Mahir Tan ; Yeni Terör

Yeni Terör

Avrupa ve Türkiye yeni bir terör türünün ağır tehdidi altında. Avrupa içindeki Arap azınlık toplumlarının yarattığı ‘yumuşak karın’ nedeniyle terör tehdidi altında kalırken, Türkiye bir yanda Orta-Doğu’nun geçiş yolunda bulunduğu için bir yandan da Cihadi terör örgütleri ile aynı yöntemleri kullanan etnik milliyetçi terörün saldırılarına hedef oluyor. Avrupa’nın göbeği Belçika’da Ve Türkiye’de yaşananlar gerçekte aynı özelliklere sahip ‘yeni terör’ün sonuçları. Bütün sorun bu terörün nasıl önleneceği. Belçika ve Fransa’da edindiğimiz izlenimler ‘bomba teknolojisi ve sivillere saldırı’ biçiminde kendi belli eden yeni tür terörün yakın bir gelecekte ortadan kaldırılmasının olası görülmediği oldu. Belçika’nın başkentinde Havaalanı ve Metro’da gerçekleştirilen bombalı saldırılar bir ölçüde yönetimin zaaflarına bağlanabilirse de, bu tür saldırıların Avrupa’nın hemen her ülkesinde ortaya çıkabileceği görüldü. Ortadaki gerçek şu, Dünya, bombalı intihar saldırılarını karşılayabilecek bir güvenlik anlayışına ve örgütlenmesine sahip değil.

      Canlı Bombalar ile Özel Kuvvetler savaşı

El Kaide terör örgütlenmesinin değişik isimler altında gündeme geldiği son 13 yıldan beri ‘Cihad’ın en gelişmiş biçimi IŞID tarafından uygulanıyor. IŞID örgütünün Suriye ve Irak’ta devlet güçlerine karşı yürüttüğü savaşın yarattığı bir bomba teknoloijisi bugün Türkiye ve Avrupa kentlerinde uygulamaya geçirilmiş durumda. Bu güce karşılık Avrupa’nın Teröre karşı savunma tekniği ise Polis ve Askeri birlikler içinde yetiştirilmiş Özel Harekat Birliklerine ve Devlet İstihbarat Örgütlerine dayanıyor. Geçmişte görülen terör örgütlerine karşı başarılı olabilen güvenlik güçleri ‘intihar eylemine’ cevap verecek araçlara sahip değil. Gerek Avrupa güvenlik  örgütlerinin gerek Türkiye’de  Güneydoğu’da operasyonlar yapan Özel harekat polis ve ordu birliklerinin  esas olarak canlı bomba ve bombalı araç tekniğine dayanan terör örgütlerine karşı başarısı beklenenin çok altında kaldı. Zira intihar bombacılarına karşı özel harekat yada sıradan polis-asker gücü arasında önemli bir fark bulunmuyor. Unutulmaması gereken ilk kez Irak’ta ABD işgal kuvvetlerine karşı kullanılmaya başlayan canlı bomba, yol mayınları ve bombalı araçlar tekniği, bugün Avrupa Kentlerinde,Türkiye’nin Güneydoğu illerinde çok daha gelişmiş yöntemlerle uygulanıyor. Bu tür bir savaşta, önleyicilik, yapanları yakalamak ve bombalara karşı korunma gibi klasik yöntemler artık sonucu değiştirmiyor.

         Teröre meyilli toplumsal kesimleri kuşatmak

Belçika ve Fransa’da son 3 ay içinde meydana gelen terör hareketleri, olaylara kaynaklık etmesi bakımından, bazı toplum kesimlerini işaret ediyor. Avrupa’nın ortasındaki Brüksel-Paris hattında örgütlü Kuzey Afrika kökenli halk içinde son derece etkin bir terör örgütlenmesi var. Bu toplumdan çok sayıda ‘gönüllü’ savaşçı 2003 Yılında Saddam ordusuna destek olmak üzere Bağdat çevresine geldiler. Kendi bilgilenmemize göre; Yüzlerce Fas kökenli Fransa ve Belçika vatandaşı o tarihlerden beri Irak ve Doğu Suriye bölgesinde yaşamaya başladılar. 2014 yılından itibaren IŞID’ın hakimiyet bölgelerine giden Belçika ve Fransa vatandaşlarının sayısı ise 2000 civarında. Kısaca şimdilerde Avrupa’ya dönmüş olan Fas kökenli yaklaşık 1000 kişilik bir terör ordusu Brüksel-Paris hattında yerleşik durumda. Kendi içinde kapalı bir yaşam tarzı sürdüren bu toplum, siyasi ve kültürel açıdan aşiret ve akrabalık bağlarıyla birbirine kenetlenmiş durumda. Paris ve Brüksel olaylarının ardından isimleri ortaya çıkarılan terör şebekesinin önemli bir kısının kardeşler ve yeğenlerden oluştuğu görüldü.   Son 3 ayda Paris ve Brüksel’i kana bulayan terör örgütlenmesini çökertebilmek öncelikle bu toplumsal yapıyı ‘güvenlik kuşatması’ altına almakla mümkündür. Kuşkusuz Terörün ‘Cihadi’ biçimini ortadan kaldırmak nihai anlamda Irak-Suriye-Libya-Yemen gibi ülkelerin bazı bölümlerinde yerleşik hale gelen terör yapılanmalarını ‘fizik olarak’ tasfiye etmekle gerçekleşecektir.

Mahir Tan          LondraPosta-Brüksel-Paris   

 

Türker Ertürk; Halkın ‘Yeni Anayasa’ diye bir talebi yok.

GENÇLİK NE İSTİYOR?

Bizim mahallede yerlere ve duvarlara; “Gençlik Yeni Anayasa istiyor” yazılı küçük afişler yapıştırmışlar. Öğrendim ki, her yerde bunu yapıyorlarmış. Bastırmışlar parayı, halka yönelik toplumsal mühendislik operasyonu yapıyorlar ve kuyruklu yalan söylüyorlar.

Gerçekte, halkın ve gençliğin böyle bir talebi yok. Halk; aş, iş, ucuzluk, barış, güvenlik ve huzur istiyor. Gençlik; eğitimde fırsat eşitliği istiyor, okurken sadaka şeklinde verilmeyen burs istiyor, okulunu bitirince yaşamını onurlu bir şekilde sürdürebilecek iş olanakları istiyor. Ama “Yeni Anayasa” talepleri yok!

“Yeni Anayasa”yı rejim değişikliği peşinde olan emperyalizm ve onunla işbirliği yapan; “Siyasal İslamcı” ve “Yeni Osmanlı” hayali olanlar istiyor. Amaç; çağımızın akılcı ve bilimsel düşünce sisteminin ürünü olan, ‘Ulus Devlet ve Ulusal Kimliği’ yani Cumhuriyetimizin kurucu ideolojisini yıkmak ve yerine Ortaçağın aklını egemen kılmaktır. Ortaçağın aklı ile çağımızın sorunları çözülmez, huzur ve barış asla sağlanamaz.

Ayrıca, Erdoğan da “Yeni Anayasa” peşinde. Amacı, “Başkanlık Sistemi”. Her gün şehit haberleri gelirken, ülkemiz ve bölgemiz alev alev yanarken, bombalar patlarken, kafalar, kollar ve bacaklar parçalanarak etrafa saçılırken, halk korku ve endişe içindeyken, yani biz can derdindeyken, bunlar siyasi ikballeri peşindeler.

“Yeni Anayasa” girişimine karşı mücadele etmek; ahlakın, şerefin, haysiyetin, kadına karşı şiddete dur demenin, kadının cinselliği üzerinden çağdışı ahlak anlayışına set çekmenin, aklın, antiemperyalist ruhun ve yurtseverliğin gereğidir.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

Paris ve Brüksel ayni ekibin işi

             BRÜKSEL- 1

Brüksel’de Havaalanı ve Metroda patalayn üç bombanın öldürdüğü 34 masum insanın tüm ağırlığı Belçika’nın başkentinin üzerine çökmüş. Kentin ağılıklı olarak Belçikalılar ve Avrupa Birliği bürokrasisinin yaşadığı merkez semtleri tam bir ölüm sessizliği içinde. Daha çok yabancıları yaşadığı Molenbeek ve Türklerin çoğunluğu oluşturduğu Schaerbeek semtlerinde yaşam normale yakın bir biçimde sürüyor.

Paris saldırısı sonrası iyi değerlendirilmemiş

23 Mart günü,Brüksel’e Fransa’dan kara yolu ile geliParis saldırısı sonrası iyi değerlendirilmemiş;şimizde hiç ama hiç bir polis-jandarma kontrolünden geçmeyişimiz 22 Mart günü 34 kişinin öldüğü bir saldırının yaşandığı bir ülke için en çok dikkatimizi çeken yön oldu. Belçika’ya ve Brüksel’e girdiğinizi sokak yazılarından ve yol işaretlerinden anlıyorsunuz. Oysa ülke insanları bir yandan can kayıpları dolayısıyla bir yandan da gelecek günlerin endişesi ile kan ağlıyor. Kentte konuştuğumuz Belçikalıların büyük çoğunluğu  önümüzdeki günlerde yeni saldırılar olabileceği korkusu içinde.İşin kötüsü Belçika Güvenlik güçlerinin yeni bir saldırıyı önleyebilecek istihbarat ve önleyici tedbir olanaklarına sahip olduğuna kimse inanmıyor. Bu nedenle IŞID saldırıları sonrasındaki iki gün boyunca halk sokaklara çıkmama ve kara yoluyla ülkeyi terk ederek Avrupa’nın Kuzeyine doğru seyahat etmeyi ya da Brüksel’den geçici bir süre için bile olsa ayrılmayı tercih ediyor.

Gıyabi Cenaze namazları ;

Brüksel’in Türk mahallesi Scaherbeek ve Faslıların yaşadığı Molenbeek semtlerinde konuştuğumuz hemen herkes; Belçika polisinin Paris Saldırısı sonrasındaki üç aylık dönemde ‘kuşkulanılan toplumsal kesimler’ üzerinde ciddi bir çalışma yürütemediği görüşünde. Brüksel saldırısı gerçekleştiren 3 terörist ve ardındaki daha geniş yardımcı şebekesinin büyük ölçüde Brüksel’in Molenbeek semti ahalisi için tanıdık tipler olduklarını  söyleyen Molenbeek sakinleri ‘hepimiz töhmet altındayız ve bizi karanlık bir geleceğin beklediğini biliyoruz’ dediler.

Brüksel’in Molenbeek semtinde yaşayan Fas kökenli bir Belçika vatandaşı; ‘polis Paris saldırısında ölen teröristler için Molenbeek camilerinde kılınan ‘gıyabi cenaze’ namazlarına gelenleri bile takip altına alsaydı, Brüksel saldırısı önlenebilirdi. Zira ben şimdi isimleri açıklanan iki kişiyi bu namazlarda gördüm. Benim gördüğümü polis nasıl görmez ?’ dedi.

Güvence için ‘Türk Bayrağı

‘Paris ve Brüksel saldırılarının arkasında yaklaşık 100 kişilik bir terörist grubu var. IŞID Bağlantılı ancak bağımsız bir yapıya sahip olan bu şebekenin ana gövdesi ‘halen’ Brüksel’in Molenbeek semtinde. Zira ölenlerin yada yakalanların kardeşleri,yeğenleri ve aile üyeleri burada yaşıyor. Bir Gurup Fas asıllı Molenbeek sakini röportaj için giden gazetecileri kabul etmiyor  ve kesinlikle bilgi vermiyor. Ayni bölgede kurulu bazı Türk işyerleri sahipleri ise ‘isim verilmemesi kaydıyla’ bazı bilgileri aktarıyorlar. Molenbeek’te esnafa toptan gıda malzemesi dağıtımı yapan büyük bir Türk işyerinin sahipleri; ‘Bu semt sakinleri için hem Paris,hem de Brüksel saldırılarının failleri ‘tanıdık’ kişiler. Bölgede halen güçlü bir yapı bulunuyor. Biz binanın önündeki Türk bayrağı ve Molenbeek spor kulübünün bayrağını bu nedenle astık. Bunu bize, müşterilerimiz olan Molenbeek esnafı tavsiye etti’  dediler.

 Mahir Tan     Londraposta   BRÜKLSEL

 

 

Türker Ertürk; ‘eski oyunun devamı..’

BRÜKSEL SALDIRISI

Bu seferki terör saldırısı; Avrupa Birliği’nin (AB) başkenti Brüksel’de yaşandı.  Saldırılar, üç ayrı noktada gerçekleştirildi. İkisi Brüksel Havalimanı’nda, üçüncüsü ise bir metro istasyonunda. Toplam 34 insanın yaşamını kaybettiği bu saldırılarda, 200 de yaralı var. Belçika Federal Savcısı’nın açıklamasına göre, intihar saldırısı şeklinde yapılan bu saldırıları Belçika Başbakanı Charles Michel; “Kör, vahşi ve korkakça” olarak tanımladı ve “Belçika için kara bir gün” dedi. IŞİD’in üstlendiği saldırılardan sonra, Belçika’da 3 günlük yas ilan edildi.

Kınamak Yetmez

Geçtiğimiz yıl 13 Kasım’da, Fransa’nın başkenti Paris’te yapılan saldırının üzerinden henüz 4 ay geçmişti. Paris saldırısından sonra; tüm Avrupa’da güvenlik alarmı verilmişti ve Fransa’da, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ilk defa olağanüstü hal ilan edilmiş, asker sokağa inmiş ve şimdi Belçika’da olduğu gibi, 3 günlük yas ilan edilmişti. Paris saldırısının da sorumluluğunu IŞİD üstlenmişti.

En büyük insanlık suçlarından birisi olan terörü lanetlemek ve kınamak, tek başına yetmez. Eğer terör konusunda aynı dili konuşmuyorsak, terörist dediğimizde aynı şey aklımıza gelmiyorsa ve nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, hangi amaca hizmet ederse etsin, teröre karşı tavır almıyorsanız, samimi değilsiniz demektir.

İslami Fanatizm

Daha somut ifade etmek gerekirse; siz Suriye’de Esad’ı devirebilmek için teröre yardım ve yataklık yaptıysanız, terör ateşine odun taşıdıysanız, sizin terörden şikayet etmeye hakkınız yok demektir.

Ne yazık ki; özellikle emperyalist devletler, kendi politik hedef ve amaçlarına ulaşmak için terörizmi desteklemekte ve silah olarak kullanmaktadırlar. Ayrıca; Irak ve Suriye coğrafyası, terörist yetiştiren verimli topraklar haline gelmiştir. Emperyalist çıkarlar uğruna, bu ülkelerin merkezî hükümetleri zayıflatılmıştır. IŞİD; yaratılan bu iklimde doğmuş, büyümesine ve gelişmesine, merkezi hükümetlere karşı enstrüman olarak kullanabilmek için destek verilmiştir.

Paris ve Brüksel saldırılarının arkasında, İslami fanatizmin son model örneklerinden biri olan IŞİD’in olduğu, doğrudur. Ama onların da arkasında, kimin veya kimlerin olup olmadığından emin misiniz?

El Kaide’yi ve IŞİD’i Aşar

Çağımızda savaşlar; politik ve ideolojik ayrılıkların ve çatışmaların değil, kültürel ve dinsel fay hatlarının üzerine inşa edilmektedir. Çatışmaların yaygınlaştırılması, sürekli hale getirilmesi, vekaleten yapılması, terörizmin politik hedeflere ulaşmak için bir silah olarak kullanılması, günümüz savaşlarının en belirgin özellikleridir.

11 Eylül 2001’de Amerika’da, geçen yıl Paris’te, şimdi de Brüksel’de yapılan saldırılar; taktik seviyede terör saldırısıdır ama stratejik seviyede Ortadoğu’ya müdahale edebilmenin, Batı’da geniş halk kesimlerinin desteğini alabilmenin ve dünyayı şekillendirebilmek için güç kullanabilmenin önünü açmaktadır. Bu nedenle bu işler; tetiğin arkasında olsalar bile, El Kaide’yi ve IŞİD’i aşar!

Aynı Filmin Devamı mı?

İslami fanatizm örneği bu tip saldırlar arttıkça, Avrupa’da ve Batı’da İslam ve Müslüman düşmanlığı artıyor. İnsanın aklına gelmiyor değil; ABD’de Cumhuriyetçi Parti başkan adayları arasında başı çeken Donald Trump’ın İslam karşıtı sözlerinin arkası mı dolduruluyor?” diye. Yoksa; Samuel Hungtington’ın “The Clash of Civilization” (Medeniyetler Çatışması) teziyle ortaya koyduğu çatışmanın yol taşları mı döşeniyor?

IŞİD dahil, çeşitli adlarda pıtrak gibi çoğalarak, dünyaya yayılan İslami terör örgütlerinin anası sayılan El Kaide’nin; Afganistan’da, Sovyetler Birliği’ne karşı kullanabilmek için ABD tarafından kurulduğunu, desteklendiğini ve ideolojik formasyonunun kurgulandığını çok net olarak biliyoruz. O örgüt; bumerang misali döndü ve 2001’de Amerika’yı vurdu veya vurmasına imkan tanındı. Bu yaşadıklarımız, aynı filmin devamı mı acaba?

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

Ahmet Kılıçaslan Aytar; ‘bir suç baronu ile temsil edilmek’

ULUSLARARASI BİR SUÇ BARONU İLE TEMSİL EDİLMEK

Bu hafta Suriye’de 250 bin insanın yaşamına mâlolan, 5 milyon insanı sığınmacıya dönüştüren, ülkenin bütün alt yapısını çökerten savaşın beşinci yıldönümüdür.

Nihayet Başkan Obama yönetiminin bu savaşı Amerikan halkına bir insani müdahale olarak satma girişimlerinin bütünüyle başarısız olduğu anlaşılmıştır.

Şimdi Rusya’nın girişimi ile Suriye İç Savaşı’nın siyasi çözümüne ilişkin Cenevre Görüşmeleri;

Dünyanın bir kez daha böyle bir katliam,saldırı ve yağma ile karşılaşmamasını,

Ya? Savaş suçları işleyen rejim kadar muhalif tarafların, teröristlerin ve destekleyen ülkelerin paylarını üstlenmelerini: suçların esaslı bir biçimde kategorize edilmesini: bu sistematik hukukun BM’de yeni bir dünya statüsüne yol açmasını öngörüy

Türkiye ise Suriye’de ve Irak’ta radikal örgütleri silahlandırıp yönlendirmek ve savaşa salmak: diğer bir devletin iç işlerine müdahale etmek: başka bir devlet sınırları içinde iç savaş çıkarmak: insan hakları saygılı olmamak: barışı tehdit edici davranışlardan uzak durmamak: hukuku ihlal edenlerle yardımlaşmak fiilleriyle itham ediliyor.

Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan Suriye’de yaşanmakta olan insani durumu ahlâksız bir ticarete dönüştürmekle suçlanıyor…

Rusya, İŞİD terör örgütünün Suriye ve Irak’ta yasal sahiplerinden çaldığı petrolün ana tüketicisinin Türkiye olduğunu: IŞİD’in petrolü Türkiye’de iki limana gönderdiğini: bir kısmının depolandığını: bir kısmının kaçak rafinerilerde işlendiğini: Kerkük – Yumurtalık boru hattından gelen petrolün şaibeli olduğunu: Bu yasa dışı ticarete Türkiye’nin üst düzey siyasi yönetim kadrosu ile Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ailesinin karıştığını belgelediğini açıklamıştır.

Rusya bu belgeler ve IŞİD’in mali kaynaklarının açıklayan belgeleri,IŞİD çetesinin listesini de terörün finansmanına yönelik karapara aklama faaliyetleriyle mücadele eden Mali Eylem Görev Grubu’na (Financial Action Task Force -FATF ) vermiştir.

Erdoğan’ın ve IŞİD’in başta petrol, petrol ürünleri ve tarihi eserler kaçakçılığından sağladıkları mali kaynakların masaya yatırılmasını,

Bu yönde yeni bir standart belirlenmesini ve bu kararın da öncelikle BM Güvenlik Konseyi’ne sunulmasını istiyor.

Özellikle sanayileşme ve büyüme ile birlikte tüketimi artan petrol fiyatları Ortadoğu ülkelerinin çoğunlukta bulunduğu bir kartel (OPEC) tarafından belirleniyor.

Bu olgu, farklı ekonomik ve kültürel yapılardaki ülkeleri birbirine bağımlı hale getirmektedir.

Bu yüzden her ülkenin yurt içi ve yurt dışı kaynaklardan temin ettiği petrolün doğrudan veya işlenerek güvenli ve ekonomik olarak rekabet ortamı içerisinde kullanıcılara sunumuna ilişkin piyasa faaliyetlerini uluslararası mekanizmaların belirlediği şeffaflıkta, eşitlikçilikle ve istikrarlı biçimde sürdürülmesi için düzenlenmiş yönlendirme, gözetim ve denetim faaliyetlerine uyması gerekiyor.

İşte İran; yaptırımların ardından dünyanın diğer ülkeleriyle türlü ekonomik münasebetlerini geliştirebilmek için gerekli ekonomik işbirliği programlarını düzenliyor.

Bu kalemden olmak üzere yıllarca İran’a uygulanan BM ambargosunu deldiğini itiraf eden,

“İran Merkez Bankası’na ve İran Ulusal Petrol Şirketi’ne uygulanan ambargoya rağmen buralara yıllarca para aktardım. Ambargoyu delerek kendi şirketlerimin ve yurtdışında ortaklığım bulunan şirketlerin kara listeye alınmasını göze aldım. Eğer Amerikalıların eline düşseydim kendimi Guantanamo’da bulurdum” diyen iş adamı Babek Zencani’ye, devleti dolandırma suçlamasıyla idam cezası verildiğini duyuruyor…

Zencani’nin yargılandığı davada savcı, Zencani’nin İran dışındaki kara para aklama faaliyetlerine dikkat çekmiş ve Türkiye’de de para ticareti ve bankacılık faaliyetlerinde bulunduğunu vurgulamıştır.

Zencani’nin ismi Azeri asıllı iş adamı Reza Zarraf ile anılıyordu.

Gümrük ve Ticaret Bakanlığı müfettişlerinin hazırladığı bir raporda bu ikili arasındaki ilişkiler ortaya çıkarılmıştı ki;Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki bir dizi şirketin sahibi ve işletmecisi olarak tanınan Reza Zarraf’ın;ABD’ye karşı dolandırıcılık: Uluslararası Acil Ekonomik Güç Yasası’nı ihlâl etmek (ABD’ye maruz kaldığı herhangi bir olağanüstü tehdide karşı ulusal acil durum ilanı ve sonrasında karşılıklı ticareti düzenleyen yasa): Bankacılık sistemine karşı dolandırıcılık: Para aklama iddialarıyla Miami’de tutuklandığı haberleri geçiyor.

Akıllara 2013 son günlerinde yaşanan o günün Başbakanı Erdoğan ve Fethullah Gülen arasındaki dalaşma geliyor.

Yazılan ve söylenilenlere göre aralarında iş adamları, banka müdürleri, belediye başkanları, bakan çocuklarının da bulunduğu bir organize suç örgütü Türkiye hükümeti ile birlikteydi.

BM Güvenlik Konseyinin nükleer programından vazgeçmesi, aksi halde gelirinin çoğunu petrolden sağlayan İran’ın merkez bankaları ile işlemlerinin askıya alınmasıyla fiziki ve psikolojik olarak çökertilmesini öngören kararını by-pass ediyorlardı…

Nasıl? Reza Zarraf’ın önemli rol oynadığı suç organizasyonunda hükümet, İstanbul’da bazı arazileri usulsüz olarak imara açıyor,

Kazanılan milyonlarca liralık rantın bir bölümü örgüt tarafından iç edilirken, diğer bölümü aklanıp dövize ve altına çevrildikten sonra İran’da Babek Zencani vasıtasıyla doğal gaz ve hampetrol ithalinde kullanıyordu.

Şimdi, ABD’nin Reza Zarraf’a yönelttiği suçların hepsi Türkiye’de ve hükümetin bilgisi dahilinde işlenmişti.

Yaygın kanaate göre o günün Başbakanı Erdoğan bazı belge, ifade ve ilişkilerin deşifre olması halinde soruşturmanın oğullarına ve kendisine ulaşabileceği ihtimaline karşı tedbirler aldı.

Ortada çok büyük yolsuzluk,rüşvet iddiaları ve bununla ilgili bir soruşturma varken, soruşturmanın yasalara ve hukuka uygun biçimde yürütülmesini önlemek ve olayın üstünü örtmek için elinden geleni yaptı.

Halbuki Rusya’nın girişimi ile Suriye İç Savaşı’nın siyasi çözümüne ilişkin Cenevre Görüşmeleri;

Arka planda ABD’nin küresel, Rusya ve Çin’in bölgesel liderler olarak 3.Dünya Savaşına yol açmadan Suriye’de iç savaşın yayılma olasılığının önüne geçilmesini: Ortadoğu ülkelerinin kendi ekonomik ve demokratik kriterlerinde olgunlaşmasını: ekonomilerinin bağlı olduğu petrol ve gaz akışının Hürmüz Boğazı ve Doğu Akdeniz su yollarından serbest olarak yapılmasını; bütün bunların uluslararası hukuk çerçevesinde şeffaflık, eşitlikçilik ve istikrarlı biçimde sürdürülmesini öngörüyor.

Bu büyük ülkelerin küresel barış, istikrar ve gelişmeye katkı sağlaması iddiasıdır.

Öncelikle BM merkezinden yenilenmiş bir Uluslararası Hukuk sistematiğinin küresel sistem ağlarına yansıtılması gerekiyor.

Böyle bir dünyada, bir suç örgütünün İran’daki ortağı Babek Zencani’ye verilen idam cezasının, Türkiye ayağında yeralan Reza Zarraf’a ve büyük suç baronu rolünde Erdoğan’a  yansımasından kaçınmak mümkün değildir.

Ya Erdoğan’a Suriye ve Irak’taki faaliyetlerinden dolayı atılı suçlar?

“Şuyu vukuundan beter” bir noktada, uluslararası bir suç baronu olduğu iddia edilen Erdoğan’ın Türkiye’yi temsil etmesi bu millete yakışmıyor.

Hele ki bu baronun cezalandırılması ya da aklanması şerefini ABD, Rusya, İran gibi ülkelere bırakmanın asla ahlakî  bir yanı bulunmuyor…

Doğru’nun Hak’kı Yanlış’ın Boynuna…

AHMET KILIÇASLAN AYTAR

24.3.2016

Abdullah Nihat Yılmaz; ‘Çanakkale ne idi,ne değildi’ (1)

ÖNCE ÇANAKKALE DİRENİŞİMİZ

ARDINDAN KURTULUŞ SAVAŞIMIZ

VE DE HOŞGELDİN BAĞIMSIZ CUMHURİYETİMİZ…

Özünde ilk ikisi de Savaştı bunların. İkisi de can almış, kan dökmüş…ikisi de açlık, yoksulluk, öksüzlük, salgın hastalıklar ve perişanlıklar getirmiştir…Ve ikisi de savunmaya dönük birer var olma savaşı olmuşlardı… Ve de bu kimlikleriyle gelip yazımızın başlığına oturmuşlardır: İlki Çanakkale DİRENİŞİ, 1915/1916….İkincisi, Kurtuluş SAVAŞIMIZ, 1919/1923. Ardarda ve iç içeydi bunlar… Ve, diyebiliriz ki, bu savaşların muhkem birer bağları da vardı biribirileriyle… hem o kadar çoktu ki, “Çanakkale” denince  hemen ardından  “savaş” dökülüyordu ve halen de dökülüyor ağızlarımızdan!  Şimdilerde sadece biliyor da değiliz olayları, yaşıyoruz da aynı zamanda… bu savaşların sıcaklığı toplumsal yaşamımızdan silinmiştir diyebilecek bir babayiğit ise henüz anasının karnından doğmamıştır. Oysa, yine de  bazan, “Çanakkale savaşı”  deyip çıkıyoruz işin içinden!

Oysa her kent böyle Çanakkale gibi mi? Her kent savaşı mı çağrıştırıyor? Mesela Londra çağrıştırıyor mu herhangi bir savaşı?.. Sivas, Muğla, Tiflis, Rabat, Moskova, Paris, Miami,Lusaka, Santa Cruz, Los Angelos, Pekin, Elazığ, Giresun, vb … hemen aklımıza “savaş”ı mı getiriyor, “savaşı” mı çağrıştırıyorlar?

O zaman  az önce sözünü ettiğimiz o “muhkem bağlar” ın neler olabileceğini soruşturmamız  gerekecek: Ne idiler?, ne oldular?

Önce tarih baba adına konuştuğunu söyleyen o malum kişiye  soralım bu bizim meseleyi, bakalım ne diyecek!

Sorumuz şu:

  • “Çanakkale Savaşı nedir?

Aldığımız yanıt ise, aynen şöyle:

  •     “Çanakkale Savaşı, Birinci Dünya Saşaşı sırasında 1915/16 yılları arasında Gelibolu

Yarımadasında Osmanlı Devleti ile İTİLAF devletleri arasında DENİZ ve KARA

muherebeleridir. İTİLAF Devleri’nce Osmanlı Devletinin başkenti konumundaki

İstanbul’u alarak boğazların kontrolünü ele geçirmek, Rusya’yla güvenli bir tarım ve

askeri  ticaret yolu açmak, Alman müttefiklerinden birini savaş dışı bırakarak

İTTİFAK Devletlerini zayıflatmak amacı ile açılan cephedir.”

Gerçek mi bu yanıtı? Evet, gerçek!  Peki doğru mu????….  Bu sefer işler çatallaşacak tabitıyla! Hem, nasıl doğru olacak ki? Yani haktan hukuktan yana, insandan, insanliktan yana olan, hatta olabilicek olan herhangi bir yönü mü var ki doğru olsun?…   Sen kalk adın “İtilaf devletleri” değil de, ne olursan ol, topraklarımı işgal, hatta ilhak etmeğe giriş, ülkemin bağımsızlığına, halkımın valığına, malına, mülküne ve geleceğine el koy, keyfine uygun sömürü soygun sistemini yerleştir ve de paşa paşa keyfini sürdür!  Elbet, Ülkem bağımlı, halkım köle olmuş, sana ne umur!  Peki reva mı bu zulüm? Yani altta kalanı kurtlar yesin, öyle mi?

Yok böyle bir şey…Olamaz, olmamalı ve de kabul edilemez, etmemeliyiz de…  Çünkü tek sözcükle: Baştan sona  zorbalıktır, haksızlıktır bu türden girişimler.

Ve temel görev, elbet bu haksızlığa karşı savaşmak olacaktır ve de olmaktadır mecburen. İnsanca yaşamak  için…Yani halkları sömürü ve soygundan korumak ve de insanlığı sömürücü düzenlerden bütünüyle kurtarmak, sömürüsüz savaşsız bir dünya düzenini kurmak için…

Demek ki, ortalama bir “savaş” olmaz, yoktur da. Ya HAKLIDIR, ya da HAKSIZDIR, savaşlar…Ve işte başta sözünü ettiğimiz “Direniş”in ve “Kurtuluş Savaşı” mızın da özü de bu alandadır: HAKLIYDI ve HALEN DE HAKLIDIR…Ta ki. Sonsuza dek…

Ancak görüldüğü ve yaşandığı gibi çağımızda haksız savaşların sonu henüz gelmiş değildir.  Çünkü bu haksız saldırganlığın tek kaynağı olan kapitalizm – ağır yaralı da olsa – henüz ayaktadır. Yani kapitalizm, yani sermayenin ulusal ve uluslararası düzeni, kendi  varlık şartı olan sömürüyü, insanların ezici çoğunluğunu işsiz, aç, açık, çıplak ve perişan edip ölüme terkederek, sürdürüyor. Üstelik, 1870’lerden başlayarak büyüye, genişleye, tekelleşe 1900’lu yılların başında “tekelci kapitalizm”e, ya da  diğer yaygın adıyla emperyalizme, yani bir üst ve son aşamasına da ulaşmıştır. Bu, beş hortumlu bir canavar demektir.  Ya da, Mehmet Akif Ersoy’un tanımladığı, “Tek dişi kalmış canavar!”

( Bu arada,Dünyada emperyalist saldırganlara karşı ilk kurtuluş savaşını başlatıp ulusal kurtuluşunu sağlayan  bağımsız ulusun Türkiye olduğunu hiç ama hiç unutmayalım.)

İşte, dünyanın bu durumu ile kapitalizmin gelişmesini, 1917 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği devriminin fiili öncüsü ve halen dünyadaki emekten yana anti-empeyalist devrimlerin de manevi liderlerinden Vladimir İlyiç LENİN, 1916 yılında yayınladığı “Kapitaizmin En Yüksek Aşaması, EMPERYALİZM”  adlı kitabıyla bilimsel planda çözümlemiştir. Ve de diyor ki, kitabının özünün özünde, EMPERYALİZM:

“1. Üretimin yoğunlaşarak tekelleştiği,

  1. Banka ve sanayi sermayesinin birleşerek oligarşileştiği,
  2. Mamül madde yanında ve ondan da önemli olarak sermaye ihracının başladığı,
  3. Dünyanın büyük tekeller arasında paylaşıldığı,
  4. Ve, dünyanın emperyalist ülkeler arasında yeniden paylaşılmasının yürürlükte tutulduğu..”

üst planda bir kapitalizmdir. Sömürü ve soygunculuğunun ise ölçüsü mölçüsü, daha doğru bir deyişle, haddi hesabı kalmamıştır.

Şimdi bu bilimsel gözle çözümlenmiş durumuyla Çanakkale Savaşı’na yeniden bir bakalım. Çanakkale savaşı, tarih adına konuşan  beyzadenin buyurduğu gibi “…Osmanlı devletinin İtilaf devletlerine karşı Gelibolu Yarımadasındaki KARA ve DENİZ savaşları…” mıydı? Yoksa, emperyalist ülkelerin dünyayı –özellikle önce Doğuyu, yani Asya’yı ele geçirmek suretiyle- bölüşmek için aralarında giriştikleri bir kapışma mı?

Meselenin aslı şuydu: Emperlist ülkelerden İngiltere, Fransa ve Rusya “İTİLAF Devletleri” adı altında birleşmişler, Osmanlıyı da ezip geçmek suretiyle Asya’yı işgal edecekler. Diğer emperyalist grup olan Almanya, Avustuya-Macaristan İmparatorluğu ve İtalya’dan oluşan İTTİFAK Devletleri ise, Osmanlı zaten yanlarında, Asya’yı işgal edip bölüşecekler. Ve elbet İTİLAFçıları da Osmanlı topraklarından geçirmeyeceklerdi.

28 Temmuz 1914’te Avusturya Sırbistan’a saldırınca BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI başlamış oldu. Bunu 1 Ağustos 1914’te Almanya’nın Rusya’ya  açtığı izledi. Ve bunun da ertesi günü Enver Paşa Almanya ile İttifakını kurdu. İngiliz donanma bakanı Churchill’in ise, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını alıp ardından İstanbul’u da işgal ederek müttefiki Rusya ile Doğuya yürüyüşünün planı zaten hazırdı.

Ve Almanlara ait Goeben ile Breslau adlı denizaltıların Akdeniz’de İngilizlerin önünden kaçıp boğazları da geçerek Karadenize ulaşmasıysa yeni ve başka soydan bir olay…Gerçi ilk başta bu denizaltıları Osmanlılar Yavuz ve Midilli adlarıyla satın alarak sahiplenmişlerse de, ardından aynı gemilerin Rusya’ya saldırması, Osmanlıyı savaşa dahlettiği gibi İngiltere’nin de, kendi emperyalist planı doğrultusunda, Çanakkale’ye yürümesini de tetikledi.

Ve işte sana Çanakkale Savaşı!

(NOT: ancak bu “Çanakkale Savaşımız” girift, çetrefilli ve de uzun olacağı, üstelik şimdi yerimiz de yetmeyeceği için tamamlamayı birkaç gün sonraya bırakıyoruz, özürlerimizle…)

Konumuz ise belli ve açık:

  “ÖNCE ÇANAKKALE DİRENİŞİMİZ
                ARDINDAN KURTULUŞ SAVAŞIMIZ

                VE DE HOŞGELDİN BAĞIMSIZ CUMHURİYETİMİZ”

 

     Abdullah Nihat Yılmaz

                                                                  20 Mart, 2016, Londra.

Prof. Nurullah Aydın;’Mevcut lider ve partilerle sonuç almak imkanı kalmadı’

Nurullah AYDIN
21 Mart 2016-ANKARA

UYANIŞ, DİRİLİŞ VE MİLLİ STRATEJİ

Aydınlar, siyasetçiler, gazeteciler, gaflet ve dalalet içindedir.

Millet adına, ülke adına, herkes için konuşmaları gerekir. Konuşmuyorlar, halkın içinde görülmüyorlar. Cesaretsiz, pısırık, mıymıntı tiplere dönüştüler..

Kimileri; konuşarak, kimileri yazarak, herkes çalışıyor. Ancak; kimliksiz, kişiliksiz yalancılar, riyakarlar, işbirlikçiler, dönekler, liboşlar, daha etkin olmaya devam ediyorlar.

Türk Milleti’ne kin ve nefret kusan ihanet yapılanmaya ve sinsi hain işbirlikçi güce karşı mevcut partilerle, lider ve kadrolarla netice alma olanağının kalmadığı ortaya çıkmıştır.

Çağdaşı; kimliksiz kişiliksiz yaşamakta
Milliyetçisi; sloganlara takılı kalmış okuma, öğrenme, anlatma sıkıntısında.
Solcusu; yüzyıl öncesinin kavram tartışmasında, toplum değerlerine yabancı
Liberali; küresel sermayenin sözcülüğünde, sömürü peşinde.
Zengini; zevk ve safa içinde servetine servet katmakla meşgul.
Fakiri; çaresiz, yardım alma peşinde.
Döneği; nemalanma peşinde.
İşbirlikçisi; efendilerinin emirlerini yerine getirmede hata yapmama çabasında.
Dincisi; din istismarcılığı yaparak dünya zevki ile meşgul,
Milletvekili, bürokratı; oh yan gel de yat cümlesini tekrarlamakla meşgul.
Rejim baronları, ideoloji baronları, çağdaş baronlar, din baronları, cemaat baronları dünyalıklarla meşgul.
Askeri; düşman kim, nerede arayışı ile şaşkınlık içinde.
Toplum, yetmiş fırkaya bölünmüş ama çekişme ve tepişme devam ediyor.

Bozuk düzen; insanların şaşkınlıkla izler hale geldiği acı gerçekler düzeni’dir.

Bozuk düzenin çanak yalayıcıları,
Bozuk düzenin haram rantlarına talip olanlar,
Bozuk düzenin kirli nemalarından yararlananlar,
Bozuk düzenin haram kemiklerini yalayanlar,
Bozuk düzenin ganimetlerinden nasiplenenler,
Bozuk düzen çok kötü diyenler,
Bozuk düzen yıkılsın, yerine iyisi gelsin diyenler,
Bunların çoğunun şimdi sesleri solukları çıkmıyor.
Bozuk düzenin zehirli nimetleri onları semirtti.
Haram yiyiciler, devletin milletin, saçı bitmedik yetimlerin haklarını yemeye devam ediyor.
Yağma, talan, vurgun gece gündüz devam ediyor.
Otuz sene önce içmeye ayranı olmayanlar bugün yedi yıldızlı hayat sürüyorlar.

Kokuşmaya, yolsuzluklara, haksızlıklara, haram yollarla zengin olmaya karşı muhalefet etmeyenler; aksine yalakalık, yağcılık, pohpoh, dalkavuklukluk yapanlar vasıflı ve dürüst vatandaş değildir, gerçek aydın değildir.

Sözümüz söz, kararımız karardır.

Türkiye Devleti’ni; milletin kanıyla, irfanıyla kurduk Dolayısıyla biz nigahbanız, bekçiyiz, sahibiz. Kimsenin endişesi olmasın. Bizim azımız çoktur. Önemli olan muktedir olmaktır. Biz her zaman muktedirdik, Türkiye insanı her zaman muktedirdir. Bu memleketi vatan bilen, bu milleti kendi milleti bilen herkes için konuşacağız. Herkesin hakkı, eşitliği için biz kendimizde söz hakkı buluruz.

Göz olup göreceğiz.
Kulak olup dinleyeceğiz.
Dil olup anlatacağız.
Kalem olup yazacağız.
Ayak olup gideceğiz.

Biz neyi anlatacağız? Garip-gurebaya, fakir-fukaraya, cahil-cühelaya, işbirlikçileri, dönekleri, liboşları, istismarcıları, kimliksizleri yani gerçekleri anlatacağız.

Biraz daha yüksek sesle, belki biraz daha çok, gerçekleri anlatmaya devam edeceğiz.
Bizler; herkesin umutla beklediği o SES’iz. Bundan sonraki süreçte gereğini yapacağız.

Sözümüz yine söz.
Biz Türk Milleti’nin SESİYİZ.
Bu ses, vatan sathında yankılanacaktır.

Günün Sözü: Bilen, planlayan, sakin olan kazanır.

Enis User; Atatürk ve ‘duygusal zeka’

****

ATATÜRK’Ü YENİDEN KEŞFETMEK…..

Dr. Enis ÜSER

2013 yılında Batı’da Atatürk hakkında iki yeni çalışma yayınlandı. Ölümünün üzerinden 75 yıl geçmesine rağmen Atatürk hakkında konunun uzmanları tarafından hala araştırma yapılıyor olması ve ulu önderin kişiliği ve tarihsel konumunun yeniden değerlendirilme gereksiniminin duyulması başlı başına bir öneme sahiptir.

Baylor Üniversitesi tarih profesörü George W. Gawrych’in eserinin adı “The Young ATATÜRK-From Ottoman Soldier to Statement of Turkey”, (I.B.TAURIS-London, New York, 2013). Prof. Gawrych daha önce üzerinde çalışılmamış Osmanlı belgelerini incelemiş. Genel Kurmay’ın Arşivinde bulunan Mustafa Kemal hakkındaki belgeleri kapsamlı olarak inceleyen ilk Batılı akademisyen olma ünvanına sahip olmuş.  Yazar 19 yıl boyunca Kansas’ın Fort Leavenworth Üssünde bulunan Kuvvet Komutanlığı ve Kurmay Subay Kolejinde  ve bir yıl da ABD Askeri Akademisinde ders vermiş.

Gawrych kitabının amacının Atatürk’ü hem bir asker, komutan, hem de politik bir lider olarak incelemek olduğunu söylüyor. Mustafa Kemal Kurtuluş Şavaşı sonunda hem geçici hükümetin başı hem de başkomutan olarak iki sorumluluğu birden üstleniyor. Bu anlamda  politik liderlikle beraber meydan muharebesi komutanlığını birlikte yürüten Büyük Frederik ve Napolyon gibi  az sayıda liderler arasında bulunuyor. Bu son iki tarihsel kişilik Mustafa Kemal’den farklı olarak güçlü devletlerinin ordularını yönetmişler ve klasik anlamdaki savaşlarda komutanlık yapmışlar. Halbuki Mustafa Kemal ordunun en küçük birimlerinden en büyüğüne kadar her seviyesinde gerek bir komutan gerekse bir subay olarak görev yapmış ve sayısız muharebe başarılarına imza atmış. Mustafa Kemal tüm savaş türleri konusunda, çok değişik ve zor çevre koşullarında ve taktiksel uygulamalar gerektiren  ortamda sayısız başarılardan sorumludur. Bu çok çeşitli görevleri 1908’den 1922’ye kadar süren 14 yıl gibi uzun zaman dilimi içinde yerine getirmiştir. Yani Mustafa Kemal, başarı grafiğindeki tecrübe derinliğinin, çok farklı ortamlarda görev yapmanın dışında muharebe tecrübesinin uzun yıllara yayılması itibariyle de askersel tarih açısından olağandışıdır. Napolyon dışında tarihte bu kadar kriteri yerine getirmiş başka bir askeri yetenek yoktur. Alman General Erwin Rommel bu konuda Atatürk’e rakip olabilecek tek isimdir.(Edward J. Erickson: “Mustafa Kemal Atatürk”- Osprey Publishing, Oxford, 2013.)  Mustafa Kemal’in tecrübesi gerilla savaşından düzenli ordu savaşına kadar her alanı kapsamakta ve tarihteki ilk önemli kurtuluş savaşının lideri olma vasfını taşımaktadır.

Ericson, Osmanlı ordusu hakkında en uzman akademisyenlerden bir olarak biliniyor. Virginia Eyaletinin Quantico kentinde bulunan Deniz Piyadeleri Üniversitesindeki Komuta ve Kurmay Subay Kolejinde askeri tarih dersleri veren Erickson Osmanlı ordusu üzerine birçok kitap yayınlamış. Yazar kitabına Winston Churchill’in Atatürk hakkındaki şu değerlendirmesi ile başlıyor:”Kaderin karşımıza çıkardığı kişi.”  Churcill bu değerlendirmeyi savaştan 10 yıl sonra, 1925 yılınmda,  ANZAK ve İngiliz kuvvetlerinin Gelibolu’da “Atatürkün dinamik savaş komutanlığı” tarafından durdurulması ile ilgili olarak yapıyor. 1925 yılında yapılan bu değerlendirmeyi 1932 yılında 1. Dünya Savaşını analiz etmekle  görevlendirilen İngiliz resmi tarihçisi de aynen paylaşıyor ve şunu  ekliyor:”Tarihte çok ender olarak bir bölük komutanı tek başına, üç değişik zamanda, sadece bir muhabere sırasında değil, belki de tüm seferberlik sırasında ve hatta bir ülkenin kaderi hakkında bu kadar önemli, belirleyici rol oynamıştır.” Gerçekten Mustafa Kemal Gelibolu’dan sonra 1916-1917 yıllarında Kafkaslarda, 1918’de Filistin’de ordulara önderlik yapıyor, 1922’de milli orduyu zafere taşıyarak Türkiye’yi bir ulus-devlet olarak tarih sahnesine.

Mustafa Kemal’i 20. Yüzyıl’ın büyük komutanları arasında sayan Churchill’den başka bir çok kişi daha bulunmaktadır. Söz konusu kitabın yazarı Erickson da bunlardan biridir. Dolayısı ile Erickson bu değerlendirmeye temel teşkil eden kriterin ne olabileceğini sorguluyor. Clausewitz’e göre bu kriterler dahilik derecesinde zeka, şaşmaz kararlılık ve içinde bulunlan durumu bir bakışta  anında değerlendirip kavramak. “Savaş Sanatı” adlı klasik eserin yazarı Baron Jomin ise askerlik bilgisini derinliği ile birlikte moral ve fiziksel cesaretin de üstün bir asker olmak için gereken vasıflar olduğunu ifade ediyor.

Yazarlar Mustafa Kemal’in kaderini belirleyen tek bir olaya odaklanmanın hem olanaksız hem de yanlış bir çaba olduğunu belirtiyor. Yani O, kaderin tesadüfen ortaya çıkardığı bir kişilik olmayıp Churchill’in ifade ettiği şekli ile kaderi(tarihi) yapan bir güç olarak karşımıza çıkıyor. ANZAC kuvvetlerine karşı örgütlediği karşı taarruzdaki olağanüstü başarısı herkes tarafından kabul ediliyor. Daha sonra bölük büyüklüğünde taktiksel bir grupla İngilizlerin ikinci saldırısını durdurması da (Anafartalar Muharebesi) çok önemli bir başarı olarak değerlendiriliyor. Zaten bu son başarısından sonra dikkatleri üzerine çekmeye başlıyor. Daha sonra Suriye’de Osmanlı’nın 7nci Ordusu’nun yenilgiden sonra ricatının örgütlenmesi belki de Mustafa Kemal’in en büyük askersel başarısı olarak değerlendiriliyor. Ve en az o kadar başarılı bulunan Büyük Taarruz….

Peki Mustafa Kemal kendisini dahi bir komutan yapan bu olağanüstü yeteneklerini nasıl geliştiriyor? Erıckson, Manastır Askeri İdadisi’nde okurken Batı edebiyatı ve tarihine derin bir merak sardığının altını çiziyor. Fransız İhtilaline ve onunla birlikte anılan Aydınlanma hareketinin öncüleri olan Comte, Montesquieu, Rousseau ve Voltaire’e büyük ilgi duyduğu biliniyor. Özellikle Napolyon’a büyük bir hayranlık besliyor. Mustafa Kemal’in bu formasyonu sonucunda Modernite’nin kararlı bir militanı olduğu belirtiliyor. Bu dönem ayni zamanda Modernite’nin itici gücünün burjuvaziden halk yığınlarına geçtiği kritik bir tarihsel aşamaya denk düşüyor.

Aydınlanma, Modernite çok yaygın olarak redaksiyonist derecede rasyonel düşünce ile özleştirilir. Modernite’yi ne ilginçtir hem eskiye hayranlık duyan sağcılar hem de neo-liberalizmin aşırılıklarına post-modernizm adı altında süslü bir felsefi  kılıf geçirmeye çalışan aydınlar(!)   “Toplum Mühendisliği” olarak vesayetçi, tepeden inmeci, Jakoben bir proje olarak değerlendirir. Ne var ki, yukarıda  adı geçen yazarlar Atatürk’ün rasyonel düşünme yetenekleri yanında ondan daha da güçlü denebilecek bir “hissiyatı” olduğunun altını çizmektedir. Bu hissiyat denilen nitelik bir bakıma Clausewitz ve  özellikle Baron Jomin’in “moral cesaret” olarak ifade ettiği, onların zamanında henüz tarifi yapılmamış ancak günümüzde açıklayıcı değeri  çok takdir edilen “Emotional Intelligence-Duygusal Zeka”dan başka bir şey değildir. Nitekim Atatürk 1923 yılında bir vesile ile bunu bizzat  kendi ifadesi ile formüle etmiştir:”Tarihi yapan akıl, mantık, muhakeme değil;belki de bundan ziyade hissiyattır.” Atatürk kendi mücadele tecrübesiyle oluşturduğu bu düşünceyi daha sonra Gençliğe Hitabesi’nde şu cümlelerle yeni nesillere bir ilke olarak sunmuştur:”…Bir gün, İstiklal ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin!…..”

“Duygusal Zeka” muhakkak yoğun bir entellektüel faaliyet, zengin bir sosyal tecrübe üzerinde geliştirlebilir. Atatürk’ün yaşamında bunların izini her zaman görüyoruz. Örneğin, O’nun, “Bizim dinimiz tüm dinlerin en mükemmelidir. O nedenle en son dindir,” şeklindeki yorumu felsefenin zirvesi kabul edilen Hegel’in “Devlet Felsefesi” düzeyinde, diyalektik düşüncenin eşsiz  bir önermesidir. Ayni zamanda, Aydınlanma tarihinin militan bir neferi olarak O’nun bu önermesindeki  Marksist  Tarihsel Maddeci-Diyalektik düşüncenin izlerini sezmemek olanak dışıdır.   Atatürk’ün tarih yapmış kişiler arasında felsefi bakımdan en yakınında duran diğer şahsiyet muhakkak ki Lenin’dir. Ancak Lenin, Mustafa Kemal cepheden cepheye koşarken,  Rus Devrimine kadar olan zamanının hemen hepsini kütüphanelerde geçirdiği için felsefeye yaklaşımı Atatürk’ten farklıdır. En öz bir şekilde, Lenin analitik felsefe uzmanı olarak anılabilecekse, Atatürk’e sentetik felsefe uzmanı demek gerekecektir- yani aksiyona hedeflenen düşünce.

Mustafa Kemal ile Lenin’in tarih sahnesine birlikte çıkışı tam anlamıyla bir mucizedir. Olağanüstü yeteneklere sahip bu iki lider 1500’lü yıllardan itibaren yükselen kapitalizm  emperyalist aşamasında, 20.Yüzyıl’da, tüm dünya halklarını sömürgeleştirmek üzereyken  onu durdurabilmiş ve dünya ölçeğinde ulus-devletler çağını başlatarak tarihe yeni bir ivme kazandırmıştır. Üstelik yükselen burjuvazinin Kilise’ye karşı ilk ideolojisi olan, daha sonra Aydınlanma düşüncesine temel teşkil edecek Humanizma’yı emperyalizmin yozlaştırmasından kurtarmışlardır. Her iki lider sömürünün perişan ettiği vatandaşlarının acısı karşısında göz yaşlarını tutamamıştır. Ankara yakınlarında bir köyü İsmet İnönü ile ziyareti sırasında yaşlı bir köylü kadının vergisini ödeyebilmek için ineğini satmak zorunda kaldığını öğrenmesi üzerine İnönü’ye dönüp hiddetle:”İsmet, biz Cumhuriyeti bunun için mi kurduk?” diyerek isyan etmesi Atatürk’ün yaptığı her şeyin insan sevgisi ve ona duyulan saygı ve sorumlulukla motive edildiğinin bir kanıtıdır. Bu derece insan sevgisi ile dolu bir dehanın karakterini tevazu ile nitelendirmek kaçınılmaz olacaktır. Gelibolu’ya ülkesini işgal etmek için aldatılarak getirilen ve İngiliz askerleri için canlı kalkan olarak kullanılan tüyü bitmemiş genç ANZAK askelerinin  dünyanın öbür ucundaki ailelerine hitaben söylediği, “Merak etmeyin, onlar ülkemizde yatıyor, artık onlar bizim çocuğumuz sayılır,” mahiyetindeki sözlerini söyleyebilmiş, söyleyebilecek başka  bir asker olabilir mi?

Lenin de Atatürk gibi taktik ve strateji ustası politik bir deha idi. Ancak iç savaş sırasında gördüğümüz gibi askersel alanlarda başka yeteneklere- örneğin, Troçki gibi-görev vermek durumundaydı. Halbuki Atatürk, yukarıda atıfta bulunduğumuz yazarların da belirttiği gibi, askeri alanda en basit görevden Cihan Harbi yönetimine, gerilla savaşından düzenli orduları yönetmeye  kadar her aşamada tecrübe sahibi idi. Ekonomi alanında da ileri görüşlülüğü günümüzde hala tartışılması gereken ve hatta tartışılan bir vasfı olmuştur Atatürk’ün. 1923 Yılın’da İzmir İktisat Kongresin’de oluşturduğu fikirler Devrim Rusya’sında Devrim’den yedi yıl sonra NEP adı altında uygulanmaya konulmuş, ne var ki Hitler’in saldırısı nedeniyle yerini savaş ekonomisine bırakmak durumunda kalınmıştır. Bizde de savaş sonrasında ABD’nin baskısıyla Atatürk’ün kalkınma modelinden vazgeçilip dışa bağımlı tarım ekonomine geçilmiştir. Mao’dan sonra bu modeli  Çin kendine göre uygulamakta ve gördüğümüz üzere 30 yıl içinde olağanüstü başarılar elde etmiş bulunmaktadır.

Bu modelin adını ne koymak gerekmektedir? Modele temel teşkil eden Atatürk’ün CHP’sinin 6 Ok’u klasik anlamıyla sosyal demokrasinin en doğru, en kapsamlı fakat öz bir tarifidir. Bilindiği üzere demokrasi fikrinin, ilk oluşumundan itibaren doğrudan ve temsili aşamalarından geçtikten sonra, günümüzde  politik dilde sosyal demokrasi olarak bilinen katılımcı demokrasi aşamasının tanımlanması üzerine yoğun tartışmalar olmaktadır. Atatürk’ün 1923 yılında İngiliz  kadın gazeteci Grace Ellison ile günlerce yaptığı söyleşide kendisine yöneltilen  “Kadınların oy hakkı olacak mı?” şeklindeki soruya verdiği cevap tarihsel ve sosyolojik önemi açısından  her zaman hatırlanmalıdır:”Nüfusun yarısının oy hakkı olmadığı bir rejime demokrasi denebilir mi?” Unutmayalım ki Atatürk bunu söylediğinde Avrupa’da oy hakkı isteyen kadınlar meydanlarda polis tarafından yaka paça sürüklenip tutuklanıyordu. Doğanın kadınları erkeklerden üstün yarattığına inanan Atatürk’ün buna rağmen cinsiyetlerin sosyal, politik  eşitliği üzerine ifade ettiği bu düşüncesini nesiller arasındaki ilişki hakkında  en az onun kadar önemli bir başka düşüncesi ile tamamlamak gerekir. İstabul’da Beşiktaş’ta AKBANK Emekliler Lokali’nin panosuna da  konulmuş ifadesinde aynen şunları söylemiştir:”Yaşlı nesillerine sorumluluk taşımayan toplumların geleceği olamaz.”

Gawrych çalısmasında tarihte ilk defa Atatürk’ü his, dimağ(mind) ve vicdan(conscience) olarak üç boyutta incelemeğe çalıştığını ifade etmektedir. Ona göre bu üç boyut Atatürk’te sürekli bir etkileşim içindeydi ve aralarında keskin bir sınır yoktu. Atatürk şimdiye kadar hep mantıksal gücünün özelliği ile  incelenmiş, onun duygu ve vicdan dünyası analizlere katılmamıştır.  Yukarıda verdiğimiz örneklerde Gawrych’in ne hakadar haklı olduğunu görüyoruz. Tüm bu özelliklerini gözönüne aldığımızda Atatürk’ün dahi bir asker, politikacı, diplomat, humanist, filozof, sosyal devrimci olarak tarihte eşine rastlanmayan bir kişilik olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Dr. Enis User         18.03.2016

 

 

Bülent Esinoğlu; Amerika’dan ‘Hükümet’ bekleyenler

Terör neden Hükümeti ve Erdoğan’ı hedef aldı?

Bülent ESİNOĞLU

Biraz geriye gitmemiz gerekiyor.

Erdoğan iktidara gelmezden önce, çok uluslu şirketlerin, yani emperyalizmin, Erdoğan ile ilgili planları vardı.

Neydi çokuluslu şirketlerin Erdoğan’dan istedikleri?

Ecevit’in Kırmızı Çizgilerimiz dediği, Irak’ta bir Kürt Oluşumunun Türkiye tarafından istenmemesiydi.

Erdoğan ile Amerika anlaşmış, Türk ordusu ile Irak’a girilecekti.

Buna ülke içindeki milli güçler olmaz dedi. Ve 2003 Bir Mart Tezkeresi Mecliste ret edildi.

Daha sonradan, Amerika’nın Türkiye’den istediği birçok imkân Amerika’ya verildi. Hava ve deniz sahalarının açılması, İncirlik Üssünün ABD’ye tahsisi gibi konular, Amerikan yetkililerinin kızgınlığını hafifletmeye yetmişti.

Sadece bu değil tabi…

Çok uluslu şirketlerin Türk ulusal pazarlarından ve finans siteminden istedikleri vardı.(Özelleştirmeler) Bunları da elde eden çokuluslu şirketler, istedikleri kadar parayı da Türkiye’ye satmış oldular.

Bu süreç işlerken, Amerika ve onun çok uluslu şirketleri, Suriye’yi istikrarsızlaştırmaya karar verdi.

Onlar için İsrail’in güvenliğini bir üst seviyeye taşımak, Suudi Arabistan’dan elde ettikleri çıkarların sürdürülmesi için, Suriye’nin İstikrarsızlaştırılması ve Büyük Kürdistan’ın kurulması gerekiyordu.

Amerika önce, Türkiye’ye bir havuç uzatarak, terör guruplarının Türkiye’den Suriye’ye girmesini sağladı.

Gerek Batı dünyası, bilhassa da İngiltere, şöyle düşünmeye başladı; Eğer Türkiye Suriye’ye girerse, bir daha çıkmaz.

Öyleyse, Türkiye’yi Suriye’ye sokmayalım. Sokarsak da, Amerikan ve Batı ordularının komutasında sokalım.

Süreç böyle devam ederken, bir başka gerçek kendini göstermeye başladı.

Amerika’nın bölgede kalıcı olabilmesi ve İsrail’in güvenliğinin tam olarak sağlanması için, bölgede özerk Kürt devletinin kurulmasının tam zamanı olduğu, ABD tarafından değerlendirildi.

PKK ise, ortamın uygun olduğunu, artık Amerika’nın desteğinin kesinleştiğini, dolayısıyla terörün şehirlere indirilmesinin gerektiğini hesapladı.

Açılım Sürecinde, eli kolu bağlı kalan Ordu, ülke savunmasından sorumlu olduğu ve terörle ancak silahla savaşılabileceğine karar verdi.

Gene süreç devam ederken şunu gördük ki; Erdoğan’ın iktidara taşınmasında önemli rol oynayan Amerikalı diplomatlar; Eric Edelman, Abromoviç gibi kişiler, doğrudan Açılım Sürecinin devam etmesi için rapor üzerine rapor yazdılar.

Amerikan Dışişleri Sözcüleri açıktan Erdoğan karşıtı söylem geliştirdiler.

Sonunda Amerika Erdoğan’ı iktidardan indirmeye karar vermiş oldu.

Verdi vermesine de, artık elinde eskiden olduğu gibi yeni hükümet modelleri üretebilecek yeterli işbirlikçi kalmadı. Eskiden bu işleri ya Evren gibi ordu komutanlarını kullanarak yapardı. Ya da devletin kılcal damarlarına yerleşmiş Nakşibendi kökenli FETO gibilerine yaptırırlardı.

Terörün şehirlere taşınması, kaos yaratılması, ülkenin yönetilemez duruma getirilmesi ve bu terör süreci işlerken, yeni memnuniyetsiz kitlesi yaratılması, halktan darbe çağrıcılığına soyunan örgütler oluşturması… Şimdiki acil planları bu…

Öte yandan IŞİD terör örgütü de, kendilerinin Suriye ve Rusya karşısında yalnız bırakılmış olması, Türkiye’den desteğin kesilmesi dolayısıyla, o da Erdoğan ve Hükümeti hedef aldı.

Erdoğan düşmanları, Amerikancılar, Batı hayranları bu duruma çok seviniyorlar. El ovuşturup, Amerika’nın kendilerine hükümet bahşetmesini bekliyorlar.

Yanlış yapıyorlar.

Emperyalizm Ülkeye stratejik piyonlarıyla saldırıyor. Ülkeyi bölmeye çalışıyor.

Erdoğan düşmanlığı üzerinden, düşmanın yanında olma konumuna düşüyorlar.

Eğer Erdoğan indirilecekse, bunu Türk halkının kendisi yapmalıdır.

Yoksa dışarıdan işbirliği ile bu olursa, gene Amerikancı bir iktidar ile karşı karşıya kalırız.

Amerika, Amerikancılar, FETO ülkemizin başına geçecek bir hükümet formülü üzerinde yürüyorlar.

Terörün bu kadar yükselmesi bundandır.

20.3.2016, bulentesinoglu@gmail.com

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Suriye sonunda ‘savaş suçları’ yargısı var

                               SANIK, AYAĞA KALK

Suriye İç Savaşı’nın siyasi çözümüne ilişkin Cenevre Görüşmeleri BM’in yeniden yapılandırılmasına fırsat oluşturdu.

BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip Rusya, Çin; Suriye de savaş suçları işleyerek hukuku ihlâl eden Esad rejimi kadar muhalif tarafların, teröristlerin ve destekleyen ülkelerin paylarını üstlenmelerini,

Söz konusu suçların esaslı bir biçimde kategorize edilmesini,

Yeni Suriye’nin kurulmasına ilişkin bağlayıcı kararın bu bileşkeden çıkarılmasını,

Bu sistematik hukukun BM’de yeni bir dünya statüsünün oluşmasına yol açmasını talep ediyordu.

Soykırım suçu, suçlar hiyerarşisinin doruğunda nitelendirilen bir eylem ve hukuk ihlâlidir.

Uluslararası hukukun çerçevesi içerisinde değerlendirilen soykırım suçu zamanla ulusal hukukun düzenlemeleri kapsamına girmiştir.

1948’de kabul edilen ve 12 Ocak 1951’de yürürlüğe giren BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin ihlali, ilgili devletin sorumluluğunun doğmasına neden oluyor.

Ne ki, modern çağın evrensel siyasi örgütlenme biçimi olarak benimsenen ulus-devletin ve kaynaklık ettiği ulusal-uluslararası hukukun tabi olduğu yerel, bölgesel ve küresel dönüşümler;

Soykırım Sözleşmesi’nin yorumlanmasında Uluslararası Divan’ın yargı yetkisinde: uluslararası hukuk: uluslararası insan hakları hukuku: ceza hukuku ve uluslararası ceza hukuku alanlarında farklı algılar oluşturmuş bulunuyor.

Cenevre Görüşmeleri vasıtasıyla Suriye’de işlenen suçların esaslı bir biçimde kategorize edilmesi  ve farklı algılardan ortak bir bileşke çıkarmayı teminen;

5 Şubat’ta Avrupa Parlamentosu, İslam Emirliği (IŞİD) tarafından Irak ve Suriye’de bir kısım  dini ve etnik azınlıklara karşı katliamları soykırım olarak tanımış,

Parlamento IŞİD tarafından yapılan ihlallerin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşınması için BM Güvenlik Konseyi’nin desteğini talep etmiştir.

14 Mart’ta ise bu kez ABD Temsilciler Meclisi’nin, IŞİD’in azınlıklara karşı işlediği suçları soykırım olarak niteleyen kararı çıkmış,

Bu kararla birlikte Suriye ve Irak’ta IŞİD’in işlediği soykırım suçuna yardım ve destekte bulunanlara karşı uluslararası düzeyde kanuni icraatler almanın yolu açılmıştır.

IŞİD Örgütü uluslararası kanunları tanımasa da bu kanunlar sadece katliam işleyerek soykırım uygulayanları değil, aynı zamanda her hangi bir şekilde yardım ve destekte bulunanların da cezalandırılmalarını öngörüyor.

ABD Dışişleri Bakanı J.Kerry Amerikan Temsilciler Meclisinin kararı onaylamasından 3 gün sonra bu suçların araştırılması için uluslararası uzman bir mahkemenin teşkil edilmesi çağrısında bulunmuştur.

Bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan ki, devletlerin uluslararası ilişkiler açısından görevlerini belirleyen, 1947’de BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen kararlara aykırı davranmakla itham edilmekte,

Suriye’de ve Irak’ta radikal örgütleri silahlandırıp-yönlendirmek ve savaşa salmakla: diğer bir devletin iç işlerine müdahale etmek: başka bir devlet sınırları içinde iç savaş çıkarmak: insan hakları saygılı olmamak: barışı tehdit edici davranışlardan uzak durmamak: hukuku ihlal edenlerle yardımlaşmak fiillerinden sorumlu tutuluyor.

Recep Tayyip Erdoğan, hiç bir zaman tutarlı bir terör politikasına sahip değildir.

Halkın yaşam hakkını ve ülkede yaşanan sorunlarını çözüm iradesini umursamaz.

Siyasal iktidarının varlığı ve sürmesi neyi gerektiriyorsa ona göre hareket eder ama gerçek bir şeytan zekâsındadır!

Ve bakınız,aslında Irak ve Suriye’de üzerine atılı suçlardan yırtmak amacıyla,

Ankara’daki son saldırının ardından yaptığı açıklamada “terörün ve teröristin tanımının yeniden yapılması gerektiğini” söylüyor.

Türkiye’de tek adam diktasını pekiştiriyor.

Evet ama esasen İç hukukta 2002’de iktidara geldiğinde silahlı terör örgütü koşulu yokken, İslami örgütleri kapsam dışında çıkarmak amacıyla terör örgütü tanımını değiştirdiği ve bugünkü haline getirdiği gibi,

Şimdi uluslararası hukukta çağdaş demokratik projenin dışına çıkıyor.

İç hukukta tehdit, yıldırma, sindirme, baskı, cebir gibi yöntemlere başvurmanın bir terör tanımı için yeterli olduğunu müeyyide haline getirmeye çalışıyor…

Erdoğan, İslamcı terörün  küresel bir tehdit haline geldiği bir gündemde,

Yerel, bölgesel ve küresel dönüşümler nedeniyle Soykırım Sözleşmesi’nin yorumlanmasında, Uluslararası Divan’ın yargı yetkisinde, uluslararası hukuk, uluslararası insan hakları hukuku, ceza hukuku ve uluslararası ceza hukuku alanlarında farklı algılar oluşması halinden faydalanmayı öngörüyor.

Terör örgütlerine ve terörizmi destekleyen bir başka devlete karşı insanları ve devleti koruyabilecek uluslararası bir güç bulunmayışını kullanmaya çalışıyor.

Bu nedenle “her devletin kendi kendisini ve tüm yurttaşlarını terörden koruması gereğini ileri sürüyor.

Uluslararası hukuk’a karşı, “Devlet eğer gücü yetersizse bu konuda ittifaklara girebilir, uluslararası ilişkiler, devletlerarası güç dengelerini şekillendirir.

Bir devletin gözü komşularındadır, şayet komşusu güvenliği için silahlanmışsa kendisi de silahlanır.

Devlet gücünü artıracak her şeyi yapmak, gücünü azaltacak her şeye karşı koymak durumundadır” kozlarını oynuyor…

Denize düşmüş yılanına sarılmıştır.

Ahmet Kılıçaslan Aytar

20.3.2016