Ahmet Kılıçaslan Aytar; Siklet Merkezi Asya-Pasifik

III.DÜNYA SAVAŞI  SİKLET MERKEZİ KAYIYOR

Rusya,Transkafkasya ve Orta Asya’dan sonra Orta Doğu’da da nüfuz genişletme çabalarına girişmiş,

Buna karşı ekonomik yaptırımlar, NATO’nun askeri varlığını Doğu Avrupalı üye ülkelere konuşlandırması ve karşılıklı kışkırtıcı askeri tatbikatlar ABD ile Rusya’nın arasında gerginliği zirveye ulaştırmıştır…

*

Hele Suriye Cumhurbaşkanı B. Esad’ın, “Eğer Şam’da rejim devrilirse, Orta Doğu’dan Uzak Doğu’ya kadar geniş bir coğrafya karışır, istikrarsız hale gelir” iddiası üzerinden,

Rusya’nın yeni bir uluslararası hukuka dayalı yeni bir dünya statüsünün kurulması talebiyle,Esad rejiminden tüm kesimleri kapsayan, Suriye’deki hasarı toparlayabilecek, ülkeyi birlik haline getirecek ve meşru gelecek sağlayacak bir hükümete doğru dönüşüme omuz vermesi ,iki nükleer dev ABD ile Rusya arasındaki ipleri son raddeye germiş bulunuyor.

*

Halbuki Çin gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomiler arasında küresel ekonominin dengeleyicisidir.

Çin’in Rusya, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika’nın oluşturduğu BRICS işbirliği çerçevesi,Ortak gelişme yönünde ekonomide istikrarın dayanak noktası olmak amacıyla kurulan  Kalkınma Bankası ve Kurtarma Fonu,İpek Yolu Ekonomik Kuşağı ve Deniz İpek Yolu inşasının ilerlemesiyle oluşan yeni yatırım fırsatlarına finansman hizmeti,Çok sayıda serbest ticaret anlaşmasına neden olan Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği, Doğu Asya Zirvesi; ABD ve doların egemenliğine meydan okunması anlamına geliyor.

*

Bu noktada ABD ise bölgede yükselen küresel ekonomi dinamiğinin güvenlik ve istikrara ihtiyacı olduğunu,Washington’ın bölgede Çin’in agresif etkisine karşı tek dengeleyici aktör olabileceğinin altını çiziyor.

Bir zamandan beri dış politikasında önceliğini Asya Pivot Stratejisine veriyor…

*

ABD Asya-Pasifik’te ideolojik ve stratejik üstünlüğünü koruyabilmek için bölge ülkelerinin ekonomik olduğu kadar demokratik standartlarının da yükselmesini sağlayarak örnek bir gelişmeye sahne olması gerektiğini savunuyor.

Bölgede diplomatik ve ekonomik ağırlığını artırırken bir yandan da donanmasını büyük ölçüde bölgeye kaydırıyor.

Küresel siklet merkezi her geçen gün Asya-Pasifik’e kayarken, gerilim çok tehlikeli sınırlara yaslanıyor.

*

ABD’nin küresel liderlik mücadelesini sürdürmesi için Ortadoğu’da ve Pasifik’te oluşan gerilimden hiç değilse birinin olası komplikasyonlarının  minimize edilmesi gerekiyor.

İşte, İsrail’in yakın gelecekte HAMAS’la, ardından İran’la doğrudan bir savaş yaşayabileceği yönünde yeni bir stratejinin alt yapısı oluşturuluyor.

*

Önce İsrail ve Suudi Arabistan işbirliğinin bir ürünü olarak, Sünni Arap ülkelerinin İsrail’i bir Yahudi devleti  olarak tanıması karşılığında Filistinlilerle kapsamlı bir barış anlaşması yapılabilmesi amacı konuyor.

Bu perspektifde geride İsrail’in kumandası olması kaydı ve  Arap Ligi himayesinde NATO uzantısı Ortak “Arap Savunma Ordusu”,

Sonra terörle mücadeleye yönelik Suudi Arabistan merkezli ve nüfusunun çoğunluğu Sünni Müslüman olan Ürdün, BAE, Pakistan, Bahreyn, Bangladeş, Filistin Yönetimi, Katar, Lübnan, Libya, Mısır, Fas, Nijerya ve Yemen arasında “savunma paktı” benzeri bir koalisyon kurulmuş bulunuyor…

*

Bu suretle İsrail’in çıkarlarına hizmet eden Sünni Arap ülkelerinin tutum ve politikaları homojenize ediliyor.

Suudi Arabistan’ın, İran’ın Şii hilâliyle yayılma stratejisine karşı Şiiliğin bulunduğu her yerde Vahhabiliğin hem etki alanını arttırmasının, hem de Şiiliğin yayılmasına karşı kalkan oluşturmanın temeli atılmıştır.

Böylece Ortadoğu’da siklet merkezi Suudi Arabistan ve İran arasında dağıtılmıştır…

*

Bölgede Sünni Arap ülkeleri ordusunun doğrudan doğruya Şii İran ordusuyla karşı karşıya bırakılması öngörülüyor.

Gerilimin had safhaya ulaşması halinde, Suriye by pass edilecek, bu suretle orada bulunan Rusya’nın gerilime mukabelede bulunmasının önüne geçilecektir.

*

Türkiye ise ekonomisi,ticaret hacmi,insan gücü ve coğrafyasıyla  bölgesel bir güçtür.

Üstelik NATO üyesi olarak askeri gücüyle de Rusya’ya karşı ciddiye alınması gerekli bir rakiptir.

Şimdi Türkiye, kurulan Sünni Arap Ordusuna fiilen katılımda tereddüdlü bir  tutum izliyor.

Ya da İsrail ve Mısır ilişkilerinin normalleşmesi konusunu ağırdan alıyor.

Şii İran’a bölge politikalarını paylaşmadığını hissettiriyor.

*

Çünkü uhdesine düşen rolü layığı ile uygulamak, bölgede Rusya’nın düşmanı mertebesinde olduğunu göstermelidir.

Bu amaçla düşürülen Rus uçağı olayından bu yana yüksek tansiyonlu bir strateji uygulanıyor.

Rusya ile düşmanlık, siyasetçilerin bol hamaset içeren konuşmaları ya da  Sultanahmet’teki terörist atak ve benzerleri tansiyonu yüksek bir eşikte tutuyor.

Türkiye, Ortadoğu’da ABD-Rusya arasındaki gerilimde bir paratoner görevi yüklenmiştir; Rusya’ya kendini siper ediyor, ABD ve İsrail’in sigorta mekanizması görevini yapıyor.

Bu yüzden Rusya Hazar’da, Karadeniz, Doğu Akdeniz’de ve Suriye’de Türkiye’yi çeşitli askeri tedbirlerle çembere alıyor.

*

Böylece, III.Dünya Savaşının siklet merkezinin, ekonomide GSMH bakımından ABD’yi geçen Çin’in bulunduğu bölgeye kaydığı anlaşılıyor.

O bölgede finans, teknoloji akışı hatta değerler sistemi değişiyor.

Enerji  arz-talep haritaları değişmiştir, alt yapıya bugünden 2035’e kadar yaklaşık 37 trilyon dolar yatırmak gerekiyor.

Bilhassa Malakka Boğazı’nda hakimiyet çok önemlidir, ABD Hindistan’la, kötü yönetimlere sahip Myanmar, Vietnam, Laos, Kamboçya, Malezya ve Tayland gibi ülkelerle askeri bağlar kuruyor ve bunları geliştirmekte çok hızlı davranıyor.

Ama bu ülkelerdeki askeri iktidarların, insan hakları ihlallerini durduracaklarına ya da iktidarlarını ABD’nin daha geniş çıkarlarını dayandıracağı kadar uzun soluklu olabileceğine inanmak için yeterli sebep bulunmuyor.

Asya- Pasifik kaynıyor.

*

Ancak, Rus şair ve diplomat Fyodor İvanoviç Tyutçev’in “Rusya akılla anılmaz, arşınla ölçülmez” özdeyişini gözardı etmemek gerekiyor.

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar

14.1.2016

Ölümsüzlüğün 4. yılında

Yakın Türk Tarihinde Türk toplumlarının yetiştirdiği en büyük liderlerden biri olan  KKTC kurucusu ve lideri Rauf Denktaş ölümünün 4. yılında anılıyor. Rauf Denktaş’ın Kuzey Kıbrıs ve Türkiye dışında en çok tanındığı ve saygıyla anıldığı ülke olan İngiltere’deki Türk toplumu adına İTDF (İngiltere Türk Dernekleri Federasyonu) ve İADD imzasıyla yayınlanan anma mesajını toplumumuza iletirken, Kıbrıs Türk toplumunun acısını paylaştığımızı bir kez daha vurguluyoruz.      ‘LondraPosta-Londra’

 

 

BÜYÜK  BİR DAVA VE DEVLET ADAMI RAUF DENKTAŞ’I SEVGİ VE SAYGIYLA ANIYORUZ.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı aramızdan ayrılışının 4’üncü yıldönümünde sevgi ve saygıyla anıyoruz.

Sayın Dentaş Nutuk’u baş ucu kitabı yapmış, Atatürkçü Düşünce Sistemini özümsemiş, devrimlerini yaşamı boyunca ilke edinmiş , en umutsuz zamanlarında bile yüce önderimizden aldığı güç ile inancını kaybetmemiş ve  ömrünü Kıbrıs Türk Halkının haklı davasına adamıştır.  Bu uğurda kahramanca mücadele vererek  Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Kıbrıs adasında egemen, bağımsız ve eşit şartlarda  bir  devlet olarak kabul edilmesi için  tüm  emperyalist baskılara karşı çıkmıştır.

Rauf Denktaş’ın mücadeleci yaşamı Kıbrıs Türk Halkının tarihidir.Bu öyle bir tarihtir ki hiçbir zaman unutulmayacak , unutturulmayacak ve hepimize örnek olacaktır.O, yalnızca büyük bir dava ve devlet adamı,bir kahraman değildi.O, aynı zamanda bir sevgi adamıydı.Alçak gönüllülüğü,kibarlığı,mizah anlayışı,şairliği, fotoğraf sanatçılığı,hayvan ve tabiat sevgisiyle gerçek bir hümanistti.

İngiltere’deki Türk Toplumu olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin  haklı davasına herzaman sahip çıkacağımızı bir kez daha vurgularız.

Saygılarımızla.

Jale Özer

İngiltere Türk Dernekleri Federasyonu ve İngiltere ADD Başkanı

 

 

 

Uluslararası Türk Kadınlar Derneği kuruldu

2016 nın ilk toplumsal olayı;

‘Uluslararası Türk Kadınları Derneği’kuruldu

2016 yılı Londra Türk Toplumuna çağdaş bir kuruluş armağan etti. 25 Ekim 2015 tarihinde Londra’da  kurulan Uluslararası Türk Kadınları Derneği (İnternational Turkish Women Association) yeni yılın ilk günlerinde faaliyete geçti. Başkanlığını Nur Yenerer’in yürüttüğü örgütlenme İngiltere’de yaşayan Türk toplumunda Cumhuriyetçi, Laik ve çağdaş kadınların dayanışma ve yardımlaşma amacına yönelen uluslararası bir kuruluş. Deneyimli Basın yayın ve Halkla ilişkiler uzmanı Nur Yenerer, gazetemize gönderdiği açıklamada  İngiltere Türk Kadınları Derneği’nin ‘ezilmiş,savunmasız ve çağdışı olmaya zorlanmış’ kadınlarımızı desteklemek,savunmak ve bilinçlendirmek amacıyla planladığı çalışmaların 2016 yılının ilk günlerinden itbaren başladığını belirtti. Dünya’nın en önemli başkentlerinden biri olan Londra’da kurulan Uluslararası Türk Kadınları Derneğinin, uluslararası alanda da aktif bir rol oynayacağına dikkat çeken Başkan Nur Yenerer; ‘evrensel sosyal haklar ve kadın hakları mücadelesinde de uluslararası kadın ve toplum örgütleri ile işbirliği içinde olduklarını’ vurguladı.

     Eğitim desteği ve aile içi şiddet’e karşı çağdaş toplum

İTWA (Uluslararası Türk Kadınları Derneği) toplumsal yaşam içindeki ilk girişimlerine eğitim,seminer ve workshop çalışmaları ile başlıyor.Özellikle ‘yetenekli ancak kaynak ve destek bulamamış’ kız çocuklarına ulşamayı ilk hedef olark belirleyen Nur Yenerer başkanlığındaki dernek,’üretmek güçtür’başlıklı bir dizi çalışma için hazırlıklarını tamamladı. Uluslararası Türk Kadınları Derneği’nin, Türk bilim,sanat ve spor dünyasının fenomenleri haline gelmiş ünlü kadınları anısına onların adıyla anılacak başarı ödülleri dağıtarak genç kızlarımız için teşvik edici ve geliştirici çalışmalara öncelik vereceklerini söyleyen Yenerer; ‘toplumumuzun en çok ihtiyacı olan bir kesimine özellikle eğitim desteği vermek ve hayata atılmalarına destek vermek amacıyla arkadaşlarımızla bu platformu oluşturduk.El birliği,azim ve inançla mutlaka bu kitlelerte ulaşacağız’ dedi.

Nur Yenerer Kimdir;

Derneğin kurucusu Nur Yenerer  Marmara Üniversitesi Basın Yayın ve Halkla İlişkiler bülümünü bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Psikoloji bölümünde master programına devam etti. Hurriyet Günaydın Web ofset grubunda sayfa sorumlusu, gazeteci olarak çalıştı. 1990 yılında Mod qualitative research and publishing Ltd adlı kendi firmasını kurdu.

Uluslararası Marka ve kuruların ürün ve saha araştırmalarını yaptı. Unilever Procter and Gamble gibi şirketlerin yanısıra Strateji araştırma grubu ile siyasi partiler ve seçim araştırmalarını sürdürdü. Aynı yıllar Marketing Yayınları yayınladı. 1995 yılında Almanyanın en büyük fuar ve yayın kuruluşlarından  G braun Fachverlage Gmbh ile Istanbulda ortak şirket kuran Nur Yenerer bu joınt venture ile birlikte uluslararası lisansli fuarlar organize etti. Fuar bünyesinde saysısız seminer konferans ve workshoplar düzenledi. Yarışmalar yaptı.

Londra da kurulmuş olan Unicorn Media and Fair Ltd şirketinin ortaği olan Yenerer ‘’uzun zamandır Türk kadınlarının karşılaştığı zorluklar  toplumumuzun kanayan yarası. Ihtiyacı olana ozellikle eğitim desteği vermek ve hayata atılmalarına küçücük bile olsa katkıda bulunmak istedik ve arkadaşlarımızla bu platformu oluşturduk. Elbirliği azim ve inançla mutlaka o insanlara ulaşacağız’’ diyor.

LondraPosta-Londra

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Başkanlık kesişmesi

YENİ TÜRKİYE GERÇEĞİ: BAŞKANLIĞA DOĞRU BİR KESİŞMEDE

Emperyalizm, ulus devlet kurumuyla sahip olunan toprak parçasının ötesinde, insanın ve toplumsal yapının da yönetilmesini, refah ve gelişime ortak edilmesini istiyor.

Bu anlamda yeni sömürgecilik insandan gelişip tüm dünyaya işliyor ve yeni hayat tarzı ulus devletlerin ötesinde dizayn ediliyor.

O yüzden ulus devletler vaad ettikleri ulusal homojenliği farklı etnik, dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatma sorunu olarak çözmeye çalışıyor…

*

Ancak Türkiye, Bağımsızlık Savaşının zaferiyle imzalanan Lozan Barış  Antlaşması ile mütemadiyen gelişmeye açık, aydınlanma çağının getirdiği ulus devlet, eşitlik, din ve vicdan özgürlüğü gibi kavram ve olguları benimsemiş ve güvence altına almıştır.

Ne ki, emperyalizmin elindeki iki farklı algı Türk Ulus Devleti’ni derinden etkilemiş bulunuyor.

*

Birincisi; Türkiye’den İslam coğrafyasında vizyona konan, barışın ve adaletin dini inanışlar üzerinde inşa edilmesine dayanan, sadece ekonomi değil, siyasal, kültürel ve sosyal boyutlarında bütün etnik yapıları İslam ümmeti potasında algılayan “Siyasal İslamcılık” algısıdır.

Bu algıyı, yeni bir anayasada toplumsal hayatın, siyaset ve kültürün;

Bir tarafta laiklik, diğer tarafta  tarikatlar, cemaatler ve dini kurumlar vasıtasıyla dini ritüellerle bezeneceği,

Devletin böyle bir toplumu küresel siyasi ve ekonomik kriterler dengesinde tutacağı noktasında  “Muhafazakâr Liberalizm”e uyumu sağlanacak AKP temsil ediyor.

YCHP ise bu kısır AKP merkezinin bir türevi olmak misyonundadır…

*

Bu algı kesiminin – YCHP’ye aldırmayınız,herşey onun ağzındadır –  modern cumhuriyetçi kurumlara, tüm güçleriyle hukuka dayanan bir devlete, ordu ya da polis gücüne, ekonomik fonksiyonu düzenleyen yasalara, bilimsel veya kültürel gelişime ihtiyacı bulunmuyor.

O yüzden vatandaşların temel hakları inkâr edilerek dolu dizgin vahşi liberalizme, gerici dogmalara, en gaddar yasaklara ve baskılara yol veriliyor.

Toplumun içinde bulunduğu bilimsel ve kültürel uçurum da  bunların her durumda kendi adına tuttukları pozisyonları yönlendirmede başarılı olmasına yol açıyor…

*

İkincisi; farklı ideoloji, görüş ve inançta Kürtlerin demokratikleşme perspektifinde kurumsal kimlikleri esasında birlik ve dirliklerini teminen ortak dille siyasal nicelik ve niteliklerini kazanma ya da uluslaşma algısıdır.

*

Kürtler; Suriye, Irak ve Türkiye’de farklı durum ve şartlarda yaşıyor, Kürt sorununa ilişkin tartışmalar ise politik gündemin ilk sıralarında yer alıyor.

Atatürk’ün liderliğinde Türk milletinin verdiği büyük mücadeleyle dağıtılan yüzyıllık “Büyük Kürdistan” projesinin yeniden canlandırılması isteniyor.

Kürdistan Topluluklar Birliği, Demokratik Toplum Kongresi, HDP ve PKK ve bilûmumu taleplerini ivmelemek üzere Irak ve Suriye’deki savaşı parça parça Türkiye’ye taşıyor.

*

Aslında siyasî hareketler rekabet üstünlüğü sağlamak için seçimler, hükümet değişiklikleri, grevler, yasal düzenlemeler, halk gösterileri, şiddet içeren siyasi aktiviteler, yapısal çökmeler gibi gelişmelerle oluşan politik risklerle başa çıkmak zorundadır.

Bu yüzden ulus devletin en az zarar görmesi amacıyla İdeolojik güçlere: Milliyetçilik eğilimlerine: Devlet etkisi ve kontrolüne: Devletin ya da hükümetin istikrarına: Tarihe dayanan politik çatışma ve düşmanlıklara: Uluslararası örgütlerin etkisine: Ülkelerin dış ve savunma politikalarına; Siyasi olumsuzluklara; Uluslararası hukuka ilişkin önlemler alır ve taktikler geliştirirler.

*

Ancak birinci algının lideri Recep Tayyip Erdoğan, bir Kurtuluş Savaşı birikiminde Türk Milletinin hiç bir soy, din, mezhep, konum ayrımcılığı içermeyen bağımsızlıkçı, antiemperyalist ve çağdaş karakterli Cumhuriyet Devletinin idealist taahhütlerini birer birer tasfiye etmiştir.

Şimdi Türkiye’ye yapmak isteyipte yapamadığı hiç bir düzenleme olmamasına rağmen yönetimde iki başlılık olmamalı söylemi tutturmuş,

Neden bir sistem değişikliği ve nasıl bir başkanlık istediğini açıklamadan Başkanlık Sistemiyle yeni bir rejimi dayatmaktadır.

Aslında bal gibi yeni bir anayasada Başkanlık sistemi ya da siyasal, kültürel ve sosyal boyutlarında bütün etnik yapıları İslam ümmeti potasında algılayan Siyasal İslamcılığı ya da yeni Osmanlının saltanatını kurmayı, ardından hilafeti istiyor…

*

PKK terör örgütü etrafında bir kısım kendini azınlık sayan Kürt ise AKP hükümetinin hukuk dışı yollarla kendilerini devlet hukukuna tabii kılmaya çalıştığını dile getiriyor.

Devlet; Kürtlerin barış ve birlikte yaşama arzusunun kırmaya çalışmakla, Kürtleri göçe zorlamakla , Güvenlik güçlerinin sivilleri hedefleyen saldırılar ve cenazelere yönelik insanlık dışı uygulamalar yapmak, Kuzey Kürdistan’da iç savaş çıkarmakla suçlanıyor…

AHİM’in Türkiye’den sokağa çıkma yasakları konusunda savunma istediğinden hareketle,

Anayasa Mahkemesi’nin işlevsiz olduğunu, bu nedenle devlet terörizmiyle ilgili tüm davaların AHİM’e taşındığı, Kürt Sorunu çözümünde uluslararası hukuk sürecinin başlatıldığının altı çiziliyor…

*

Yeni Türkiye’de AKP’nin ve biçimlendirdiği  YCHP’nin ve Kürtlerin politik risk perspektifinde aralarında temel bir çelişki olmadığı görülüyor.

Görüldüğü üzere bunların, Türkiye Ulus Devleti’nin  en az zarar görmesi amacıyla geliştirdikleri hiçbir  düşüncesi, hiç bir önlemi ve taktiği bulunmuyor.

*

Halbuki Lozan’ın getirdiği yükümlülük uluslararası hukukun en önemli ve vazgeçilmez ilkesi ahde vefadır.

Bu yüzden Lozan Barış Antlaşmasının hükümlerinin değiştirilmesine yönelik düşünceler ve eylemler, düşünce ve eylem olarak kalmaya mahkûmdur.

Değiştirilmesine ilişkin usul ve esaslar antlaşmada belirlenmiş olup, değiştirilmesinde Amerika ya da Avrupa’nın iradesi mümkün değildir.

Ancak “Bad-el Harab-ül Basra-Basra harap olduktan sonra” hem Türkiye’de işbu algı kesimleri, hem  anlaşmanın taraf devletleri ahde vefa ile uyuşmayan politika izleme ve tavır takınma tutumuyla sürekli Türk ulus devletine saldırı halindedirler.

*

Nitekim Murat Karayılan, Kürt sorununun Türkiye Cumhuriyetinin amili olan Lozan Anlaşmasından kaynaklandığı, cumhuriyetin ulusal,üniter esaslarının bu sorunun çözümünü zorlaştırdığı söyleminden hareketle Kürtçü ile İslamcının işbirlikçi ortaklığını şu ifadelerle gözler önüne seriyor.

“Madem Cumhuriyet’in kuruluşunda siyasi İslami çevreler dışlanmış ve Kürtler inkâr edilmişse; bugün siyasi İslam bakış açılı bir iktidar söz konusu olduğuna göre, egoist davranıp her şeyi kendine mal etmemesi gerekiyor ” diyor.

*

Doğrusu az ötede, tarafların “Başkanlık Rejimi” yolunda her noktada kesiştiği Ulus Devlet düşmanlığı bundan daha iyi ifade edilemezdi…

Ahmet Kılıçaslan Aytar

12.1.2016

Türker Ertürk ; PKK silah bırakır mı ?

PKK SİLAH BIRAKIR MI?

Cizre’de, 14 Aralık’tan beri sokağa çıkma yasağı var. Bölgeden gelen yürek dağlayıcı şehit haberlerinin ardı arkası kesilmiyor. Ülkemizin belli bir bölümü Suriyeleşme eğilimi gösteriyor. Bölgede yaşayanlardan ve iç güvenlik harekâtı yapanlardan aldığım bilgelere göre; bölgenin gerçek resmi, medyaya aksettirilenden çok daha elim ve vahim.

Artık; Türkiye için yaşamsal tehdit haline gelen etnik kökenli bölücü hareketin dört boyutu var. Bunlar; terör bölümünün temsilcisi PKK, onun siyasi kanadı olan HDP, Bölge Halkı ve en önemlisi olan ABD’dir. “Bölge halkı terörden muzdarip, Türkiye’den kopmak istemiyor” gibi sözlerin, okyanusun karşı kıyısında hiçbir anlamı yok. Emperyalizm açısından plan; Bölge Halkı’nın, Türkiye’nin, hatta PKK liderliğinin ne düşündüğüne bırakılmayacak kadar ciddi ve önemli! Açılımlar ve silah bırakma’, hedefe doğru ilerlerken yapılması gereken taktik manevralardı!

8 Ocak 2013 tarihindeki köşemde, PKK’nın silah bırakıp bırakmayacağını değerlendirmiştim. Aradan tam 2 yıl geçti. Şimdi, aynı yazımı tekrar aşağıda görüşlerinize sunuyorum.  Bugün geldiğimiz durumu biliyorsunuz, takdir sizlerin!

Dış Politika Takım Çantası

“Yazımızın başlığında sorduğumuz soruya, sizi merakta bırakmamak için hemen yanıt vermek isterim; arkasında ABD’nin olduğu çok aşikar olan bu AKP politikaları ile, PKK’nın silah bırakması için yüzbinde bir bile şans yoktur.

Emperyalizmle hesaplaşmadan ve ABD’nin ikiyüzlü siyaseti ile yüzleşmeden; ne yaşadığımız bu zorlukların üstesinden gelebiliriz, ne de terör belasını kabul edilebilir bir seviyenin altına indirebiliriz.

Hiç şüpheniz olmasın; daha öncesi olmakla birlikte, 1999’da Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve Türkiye’ye idam edilmemesi şartı ile teslim edilmesi sonrasındaki süreçte, PKK tamamen ABD’nin denetimi altına girmiş ve onun ‘dış politika takım çantasının bir aleti’ haline gelmiştir.

PKK’nın silah bırakmasını, ABD istemez. Çünkü PKK; Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleştirilmesinde, bu projenin en önemli ayaklarından olan kukla Kürt Devleti’ne giden yolun açılmasında, Türkiye’nin bu proje içinde tutulmasında ve taşeron olarak kullanılmasında ABD’nin dış politika takım çantasının’ önemli bir aletidir.

Çadır Tiyatrosu

PKK’nın; ancak ve ancak, Türkiye’nin belli bir bölümünde kurulacak otonom yönetimin güvenlik gücü olması ve yarın ise, kukla Kürt Devleti’nin silahlı gücü olmasına giden yolun açılması halinde dönüşümüne müsaade edilir. Gerisi, lafı güzaftır.

Terörle başa çıkabilmenin gerek şartı; silahlı mücadeledir. Müzakere, silahlı mücadelenin yerine ikame edilemez. Bunun aksini gösteren bir örnek, bugüne kadar görülmemiştir.

Müttefikimiz olduğu söylenen ama sürdürdüğü politikalarla böyle olmadığı izlenimi veren ABD; El Kaide ve diğer terör örgütleri ile dünyanın her yerinde silahlı mücadele etmekte, müzakere etmemekte ama bizim PKK ile müzakere etmemizi istemektedir. Size de bu durum, bir ikiyüzlülük olarak görünmüyor mu?

Erdoğan liderliğinde AKP hükümetlerinin yaptığı Kürt açılımının, Habur  kepazeliğinin ve çadır tiyatrosu’nun, geçmişte Oslo ve şimdi de  İmralı  süreçlerinin arkasında ABD var.

Federatif Yapıya İhtiyaç Var!

Bunlar yapılabilsin, “Türkiye kendi mezarını kendisi kazsın” diye AKP kurdurulmuş ve iktidara gelmesi ABD tarafından desteklenmiştir. Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlar; AKP ülkemizin çıkarına olmayan ve hatta ölüm fermanı olabilecek bu politikaları sürdürebilsin ve engellerle karşılaşılmasın diye ABD tarafından planlanmış ve alt yüklenicisi F Tipi Cemaat tarafından icra edilmiştir.

Yeni Anayasa’nın arkasında da ABD var. Çünkü; bölgedeki planlarını gerçekleştirebilmek, ülkemizi iliklerine kadar taşeronlaştırmak, kukla Kürt Devleti’ni kurdurmak, bu devlete uluslaştırma sürecini yaşatmak, bu süreçte güvenliğini sağlatmak ve finanse etmek için Türkiye’de federatif bir yapıya ihtiyaç vardır. Bu arada; AKP’nin ülkemizi felakete taşıyan ve bölünme yolunda tam gaz giden bu politikalarına kredi açmak, ihanettir.

11 Eylül 2001’de; ABD’de gerçekleştirilen terör saldırılarında, yaklaşık 3 bin insan yaşamını kaybetmiştir. Bunun üzerine zamanın ABD Başkanı George W. Bush; tüm dünyada teröre karşı savaş açtığını ilan etmiş ve sonrasında NATO’nun 5’inci maddesi ilk defa olarak işletilmiştir. Türkiye bu süreçte; bir terör mağduru olarak, ABD’ye sınırsız destek vermiştir.

Türkiye’nin ise PKK terörü nedeniyle, 1984 Eruh ve Şemdinli hunhar saldırısından beri bugüne kadar kaybettiği can sayısı; yaklaşık olarak ABD’nin 11 Eylül 2001 saldırısında kaybettiğinin 12 katıdır. Fakat ABD ve bazı NATO müttefiklerimiz; bize bırakın destek vermeyi ve bu saldırıları NATO gündemine getirmeyi, bilakis PKK terörüne destek vermişlerdir.

Kuvvetli Suç Şüphesi!

ABD’nin ‘Çekiç Güç’ vasıtası ile PKK’ya silah ve malzeme yardımı yaptığını tespit ve rapor eden, ABD’nin bölge planları gereğince, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve bekasını tehdit ettiğini seslendiren ve bunun için karşı hareket tarzları geliştiren Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in uçağının; 17 Şubat 1993’de, ABD tarafından düşürüldüğüne dair kuvvetli suç şüphesi vardır.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 1995’de Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı 44 gün süre ile icra ettiği Çelik Harekatı nedeniyle ABD; ‘Türk Generalleri hizadan çıktı’ demişti. Çünkü ABD; Türkiye’nin PKK’yi bitirmesini istemiyordu. Çünkü PKK ABD için, şu anda yaşadığımız ve daha sonra yaşayacağımız süreçte çok gerekli idi.

ABD; Irak’ı 2003’de istila etti ve ağırlıkları ile çekildiği 2011’in sonuna kadar bu ülkede bölünmenin, mezhep çatışmalarının alt yapısını hazırladı ve 1,5 milyon insanın öldürülmesi için elverişli ortamı yarattı. Bu süre içinde, Kuzey Irak’ta PKK’ya üs ve lojistik destek verilmesini sağladı ve Türkiye’nin burada PKK’ya karşı operasyon yapmasını engelledi.

Türkiye’yi Hep Oyaladı!

2003 – 2011 yılları arasında Irak’ın güvenliğinden ve komşu ülkelere karşı terör ihracından da sorumlu olan ve bu ülkede ortalama 150 bin askeri olan ABD; bu dönemde bir tek teröristi bile yakalamamış ve Türkiye’ye teslim etmemiştir. Türkiye’yi hep oyalamıştır. Çünkü; hesap başkaydı!

Bugün; ABD istedi diye, Suriye’ye karşı sürdürülen gayri ahlaki bir örtülü savaşa destek veriyoruz ve komşumuza terör ihraç ediyoruz. Ama 1998’den sonra ilişkilerimizi normalleştirdiğimiz bu Suriye, 2004’de bize yakaladığı 599 PKK’lı teröristi teslim etmişti.

Hala “PKK silah bırakabilir, müzakerelerde fayda var” diyorsanız; kusura bakmayın, ya safsınız ya da başka bir şey!

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

Abdullah Nihat Yılmaz yazdı; MASUMİYET..

“MASUMİYET”…

Bu bir film, sinema filmi… Senaristi, yönetmeni, hatta yapımcı ortağı da Zeki Demirkubuz olan, çok izlenmiş, çok ödül almış, çok konuşulmuş ve de üstüne çok müspet inceleme yazıları yazılmış – 1997’de vizyona giren – bir Türk filmi.

Ancak benim bu filmle tanışmamın tarihi böylesine eski değil! Mesela tanışma tarıhımız 3 Ocak 2016, saat 20.00’dir ki, daha dünkü gibi bir olay! O da, Mostart Film Club sayesinde.

Ve hemen belirteyim: “Masumiyet” güzel bir film! Ve, iyi ki izlemişim diyorum!  Çünkü  ben onu ”eh işte şöyle böyle bir dram” diye duymuştum, oysa izledikten sonra bütün dramlardan daha  çarpıcı bir dram olduğunu ve izleyiciyi perdeye yapıştıran bir çekicilik taşıdığını gözlerimle gördüm,  inandım. Yani görüntülerin doğallığı, tiratların inandırıcılığı, sahnelerin çekimindeki ustalıklar hiç de öyle “eh işte şöyle böyle” makamıyla okunamaz çünkü… Diyebilirim ki, her yanı özel  ve özgün ve de mükemmel olan yeni bir  sinema olayıydı bu benim için…

Fakat sözcük olan “masumiyet”le eşanlamlı sayılamaz elbet! En azından, sözcüğün anlamı ile filmin dramatik aksiyonu ve dram kişilerinin imajları arasında  kopukluklar da gözlemlenebiliyor ki, göze çok batırılmak istenmemiş görünseler bile, varlar!

Ki, “masumiyet” sözlüklerde bir “masum olma hali”dir sadece, “masum” dan geliyordur ve de bu “masum” eşittir “kabahatsiz, suçsuz, günahsız…” olmak. Yani bir toplumda suçlar, günahlar, kabahatler işleniyordur ama seninki işlememiştir, “masum”dur. Yahut işlemiştir de cezasını çekmiş ve nadim olmuştur. Bu! Ama ayrıca birşey daha vardır sözcük anlamına göre yahut laf olarak: “Masum”, bir biçimde devletin, toplumun yahut  toplum içinde başka bir kadirbilirin koruması altındadır… Töreler, yasalar, yönetmelikler, dinler, mezhepler, tarikatlar, etik gereklilikler, vs, vs, vs hep bu yönde düsturlar çizmişlerdir. Yani öyle sıradan “masum”lar bile cascavlak ortalıkta bırakılamazlar!  MIŞ!

(Peki gerçeklik bu mu? Hele kapitalist bir düzende?)

İşte filmleşen MASUMİYET bu duruma bir ayna tutuyor…

Konu, “güçlü bir hayat kadını olan (Uğur), bu kadına saplantılı bir adam (Bekir), hapisten yeni çıkmış iş arayan (Yusuf), anası hamileyken yediği dayaktan sağır ve dilsin doğan küçük Çilem ve otelci Mehmet etrafındaki sıradan olaylarla” oluşmuştur. Ve kişilerin her biri masumdur! Ama kimi imajsız, kimi mesleksiz, kimi işsiz, kimi öksüz ve de her biri örgütsüz, sahipsiz, korumasız…Ve de hepsi MASUM sahiden.

(Ama bunları koruyan bir allahın kulu yok!)

İşte film böyle masumiyetin bir fotoğrafı olmaktadır… kişilerin ilişkilerindeki ilerlemeyen derinlikler! Uğur’la Bekir’in kavgalarındaki süper görüntüler, hapisten çıkan Yusuf’un amaçsız, umutsuz ve verimsiz dolanıp durması, Çilem’in dolmayacak çilesi, Mehmet’in kıt müşterili oteli… ve de tüm bu görüntülerin bütünleşip yumaklanması!…Ve işte bütün bunlar sanatçı usta eller tarafından, bir çeşit görünmez devinimlere sokulup değişik algılara da açık tutularak filmleştirilmiş…ki, harika. Ve hak ettiği ödülleri de gırla…

“Mesela, 34’ncü Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Halk Jürisi Avni Tolunay ödülü kazanılmış ve de,

En iyi kadın oyuncu ödülü Derya Alabora’nın,

En iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü de Haluk Bilginer’in…Olmuş…

Mesela, 10’ncu Ankara Uluslararası Film Festivali’nde,

En iyi kadın oyuncu Derya Alabora,

En iyi erkek oyuncu Haluk Bilginer…

Mesela, Altın Koza Film Festivali’nde,

En iyi kadın oyuncu Derya Alabora,

En iyi erkek oyuncu Haluk Bilginer,

En iyi yönetmen, Zeki Demirkubuz,

Ve en iyi kurgu, Mevlüt Koçak…

Ve mesela, 17’inci İstanbul Film Festivali’nde,

Yılın en iyi Türk filmi yine o: Masumiyet…”

Daha ne olsundu ki! Tek kelimeyle BRAVO…

Ve ayrıca, başta Yönetmeni olmak üzere, olayı sanat düzeyine yükseltip filmleştirmekte emeği geçenlere tebrikler, teşekkürler.

Bunlarla birlikte, bir de diyeceğim var: Eğer biraz da çözüme kapılar aralanabilseydi, hiç bir kimse  önüne geçemeyecekti bu sahici; MASUMİYET’ in…

 

      Abdullah Nihat Yılmaz

         11 Ocak 2016, Londra.

yeni bir ordu; Hashd al Shaabi

Orta-Doğu’da yeni bir güç merkezi

Hashd al Shaabi

Orta-Doğu’da Suriye-Irak-Yemen gibi savaş bölgelerindeki çatışmalar resmi devlet güçlerini aşarak doğrudan halkları içine alan yeni bir boyut kazanıyor. Devletlerin asker ve polis güçleri yanında, yarı resmi ya da iç ve dış finans desteğiyle yaşamını sürdüren yüzbinlerce kişilik ordular savaş alanlarında. Suriye’de devlet desteğindeki Milis kuvvetlerinin yaklaşık 50 bin, Devlet ile çarpışan islamcı güçlerin ise 160 bin civarında silahlı gücü var. Irak ordu güçleri karşısında savaşan IŞID-El Kaide militanlarına karşı 2014 yılı sonundan itibaren seferber edilen ‘Hashd Al Shaabi’ (Halk yığınları) adlı yarı resmi milis örgütü ise bölgedeki en etkin güçlerden biri olmaya aday. Ağırlığını Irak’ın Şii ve IŞID karşıtı Sünni nüfusundan militanların oluşturduğu Hashd Al Shaabi örgütlenmesi hafif ve ağır silahlarla donatılmış 90 bin kişilik bir sivil ordu oluşturuyor. Irak ordusunun 2014 Yılında başlayan IŞID yayılmasına karşı etkisiz kalması üzerine Irak’ın Şii lideri Ayetullah Sistani’nin çağrısı üzerine örgütlenmeye başlayan Hashd Al Shaabi, Irak devleti dışında İran Devrim Muhafızları tarafından da fiili olarak destekleniyor. Lübnan merkezli Hizbullah’ın yanında Orta-Doğu Şii toplumlarının yarattığı ikinci büyük askeri-politik güç olan Hashd Al Shaabi’nin, Sünni-Şii sürtüşmesinin yükseldiği bir dönemde bölgesel dengeleri etkileyecek çapta bir girişim olması bekleniyor.

   Sünni-Şii milisler

Irak ordusu yanında son dönemde IŞID ile yapılan çatışmalara katılan ve son derece etkili oldukları bildirilen Hasd Al Shaabi milisleri yaklaşık 50 örgütden oluşuyor. Ana iskeletini ‘Bedir Tugayları- Ketaib Hizbullah- Asaib Ehlül Hak ve Saray El Selam’ örgütlerinin (yaklaşık 25 bin) meydana getirdiği şemsiye örgütlenme militanlarına 250-400 dolar arasında maaş veriyor. IŞID savaşı sonrasında ordu ve polis kadrolarında çalıştırılacağı belirtilen militanlar aynı zamanda Orta-Doğu politikasında etkili bir rol oynamaya aday olarak gösteriliyor. Son aylarda IŞID tarafından toprakları işgal edilen El Anbar bölgesi Sünni aşiretlerinin de katıldığı milis örgütlenmesine, süpriz bir biçimde IŞID İşgalinden yeni kutulan Şinghal bölgesindeki Yezidi militanları da eklendi. Türkiye’de medyada bir ‘Kürt operasyonu’ olarak sunulan Şinghal ve Yezidilerin kurtuluşu ger.ekte büyük ölçüde Hashd Al Shaabi tarafından yürütüldü.Yezidi Silahlı milis Gücü olan YPS’nin komutanı Saead Hassan yaptığı açıklamada’ Irak’ta kurulu Hashd al Shaabi örgütüne katıldıklarını, hafif ve ağır silahların tamamını Irak Hükümetinden aldıklarını’ söyledi. 1200 kişilik YPS kuvvetlerinin militanlarına Irak Hükümeti tarafından aylık 400 dolar maaş bağlandığını söyleyen Hassan, ‘Kürt yönetiminin ise kendilerine yardım etmediği gibi Batı ülkeleri tarafından verilen silahların Şinghal bölgesine ulaşmasını engellediğini’ ileri sürdü. Kuzey Irak’ta yaşayan Hristiyan azınlıktan kurulan bir askeri örgütünde Şii milis örgütü Hashd Al Shaabi’ye katıldığı bildirildi.

   Baştan ayağa silahlanmış toplumlar

Orta-Doğu ve geleceği konusunda 2016 yılında yapılacak uluslararası toplantılar yaklaşırken, ‘gizli gündem’in ülkelerdeki resmi devlet güçleri yanında, halk kitleleri içinde en az devletler kadar güçlü olan ‘sivil ordular’ tarafından belirlemesi bekleniyor. Etnik ve Dinsel temellerde örgütlü Sünni ve Şii milis örgütlerinin hafif piyade silahları dışında tank, zırhlı araç, füze ve mayınlarla donatılması nedeniyle kontrol dışına çıkacak bir mezhep savaşının milyonlarca insanın hayatına mal olmasından korkuluyor. Batı ülkeleri,Suudi Arabistan, Körfez Şeyhlikleri, Türkiye,Ürdün tarafından desteklenen İslamcı-Selefi- Cihadi örgütlerin toplam olarak 200 bin civarında militan sayısına sahip oldukları ve bunların yine bu destekçi ülkeler tarafından maaşa bağlandıkları bildiriliyor. Başını Suudi Arabistan’ın çektiği bu cepheye karşı örgütlenmeye hız veren Şii milis güçleri de son dönemde İran ve Rusya’nın hava desteği vererek yarattığı yeni ortamda Sünni yayılma hareketini durdurmaya başladı. Lübnan Hizbullahı, Suriye’de yarı resmi savunma güçleri, Yemen’deki Huthi ordusu ve Irak Hashd Al Shaabi hareketi Şii silahlı halk hareketinin en güçlü temsilcileri olarak askeri-siyasi yeni coğrafyanın belirlenmesinde rol oynuyorlar.

Irak ve Suriye’de her geçen gün zayıflayan ve toprak kaybeden IŞID’ın 2016 da beklenen yok oluş süreci başlarken, Orta-doğu, çok daha yoğun bir savaş gündemi ile karşıladı yeni yılı.

 

Mahir Tan          LondraPosta-Londra

 

 

 

 

IŞID Petrolü kalmadı, PYD verelim

 

       IŞID Petrolü kalmadı- PYD verelim

Suriye ve Irak’ta ABD ve Rusya uçakları ve füzeleri tarafından ağır bombardman altında tutulan IŞID hızlı bir biçimde işgal atında tuttuğu bölgelerden atılmaya başladı. Irak’ta Irak ordusu ve Şii milisler tarafından tehdit edilen IŞID, Suriye’de bir yandan Suriye ordusu bir yandan da PYD tarafından baskı altında. Suriye’nin Doğu sınırlarına yakın bölgelerindeki Hasaka ve Dayr e Zor’da bulunan petrol kuyularını 2013 yılında ele geçiren IŞID, ABD hava kuvvetlerinin baskısı altında petrol kaynaklarını kaybediyor.  2012 Yılına kadar Suriye devleti kontrolünde bulunan Hasaka bölgesi petrol kuyuları, bölgede IŞID aleyhinde toprak kazanmaya başlayan PYD (Suriye Kürt Milisleri) nin eline geçiyor. Geçtiğimiz hafta Suriye’nin önemli petrol bölgelerinden Hasaka’da bulunan Kara-Coukh petrol kuyularını ele geçiren PYD, ham petrolden para kazanma yollarını arıyor.

RUS medyası başrolde

Hasaka’da PYD tarafondan ele geçirilen petrol kuyularına ilk giren medya gurubu Russian TV elemanları oldu. Özellikle 2014 yılı sonunda düşürülen Rus savaş uçağı olayından sonra, Rus televizyonları ve haber ajansları  Suriye Kürt bölgesinde önemli gazetecilik olaylarına imza atmaya başladı. Bir ay önce Rojava’da esir olarak tutulan Adıyamanlı bir IŞID militanı ile konuşan Russian TV, yeni yılın ilk günlerinde PYD tarafından işgal edilen IŞID kontrolündeki petrol kuyularına ilk giren gazeteci gurubu oldu. Russian Tv ile konuşan PYD yetkilileri ele geçirdikleri kuyulardan çıkan ham petrolü rafine edemediklerini ve sadece basit yöntemlerle acil ihtiyaçlarda kullanabilecek seviyede işleyebildiklerini söylediler.   Suriye’nin en önemli petrol kaynaklarının bulunduğu Hasaka bölgesi, günlük 360 bin varil petrol üretme kapasitesine sahip. Suriye’de üretilen petrolller ile ilgilenen bir başka kaynak ise Kuzey Irak. Kuzey Irak yarı resmi yayın organı ‘Rudaw’ ile konuşan PYD  Dışişlerisorumlusu Alan Semo ; ‘Hasaka petrolleri Rojava halkına aittir. YPG and Rojava yönetimi petrollerin yönetimini ele alacak ve adil biçimde dağıtım yapacaktır’ dedi. PYD sorumlusu Semo, özellikle IŞID karşıtı başka bir muhalefet gurubu olan  ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) nun petrol kuyularında hak iddia etmesine karşı. ‘Hasaka petrolleri sonuç olarak Suriye devleti elinde bile kalsa; dağıtım ve işletme hakları Kürtlere ait olacaktır.’

Mahir Tan      LondraPosta-Londra

 

 

 

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar; TECRİD

 

T E C R İ D

ABD- Rusya arasındaki güç dengesi Ukrayna’nın, Baltık’tan Karadeniz’e ve Hazar’a kadar bölgedeki rolü üzerinde belirlenmeye çalışılırken,

Rusya’nın Suriye krizine siyasi çözüm bulmak üzere Ortadoğu’ya gelmesiyle bu kez İsrail-Filistin arasındaki muhtemel bir barışın bölgedeki gereksinimleri üzerinden cereyan ediyor.

*

ABD bu mekanizmayı kendi lehine çevirmek üzere Ukrayna krizinde, Rusya’ya ardarda ekonomik,siyasi ve askeri yaptırım paketleri açmıştır.

Rusya, şimdi bulunduğu Suriye coğrafyasında da tecrit edilmeye çalışılıyor.

*

Yaptırımlar ya da tecrid insandan ulusa ilişkide bulunulan topluluktan çıkarılma, sosyo-ekonomik ve kültürel olarak yalnız bırakma suretiyle dış dünyadan koparılmadır.

Tecridin bireyden geliştirilen deneyimi, bir ülkenin fikri ve uygulamalarının yasaklandırılması ve cezalandırılmasına yönelik uluslararası anlaşmalarla ülkelere de yansıtılıyor.

Tarihsel sürecinde yöntemleri Auschwitz’lerden, Irak Ebu Gureyb’den, Afganistan Bagram’dan, Guantanamo’dan geliştirilmiştir.

O deneyimlerin ışığında Şili’de, Venezuella’da, Kuzey Kore’de, Irak’ta, İran’da, işte Rusya’da ve Türkiye’dede  insandan-ulusa, ulustan-insana uygulanıyor…

*

Rusya’nın Suriye’deki tecritinde şu strateji izleniyor.

Bir süredir zaten Suudi Arabistan’da, Sünni Arapların liderliği ve Şii rekabetinden özgürlük ve güvenlik,

Türkiye’de ise yeni Osmanlıcılık doğrultusunda Kuzey Irak Kürt Yönetimi sahasında ekonomik ilişkilerden örgütlenen islami sermaye ile Kürtlerin Türkiye ekonomik ve siyasi kontaklarına bağlılılığından hareketle İslam Birliği çerçevesinde  Misak’ı Milli topraklarıyla birlikte petrolü de kazanmak oportunizmi oluşturulmuştur.

*

Şimdi İsrail’in yakın gelecekte HAMAS’la, ardından İran’la doğrudan bir savaş yaşayabileceği senaryosunun alt yapısı kuruluyor.

Sünni Arap ülkelerinin İsrail’i bir Yahudi devleti  olarak tanıması karşılığında Filistinlilerle kapsamlı bir barış anlaşması yapılması öngörülüyor.

Şii İran’ın nüfuz ettiği her alanda karşısında bulacağı  Suudi Arabistan liderliğinde Sünni Arap ülkeleri ve Türkiye’nin oluşturduğu, NATO uzantısı bir savunma örgütü inşa ediliyor.

*

Bu paralelde 18 Aralık’ta BM Güvenlik Konseyinin, Suriye’de siyasi diyalog sürecinin başlaması ve ülke genelinde ateşkes ilan edilmesini isteyen, Cenevre Bildirisi ile Viyana toplantılarında alınan kararları teyit eden karar tasarısı,

Esad rejimiyle muhalifler arasındaki 25 Ocak’ta Cenevre’de düzenlemesi beklenen görüşmeler ve süreci  sulandırılmaya çalışılıyor…

*

Bilahare Suriye by-passa alınacak, ardından Sünni Arap ülkeleri ordusunun doğrudan doğruya Şii İran ordusu ile karşı-karşıya kalması durumu yaratılacak, İran’ın hırpalamasına müteakip İsrail  noktayı koyacaktır!

Böylece İsrail’in güvenliği yanında Sünni Arap’ların da güvenliğinin teminata alınmış, bu sırada Rusya Suriye’de tecrit edilmiş olacaktır…

*

Ulusların bir diğer ulusu tecrit etmesinde büyük deneyimleri vardır.

Mesela gelirinin çoğunu dünyanın en büyük 2. üreticisi olduğu petrolden sağlayan İran’a uygulanan tecridin en önemli ayağı, ekonomik işlemlerinin sonlandırılması amacıyla Merkez Bankası işlemlerinin askıya alınmasıydı.

Bu suretle İran’ın aynı zamanda çok sayıda sektörde faaliyet gösteren, ithalatın yarıdan fazlasını ihracaatın tamamına yakınını yaparak en güçlü ekonomik örgütü olan Devrim Muhafızlarından hareketle toplumsal bilinç ve vicdanların körleştirilmesi, bireylerin ve İran ulusunu yalnızlaştırması, inancın- bilincin teslim alınmasıyla düşlerin parçalanması, ulusun fiziki ve psikolojik olarak çökertilerek rejiminin yıkılması hedefleniyordu.

*

Buna rağmen çok eski devlet tecrübesiyle İran tecride farklı yöntemlerle tepki gösterdi.

Devrim Muhafızlar Ordusu yüksek savaş hazırlıklarını geliştirdi.

Nükleer altyapının kilit önemdeki bileşenlerini yoketmek çabasında bulunan NATO saldırısına karşı İran balistik füzeleri ülke genelinde dağıtılarak konuşlandırıldı.

Hava kuvvetlerinde hızlı tepki gösteren yeni birlikler oluşturuldu.

İran kendine uygulanan tecrite karşı ayakta kalabilme güdüsüyle iç anlaşmazlıklarına rağmen birleşti, “İslam Milliyetçiliği” ardından hızla “nükleer milliyetçiliğe” yöneldi.

İran’ın içine düşürülmek istendiği tecridte sarıldığı “Nükleer Milliyetçiliğe”, ne İsrail’in tek başına ne de ABD, İngiltere ve müttefiklerinin askeri bir yöntemle baş etmesi mümkün olmadı.

*

Sonuçta İran nükleer programının barışcıl amaçlar taşıdığını ispat etti.

Birincisi dayatılan yaptırımların ortadan kaldırılması, İran’ın uluslararası enerji piyasalarına ulaşması için işbirliği yapılması,bu suretle İran pazarının Avrupa yararına açılması,hidrokarbon piyasalarında Rusya’nın payının azaltılması,

İkincisi, İsrail-Filistin arasında çevre ülkeleri de kapsar bir barış planı öngörüsü,

İran’ın Ortadoğu’yu, bilhassa İsrail’i ateşe atabilecek bir polita yürütmekden alıkonulması planlanmışken;

Şimdi Rusya’nın Suriye’de tecrit edilmesi senaryosuyla karşı-karşıya kalınmıştır.

O yüzden ABD İran’ın nükleer silahın geliştirilmesini sonlandıran Viyana Anlaşması gereğince uyguladığı yaptırımları kaldırmaya bir türlü yanaşmıyor…

*

Bu sırada Ukrayna krizinde, “Her sistemin gerilme ve dayanma sınırı vardır. Bu sınır aşıldığında da yıkılma ve dağılma kaçınılmazdır” kuralınca  Rusya’ya açılan ekonomik, siyasi ve askeri yaptırım paketleriyle 2016’da  Rus ekonomisi ve politik geleceğinin büyük bozulmalara  uğraması  bekleniyor.

*

Uzmanlar parlamentoda onaylanmış ve petrol fiyatlarının 100 doları geçmesi haline dayandırılan 2016 bütçesinde  bu bozulmanın açıkça  görüldüğünü,

Rusya’nın gerek ekonomi, gerekse siyasi yaşamda aşağıya doğru çakılmayı andırır bir seyir izlemekte olduğuna işaret ediyor…

*

Rusya’da olup biteni herkesin gördüğü ama Devlet Başkanı V.Putin’in yanındakilerin oldukça yetkilendirilmiş güçlü insanlar olsa da, pratikte bu insanların kapasitesiz olduğu, sonuçta denetleyenlerin onlardan daha yetkisiz olduğu için devletin çalışamaz hale geldiği ve devletin bürokratik bir oligarşi elinde tüketilmekte olduğu fikri geliştiriyor.

*

Mesela Rusya anayasasında uluslararası hukuka uyulması gerektiğine dair mevcut maddeler değiştirilmek isteniyor.

Halbuki oligarşik yapının kendilerince uluslararası hukuku saymayacakları ancak bu durumda uluslararası hukukun çoktan onları saymayacağının fark edemediklerinden bahsediliyor.

Rağmen Rusya’da bazı küçük muhalif sesler yükseliyor ama bu seslerin daha çok ekonomik şikayetlerle ilgili olduğu,hiç birinin politik açıklama düzeyinde olmadığına dikkat çekiliyor..

Rusya’da sıranın her şeyin bedelini ödemeye geldiğinin altı çiziliyor.

Ve Rusya giderek nükleer milliyetçi kesiliyor.

*

Türkiye’de de değişik bir tecrit biçimi uygulanıyor.

Recep Tayyip Erdoğan kuvvetleri bir Kurtuluş Savaşı birikiminde Türk Milletinin hiç bir soy, din, mezhep, konum ayrımcılığı içermeyen bağımsızlıkçı, antiemperyalist ve çağdaş karakterli Cumhuriyet Devletinin idealist taahhütlerini birer birer tasfiye etmiştir.

Şimdi yeni bir anayasa ile Başkanlık sistemi ya da yeni Osmanlıcılığın saltanatını,ardından hilafetini  istiyor.

*

Bu suretle Erdoğan; bir Kurtuluş Savaşı muzafferlerinin saltanattan ve muhatabı ülkelerden koparıp aldığı, uluslararası hukuk temelli Lozan Anlaşmasıyla hak kazandığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin köküne kibrit suyu döküyor.

Erdoğan ve şürekası Türkiye Cumhuriyet Devleti’ni hukuken,zaten Türk halkını da ekonomik olarak tecrit etmektedir.

Ama yeni Osmanlı’nın uluslararası hukukta hiçbir  temeli bulunmuyor…

Ahmet Kılıçaslan Aytar

10.1.2016

Bülent Esinoğlu; ‘sol kendine dönecektir’

Bülent ESİNOĞLU

Kapitalizmin Kıyamet Makinası “Para üzerinden daha fazla para yaratma” sitemi, hızla kent yoksulları üretirken, kapitalizm bir krizden çıkıp diğer krize girerken, sol neden örgütlenemez ve halkların umudu olamaz?

Bu durumu, sadece, sermaye elitlerinin, kapitalizmi koruyup kollamada, aldığı tedbirlere bağlamak olası mıdır?

Acaba tek neden egemen sınıfların baskıları nedeniyle mi sol her geçen gün küçülüyor?

Elbette hayır.

Egemen sınıfların baskılarını yadsımak elbette mümkün değil.

Yetmiş yaşındayım. Dünyadaki ve Türkiye’deki sol hareketleri takip edip inceledim. Vardığım bir sonuç var.

Ayağını yaşadığı topraklara basmayan hiçbir düşünce hareketi başarıl olamaz. Sol da başarılı olamaz.

Başarılı olmuş sol hareketlere baktığımızda, ayağını vatan toprağına basan sol hareketlerin, eninde sonunda, başarısını, tarihin sayfalarında görürüz.

Mesela, Kurtuluş Savaşı milli içerikli sol bir mücadeledir. Bir hareketin adının sol olmasını belirten tek ölçek vardır. O da hareketin halktan yana mı, yoksa halka karşımı olduğu ölçüsüdür.

Emperyalizme karşı olan her hareket soldur, millidir.

Dünya genelinde temel stratejik hata; “sınıfsız sınıf mücadelesi” vermektir.

Türkiyemize baktığımızda iki temel strateji hatası görürüz.

Birincisi vatansız, vatanı esas almayan, ortada örgütlü bir sınıf yokken, sınıf mücadelesi vermek.

İkincisi ise; özgüvenini PKK’nın özgüveni ile bütünleştiren sol hareketler.

Daha çıplak söylesek, PKK hareketi ile bütünleşmeyi sol hareket sanmak. Yani vatan toprağından koparak siyaset yapmak.

Amerika’nın doğrudan PKK’yı destekliyor olması, kendini solda sanan birçok insanı, Amerika ile birlik olma konumuna düşürmüştür.

PKK terör örgütü üzerine, devletin ordusu karalılıkla gidince, yani özgüveni olmayan ve PKK’nın kuyruğunda siyaset yapan sol örgütler boşlukta kaldı.

Seçimlerde, HDP’ye oy veren, kendini solda sanan birçok kişinin, yeni bir farkındalık içinde olduğuna şahit oluyoruz.

PKK’nın bir güç olmadığı, emperyalizmin işbirlikçilerince şişirilmiş bir balon olduğu ortaya çıktıkça, PKK’nın etki alanında siyaset yapan çok sayıda solcunun oradan kopacağı açıktır.

Böyle baktığımızda, birçok sivil toplum kuruluşunda, daha aklı başında sol örgütlenmeler olacaktır. Emperyalizmin uzantısı olan FETO’yu savunmayı solculuk sanan kişiler de, eninde sonunda farkına varacaklardır.

Sol’un içinde PKK virüsü temizlenir mi derseniz. Hayır, tümden temizlenmez. Ancak Türkiye’nin kendine özgü solu yolunda adımlar atılmış olur.

Türkiyemiz her bakımdan bir doğum sancısı içindedir.

Ekonomisinin çoğunu Asya ile bütünleştirmiş* olan Türkiye’nin, Atlantik’ten hiç bir çıkarı yoktur. Atlantik’te boğulan Türkiye, aslında Asya coğrafyasındadır. Asya’ya yöneldikçe ülkemiz nefes alacaktır.

*En büyük ticaret ortağımız ve enerji güvenliğimiz Asya’dadır. Çin, Rusya ve Almanya’dır. NATO Gladyosuyla, içerde bütünleştiği gerici güçlerle,  sadece Türk halkına karşı, emperyalist bir engeldir.

 

BÜLENT ESİNOĞLU

9.1. 2016,