektedir.
“Asya’nın enerji kaynakları, Asya’nın hizmetine” sloganıyla, çok zengin enerji kaynakları Asya barışının ve kalkınmasının hizmetine sunuluyor.

*
Çin modernizasyona tabi tuttuğu sosyalizmiyle küresel büyümenin en önemli motoru ve orta gelir düzeyi ile dünyanın ikinci ekonomisidir.
Gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomiler arasında küresel ekonominin dengeleyicisidir.
Bu Çin’in küresel ekonomide sadece gelişmiş ülkelerle dikey rekabette olmadığını, aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerle kollayıcı ve yatay rekabette olduğunu,
ABD ekonomisi dursa bile Çin’in küresel ekonominin sigorta mekanizması haline geldiğini göstermektedir.

*
Ya da Çin ve Rusya’nın ve Hindistan, Brezilya, Güney Afrika’nın oluşturduğu BRICS işbirliği çerçevesinde,
Ortak gelişme yönünde ekonomide istikrarın dayanak noktası olmak amacıyla bir Kalkınma Bankası ve Kurtarma Fonu kurulmuştur.
Bu üye ülkelerin güçlerini birleştirerek ABD ve doların egemenliğine meydan okumaları anlamına geliyor.

*
Çin, Asya Altyapı Yatırım Bankası’ndaki öncülüğünde İpek Yolu Ekonomik Kuşağı ve Deniz İpek Yolu inşasının ilerlemesiyle oluşan yeni yatırım fırsatlarına finansman hizmeti sunuyor.
Ya da Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği, Doğu Asya Zirvesi çok sayıda serbest ticaret anlaşmasına neden oluyor.
Ya da Şanghay İşbirliği Örgütü, Shangri-La Diyaloğu ve Asya Bölgesel Forumu gibi önemli platformlarda bölgesel işbirliği mekanizmaları geliştiriyor.

*
Asya’da barışa, istikrara, gelişmeye ve güvenlik ihtiyacının karşılanmasına yönelik güçlü adımlar atılırken,
Hazar’ı kuşatan ülkelerin de etkinliği artmaktadır.
Kazakistan,Türkmenistan ve İran arasında önemli ekonomik, siyasi işbirlikleri geliştiriliyor.
Azerbaycan Hazar’dan gemiler vasıtasıyla Rusya’ya, Kazakistan,Türkmenistan üzerinden Orta Asya’ya, Mançurya ve Çin’e ulaşmaya katkı veriyor.

*
En önemlisi şimdi Asyalı, Afrikalı ve Latin Amerikalı gelişmekte olan ekonomiler;
ABD ve müttefiki batılı gelişmiş ülkelerin yakın zamana kadar kendilerini yalnızca kaynak ve pazar olarak algılamalarına,
ekonomik olarak kendilerine bağımlı kılıp bu ekonomik sistemle dünya ekonomisi üzerinde tam egemenlik kurmuş olmalarına hayıflanıyor.
Artık ABD ve gelişmiş ülkeler bilmedikleri bir dünyanın sabahına uyanmanın korkusunu sürüyor.

*
ABD ve müttefikleri, Asya’da değişmeye-yazan mekanizmaya karşın Rusya’ya ardarda ekonomik, siyasi ve askeri yaptırım paketleri açmak,
Belâyı sürüklemek üzere Suriye’de, Irak’ta Rusya’nın jeopolitiğini yıkmaya çalışmak,
Emri altına aldığı soysuz İslamcı çetelerle bozgunculuk yapmak,
Çin’i frenlenmek, geleceğini şekillendirmek üzere Asya-Pasifik’te rolünü genişletmek ve bölgede kalıcı olmaya çalışmaktan başka iş yapmıyor.
Bu amaçla, mesela Avustralya’da askeri personel,malzeme ve ekipman yerleştiriyor, istihbarat faaliyetlerini geliştiriyor ve bölgede uçak gemileri,nükleer denizaltılarını görevlendiriyor.
Ya da Vietnam ile askeri işbirliğini artırıyor, Filipinlere yeniden dönüş yapıyor, Japonya ve Güney Kore’deki üsleri geliştiriyor,Endonezya’da askeri ağırlık ve etkinliğini geliştirmeye çalışıyor…
Bu esnada binlerce insanın yaşamlarını yitirmesine, ailelerin sönmesine, ülkelerin tarih ve kültür birikimlerinin yağma edilmesine, insanların köleleştirilmesine hiç aldırış etmiyor.

*
ABD’nin anlayamadığı husus artık hiçbir ülkenin, gelişmiş bir askeri ittifakın bile 21. yüzyılın sorunlarıyla tek başına mücadele edemeyeceği,
işbirliğinin daha fazla zorluklar başlamadan kurulmasının tek etkili çözüm olduğunda pekişilmesi ve işbirliği ruhunun geliştirilmesi gerektiğidir.

*
III.Dünya Savaşının yaşandığı şu günlerde ABD ve müttefiklerinin karşısındaki cephe;
ABD’nin iteklemesi ve Rusya’nın çabasıyla Baltık Denizi ile Karadeniz arasındaki bölgeden ve Orta Doğu’dan gelişerek giderek Asya ve Asya-Pasifik’e genişliyor.
Asya cephesinin genişlemesi halinin zamanla doğru orantılı, önce Avrupa Birliği’ni güçsüzleştireceği öngörülüyor…

26.12.2015

Ahmet Kılıçaslan Aytar

‘Hem suçlu,hem güçlü’

 

“HEM SUÇLU, HEM GÜÇLÜ…”

Bir deyim bu! Dilimizde çok var böyle hem birinci hem ikinci bölümleri “hem” le başlayan deyimler, örneğin:

Hem kaçar, hem davul çalar.

Hem kel, hem fodul.

Hem nalına, hem mıhına.

Hem suçlu, hem güçlü.

Hem şamdan paklandı, hem pilav yağlandı.

Hem ziyaret, hem ticaret…

Gibi…

“Hem…hem…”

Elbet buradaki her deyimin kendine göre, durumu açıklayan ya da kişiyi sıfatlandıran  değişik anlamları da var. Kimi hayrına, kimi şerrine…Ama hepsi de birer halk deyimi. Ve aynı zamanda  Kenan Evren tarafından zorbalıkla kapatılan Atatürk’ün kurduğu “Türk Dil Kurumu”nun tam onbir yıl genel yazmanlığını yapmış, çok kitaplı, çok saygın, çok kültürlü, çok yurtsever ve de çok rahmetli Ömer Asım Aksoy’un   DEYİMLER SÖZLÜĞÜ adlı kitabının 771’nci sayfasında TÜRKÇE’ye tapuladığı birer anlatım zenginliği…Ayrıca dilimize pelesenk oluşları da önemli özelliklerinden birini oluşturuyor… Hele içlerinden biri var ki hem çok pervasız  ve hem de çok saldırgan… Ve de halen,

  • “Hem suçlu, hem güçlü!”

namıyla anılmaktadır! Anlamı da şu:

  • “Suçlu olduğu halde suçsuz gibi davranan, dahası, karşısındakini suçlamaya

yeltenen.” (biri!)

(Belki de bir zamane soysuzu, yahut siyasal bir yobaz!)

Ayrıca, şunun da altını çizelim ki, birinci bölümünü es geçsek bile, hani  zat-ül muhteremin biri dara düşmüştür de çıkış yolunu “suçunu”  inkar etmekte aramaktadır!… Ve biz de bir saniyeliğine haydi öyle olsun diyeduralım!  Ya peki ikinci bölüm? Çünkü aynı zat orada “güçlü” olma sevdasına da kapılmıştır ve de bu yüzden başkalarını suçlamaya “yeltenmektedir.” Meydanı çok mu boş bulmuştur , bilinmez.

Ayrıca, deyimin birinci bölümü de apaçık. Yani, önce “suçlu” bir kimlik var karşımızda!

Üstelik bu “kimlik”  öyle ot başında da büyümemiştir. Hele soysuzluk ile yolsuzluk gibi kirli mıntıkalarda  türemiş yobaz bir diktatör kimliği ise, sözünü ettiğimiz kimlik, o zaman hiçbir otun başında da büyüyemez.

Yani hem kendi girişimi ve hem de destekçileri olacak ki nemalanabilsin!

Zaten bilim adamlarımızca fotoğrafı da – iki aşamalı olarak –  bu biçimiyle çekilmiştir:  Önce, o zat-ül muhterem  çıkmalı ortaya ve üstü örtülü, hatta politik gevelemeler içinde de olsa, her şey, her birim ve de her zaman bana bağlı olmalı ve benim  buyruğum olmadan yaprak bile kımıldamamalı diyecek… yahut, ”İtiraz edenlere ölüm!”…Ardından, O’na bağlı ve tamamı çıkarcı çevrelerde türeyen, yandaş- yalaka taife eliyle de, “çok yaşa, bin yaşa…allah seni başımızdan eksik etmsin!” yaveleriyle ortalık sus-pus edilecek…

Ki, mis gibi yobaz bir diktatör oluşabilsin!

E ama, (diyeceksiniz);

  • “ Öyle çerden-çöpten inşa edilmiş diktatörlüğün ömrü ne ola?”
  • “Allah bilir!”

Tabi bir iç ses de  içten içe homurdanıyordur aynı zamanda:

  • ”Siz siz olun ve de dinden, imandan çıkmayın!”

“Haşa ki, sümme haşa!”

Örnekleri az da değil, hani… Mesela,  çoktan efsane olmuş koskocaman Menderes neydi ki! Ol tiplerden biri! Tipik biri! Dilerseniz O’nu birkaç soruyla açığa bile çıkarabiliriz. Örneğin:

  • Menderes “suçlu” muydu?
  • “Evet, suçluydu, çünkü O, emperyalizme karşı savaşarak kurduğumuz laik ve

bağımsız Cumhuriyetimizin, köklerini bir bir sökerek yıkmağa kalkışmıştı, bu BİR.”

  • Ülkemizin bütün kapılarını yeniden emperyalizmin sömürü ve soygununa açmış ve de yabancı efendiliğine boyun eğmişti, İKİ.?
  • Memleketimizin kültürel yönünü Ortadoğu’ya çevirip Arap gericiliğini baş tacı edinmişti, bu da, ÜÇ.?

Ve de say say bitmez nice belalarıyla bir kara devrin takma yüzlü gülücüğü…

  • Peki, “güçlü” müydü?
  • “Elbet efendim! Lafı mı olur? Bir kere oy desteği yüzde 53,54’lerden okunuyordu

hatırladığım.

Milletin sevgi ve bağlılığı dersen, yüzde binbeşyüzdü!.. Hem güçlü dediğin ne    ki?

Mesela çıkıp Meclisin kürsüsüne, “muhterem millet vekilleri, eğer siz isterseniz         “hilafeti bile geri getirebilirsiniz!” diyebilen güçlü (demokrat!) kimdi? O   “Odunu bile aday göstersem, millet vekili seçilir!” diye böbürlenen kimdi? O!“Ben orduyu yedek subaylarla da idare edebilirim” diye laf savuran kimdi? O!   “Vatan Cephesi” adıyla devlet beslemesi faşizan  örgütü kuran kimdi? O!  Yurdu baştan başa “KUR’AN KURSLARI”yla dolduran kimdi? O!   Ve “Beni millet seçti” demeyi sigorta sanan kimdi? Yine O!  Menderes, Menderes,  Menderes…

  • Peki, “akıbeti” ne olmuştu bu “güçlü” hazretin?

Onu da, İlhan Selçuk’un Menderes’in ardından yazdığı köşe yazılarının birinden, şimdi bile,  okuyabiliriz. Şöyleydi o bölüm:

  • “Beyefendi, ‘odunu bile aday göstersem mebus seçilir’ diyordu, ama ne yazık ki öyle olmadı. Önce o odunlardan bir darağacı yaptılar ve ardından  O beyefendiyi götürüp o darağacına  astılar!”

İşte böyle iken böyledir ol hikaye! Gerçi kimseye ölüm, hele idamlı ölüm dilenmez, ama…Kirliliği  o denli meydandaydı ki! Kimsenin kılı bile kıpırdamamıştı  vallahi…

Peki o;

  • “Yandaş-yalaka taife” nereye gitmişti?”
  • Toz!

Ya;

  • “Sevgi ve bağlılık muhabbetleri?”
  • Havagazı!

Yahut;

  • “Reis beyefendi hazretleri” diye yalvarmaları neye yaramıştı?
  • Hiç! Akıntıya kürek!

O zaman bu olayı biraz didiklemeli değil miyiz?

Örneğin, eğer tarihi halk yapıyorsa ve tarih “…geçmişte neler olupbittiğini araştıran ve inceleyen bir bilim” dalı olarak tanımlanıyorsa, buraya bir mim koyalım. Çünkü buradaki bilim, “Toplumsal gelişmenin genel yasalarını saptayan…” diye başlıyor ve “Yaşam, herşeyden önce yemek, içmek, giyinmek, barınmak vb demektir” diye devam ediyorsa, “üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki”ye parmağımızı basalım! Ve bu çelişkinin derinleştikçe kavgalarla iç savaşları gündeme getireceğini, hatta bölgesel savaşlardan da öte üçüncü dünya savaşına vardıracağını aklımızdan çıkarmayalım!

Ve zaten “tarih” de, temel çelişkileri çözme yönünde, yol gösteren bir sosyal bilim değil miydi?

Gerçi dini bütün şairimiz Mehmet Akif Aksoy, bu tür meseleler için kimi ahlaki çareler de öneriyordu, ve:

  • “Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar

Hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi?”

Diye de soruyordu. Ama o zamanları dinleyen kimdi ve şimdilerde kim? Ya da kapitalist-emperyalist sistemi kıble edinerek DİNİ SİYASETE” süren kimi dinci siyasetçilerimizin o    “tarihi tekerrür” den anladıkları neydi ve  şimdi çıkardıkları “ibret” ne?

Mesela Tayyip Bey!

İstanbul Belediye başkanlığından kalma bir milyarlık yolsuzluk dosyası nerede şimdi? Sümen altında. Ama suç mu bu? Suç!  Peki başbakanlığındaki TSK’yi tasfiye harekatına ne demeli? Sen kalk Başkan Bush’la Oval Ofisinde otur,emirlerini dikte et, sonra gel  savcıları, yargıçları ayarla, özel mahkemeler kur, gizli tanıkları toparla ve ERGENEKON, ODATV, POYRAZKÖY, BALYOZ, ASKERİ CASUSLUK, KOZMİK ODA, DEVRİMCİ KARARGAH ÖRGÜTÜ gibi yüz karası uyduruk davalar aç, Atatürkçü amiralleri, generalleri, subayları, ilerici-devrimci gazetecileri, yazarları, profösörleri, parti başkanlarını…Silivri adlı Özel zindanın tek kişilik hücrelerine kapat, ağır ceza istemli iddianameler hazırlat, ve “ben bu davaların savcıyım” diye intikam tafraları at ve de masum insanların ölümüne yol aç ya da hayatlarını karart, yıllarca çürüt… ama davalar çökünce de, bunlar TSK’ya KUMPAS’tı diye başkalarını suçla…Nedir bunlar? Suç! Ve de Amerika’nın Ortadoğu eş başkanlığı, Suriye hiyaneti, cihad girişimleri, 17-25 Aralık rezaleti, samir gazı ticareti, Musul petroluna saman altı, Işıd muhabbeti, korku imparatorluğu, kaçak saraylar…ve de say say bitmez nice “islamic fascism” dayatmaları…

  • “Peki “güçlü”müdür bu beyefendi? “
  • “Hem de nasıl! Bir kere yüzde 49,5 halen O’na koşuyor! Ve de Mesih hutbeleri

alesta!”

  • “Peki ya akıbeti ne olacak?”
  • “Tarih bilir!”

Ya da, daha iyisi, siz bu yazıyı baştan okuyun:

“HEM SUÇLU, HEM GÜÇLÜ…”

 

Abdullah Nihat Yılmaz

23 Aralık, 2015, Londra.