‘Hem suçlu,hem güçlü’

 

“HEM SUÇLU, HEM GÜÇLÜ…”

Bir deyim bu! Dilimizde çok var böyle hem birinci hem ikinci bölümleri “hem” le başlayan deyimler, örneğin:

Hem kaçar, hem davul çalar.

Hem kel, hem fodul.

Hem nalına, hem mıhına.

Hem suçlu, hem güçlü.

Hem şamdan paklandı, hem pilav yağlandı.

Hem ziyaret, hem ticaret…

Gibi…

“Hem…hem…”

Elbet buradaki her deyimin kendine göre, durumu açıklayan ya da kişiyi sıfatlandıran  değişik anlamları da var. Kimi hayrına, kimi şerrine…Ama hepsi de birer halk deyimi. Ve aynı zamanda  Kenan Evren tarafından zorbalıkla kapatılan Atatürk’ün kurduğu “Türk Dil Kurumu”nun tam onbir yıl genel yazmanlığını yapmış, çok kitaplı, çok saygın, çok kültürlü, çok yurtsever ve de çok rahmetli Ömer Asım Aksoy’un   DEYİMLER SÖZLÜĞÜ adlı kitabının 771’nci sayfasında TÜRKÇE’ye tapuladığı birer anlatım zenginliği…Ayrıca dilimize pelesenk oluşları da önemli özelliklerinden birini oluşturuyor… Hele içlerinden biri var ki hem çok pervasız  ve hem de çok saldırgan… Ve de halen,

  • “Hem suçlu, hem güçlü!”

namıyla anılmaktadır! Anlamı da şu:

  • “Suçlu olduğu halde suçsuz gibi davranan, dahası, karşısındakini suçlamaya

yeltenen.” (biri!)

(Belki de bir zamane soysuzu, yahut siyasal bir yobaz!)

Ayrıca, şunun da altını çizelim ki, birinci bölümünü es geçsek bile, hani  zat-ül muhteremin biri dara düşmüştür de çıkış yolunu “suçunu”  inkar etmekte aramaktadır!… Ve biz de bir saniyeliğine haydi öyle olsun diyeduralım!  Ya peki ikinci bölüm? Çünkü aynı zat orada “güçlü” olma sevdasına da kapılmıştır ve de bu yüzden başkalarını suçlamaya “yeltenmektedir.” Meydanı çok mu boş bulmuştur , bilinmez.

Ayrıca, deyimin birinci bölümü de apaçık. Yani, önce “suçlu” bir kimlik var karşımızda!

Üstelik bu “kimlik”  öyle ot başında da büyümemiştir. Hele soysuzluk ile yolsuzluk gibi kirli mıntıkalarda  türemiş yobaz bir diktatör kimliği ise, sözünü ettiğimiz kimlik, o zaman hiçbir otun başında da büyüyemez.

Yani hem kendi girişimi ve hem de destekçileri olacak ki nemalanabilsin!

Zaten bilim adamlarımızca fotoğrafı da – iki aşamalı olarak –  bu biçimiyle çekilmiştir:  Önce, o zat-ül muhterem  çıkmalı ortaya ve üstü örtülü, hatta politik gevelemeler içinde de olsa, her şey, her birim ve de her zaman bana bağlı olmalı ve benim  buyruğum olmadan yaprak bile kımıldamamalı diyecek… yahut, ”İtiraz edenlere ölüm!”…Ardından, O’na bağlı ve tamamı çıkarcı çevrelerde türeyen, yandaş- yalaka taife eliyle de, “çok yaşa, bin yaşa…allah seni başımızdan eksik etmsin!” yaveleriyle ortalık sus-pus edilecek…

Ki, mis gibi yobaz bir diktatör oluşabilsin!

E ama, (diyeceksiniz);

  • “ Öyle çerden-çöpten inşa edilmiş diktatörlüğün ömrü ne ola?”
  • “Allah bilir!”

Tabi bir iç ses de  içten içe homurdanıyordur aynı zamanda:

  • ”Siz siz olun ve de dinden, imandan çıkmayın!”

“Haşa ki, sümme haşa!”

Örnekleri az da değil, hani… Mesela,  çoktan efsane olmuş koskocaman Menderes neydi ki! Ol tiplerden biri! Tipik biri! Dilerseniz O’nu birkaç soruyla açığa bile çıkarabiliriz. Örneğin:

  • Menderes “suçlu” muydu?
  • “Evet, suçluydu, çünkü O, emperyalizme karşı savaşarak kurduğumuz laik ve

bağımsız Cumhuriyetimizin, köklerini bir bir sökerek yıkmağa kalkışmıştı, bu BİR.”

  • Ülkemizin bütün kapılarını yeniden emperyalizmin sömürü ve soygununa açmış ve de yabancı efendiliğine boyun eğmişti, İKİ.?
  • Memleketimizin kültürel yönünü Ortadoğu’ya çevirip Arap gericiliğini baş tacı edinmişti, bu da, ÜÇ.?

Ve de say say bitmez nice belalarıyla bir kara devrin takma yüzlü gülücüğü…

  • Peki, “güçlü” müydü?
  • “Elbet efendim! Lafı mı olur? Bir kere oy desteği yüzde 53,54’lerden okunuyordu

hatırladığım.

Milletin sevgi ve bağlılığı dersen, yüzde binbeşyüzdü!.. Hem güçlü dediğin ne    ki?

Mesela çıkıp Meclisin kürsüsüne, “muhterem millet vekilleri, eğer siz isterseniz         “hilafeti bile geri getirebilirsiniz!” diyebilen güçlü (demokrat!) kimdi? O   “Odunu bile aday göstersem, millet vekili seçilir!” diye böbürlenen kimdi? O!“Ben orduyu yedek subaylarla da idare edebilirim” diye laf savuran kimdi? O!   “Vatan Cephesi” adıyla devlet beslemesi faşizan  örgütü kuran kimdi? O!  Yurdu baştan başa “KUR’AN KURSLARI”yla dolduran kimdi? O!   Ve “Beni millet seçti” demeyi sigorta sanan kimdi? Yine O!  Menderes, Menderes,  Menderes…

  • Peki, “akıbeti” ne olmuştu bu “güçlü” hazretin?

Onu da, İlhan Selçuk’un Menderes’in ardından yazdığı köşe yazılarının birinden, şimdi bile,  okuyabiliriz. Şöyleydi o bölüm:

  • “Beyefendi, ‘odunu bile aday göstersem mebus seçilir’ diyordu, ama ne yazık ki öyle olmadı. Önce o odunlardan bir darağacı yaptılar ve ardından  O beyefendiyi götürüp o darağacına  astılar!”

İşte böyle iken böyledir ol hikaye! Gerçi kimseye ölüm, hele idamlı ölüm dilenmez, ama…Kirliliği  o denli meydandaydı ki! Kimsenin kılı bile kıpırdamamıştı  vallahi…

Peki o;

  • “Yandaş-yalaka taife” nereye gitmişti?”
  • Toz!

Ya;

  • “Sevgi ve bağlılık muhabbetleri?”
  • Havagazı!

Yahut;

  • “Reis beyefendi hazretleri” diye yalvarmaları neye yaramıştı?
  • Hiç! Akıntıya kürek!

O zaman bu olayı biraz didiklemeli değil miyiz?

Örneğin, eğer tarihi halk yapıyorsa ve tarih “…geçmişte neler olupbittiğini araştıran ve inceleyen bir bilim” dalı olarak tanımlanıyorsa, buraya bir mim koyalım. Çünkü buradaki bilim, “Toplumsal gelişmenin genel yasalarını saptayan…” diye başlıyor ve “Yaşam, herşeyden önce yemek, içmek, giyinmek, barınmak vb demektir” diye devam ediyorsa, “üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki”ye parmağımızı basalım! Ve bu çelişkinin derinleştikçe kavgalarla iç savaşları gündeme getireceğini, hatta bölgesel savaşlardan da öte üçüncü dünya savaşına vardıracağını aklımızdan çıkarmayalım!

Ve zaten “tarih” de, temel çelişkileri çözme yönünde, yol gösteren bir sosyal bilim değil miydi?

Gerçi dini bütün şairimiz Mehmet Akif Aksoy, bu tür meseleler için kimi ahlaki çareler de öneriyordu, ve:

  • “Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar

Hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi?”

Diye de soruyordu. Ama o zamanları dinleyen kimdi ve şimdilerde kim? Ya da kapitalist-emperyalist sistemi kıble edinerek DİNİ SİYASETE” süren kimi dinci siyasetçilerimizin o    “tarihi tekerrür” den anladıkları neydi ve  şimdi çıkardıkları “ibret” ne?

Mesela Tayyip Bey!

İstanbul Belediye başkanlığından kalma bir milyarlık yolsuzluk dosyası nerede şimdi? Sümen altında. Ama suç mu bu? Suç!  Peki başbakanlığındaki TSK’yi tasfiye harekatına ne demeli? Sen kalk Başkan Bush’la Oval Ofisinde otur,emirlerini dikte et, sonra gel  savcıları, yargıçları ayarla, özel mahkemeler kur, gizli tanıkları toparla ve ERGENEKON, ODATV, POYRAZKÖY, BALYOZ, ASKERİ CASUSLUK, KOZMİK ODA, DEVRİMCİ KARARGAH ÖRGÜTÜ gibi yüz karası uyduruk davalar aç, Atatürkçü amiralleri, generalleri, subayları, ilerici-devrimci gazetecileri, yazarları, profösörleri, parti başkanlarını…Silivri adlı Özel zindanın tek kişilik hücrelerine kapat, ağır ceza istemli iddianameler hazırlat, ve “ben bu davaların savcıyım” diye intikam tafraları at ve de masum insanların ölümüne yol aç ya da hayatlarını karart, yıllarca çürüt… ama davalar çökünce de, bunlar TSK’ya KUMPAS’tı diye başkalarını suçla…Nedir bunlar? Suç! Ve de Amerika’nın Ortadoğu eş başkanlığı, Suriye hiyaneti, cihad girişimleri, 17-25 Aralık rezaleti, samir gazı ticareti, Musul petroluna saman altı, Işıd muhabbeti, korku imparatorluğu, kaçak saraylar…ve de say say bitmez nice “islamic fascism” dayatmaları…

  • “Peki “güçlü”müdür bu beyefendi? “
  • “Hem de nasıl! Bir kere yüzde 49,5 halen O’na koşuyor! Ve de Mesih hutbeleri

alesta!”

  • “Peki ya akıbeti ne olacak?”
  • “Tarih bilir!”

Ya da, daha iyisi, siz bu yazıyı baştan okuyun:

“HEM SUÇLU, HEM GÜÇLÜ…”

 

Abdullah Nihat Yılmaz

23 Aralık, 2015, Londra.