‘CHP Birleşik Krallık Birliği’ mesajı

CHP Birleşik Krallık Birliği, 13 Mart Günü Ankara’da yapılan bombalı terör saldırısını kınayan ve toplumu memlekete sahip çıkmaya çağıran bir mesaj yayınladı. Başkan Suna Akartuna imzasıyla gönderilen taziye ve kınama mesajı şöyle;

Değerli Halkımız,

Ülkemizin her yanı, her yönü, her insanı, her acısı, her anı, her rengi, her düşüncesi, her mutluluğu, her ocağı, her haykırışı, her ağıtı, her yüreği, her gülüşü, her umudu, her dini, her ırkı, her sevinci, her tasası, her dağı, her çiçeği, her yaylası, her yolu, her emeği, her işçisi, her öğrencisi, her kimliği, her aşkı, her kederi, her nefesi, her yürek atışı bizimdir. Bizleri biz yapan, bu eşsiz birliktir.

Her patlamada yoklama alır gibi yakınlarımızı aradığımız; insanca, barış içinde yaşamak isterken hayatta kalmayı şans olarak görmeye başladığımız; kanıksadığımız, alıştığımız, unuttuğumuz karanlık günlerden geçiyoruz.

Acımız, öfkemiz sonsuz… “Her”kesi memleketine sahip çıkmaya çağırıyoruz.

Suna Akartuna

CHP Birleşik Krallık Birliği Başkanı

‘Silahlı Örgüt’- Terör Örgütü farkı

  Deniz Gezmiş,Mahir Çayan sivil katliamı mı yaptılar ?

        Doğrudan Halka saldırı

Ankara’da 13 Mart günü gerçekleştirilen bombalı araba saldırısı şu ana kadar 34 yurttaşımızı yaşamından etti. Kimlerin bu eylemi yaptığı kuşkuya yer yok ki bir kaç gün içinde ortaya çıkacak. Ancak görünen köyün klavuza ihtiyacı yok. Birileri açık olarak, geçen ay Ankara’da Genel Kurmay önünde yapılan arabalı-canlı bomba eylemine sahip çıkarak bunlara devam edeceklerini kamuoyuna açıkladılar. Ankara’da gerçekleştirilen bu iki eylem ve geçtiğimiz yıl Reyhanlı ve Ankara’da IŞID tarafından yapıldığı belirlenen canlı bomba eylemleri Türkiye topraklarında ‘yeni bir tür’ün habercileri oldular ; Doğrudan sivil halka saldırı. Bunu yapan iki örgüt var Dünya’da; biri El Kaide-IŞID,diğeri PKK. Yaşanan olaylara ‘taraf olmayan’ sivil halka yapılan doğrudan saldırı, terör kavramının ulaştığı noktaya işaret eden en önemli bulgu.

       ‘hiç bir silahlı örgüt’ halka saldırmadı

‘Terör örgütü’ ile ‘silahlı Örgüt’ü birbirinden ayırmada en önemli gösterge ; Kullanılan yöntem değil, hedef alınan insan gurupları. Türkiye’de sol ve sözümona sol literatürde kullanılan ‘Silahlı Mücadele’ kavramının en çok iğdiş edildiği nokta burası. Dünya’da hiç bir ‘silahlı örgüt’ taraf olmayan sivil halkı doğrudan hedef alan bir bombalı yada silahlı eylem yapmadı. Silahlı Örgüt, siyasi hedeflerine ulaşabilmek amacıyla askeri şiddet kullanan ve şiddeti, ona uygun silahlarla, yıkmak istediği devlet görevlileri yada onun sivil destek güçleri üzerinde uygulayan örgütlenmedir. Bunun çağdaş örnekleri; Küba Devrimi, Bolivya,Uruguay, Meksika gibi Latin Amerika örgütleri, İrlanda Cumhuriyet Ordusu(IRA),Türkiye’de Mahir Çayan,Deniz Gezmiş,İbrahim Kaypakkaya gibi silahlı devrim örgütleri liderleri,Filistin Kurtuluş Örgütü, Lübnan Hizbullahı ve diğerleri.. Bu örgütler ve liderlerinin 17 şubat ve 14 Mart tarihlerinde Ankara’da yapılan bombalı terör eylemlerine benzer bir tek eylemi olmadı. Bu tür sadece El Kaide-IŞID tarafından kullanılan ve ne yazık ki bizde sözümona ‘sol jargonla’ pazarlanan orta-Doğu tipi bir terör girişimi.

Mahir Tan    LondraPosta-Londra

 

 

 

 

 

 

Türker Ertürk; Ülkemiz açık poligon haline geldi

AYNI TAS – AYNI HAMAM

Ülkemizin başkenti Ankara’da, hem de tam göbeğinde yine terör saldırısı. Eğer doğruyu söylüyorlarsa 27 ölü, 75 yaralı. Sayılara inanıyor musunuz derseniz, hayır derim. Çünkü bunların sicili bozuk!

Yaşamını kaybedenlere Tanrı’dan rahmet, ailelerine ve yakınlarına başsağlığı, yaralılara acil şifalar dilerim.

Sorumluyu, orada burada aramaya gerek yok. Esas sorumlu, iktidardır. Adeta ülkemiz, terör örgütleri için açık poligon haline geldi. İsteyen örgüt, istediği yerde, istediği şeklide saldırı gerçekleştirebiliyor. İktidar, ülkemizin güvenliğini sağlamaktan acizdir. Derhal istifa etmelidir.

Her zaman yaptıkları şeyler; KINAMAK, LANETLEMEK, BEDDUA OKUMAK ve YAYIN YASAĞI KOYMAK. Ama bir kaç gün geçtikten sonra, utanmadan ve sıkılmadan, yine ‘aynı tas – aynı hamam’ devam edeceklerdir. Halkımızın ihtiyacı aş, iş ve güvenlik iken bunlar; şahsi çıkarlarını, siyasi ikballerini sağlamak ve “Siyasal İslamcı” ideolojileri ile “Yeni Osmanlı” hayallerini gerçekleştirebilmek için yine, YENİ ANAYASA ve BAŞKANLIK sistemi peşinde koşacaklardır.

Terörün artmasının en önemli nedeni; içte ve dışta yürütülen yalan – yanlış ve Cumhuriyetimize düşmanlık içeren siyasettir. Suriye’de, Esad’ı devirmek için, terör örgütlerine yardım ve yataklık yapıldı. Şimdi; komşumuzda meydana gelen istikrarsızlık, bumerang gibi bize döndü. Bunun böyle olacağını daha işin başında yazdık ve anlattık. Halen, kavgalı olmadığımız bir tek komşumuz yok. Bunun sorumlusu kim?

PKK ile mücadele yerine müzakere edildi, mücadele eden askerlere operasyon yapıldı, hendeklerin açılması ve şehirlerin silah ve cephane ile dolması için gerekli iklim yaratıldı. Şimdi bunun faturası ödeniyor. Ama faturayı neden olan değil, masum olan halk ödüyor.

Ülkemizde; sadece Suriye’den gelen, yaklaşık 3 milyon mülteci var. Aralarında binlerce Radikal İslamcı terörist var. CIA raporları, bu rakamın 35 bin olduğunu söylüyor. Bu, daha başlangıç. Mültecilerin yarattığı sorun, yarın daha da büyüyecek. Bir de utanmadan; “Kayseri” veya “At pazarlığı” yaparak, para karşılığı daha fazla mülteciye talipler.

Türkiye; beş yıldır uyguladığı Suriye politikasını gözden geçirmeli, değiştirmeli ve güney sınırlarının güvenliğini sağlamalıdır. Bölgede barış ve huzur için bölge ülkeleri ile; Suriye, Irak, İran ve Rusya ile diyalog kurulmalı ve işbirliği yapılmalıdır.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

AHMET KILIÇASLAN AYTAR; kabak bizim başımızda patlıyor

BİTSİN ARTIK BU ÇİLE

14 Mart Pazartesi günü başlaması planlanan Cenevre III görüşmeleri öncesinde,

BM Suriye Özel Temsilcisi S.De Mistura,”Tarafların birbirinden nefret ettiği, birbirine güvenmediği bir ortamda görüşmelerinin başarısız olma ihtimali her zaman var.

Bu nedenle krizin çözümü için her türlü çabanın gösterilmesi gerek.

Görüşmeler bu sefer de başarısız olursa Suriye için artık umut kalmayacaktır” diyor.

Değişim ve dönüşümün hız kesmediği bir yüzyılda, emperyalist saldırganlığın bütün ulus devletleri tehdit ettiği kritik günlerden geçiliyor.

Bu sürecin nereye gideceği, demokrasi ve insan haklarının sembolik görüntülerinin altında ne gibi totaliter unsurların yeşereceği, kitlelerin nasıl uyutulup toplumların ve beyinlerin hangi yöntemlerle teslim alınacağı bilinmiyor.

Şiddet kullanımı ve kaba güç gösterisi yaygınlaşıyor ve küresel kaynaklı yerel savaşlardan kaçınılamıyor.

Yeni Emperyalizm hiçbir ideolojik kılıf ardına saklanmadan ülkeleri işgal etmeye, kitleleri kıyıma uğratmaya, uluslararası hukuku tamamen rafa kaldırmaya kararlı görünüyor.

Renkli Devrimler, yeni kıtalara ve yeni ülkelere yayılmaya devam ediyor.

2000’de eski Yugoslavya Cumhuriyeti’nin çekirdeği olan Sırbistan ile başlayan süreç,

2003’te Gürcistan’da “Gül Devrimi”, 2004’de Ukrayna’da “Turuncu Devrim” ve Romanya, 2005′ te Lübnan ve Kırgızistan’da “Lale Devrimi” ile gelişti.

Renkli devrimleri yaratmak için bir dizi strateji ve taktik uygulamalar izlendi ve her ülkede bu yöntemler kullanıldı.

Mesela Sırbistan’da renkli devrimin sembolü siyah-beyaz sıkılmış bir yumruk iken Ukrayna’da aynı sıkılmış yumruğun rengi turuncuya dönüştü, Gürcistan’da ise pembe oluverdi…

Bugün gerek başarısız olunan ülkelerde ve gerekse yeni ülkelerde yeni devrimler için planlar yapılmaya ve yeni projeler yürürlüğe konulmaya devam ediliyor.

Arap Baharının etkilediği ülkeler yanısıra  İran, Suudi Arabistan, Kuveyt, Venezuella, Katar, Endonezya, Ekvador, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Nijerya, Gabon ve Angola gibi ülkelerle,

Jeostratejileri vazgeçilmez olan bazı ülkeler de yeni emperyalizmin hedefinde olmaya devam ediyor ki; bunlar arasında hem de hedefin tam orta yerinde Türkiye de bulunuyor.

İşte Kafkaslarda ve Doğu Avrupa’nın bazı ülkelerinde  devrim (!) çalışmaları sürdürülüyor.

Mısır, Yemen, Tunus, Libya ve Suriye üzerinde yoğun çalışmalar yapılıyor.

Bunların dışında renkli devrim inşasının hedefi olan diğer ülkeler Azerbaycan, Ermenistan, Beyaz Rusya, Tacikistan, Kazakistan ve Kırgızistan sanki sıralarını bekler gibi bir izlenim veriyor.

Bu noktada Suriye’de çözüm için Cenevre III  görüşmelerine Uluslararası Suriye’ye Destek Grubu devletlerinin verdiği destek ortak bir kararın oluşması için umut veriyor.

Ancak gerçekte süreç başka yönde gelişiyor, şimdi herkes Türkiye-Suriye sınırında oluşan ağır durumu düşünüyor.

Oluşmuş zor durumdan çıkmak için büyük devletler arasında ortaklık görülmüyor, onlar kendi jeopolitik çıkarlarının sağlanmasına çalışıyor.

Arka fonda bilhassa Müslüman ülkelerin güvenliği meselesi daha da güncelleşiyor…

Yeni Emperyalizmin bütün açlığına, Cenevre III görüşmeleri öncesi, Rusya’da 2014-2015 döneminde kaydedilen mali ekonomik istikrarsızlık ya da sistemsel kriz yol veriyor.

Rusya’nın endüstriden uzaklaştığı, tarım sektörünün gerilediği, imalat sanayi ve tarım sektörünün toparlanmasının çok uzun zaman alacağı öngörülüyor.

Finans ve reel sektörlerinin gelişimi arasındaki orantısızlığın önüne geçilmediği sürece Rusya’nın sistemsel krizinden çıkamayacağı düşünülüyor.

Üstelik jeopolitik gerginliklerin etkisiyle Rusya’ya yatırım girişleri azalmıştır, bankalar ve işletmeler için dış borçlarda ciddi artışlar oluyor.

Ruble dolar karşısında değer kaybetmiş, döviz krizi enflasyonu tetiklemiş, reel gelirler ve tüketici talebi düşmüştür.

Rusya’nın Ukrayna krizi nedeniyle çıkmaza girdiği savunuluyor.

Petrol fiyatlarındaki ciddi düşüşün ve Batı’nın yaptırımlarının etkisiyle Rusya’nın depresyon dönemine girdiği,

ABD ve NATO ile yeniden stratejik düşman haline geldiğine dikkat çekiliyor.

“Rusya, zorlu kriz şartlarında dayanıklılık imtihanını geçebilecek midir” sorusu soruluyor…

Bu sorunun Suriye etrafında oluşmuş karmaşık ve çelişkili durumun devam ettiği sürece rastlaması önemlidir.

Bu yüzden Rusya, BM Güvenlik Konseyi’ne Türkiye-Suriye sınırında oluşan gerginlikte Ankara’yı suçlayıcı belgeler sunmuştur.

Ne ki Güvenlik Konseyi’nin 6 üyesi, aynı zamanda veto hakkına sahip ABD, Fransa ve İngiltere belgeyi desteklemiyor.

Halbuki Rusya; Suriye-Türkiye sınırında küresel ölçüde kargaşaya neden olabilecek olaylar gerçekleşiyor iddiasındadır,

Bu olayın bölgede daha keskin sorunların oluşmasına yol açacağını bildiriyor…

Keskin sorunlar, ya Türkiye’nin çok ağır duruma düşmüş olması ve köşeye sıkışması,

Ya da yeni emperyalizmin Türkiye’den hareketle Ortadoğu’da, Avrasya ve Orta Asya’da ihtilafların derinleşmesi ve genişlemesine yönelme fırsatını yakalaması anlamına geliyor.

İhtilafların derinleşmesi sürece  İran, Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri derken, Kafkasya’ya Azerbaycan’a, Ermenistan’a, Beyaz Rusya, Tacikistan, Kazakistan ve Kırgızistan’a sirayetidir.

Ne ki, makul seçenek Suriye sorununun Cenevre III görüşmelerinde müzakere yoluyla çözülmesidir.

Çünkü daha geride Çin Halk Cumhuriyeti bekliyor.

Dikkat buyurunuz, mevcut ya da muhtemel her aşamada kabak Türkiye’nin başında patlıyor…

Bu aşamalardan dönmenin ise üç yolu bulunuyor.

Birincisi;Artık içinden konuşmanın, korkmanın, sinmenin, ezilmenin, başını kuma sokmanın anlamı bulunmuyor.

İkincisi;Türkiye’nin başına bu çorabı ören diktatör bozuntusu acilen cezalandırılmalıdır.

Üçüncüsü; Gün bu çilenin artık bitirilmesi için Ulusal Birlik ve Bütünlük günüdür.

AHMET KILIÇASLAN AYTAR 

14.3.2016

Türker Ertürk; ‘Mülteci Krizi bölgede dostluk politikası ile çözülür’

ÇÖZÜM: BÖLGE ÜLKELERİ İLE İŞBİRLİĞİ

Suriye’den kaynaklanan mülteci sorununu bitirebilmek için, bu ülkeye barış ve huzurun gelmesi şarttır.

Beşşar Esad’ı devirmek için, terör örgütlerine destek vererek, bu asla sağlanamaz. Kötü terörist, iyi ve ılımlı terörist olmaz. Terörist teröristtir, hepsiyle ayrım yapılmadan mücadele edilmelidir.

Türkiye; bugüne kadar uyguladığı Suriye politikalarından derhal vazgeçmeli, durumunu gözden geçirmeli, ülkemizin ve bölgemizin çıkarlarını, güvenliğini ve istikrarını gözeten politikalara dönmelidir.

Ülkemizde, yaklaşık 3 milyon Suriye kökenli mülteci vardır. Yarattığı sorunlar ve külfet, her geçen gün bir önceki günü aratacak şekilde tırmanmaktadır. Bu sayıya, yıllık 45 bin yeni doğacak Suriyeli bebeğin de dahil olacağını dikkate almalısınız.

Mülteci sorunu; AB ile yapılan ve “kayseri” veya “at” pazarlığı olarak adlandırılan yöntemlerle asla çözülemez. Çözüm; Suriye’de barış ve güvenliği sağlamak, bunun için Esad (Suriye) dahil, bölge ülkeleri Irak, İran ve Rusya ile işbirliği yapmak ve mültecilerin evlerine dönmesini sağlamaktır.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

 

Türker Ertürk; ‘Rusya’dan Sevgilerle 1’

RUSYA’DAN SEVGİLERLE

 Rusya’dan Sevgilerle; İngiliz film yapım şirketi “EON Production” tarafından, 1963’de çekilen Bond serisi filmlerin ikincisiydi. Filmin başrolü olan James Bond rolünü; ilk film Dr. No’da olduğu gibi, yine İskoç kökenli oyuncu Sean Connery oynamıştı.

007 kod adıyla İngiliz dış istihbarat servisi “MI-6” adına çalışan Deniz Binbaşı James Bond; Ian Fleming tarafından 1952’de yaratılan, hayali bir İngiliz ajan karakteriydi. Ian Fleming (1908-1964); ölene kadar, bu karakter etrafında bir çok roman ve küçük hikaye yazdı. Romanları da ünlü olmasına rağmen James Bond; film serisi sayesinde çok tanınmış ve popüler olmuştu. Fleming’in ölmesinden sonra, hikayelerin üretimine başka yazarlarla devam edilmişti. James Bond, aynı zamanda dünyanın en uzun serili filmi olma özelliğine sahip olup, hala yenileri çekilmeye devam edilmektedir.

Ekim Devrimi

“Rusya’dan Sevgilerle” filminin büyük kısmı İstanbul’da geçmekteydi. Filmde; İngiliz Gizli Servisi, James Bond’a Rusların elinde olan Lektor şifreleme makinesini alma görevini verir ve bu amaçla İstanbul’a gönderir.

James Bond karakterinin yaratıldığı ve seri filmlerinin çekildiği dönem, Soğuk Savaş yıllarıdır. Amansız bir mücadele vardır; sosyalizme ve onun güçlü kalesi durumunda olan Sovyetler Birliğine karşı. Esasında bu savaş; 1917’de, Ekim Devrimi ile başladı. Devrimin amacı; Rusya’yı emperyalist savaştan kurtarmak, işçi ve köylüleri temsil eden iktidarı kurmak, toprak aristokrasisine karşı halkın çoğunluğu olan yoksul kitlelerin lehine toprakları ortak mülkiyete devretmek ve burjuvaziye karşı işçi ve emekçi sınıfın çıkarlarını savunmaktı.

 

Hitler’i Desteklediler

Amaçları itibarıyla devrim, emperyalist aşamaya geçmiş kapitalist dünya için yaşamsal olarak büyük tehditti. Bu nedenle Hitler, başlangıçta Sovyetler Birliği’ne karşı desteklendi. Bugün Kapital-Finans emperyalist sisteminin önemli güç merkezlerinden olan General Motors, DuPont ve Ford; Nazi iktidarına destek verdi ve Almanya’yı Sovyetler Birliği’nin üzerine gönderdi.

ABD’nin 33. Başkanı olan ve göreve 1945’de Franklin D. Roosevelt’in ölümü üzerine başkan yardımcısı iken gelen Harry S. Truman, 5 Haziran1941’de ABD Senatosu’nda; “Almanya’nın kazandığını görürsek, Rusya’ya yardım etmeliyiz. Rusya’nın kazandığını görürsek, Almanya’ya yardım etmeliyiz. Böylece; olabildiğince adam öldürmelerini sağlamış oluruz” şeklinde konuşmuştur.

Fiziken Değil Fikren Tehditti!

  1. Dünya Savaşı’ndan sonra, kapitalist sistem için artık tehdit; sosyalizm ve onun güçlü kalesi Sovyetler Birliği’dir. Çünkü; savaştan yıkımla çıkan ve yoksulluğun ezici etkisi altında kalan Avrupa’da yaşayan geniş kitleler için sosyalizm, cazibesini çok arttırmıştır. Soğuk Savaş sırasında (1946-1989), Kızıl Ordu’nun en güçlü olduğu dönemde bile Sovyetler Birliği, askeri olarak ABD’ye karşı tehdit olamamıştır. Yani Sovyetler Birliği; kapitalist sistem için fiziken değil, fikren tehdit olmuştur. Soğuk Savaş’ın hemen sonrasında Rusya’ya giden ve onlarla tatbikat yapan bir uzman olarak şunu söyleyebilirim ki; Sovyetler Birliği’nin askeri gücü, ABD ve NATO tarafından, bize gerçek gücünün çok çok üzerinde tanıtılmış ve takdim edilmiştir.

Sovyetler Birliği kuşatılmış, yeşil kuşak ile çevrelenmiş, kaynaklarını verimsiz alanlarda kullansın diye silahlanma yarışına sokulmuş, Afganistan Savaşı (1979-1989) ile son darbe vurularak iflas ettirilmiş ve çözülmesi sağlanmıştır. 1917’den 1990’a kadar 73 yıl süren bu savaşta; sosyalizmi ve onun kalesi Sovyetler Birliğini itibarsızlaştırabilmek ve ötekileştirebilmek için çok şey yapıldı. James Bond serisi gibi filmler, bu faaliyete yönelik toplumsal mühendisliğin bir parçasıydı.

Halkın Ne Düşündüğünün Önemi Yoktu!

Türkiye de, bu dönemde çok acı çekti. Çünkü Türkiye, kapitalist bloğun kuyruğundan ayrılmamalıydı. Darbeler bunun için yapıldı. Özgürlük girişimleri bunun için ezildi ve bastırıldı. Sol örgütler terörize edildi, itibarsızlaştırıldı ve ajanlarla dolduruldu.

Türkiye; yeşil kuşağın içindeydi ve cephe ülkesiydi. Türkiye’deki halkın ne düşündüğünün, demokratik talebinin ne olduğunun hiç mi hiç önemi yoktu!  Soğuk Savaş’ın en çok tırmandığı günlerde çekilen “Rusya’dan Sevgilerle” filminde -rol için de olsa- Deniz Binbaşı James Bond, bu nedenle İstanbul’a gönderildi.

Ne Yapmak İstiyorlar?

Bugün; Sovyetler Birliği’nin ardılı olan Rusya’da artık sosyalizm yok, kapitalist ekonomik model uygulanıyor. Ama sorun bitmedi. Kapital-Finans emperyalist sistem şimdi de; tek kutuplu dünya düzenini sonsuza kadar sürdürmek, enerji ve hammadde kaynaklarına egemen olmak, dünyanın ekonomik, askeri ve siyasi ağırlık merkezinin doğuya ve özellikle Asya-Pasifik bölgesine doğru kayışını durdurmak, enerji kaynakları bakımından zengin Ortadoğu’nun siyasi haritasını yeniden çizmek, hegemonyaya direnenleri ezmek, Rusya ve Çin’i kuşatarak, çevresini istikrarsızlaştırarak, silahlanma yarışına sokarak, ve sıcak savaşların içine alarak, aynen Sovyetler Birliği’ne yapıldığı gibi, iflas ettirmek ve parçalamak istemektedir.

Gerçekte Rusya; sıcak denizlere mi inmeye çalışıyor? Emperyalist amaçlar peşinde mi? Türkiye’ye tehdit mi? Seneye 100’üncü yıl dönümü idrak edilecek olan 1917 Ekim Devriminin Türkiye’ye etkileri nelerdi? Suriye’ye niye müdahale etti, ne yapmaya çalışıyor? Haftaya bu konuları analiz etmeye çalışacağız.

TÜRKER ERTÜRK 

Saygılar sunarım.

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Birkaç milyar dolar için..

SATILIK EGEMENLİK HAKLARI

Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasındaki “Mülteci Zirvesi”nde, Türk planı prensip olarak kabul gördü ancak detaylar 17-18 Mart’taki zirveye kaldı.

AB liderleri gelecek 10 gün boyunca ve bu konuda en geç Haziran sonuna kadar vizelerin kaldırılmasını da içeren bir çalışma yürütmede mutabık kaldılar…

Zirvede Türkiye’ye Haziran’da vize muafiyeti verilmesi için 2013 yılında kararlaştırılan ama Güney Kıbrıs’ın vetosuna takıldığı için henüz hiçbir ilerleme kaydedilmeyen 5 maddeye dikkat çekildi.

Mesela, tüm AB ülkelerinin vatandaşlarına ayrımcılık yapmaksızın Türk topraklarına vizesiz giriş hakkı tanınması,

Ya da AB Polis Teşkilatı ile anlaşma yapılması,

Ya da AB standartlarında veri koruma yasasının kabul edilip uygulanması benzeri maddelerde;

“Tüm AB ülkeleri” vurgusu, Türkiye’nin devlet olarak tanımadığı Güney Kıbrıs’a işaret ediyor.

Bu durumda,mesela vize işlemlerinde Türkiye’nin “Güney Kıbrıs Rum Kesimi” ifadesi yerine “Kıbrıs Cumhuriyeti” ifadesini kullanması gerekiyor…

Türkiye mülteci kriziyle mücadelede işbirliği yapmak için tüm AB üyesi devletlerden, Güney Kıbrıs tarafından veto edilen müzakere başlıklarının açılmasına yönelik açık taahhütlerini talep etti.

Güney Kıbrıs ise Türk Limanlarının ve Ercan Havalimanının açılması, Maraş’ın iadesini önşart olarak öngörüyor…

Zirvede Güney Kıbrıs Rum Kesimi yerine Kıbrıs Cumhuriyeti ifadesini kullanmak gerekliliği ise fazla dillendirilmedi.

Ancak bakınız, “Kıbrıs Cumhuriyeti” ne anlama geliyor ve neye mâlolacaktır?

Ada’da 1968’den beri süren iki kesimin müzakerelerinde ortak devlet, toprak, mülkiyet hakları ve askeri düzenlemelerle ilgili uzlaşı sağlanamamıştır.

Ama Rumlar, BM ve AB’de Kıbrıs’ın yasal hükümeti ve temsilcisi olduklarını kabul ettirirken, Türkler azınlık konumuna itilmiştir.

Üstelik, 2004′ te Kıbrıs adına Rum Yönetimi “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla AB’ye katılmıştır.

Halbuki Kıbrıs’ta taraflar arasında sorun 1960 Ankara Anlaşmasına rağmen 1963 Akritas Planının uygulanması ısrarından doğuyor.

Ankara Anlaşması Ada’da Türklerin siyasi eşitliğini, idareye etkin katılımını, aynı toplumsal statülerle hak ve özgürlükleri, Lozan Anlaşması çerçevesinde Türk-Yunan dengesini, Yunanlı olduğunu iddia eden Rumlarla Türkler arasında 1960 ” Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’ni”  garantiliyor.

Akritas Planı ise Rumların Türkleri zayıflatarak “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin Yunanistan’a birleştirilmesini amaçlıyor.

O yüzden Türkiye’nin Kıbrıs Rum Yönetimi ile  Kıbrıs Cumhuriyeti arasındaki nüansın hem de böyle bir zamanda çok daha fazla ayırt edilmesi gerekiyor.

Birincisi: Kıbrıs, NATO’nun geleceğini belirleyen Stratejik Konsept Belgesinde önemli bir stratejik merkezdir.

Hem Türkiye, hem mevcut iki devletli haliyle Kıbrıs; Stratejik Konsept Belgesinde “AB üyesi olmayan NATO ülkesi” olarak anılıyor ve bu durum NATO için sorun teşkil ediyor.

O yüzden Türkiye, NATO’nun AB üyesi olmayan bir müttefiki olarak Avrupa güvenliğine katkısı için öncelikle Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına dahil edilmesi gerektiğini savunuyor.

Fakat AB üyesi Kıbrıs Rum Yönetimi Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına girmesini,Türkiye de Kıbrıs’ın NATO’ya girmesini engelliyor…

Bu karmaşa, ancak Kıbrıs Türk ve Rum kesimlerinin birleşme şartlarında anlaşmaları halinde, “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti”nin  NATO’ya, Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına üye olmasıyla çözülebilecektir…

İkincisi: Türkiye adanın birleşmemesi halinde bir kesimin adanın tümünü temsil ediyormuş gibi görülmesinin Avrupa değerlerine aykırı olduğunu savunuyor.

Nitekim, Kıbrıs Rum yönetiminin İsrail’in teşvikiyle Doğu Akdeniz’de doğalgaz sondajına başlaması ardından Türkiye ve KKTC  “Kıta Sahanlığını Sınırlandırma Anlaşması”nı imzalamış, bu suretle;

Türkiye, Rumların Ada’nın güneyinde başlattığı çalışmaları uzaktan izlerken, benzer arama çalışmaları yapması önündeki engeli de ortadan kaldırmış sayılıyor…

Üçüncüsü; Müzakerelerin geldiği bu aşamasında  Rumlar uluslararası tanınmışlıklarını kullanarak avantaj elde etmek için kabul edilemez şartlardan biri olan kendi egemenliğini kabul ettirme konusunda direnmektedir.

Türkiye’den Ada’daki 40 bin askerini geri çekmesi,

Türkiye’den gelip adaya yerleşenlerin geri dönmesi,

Toprak değişikliklerinin yapılabilmesi,

Türkiye’nin bu alanda bulunan gazda KKTC’nin de payı olduğu tezini bırakması isteniyor.

Bunun için Rumlar, Türkiye’ye daha fazla baskı yapılmasını teminen garantörlük konusunu uluslararası alana taşımış, garantörlüğü askıya aldırmanın peşindedir.

Nitekim, Yunanistan adadaki garantörlük haklarından vazgeçmeye hazır olduğunu açıklarken,

Rumlar, İngiltere’den de Kıbrıs’ta bir anlaşma durumunda adadaki garantörlük haklarından vazgeçmeye hazır olduklarının teyidini almıştır.

Garantörlük çerçevesinde Kıbrıs Rum Kesiminin güvenlik kaygılarına son verilecek, garantörlükle ilgili alternatif senaryoların önü açılacaktır.

Bu Kıbrıs sorunun çözümüne AB ya da başka uluslararası kuruluşların da müdahil olması,

Türkiye’nin  Kıbrıs’tan hareketle uluslararası toplumda biraz daha yalnızlaşması anlamına gelecektir.

Üstelik “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni kabul etmek hem “Rum egemenliği kabul etmek”  hem de “Kıbrıs sorununun” ortadan kalkması anlamına geliyor.

Bu 1963 Akritas Planının uygulanması yani Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınması ısrarıdır.

Akritas Planı, Rumların Türkleri zayıflatarak Kıbrıs’ın Yunanistan’a birleştirilmesini yani ENOSİS’i amaçlıyor…

Bugün bu çerçevede yeni müzakereler Cumhurbaşkanı M.Akıncı ile Rum yönetimi Başkanı N.Anastasiadis son görüşmeyi yaptıkları 26 Şubat’tan sonra 6.görüşme ile sürüyor.

Kıbrıs, birkaç milyar Euro’ya ve asla gerçekleşmeyecek vize muafiyetine Türkiye’den alınmaya yazıyor…

Gelsin Ege Denizi Sorunları mı deniliyor?

Ahmet Kılıçaslan Aytar

12.3.2016

Suudi Arabistan,Londra’da borç para peşinde

Suudia Arabistan Borç para peşinde !

Salt petrol ihracatına dayanan ekonomik yapılar düşüş trendine girdi. Özellikle petrol fiyatlarında düşüş sonucu petrol satıp-silah satın alma dengesi izleyen ve ülkelerini sürekli olarak savaş durumunda tutan yönetimler,borç para peşine düştüler. Bunun iki önemli örneği Suudi Arabistan ve Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi.

Reuters haber ajansının geçtiğimiz hafta geçtiği bir habere göre Suudi Arabistan, Londra’daki finans şirketleri aracılığıyla bankalardan 8 milyar dolarlık bir borç alımına gidiyor. Bütçesinde yaklaşık 100 milyar dolarlık açık bulunan Suudi Arabistan’ın bu miktar borç parayı rahatlıkla bulabileceği ancak petrol fiyatlarındaki düşüşün uzun süre devamı halinde,çok yüksek Milli Savunma harcamaları yapan ülkenin mali-siyasi krizlere girebileceği vurgulanıyor. Suudi Arabistan yanında ekonomileri tamamen petrol ihracatına dayanan Körfez şeyhliklerinin de Batı Bankalarından borç para aldıkları belirtildi. Umman ve Katar piyasadan 1 milyar ve 5.5 milyar dolarlık borçlar aldılar.

Suudi Arabistan ve Körfez Şeyhlikleri son 5 yıl içinde Dünya Silah ticaretinin en büyük ithalatçıları olarak yer aldılar. Suudi Arabistan ve Körfez Ülkelerinin, başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinden son 5 yıl içinde 112 Milyar dolar değerinde silah satın aldıkları SİPRİ enstitüsü tarafından bildirildi. Suudi Arabistan’ın borç para istediği İngiltere, sadece son iki yılda Yemen’i bombalaması için bu ülkeye 4 milyar dolarlık silah satışı gerçekleştirdi. Yemen’de Suudi Arabistan tarafından yapılan ve AB Parlamentosu’nun durdurulması çağrısı yaptığı bombalamayı destekleyen tek ülke, Suudi Arabistan’a en çok silah satan ülke olan İngiltere.

Son yıl içindeki petrol fiyatlarının düşmesi sonucu,borç para peşine düşen ikinci yönetim Kuzey Irak oldu. ‘Yasal Olmayan yollardan’ Irak petrolünü Türkiye üzerinden Dünya’ya satan Kuzey Irak, bir yanda petrol fiyatlarının düşüşü,bir yanda da PKK nedeniyle Türkiye’deki boru hatlarındaki aksama sonucu, mali bir krizin eşiğine geldi. İran ile Kuzey Irak’ta çıkarılan petrolü İran üzerinden Körfez yoluyla satma görüşmelerine başlayan Kuzey Irak Yönetimi, İran’a para karşılığı petrol kuyularından hisse satışı yapma yolunda çalışmalar yürütüyor.

Uluslararası piyasada petrol fiyatlarının düşmesinin ilk kurbanları Orta-Doğu’da varlıkları petrole borçlu olan ‘Savaş Ağalıkları’ oldu. Dünya’daki varlık nedenleri, yalnızca petrol satıp karşılığında ABD-İngiltere ve Fransa gibi ülkelerden silah alarak,bölgede sosyal ve siyasi çatışmaları körüklemekten ibaret, Savaş Ağalığı rejimlerinin ‘altın yılları’ yavaş yavaş tarihe karışıyor.

Mahir Tan       LondraPosta-Londra

 

 

Esinoğlu; Batı’cı ve İslamcı ‘kamuoyu imalatı’

Obama demiş ki…

Bülent ESİNOĞLU

Ülkemizde kamuoyu imalatı iki kaynaktan oluşturulur. Bu durum, çok açık bir gerçek olduğu halde, bir yere kadar kitleler bu gerçeği yok sayarak, haber ve yorumları izler, ülkesinde olup biteni anlamaya çalışır.

Çok uluslu şirketlerin etkisinin, üst düzeylerde olması, ülkemizde, Batı menşeili kurum ve kuruluşların varlığı, algı yönetiminin de ötesinde, ideolojik bir yapılanmayı getirir.

Kamuoyu imalatının bu şekilde olduğunu düşünürsek, Türkiye’de, Amerika’nın, Batının yapıp ettikleri ve söyledikleriyle oluşan bir kitle vardır.

Ben buna çokuluslu şirketlerle bütünleşmiş, onlar gibi düşünenler diyorum.

Bu kitlenin ülkemizdeki oy oranı %30 dolaylarındadır. Ülke kaderini etkilemeleri ise daha yüksek orandadır.

Türkiye’nin sorunlarına, Batı merkezli bir bakış açısıyla bakarlar. Batıdan gelen hiçbir şeyi eleştirmezler. Türk halkını inançları dolayısı küçümserler, dünyayı ve ideolojileri çok iyi bildiklerini sanırlar.

İkinci kamuoyu imalat merkezi ise, İslamcı siyasetin bakış açısıdır. İktidarın bakış açısıdır.

İslamcı imalat türü, Batıya her bakımdan karşıdır.

Ancak, ticaret ve menfaat söz konusu olduğunda, en az Batı merkezli düşünenler kadar çokuluslu şirketlerin yanındadırlar.

İslamcılar çıkarları söz konusu olduğunda, çok uluslu şirketleri emperyalizmin bir aracı değil de, ticaretin bir aracı olarak görürler.

Durum bu olunca, ekranlardaki, emperyalizm karşıtlığı da, işbirlikçilikte birbirinin içine girer. Solcusu(sahte), aydını kültürel olarak işbirlikçilik yaparken, İslamcısı ticaret yoluyla işbirlikçilik yapar.

Tam böyle bir ortamda, Obama Erdoğan ile ilgili bir negatif açıklama yapar. “IŞİD ile savaşı Erdoğan ile kazanamayız”

Türkiye’den bakan birisi şöyle düşünmesi gerekir; “Bana ne senin IŞİD ile savaşından, sen değil misin bölgeyi kaos’a sürükleyen, çok uluslu petrol şirketlerinin çıkarı için milyonlarca insanın ölmesine neden olan”

Çokuluslu şirketlerden yana konuşan, yani emperyalizmden yana konuşan da; IŞİD insanlık dışı laik olmayan bir örgüt, insanlık bu örgütle savaşmalıdır. Der.

Bahsettiğim %30’luk kitle için IŞİD ile savaş artık Türkiye’nin savaşı olmuştur. İslamcı için durum biraz karışıktır. Savaşsa, İslamcılığına halel getirecektir. Savaşmasa Amerika ile arası açılacaktır.

Emperyalizm adına ülkemiz artık ikiye bölünmüştür.

Böyle bir konumda sırf Erdoğan düşmanlığı yapabilmek için emperyalizmin her talebini haklı görmek gibi bir durum ortaya çıkar.

Böyle bir ortamda, Laiklik adına mücadele ettiğini sanan, bir kısım kadın da, ortaya çıkar derki;” haftada üç kez orgazm, hepimiz kaltağız” gibi küreselleşmenin çürüttüğü kadınlar, saçma sapan bir mücadelenin malzemesi olurlar.

Çok uluslu şirketlerin ülkemizdeki siyasi ve maddi varlığını fark etmeden(NATO, OECD, DB, GB, Gizli İstihbarat Antlaşmaları, vs.) olup bitenleri anlamak mümkün değildir.

Erdoğan karşıtlığı üzerinden siyasi mücadele emperyalizme karşı bir mücadele değildir.

Sahte solcular, liberaller Erdoğan’a karşı olmak için, Türk ordusunun PKK’ya karşı savaşına karşı çıkamaz. Bu durumda PKK savunuculuğu yapmış olurlar ki, böyle bir siyasi partinin, bu günkü şartlarda dahi ayakta kalması imkânsızdır.

Bir sahte savaşı daha ifade edeyim. Ordunun içindeki FETO’cular, yani Amerikancılar temizlensin sözde mücadelesi var.

Bir taraftan FETO’nun gazetesi kapatıldığında, desteğe gideceksin, öte yanda da Ordumuz tamda PKK’yı temizleme noktasına gelince, ordunun içindeki FETO’cular temizlensin diyeceksin.

Ergenekon Mücadelesi sırasında neden ağzına FETO sözcüğünü almıyordun.

Yoksa sen gladyonun ordu içinde, tezgâhladığı ama başaramadığı, orduyu savaş sırasında zafiyete düşürme işinin peşinde misin?

 

11.3.2016, bulentesinoglu@gmail.com

 

 

Lavrov; ‘1917 Devrimi Dünya’nın en büyük sosyal olayı idi’

Rusya’nın yeni Tarih tezi 

Lavrov; ‘1917 devrimi,Dünya’nın en büyük sosyal olayı idi’ 

Rusya Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanı Segey Lavrov’un geçtiğimiz hafta Rus yayın organlarında yer alan ‘Rusya’nın Dış Politikası; Tarihsel Perspektif’ adlı yazısı,Rusya’nın uluslararası alandaki eğilimini ortaya koyarken en yetkili ağızdan Rusya’nın kendi yakın ve uzak geçmişine nasıl baktığını ortaya koydu. Rus Dış politikasının ve askeri güçle desteklenen yeni uluslararası girişimlerinin mimarı sayılan Sergey Lavrov’un orijinal yazısında tarihsel açıdan Rusya’nın değerlendirilmesinde ‘devamlılık’ esası ön plana çıkıyor. Lavrov, kısaca Rusya’nın Hristiyan Dünya’ya katıldığı 908 yılından itibaren ele aldığı ‘Rus’ gerçeğinin Ulusal devrimler öncesi Avrupa tarihinden ayrılamayacağı düşüncesi ile başlıyor. Rus Çarlık ailelerinin,Avrupalı Kraliyet aileleri ile evlilikler yoluyla Avusturya,Macaristan,Danimarka ve Almanya ile ortak olarak yönettikleri feodal Avrupa topraklarının,’Batı Avrupa’daki gelişme seviyesine eşit sistemlerle’ ortak bir tarih yarattıklarına dikkat çekiyoır Lavrov.

         1917 Devrimi tarihimizin en önemli parçası  

Sergey Lavrov’un ‘yeni tarih tezi’ Rusya’nın 1917 Devrimi ve 2. Dünya Savaşı sırasındaki yönetime bakışı, Rusya’nın 1917-1998 yılları arasındaki resmi politikalarına en yakın noktada bulunuyor. 1917 Devriminin Dünya ve Avrupa toplumlarında uyandırdığı etkiler bakımından ‘Dünya’nın en önemli sosyal olayı’ olduğunu vurgulayan Lavrov;’1917 devriminin Fransız devriminden daha kanlı olmadığını’ sözlerine ekliyor. Rusya tarihinin ‘Avrupa kültür ve bir parçası olarak’ değerlendirildiği Lavrov’un yazısı Batı Medyasında sürekli olarak ‘2. Dünya savaşının diktatörler savaşı’ olarak tanıtılmasına karşı çıkıyor. Başını İngiltere’nin çektiği Batı Dünya’nın Alman Nazilerini Moskova üzerine yollamak için yarattığı bir medya kampanyasının savaştan sonraki 40 yıl boyunca soğuk savaş yıllarında sürdürüldüğünü kaydeden Lavrov ; Liberal kapitalizm bu yıllarda Dünya’ya ‘yok edilmiş bir orta sınıf,büyüyen eşitsizlik ve büyük tekeller üzerinde kontrollerin kaldırılmasını’ getirdi’ dedi. Rus devrimi ilkeleri ve SSCB dönemi, ‘sömürgeciliğin ortadan kaldırılması,bağımsız ulusların ekonomik gelişmeleri ve milletlerin kendi kaderlerini tayin ettikleri bir dönemin hazırlayıcısı oldu’ cümlelerine yer veren Lavrov;’ayni dönemde Varşova paktına bağlı olan ülkelerin şimdi Nato’ya bağlanmalarının ‘demokrasi ile değil,efendi değiştirmenin nimetlerinden faydalanma’ ile ilgili olduğuna dikkat çekti.

            Farklı Ekonomik modeller bir arada

Rusya Dışişleri Bakanı, çağdaş Dünya değerlendirmelerinde ağırlığı ekonomide Rusya ve Çin modellerinin artık tartışılmaz bir gelişme sağladığı son on yıla veriyıor. 1990 lı yıllarda Batı tarafından üretilen, ‘Tarihin sonu’ gibi akımların son bulduğu, Liberal Kapitalizmin Dünya hakimiyeti’nin artık bir propaganda malzemesinden öte bir anlam taşımadığını söyleyen Lavrov, Batı, Rusya’yı ‘Soğuk savaş yıllarına geri dönüş yaptığı anlamında ‘Revizyonizm’ ile suçluyor.Oysa son 20 yılda Rusya’nın başlattığı bir tek savaş yok. Yugoslavya,Irak,Libya ve Suriye bunların tümü Batı’nın BM kurallarına aykırı olarak başlattıkları savaşlardır’ dedi.

Lavrov, Uluslararası yeni dengeler konusuna özel bir önem verdiği ‘Rusya’nın Dış Politikası ve Tarihsel Perspektif adlı yazısında Rusya-Çin ve Yeni gelişen ülkelerin kurduğu birliklerin Liberal Kapitalist ekonomiler karşısında gerçek bir alternatif yarattıklarına dikkat çekiyor. Uluslararası Stratejik sorunlarda ABD ile sürekli olarak karşı karşıya gelmelerinin ‘Rusya’nın Süper güçler arasında sürtüşme ve çatışma’ politikası izlediği anlamına gelmediğini vurgulayan Lavrov; ‘Herkesin artık Dünya’da farklı ekonomik ve siyasi rejimlerin bir arada yaşayacağı gerçeğini kabul etmesi gerekiyor’ dedi.

Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un ‘Rusya’nın Dış Politikası ve Tarihsel Perspektif’ yazısı,açık bir biçimde Rusya’nın önümüzdeki günler için hazırladığı bir ‘Yükseliş Dönemi’ portresi çiziyor. Yeni dönemde Rusya’nın bir süper güç olarak varlığı, dış politikasının askeri güçle desteklenmesi yanında Liberal Kapitalist ‘Dünya’ düzenine karşı alternatif bir Ekonomik model yer alıyor. Rusya-Çin ve kurulan ekonomik birlikler, ABD-Batı Avrupa önderliğindeki ‘Dünya Düzenine’ karşı adaletli ve sosyal dengelere ağırlık veren, bir dönemin ‘kapitalist olmayan yol’ çözümünün habercisi gibi görünüyor. Rusya’nın Orta-Doğu’da ‘Tekfiri düşünce ve ABD-Suudi yayılmasına karşı, Suriye,İran,Yemen gibi ülkelere köklü olarak yeniden girişi,bu ülkelerin ‘siyasi planda’ yeni arayışlar peşinde koşan elit bürokrasisi ve aydın geleneğine uzatılmış bir destek olarak duruyor.

Mahir Tan   LondraPosta-Londra