‘Karabağ Azeri toprağı’

      ‘Karabağ bizimdir, bizim olacak’

Azerbeycan ve Ermenistan arasında, Ermenilerin işgal altında tuttukları Azeri toprağı Karabağ anlaşmazlığı bir sıcak savaş doğru yol alıyor. 2 ve 3 Nisan günlerinde Karabağ’da başlayan ve Azeri Ordusunun karşılık verdiği Ermeni saldırıları sonrasında Londra’da da Azeri toplumundan gelen tepki ve protestolar yükseliyor. 4 Nisan günü Londra’nın Kensington semtindeki Ermenistan Büyükelçiliği önünde toplanan Azeri gençleri Ermenistan’ı Karabağ işgali sırasında Azeri soykırımı yapmakla suçlayarak, Karabağ topraklarını terketmesini istediler. Çok sayıda Azeri’nin toplandığı Ermeni Büyükelçiliği önüne gelen bir gurup Ermeni de Ermenistan ve sözde Karabağ rejimi lehinde sloganlar attılar. Gergin anların yaşandığı protesto gösterisi polis tedbirleri nedeniyle olaysız olarak sona erdi.

Azerbeycan’a bağlı bir bir bölge olan Karabağ (Dağlık Karabağ) 26 Şubat 1992 yılında Ermenistan Ordusu ve sivil Ermeni çeteleri tarafından işgal edilmişti. Aralarında kadın ve çocuklarında bulunduğu yüzlerce Azeri vahşice öldürülmüştü. Tüm Dünya medyasının bazıları işkence edilerek öldürülmüş olan Azeri cesetlerini tesbit etmiş olmasına karşın, Uluslararası toplumun Ermeni saldırganları mahkum eden ve Ermenistan’ın işgal ettiği topraklardan geri çekilmesi doğrultusunda bir karar almayışı nedeniyle Karabağ meselesi tırmanarak devam ediyor.

İngiltere’de yaşayan Türk toplumunun çatı örgütü olan İTDF (İngiltere Türk Dernekleri Federasyonu) bir bildiri yayınlayarak Ermeni saldırganlarını mahkum etti ve Ermenistan’ı işgal ettiği Karabağ topraklarından çekilmeye çağırdı.

Mahir Tan    LondraPosta-Londra

Türker Ertürk; Dumlupınar şehitleri için boğazın serin sularında..

DENİZ ŞEHİTLERİNİN MEZARI DENİZLERDİR

63 yıl önce bugün; Dumlupınar Denizaltımız NATO’nun Akdeniz’de icra edilen Blue Sea adlı tatbikatından dönerken, Çanakkale Boğazı’nda, İsveç bayraklı Naboland yük gemisi ile çarpışarak batar.

 Dumlupınar; 1944’de ABD’de inşa edilmiş, Balao sınıfı dizel-elektrik tahrikli bir denizaltıydı. 1950’de, Türk Deniz Kuvvetleri’nin envanterine girmeden önceki adı, USS Blower’dı.

Dumlupınar; Türk Bayrağını taşımaya başlayalı daha üç yıl dolmamıştı ki, 4 Nisan 1953’de sabaha karşı saat 02.10’da, Çanakkale Boğazının en dar yeri olan Nara Burnu açıklarında, Naboland ile çarpıştı. I. İnönü Denizaltısı ile beraber tatbikattan dönüyorlardı. Önde Dumlupınar, arkada I. İnönü, intikal ediyorlardı. Naboland, baş torpido dairesinin sancak tarafından Dumlupınar’a çarpmıştı. Çarpışma esnasında; yelken diye tabir edilen, denizaltının köprü üstünden 8 denizci denize düştü. Bunlardan ikisi pervanelere takılarak, biri boğularak yaşamanı yitirdi. Toplam; 5 denizci kurtulabilmişti.

Denizcilerimizi Kaybettik

Çarpışma nedeniyle, baştan aldığı yarayla Dumlupınar öylesine hızlı batmıştı ki; gemide bulunan 81 denizciden yalnızca 22’si su almayan ve sağlam kalan kıç torpido dairesine sığınabilmişti. Burada mahzur kalanlar, yardım alabilmek için battı şamandırasını su yüzüne fırlattılar.

Güneşin doğması ile beraber, su yüzüne atılan şamandıra görüldü. Saat 11.00 sularında, kurtarma çalışmalarını yapacak olan Kurtaran gemisi kaza mahalline geldi. Kurtarma çalışmaları 72 saat boyunca, aralıksız sürdürüldü. Şiddetli akıntı, derinlik, şamandıra telinin kopması ve daha bir sürü şanssızlıklar nedeniyle kurtarma çalışmaları başarılı olamadı ve denizcilerimizi kaybettik.

Denizciler, Demir Yığınlarına Can ve Ruh Verir

Denizcilik, gerçekten zor iştir. Yürek ister, bilek ister, kafa ister ve sevgi ister. Gemiler, esasında cansız demir yığınlarıdır. Bu cansız demir yığınlarına can ve ruh veren; içinde yaşayan ve çalışan denizcilerdir. Dumlupınar’a da bu ruhu ve canı verdiler. Ama elim bir kaza neticesinde, onunla birlikte mavi suların derinliklerine gömüldüler.

Esasında; deniz şehitlerinin gerçek mezarı, engin denizlerdir.  1081’de başlayan Türk Denizciliği; aradan geçen yaklaşık bin yıl içinde nice kahramanlıklara ve zaferlere imza atarken, kimi zaman mağlubiyetler de yaşamış ve acılar da çekmiştir. Koyun Adaları’ndan, Cerbe ve Preveze’ye, Lepanto’dan Kıbrıs ve Malta kuşatmalarına, Çeşme’den Navarin ve Sinop’a, Ertuğrul’dan Kocatepe’ye kadar çok sayıda denizcimizin mezarıdır, şehitliğidir mavi denizler.

Vatan Sağ Olsun

Berke İnel; Dumlupınar ile beraber denizlere gömülen ve mezarı denizler olan Şehit Astsubay Sait Yıldırım’ın kızı. Babasını Dumlupınar ile beraber tatbikata göndermeden önce yaşadıklarını şöyle anlatıyor; “O gün, okula gidecektim. Tam çıkacağım sırada geriye döndüm ve koşa koşa babamın yanına gelip sarıldım. ‘Babacığım n’olur gitme. Ben senin gitmeni istemiyorum’ dedim. Bana döndü ve ‘Gitmem gerek. Bir gün anlayacaksın. Vazife çok kutsaldır ve ben bir askerim, gitmem gerek’ dedi. Gidiş o gidiş…”

 Dumlupınar her geçen dakika yaşam umudunu kaybetmesine rağmen, Çanakkale Boğazı’nın derin sularından su sathına yükselen Astsubay Selami’nin; “Vatan Sağ Olsun” sesinde somutlaşan kahramanlıktır. Dumlupınar; “Ah Bir Ataş Ver” ile sonsuza kadar gözlerimizden yaşlar süzülerek söyleyeceğimiz türküdür. Dumlupınar; sevgilisiyle ışıldak-fener ile mors alfabesi üzerinden haberleşen, sahilden gelen “seni seviyorum” mesajına “sonsuza kadar” yanıtını veren ve sevgisiyle beraber denizin derinliklerine gömülen denizciyle, hazin bir aşk hikayesidir.

Ruhları Şad Olsun

Dumlupınar’da şehit olan denizcilerimizden biri de Albay Hakkı Burak’tı. Albay Hakkı Burak, Dumlupınar ve I. İnönü denizaltılarının komodoruydu. Kızı Zeynep Burak Uras babasını kaybettiğinde 16 yaşındaydı. Hala babasının anılarıyla yaşıyor.

Dumlupınar’da yaşamlarını kaybeden denizcilerimizi, onların indinde tüm Deniz Şehitlerimizi rahmetle, minnetle ve saygıyla anıyorum. Ruhları şâd olsun.

Bugün saat 13.00’de Sarıyer’de, Zeynep Burak Uras ve bazı dostlarla beraber; Alb. Burak’ı, Astsubay Selami’yi, Dumlupınar ve tüm Deniz Şehitlerimizi anacağız ve ruhları için İstanbul Boğazı’nın sularına çelenk bırakacağız.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nurullah Aydın; Suç İşleme Özgürlüğü..

Nurullah AYDIN

4 Nisan 2016-ANKARA

SUÇ İŞLEME ÖZGÜRLÜĞÜ KİMLER İÇİN

Terör, hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, tecavüz toplumu sarmalamış durumda.

Hertürlü ahlaksızlığa, hukuksuzluğa karşı bazıları; dini, ideolojik, etnik açıdan yaklaşıyor. Tavrını ona göre belirliyor.

Herkesin, hukuka, yargıya bakış farklılıkları olabilir. Ama yürütmenin, yani idarenin, yani siyasilerin yargıya yaklaşımı ile nasıl böyle olur diye sorgulaması çok ilginç bir durum!

Hukuk devletinde; kanun önünde herkes eşittir, her suçun belirlenmiş cezası vardır temel anlayışı vardır.

Savcı bir soruşturma açsa lehe ise alkış, aleyhe ise karalama! Hakim lehe bir karar verse iyi, aleyhe karar verse karalama! Yargıtay-Danıştay kararları lehe ise övgü, aleyhe ise karalama!

İlgili ilgisiz, herkes yorum yapıyor.

Böyle bir durumda adalet nasıl dağıtılır. Yandaş savcı-yandaş hakim, karşıt savcı karşıt hakim algılaması ile topluma bunun yansımasının getireceği sonuçları düşünen yok.

Ağzı olan konuşuyor. Hem öyle konuşuyor ki dersiniz, kin, nefret ve öfke her etrafa saçılıyor. Gazeteler, TV ekranlarında yapılan açıklamalar vatandaşın kafasını karıştırıyor.

Ya benden yanasın ya karşısın anlayışı toplumu böler. Siyasetçi-yandaş gazeteci, yandaş hukukçu, yandaş akademisyen doğru düşünecek ama yargı mensubu yanlış düşünecek, böyle bir mantık devlet yönetiminde istikrarı, toplumsal düzeni sağlar mı? Bunun sonu kaostur. Birileri ısrarla kaos peşinde!. Peki ama neden?

Anayasa Mahkemesinin, Danıştay’ın ve Yargıtay’ın verdiği her karar tartışma konusu. Kibir, beğenmemezlik denilen illet ülkeyi sarmış durumda..

Bazıları yargıya yönelik itirazlara marijinal teşhisini koyabiliyor.

Yıllardır bu ülkede adaletle oynanıyor. Adalet, adaletsizlikle eş anlama getirildi neredeyse. Her yargı düzenlemeleri sorun çözmek yerine yeni sorunları beraberinde getiriyor. İnsanlar adalet aramak için yetki ve güç yanlısı bir hukukun insafına sığınmak zorunda kalıyor.

Hukuk diye çırpınanların anlatmak istediği Yargı bağımsızlığını muhafaza edebilmektir. Adaletle bu kadar oynanmasını tehlikelidir. Hakk’a değil, bize sığının diyen, büyük yanlış yapar. Hele bunu yapanlar ben her şeye kadirim moduna girerlerse, bu daha ürkütücü olur.

Hukukun bittiği yer herkese göre değişebilir ama bir gerçek vardır ki o da şu: Güçlünün keyfiliği ancak yargısal denetimle ve hukuk kuralları ile önlenir.

Bir kesime göre bu ülkede hukuk katledilmiştir. Hak, hukuk ve adalet tükenmiştir. İşin artık cılkı çıkmış ve endazesi kaçmıştır. Diğer kesime göre herşey normaldir.

Türkiye; Hukuk devleti ve sosyal devlet olmalıdır. Bunu ise başta siyasilerin savunması gerekir. Çünkü hukuk, bir gün herkese gerekli olabilir.

Milletin dediği oluyor diye yandaşlar kollanıp korunuyorsa ve ses çıkmıyorsa, hukuk ve yargı kim için var kim için yok sorusu sorulmaz mı?

Anayasa ve kanunlara istisnasız herkes uymak zorundadır. Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın ve Sayıştay’ın kararları ile gerekçeleri ve içtihatları bağlayıcıdır.

Yargı kararları; yürütmeyi, yasamayı, Cumhurbaşkanı’nı ve bütün kurumları da bağlar.

Anayasayı, yasaları ve yargı kararlarını etkisiz hale getirebilmek için yapılacak her türlü düzenleme, tutum ve davranış; yerine göre kanuna veya Anayasaya karşı hile oluşturur.

Kendisini hukukun üstünde görerek, ben yaptım oldu mantığıyla hukukun fiilen ihlali, çok tehlikelidir. Böyle bir yolun açılması, ülkeyi; Anayasaya, kanunlara ve yargı kararlarına uyulmayan, güçlünün haklı olduğu Vahşi Batıya çevirir.

Durum böyle iken bu ülkenin hukuk-siyaset ilişkisinin normalleşmesini beklemek fazla iyimserlik gibi görünmüyor mu?

Günün SÖZÜ: Adaletin tükendiği yerde güçlünün zorbalığı başlar.

Türker Ertürk; ‘bize baskı yaparak,toplumu susturmak’

AMAÇ TOPLUMU SUSTURMAK

Obama; “Kendisine söyledim; basına yaklaşım, Türkiye’yi rahatsız edici bir yola sürükleyebilir” diyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise; “Gıyabımda yapılan açıklamayı duyunca üzüldüm. Bu konu gündeme gelmedi” diyor. Acaba kim doğruyu söylüyor? Sizi bilmem ama, ben Erdoğan’a inanmıyorum.

Türkiye’de hakaret davaları, toplumu susturmak için bir enstrüman olarak kullanılıyor. Uzağa gitmeye lüzum yok. Bunu, bana karşı uyguluyorlar. Başbakan iken, başbakana hakaretten yargılandım ve ceza aldım, şimdi Yargıtay’da. Şu anda da Cumhurbaşkanına hakaretten yargılanıyorum. Beni susturabilirler mi? Asla! Söz konusu bile olamaz! Bunu biliyorlar! Amaç; ben ve benim gibi insanlar üzerinden, toplumu susturmak ve sessizleştirmek.

Erdoğan ve AKP yönetiminde, maliye ve adliye başta olmak üzere; devletin gücü baskı ve zulüm aracı olarak kullanılmaktadır.

Erdoğan; “Eleştiri ile hakareti, birbirinden ayırmak lazım. Türkiye’de bazı gazetelerde, Cumhurbaşkanı için ‘katil, hırsız’ biçiminde manşetler atılıyor. Başlıklarla tehditler savuruluyor. Hakarete Batı’da da müsaade edilmez” demiş.

Sanırım Erdoğan; tüm basının yalakalık yapmasını istiyor, eleştiri ile hakaret arasındaki ayrımı pek anlamamış.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM); “Bir siyasetçiye yönelik eleştirilerin kabul edilebilir sınırları, özel bir şahsa yönelik eleştirilere göre daha geniştir. Bir siyasetçi özel şahıstan farklı olarak; her sözünü ve eylemini bilerek ve kaçınılmaz biçimde gazetecilerin ve halkın yakın denetimine açar. Ve bu nedenle, daha geniş bir hoşgörü göstermek zorundadır” diyor.

En son olarak AİHM; Fransa eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy için “Defol git geri zekalı” denmesini ifade özgürlüğü olarak gördüğünü kararında belirtmiştir. Biliyorsunuz; AİHM kararları ülkemizi de bağlamaktadır.

Aydın olmak demek; ülkesi ve toplumu için doğru bildiğini söylemek, kişisel çıkarları için yalakalık etmemek,testi kırılmadan toplumu uyarmak demektir.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK 

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar,Hey, ‘Kıbrıs’tan’ haberin var mı ?

 

HEY, HABERİN VAR MI ?

Ocak’ta, Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda, “Kıbrıs Türklüğünü değil, Kıbrıs Milletini yeğ tutan”  KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Kıbrıs sorununun çözülmesi halinde getirileri allayıp pulluyordu.

“Kıbrıs sorunu çözüldüğü zaman Türkiye AB’ye daha yakın olacak:

Türkiye ve Yunanistan’ın savunma ve silahlara harcadığı paralar sona erecek:

Rum lider N.Anastasiadis, Türkçe’nin Avrupa Birliği’nde (AB) resmi dil olması için çalışma başlatacak:

Doğu Akdeniz’de İsrail gazı Kıbrıs  gazı ile birleşerek Kıbrıs üzerinden Türkiye’ye, oradan da Avrupa’ya sevk edilecek” diyordu…

Mart’ta, AB ile Türkiye arasındaki Mülteci Zirvesi’nde, liderler en geç Haziran sonuna kadar vizelerin kaldırılmasını da içeren bir çalışma yürütmede mutabık kaldılar.

Türkiye mülteci kriziyle mücadelede işbirliği yapmak için tüm AB üyesi devletlerden, Güney Kıbrıs tarafından veto edilen müzakere başlıklarının açılmasına yönelik açık taahhütlerini talep etti.

AB ise Haziran’da vize muafiyeti verilmesi için 2013 yılında kararlaştırılan ama Güney Kıbrıs’ın vetosuna takıldığı için henüz hiçbir ilerleme kaydedilmeyen 5 madde için Türkiye’nin dikkatini çekti…

Mesela Türkiye’den tüm AB ülkeleri vatandaşlarına ayrımcılık yapmaksızın Türk topraklarına vizesiz giriş hakkını tanıması istendi.

“Tüm AB ülkeleri”  vurgusu, Türkiye’nin devlet olarak tanımadığı Güney Kıbrıs’a işaret ediyor, bu durumda mesela  vize işlemlerinde Türkiye’nin “Güney Kıbrıs Rum Kesimi” ifadesi yerine “Kıbrıs Cumhuriyeti” ifadesini kullanması gerekiyordu…

“Kıbrıs Cumhuriyeti” mi?

Bakınız, “Kıbrıs Cumhuriyeti” ne anlama geliyor, ne alıyor, neyi veriyor?

Ada’da 1968’den beri süren iki kesimin müzakerelerinde ortak devlet, toprak, mülkiyet hakları ve askeri düzenlemelerle ilgili uzlaşı sağlanamamıştır.

Ama Rumlar, BM ve AB’de Kıbrıs’ın yasal hükümeti ve temsilcisi olduklarını kabul ettirmiş, Türkler ise azınlık konumuna itilmiştir.

Üstelik, 2004′ te Kıbrıs adına Rum Yönetimi “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla AB’ye katılmıştır.

Halbuki Kıbrıs’ta taraflar arasında sorun;1960 Ankara Anlaşmasına rağmen 1963 Akritas Planının uygulanması ısrarından doğuyor.

Ankara Anlaşması Ada’da Türklerin siyasi eşitliğini, idareye etkin katılımını, aynı toplumsal statülerle hak ve özgürlükleri, Lozan Anlaşması çerçevesinde Türk-Yunan dengesini, Yunanlı olduğunu iddia eden Rumlarla Türkler arasında 1960 “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’ni”  garantiliyor.

Akritas Planı ise Rumların Türkleri zayıflatarak “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin Yunanistan’a birleştirilmesini amaçlıyor.

Öncelikle bilhassa Türk vatandaşlarının “Kıbrıs Rum Yönetimi ile  Kıbrıs Cumhuriyeti” arasındaki farkı bu esasta düşünmesi ve ayırt etmesi gerekiyor.

Ya sonra?

Birincisi: Kıbrıs, NATO’nun geleceğini belirleyen Stratejik Konsept Belgesinde önemli bir stratejik merkezdir.

Hem Türkiye, hem mevcut iki devletli haliyle Kıbrıs; Stratejik Konsept Belgesinde “AB üyesi olmayan NATO ülkesi” olarak anılıyor ve bu durum NATO için sorun teşkil ediyor.

O yüzden Türkiye, NATO’nun AB üyesi olmayan bir müttefiki olarak Avrupa güvenliğine katkısı için öncelikle Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına dahil edilmesi gerektiğini savunuyor.

Fakat AB üyesi Kıbrıs Rum Yönetimi Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına girmesini, eh!… Türkiye de Kıbrıs’ın NATO’ya girmesini engelliyor…

Bu karmaşa, ancak Kıbrıs Türk ve Rum kesimlerinin birleşme şartlarında anlaşmalarıyla, “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti”nin  NATO’ya ve Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına üye olmasıyla çözülebilecektir…

İkincisi: Türkler adanın birleşmemesi halinde bir kesimin adanın tümünü temsil ediyormuş gibi görülmesinin Avrupa değerlerine aykırı olduğunu savunuyor.

Nitekim, Kıbrıs Rum yönetiminin İsrail’in teşvikiyle Doğu Akdeniz’de doğalgaz sondajına başlaması ardından Türkiye ve KKTC  “Kıta Sahanlığını Sınırlandırma Anlaşması”nı imzalamış, bu suretle;

Türkiye, Rumların Ada’nın güneyinde başlattığı çalışmaları uzaktan izlerken, benzer arama çalışmaları yapması önündeki engeli de ortadan kaldırmış sayılıyor…

Üçüncüsü; Müzakerelerin geldiği bu aşamada  Rumlar uluslararası tanınmışlıklarını kullanarak avantaj elde etmek için kabul edilemez şartlardan biri olan kendi egemenliğini kabul ettirme konusunda direnmektedir.

Türkiye’den Ada’daki 40 bin askerini geri çekmesi,

Türkiye’den gelip adaya yerleşenlerin geri dönmesi,

Toprak değişikliklerinin yapılabilmesi,

Türkiye’nin bu alanda bulunan gazda KKTC’nin de payı olduğu tezini bırakması isteniyor…

Bunun için Rumlar, Türkiye’ye daha fazla baskı yapılmasını teminen garantörlük konusunu uluslararası alana taşımış ve garantörlüğü askıya aldırmanın peşindedir.

Nitekim, Yunanistan adadaki garantörlük haklarından vazgeçmeye hazır olduğunu açıklarken,

Rumlar, İngiltere’den de Kıbrıs’ta bir anlaşma durumunda adadaki garantörlük haklarından vazgeçmeye hazır olduklarının teyidini almıştır.

Garantörlük çerçevesinde Kıbrıs Rum Kesiminin güvenlik kaygılarına son verilecek, garantörlükle ilgili alternatif senaryoların önü açılacaktır.

Bu Kıbrıs sorunun çözümüne AB ya da başka uluslararası kuruluşların da müdahil olması,

Türkiye’nin Kıbrıs’tan hareketle uluslararası toplumda biraz daha yalnızlaşması anlamına gelecektir.

Üstelik “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni kabul etmek hem “Rum egemenliği kabul etmek”  hem de “Kıbrıs sorununun” ortadan kalkması anlamına geliyor.

Bu 1963 Akritas Planının uygulanması yani Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınması ısrarıdır.

Akritas Planı, Rumların Türkleri zayıflatarak Kıbrıs’ın Yunanistan’a birleştirilmesini yani ENOSİS’i amaçlıyor…

Ve süreç ilerliyor.

Mart ayında Kıbrıs ile ilgili alttan alta pazarlıklar sürüyor.

Yapılan müzakerelerde bugüne kadar hiçbir şekilde tartışılmayan “Garantörlük” konusu  artık açık açık tartışılıyor.

Türk Kara Kuvvetleri’nin 9 kolordusundan biri olarak KKTC’deki askeri gücü Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı’nın Mersin’e nakli için zemin oluşturuluyor.

Kıbrıs Demokrat Parti Genel Başkanı Serdar Denktaş durumu “Bu zemini arayanlar ‘Zaten Mersin-Kıbrıs yakın mesafe. Bir şey olursa hemen müdahale ederiz’ şeklinde konuşuyor. Hayır, çözümden sonra siz bir AB ülkesine müdahale edemezsiniz, ettirmezler, biter ” diyor…

Kıbrıs’ta Türk ve Rum kesimleri arasında mülkiyet konusu, 1974’te Türkiye’nin askeri harekâtı ve ortaya çıkan durumun nasıl algılanması gerektiğindeki görüşler arasındaki tezatdan kaynaklanıyor ve müzakerelerin en zorlu konularından birini oluşturuyor.

Rumlar, mülkiyet sorununun bir insan hakları ihlâli konusu olduğu, ancak insan haklarına saygı temel ilkesinin uygulanmasıyla çözülebileceği görüşündedir.

Türkler insan haklarına saygı ilkesini kabul etmekle birlikte bunun iki bölgelilik temel ilkesine ters düştüğü konusunda ısrar ediyor.

Yine de mülkiyet konusunda kişisel haklar ile siyasi haklar arasında ayrım yapılmış ve müzakereler bu temelde yürütülmektedir.

Kişisel mülkiyet hakkının tanınması kuzeydeki Türk çoğunluğunun garanti altına alınması anlamına geliyor.

Ne ki tartışmalar siyasi mülkiyetler noktasında düğümleniyor…

O yüzden Rum Kesimi, Türkiye’nin hayata geçirdiği “Barış Suyu Projesi”ni reddediyor.

Projeyi “İşgal gücü Türkiye tarafından işgal altındaki topraklarda hayata geçirilen yasadışılık”  olarak tanımlıyor.

Türkiye’yi bu projeyle KKTC’yi coğrafi açıdan Anadolu ile bütünleştirmekle suçluyor…

2 Nisan’da, Kıbrıs’ta merkez soldaki Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) ile merkez sağdaki Ulusal Birlik Partisi’nin (UBP) koalisyon hükümeti dağılmıştır.

Birincisi; Ankara, Kasım 2015’ten bu yana KKTC hükümetinden elektrik ve telekomünikasyon hizmetleriyle limanların özelleştirilmesini istiyor,bu şart yerine getirilmediği için Türkiye KKTC’nin mali yardım alabilmesi için gerekli mali protokolü imzalamıyordu.

İkincisi: Ankara, KKTC’den  “Barış suyunun” özelleştirilmesini benimsemesini istiyor ama KKTC hükümetini oluşturan CTP ile UBP arasında mülkiyetin kişiselliği ve siyasi haklar ayrımı konusunda ihtilaf bulunuyordu.

UBP Barış suyunun özelleştirilerek suyun kişisel mülkiyet alanına alınmasını, CTP ise suyun belediyelerin oluşturduğu bir şirket tarafından dağıtılmasını isterken, suyun mülkiyetinin siyasi bir konu olduğunu savunuyordu!

Çünkü Mart ayının son gününde, Kıbrıs’ı ziyaret eden  Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz, Kıbrıs Parlamentosu’nda konuşurken,

“Kıbrıs’ın yeniden birleşmesi artık gerçekçi bir olasılık haline geldi, bu da tarihi bir şansın yakalanabileceği anlamına geliyor. Çünkü Kıbrıs tek bir toprak, Kıbrıslılar tek bir ulustur” diyordu.

Ahmet Kılıçaslan Aytar

Bülent Esinoğlu; ‘Ortak hedef DAİŞ demek ..’

Ortak hedef DAİŞ demek…

Bülent ESİNOĞLU

Erdoğan’ın Amerika ziyareti Cami Açılışı ile noktalanacak. Ziyaretin üç temel ayağı vardı. İş adamları, yani çok uluslu şirketlerin temsilcileri ile görüşme, Obama ile görüşme ve Amerika’da cami açılışı…

Cami açılışını bir kenara bırakırsak, önemli diğer iki görüşmeye bakmak gerek. Hatta Obama bile, sene sonunda işi bırakacağına göre, asıl görüşmenin, çok uluslu şirketler ile olan görüşme diyebiliriz.

Çünkü çokuluslu şirketler, Amerika’nın çıkarları demektir. Yönetim demektir. Bankalar demektir. Finans sistemi demektir. Gerçek siyaset yapıcılar demektir. Amerika demektir.

Olaya bu gözle baktığınız zaman bu ziyaret önemli bir ziyaret anlamına gelir.

Her ne kadar muhalefet ziyareti boş bir ziyaret gibi gösterse de, yandaşlar da, ziyareti çok başarılı gibi göklere çıkarsa da, ziyaretin önemli bazı vurguları oldu.

Gerek genel havadan, gerekse de, medyaya sızan bilgilerden anladığımız kadarıyla, iki bildiğimiz eski tutumun devam ettiğini görebiliriz.

Birincisi sizde demokrasi yok diyerek, Erdoğan üzerindeki baskıları sürdürmek, ikincisi ise Otak Hedef DAİŞ diyerek, Amerika/Türkiye birlikteliğini, orta doğuda sürdürmek.

DAİŞ’e karşı, Amerika Türkiye ortaklığı demek şu anlama gelir; Bölgede Amerikan liderliği altında iş yapmaya devam edeceğiz. İncirlik, Diyarbakır Hava Alanları gibi imkânlarımızı Amerika’ya açmaya devam edeceğiz. ABD ile gizli istihbarat antlaşmaları sürecek demektir.

Yani Amerika’nın Türkiye’deki varlığı sürecek demektir.

Erdoğan’ın Amerika’da olduğu günlerde, Amerika’nın önderliğini yaptığı Koalisyon güçlerinin Suriye Koordinatörü şu açıklamayı yaptı.

ABD Savunma Bakanlığı, IŞİD’e karşı mücadele kapsamında bir grup Suriyeli muhalifin eğitilmesi için yürütülen ancak geçen yıl ara verilen eğit-donat programının yeniden başlatıldığını belirtti.

Amerika ile Türkiye arasında tam mutabakat diye manşet atan gazetelerin, mutabakatın içinde Eğit-Donat programının da olduğunu bildiklerini sanıyorum.

Eğit-Donat demek Suriye’ye terör ihraç etmeye devam demektir. Suriye’nin hiçbir zaman istikrara ulaşamayacağı demektir. Amerika’nın karada varlığı demektir.

Bölgemizde Büyük Kürdistan kurmayı temel strateji olarak benimsemiş Amerika ile tam mutabakat ne anlama gelir, iyi düşünmek lazım. Hem birlikte Kürdistan kuracağız ama bize hiçbir şey olmayacak!

Akşam Gazetesi, ziyaretten bir hafta önce Amerika için Stratejik Düşman manşetini atıyor. Ziyaretten sonra tam mutabakat diyor.

Ziyaretin en önemli kısmı hakkında, hiç bilgi sızmamış olması da, çok manidardır.

Çokuluslu şirketlerin yönetici veya temsilcileri ile yapılan toplantıda, neler konuşuldu, ne kararlara varıldı? Bunlar henüz sır. Yaşarsak, Amerikan çıkarlarının bölgede nasıl da bir bekçisi olacağımızı da anlarız.

Amerika, DAİŞ’i elverişli ve çok kullanışlı bir araç olarak kullanmaya devam etmektedir.

 

2.4.2016, bulentesinoglu@gmail.com

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Kervan Yolda Düzülsün

KERVAN YOLDA DÜZÜLSÜN

New York’ta Nükleer Güvenlik Zirvesi’nin öncesinde, ABD Merkez Bankası (FED) Başkanı Janet Yellen, Ekonomi Kulübü’nde konuşuyordu.

“Ekonomiyi desteklemek için kayda değer hareket alanımız var. Faiz artırımında temkinli olunacaktır”  dedi, doların değeri düştü…

FED’in bilhassa Rusya politikalarının kabul edilemez olduğu bir sırada, güvercin stratejisini ısrarla sürdürmek istemesi;

Washington’un küresel iktisadî ve siyasî dinamiklere karşı yeni bir hegemon siyasetine yönelişi olarak algılandı…

Küresel iktisadî ve siyasî dinamiklere karşı yeni bir siyaset  ne anlama geliyor?

Birincisi: ABD güçlü devletlerin istikrarının küresel istikrarın teminatı olduğunu,

Bu çerçevede Rusya’ya geri adım attırabilmek için finans ve enerji yaptırımlarının yanında  gelir dağılımını bozarak dünyayı daha da yaşanmaz hale getiren politikalarının krizleri çözmediğini,

Başta Ferguson olmak üzere bir çok kentte işşiz siyahi gençlerin isyanı ve Avrupa’da şekillenen refah devleti modelinin geriye dönüş belirtilerini neoliberalizmin krizi olarak henüz algıladığını gösteriyor.

İkincisi: ABD’nin terörle mücadele, nükleer güvenlik, Suriye, Irak, İran ve Afganistan gibi  meselelerde Rusya ile birlikte çalışmak,

Mesela Çin ekonomisinin mevcut büyüme hızının yavaşlaması halinde dünya ekonomisine olumsuz etkilerini bizzat yükümlenmek mecburiyetinde olduğunu da henüz kavrayıp harekete geçtiğini düşündürüyor.

Üçüncüsü: ABD, elbette Rusya’nın  Batı’nın siyasi ve ekonomik yapısını bozmak için yeterince koza sahip olduğunu bilmektedir.

Avrupa doğalgazın kesilmesi konusunda tehdit edilmemektedir ama bunun ileride yaşanabilir durum olarak ortaya çıkması noktasında ABD’nin endişesini gösteriyor.

Dördüncüsü; Bugüne kadar kozlarını tam olarak ortaya koymayan Rusya ve Çin’in işbirliği de ürkütücüdür.

Çünkü Rusya ve Çin, Batı’nın mali sistemine bağlı kalmamak için alternatif mali enstitüler kuruyor…

Beşincisi; En önemlisi ve ABD yönetiminin temel stratejik hedefinin “Rusya ile Almanya arasında bir ittifak yaratılmasını engellemek” noktasıdır.

Bu ABD’nin dünyadaki tek ve tartışmasız süper güç iddiası karşısında Rusya ve Almanya’nın birlik oluşturmasıyla yeni bir süper güç oluşması anlamına geliyor.

Nitekim Rusya’ya uygulanan ekonomik ve siyasi yaptırımların Almanya’ya da zarar verdiğinin hissedilmesi, iki ülke arasında bir eğik düzlemin oluştuğunu gösteriyor.

Halbuki liberalizm karşıtlığı ve Rus milliyetçiliğine dayalı bir ideolojiye sahip olan Rusya;

Devlet Başkanı V.Putin’in kuvvet kullanımı ve tehditkâr propagandalarının karşılığında gerileme içindedir.

Gerilemeye ilişkin bolca kanıt da bulunuyor.

Rusya stratejisinde yüzünü Doğu’ya dönerken Batı’ya karşı da alışılmadık bir savaş açmıştır.

Batı, Rusya’yı caydırabilmek için finans ve enerji yaptırımlarında bulunurken, Rusya’nın ihtiyaç duyduğu Batılı sermaye, teknoloji ve irtibat noktaları ile bağlantısı kesilmiştir…

Üstelik ülkenin bölgesel ve küresel nüfuzunu arttırmak için ihtiyaç duyduğu yumuşak gücü de  zayıf  kaynaklardan yükseliyor.

Bir zaman petrol fiyatlarındaki artış ekonomiyi canlandırmış, Rusya gelişmekte olan piyasalar arasına girmiştir.

Bugün o büyümeden bahis edilmiyor, Rusya’nın gayrisafi yurtiçi hasılası ABD’nin yaklaşık yedide birine eşit, kişi başına düşen geliri ise 18 bin dolardır ki, bu yaklaşık ABD’ye ait rakamın üçte birine denk geliyor.

Ne kaynaklar ekonomi genelinde verimli bir şekilde paylaşılıyor, ne de yozlaşmış kurumsal ve yasal yapı özel yatırımlara yol açıyor.

Sınırlı da olsa yetenekli insan kaynağı ve başta savunma sanayii olmak üzere sofistike ürün çıkarabilme kapasitesi, sorunları  zorda olsa aşabilecek bir potansiyel oluşturuyor.

Etnik bölünme ihtimali bilhassa Kafkasya’da sorun teşkil etmeyi sürdürüyor.

Herşeye rağmen Rusya iç güvenlik, dış tehdit algıları ve komşularının zafiyetleri karşısında fırsatçı bir şekilde hareket ediyor ve başarılı da oluyor.

Bu da Rusya’yı, revizyonist bir yaklaşımla uluslararası statükoyu bozarak diğer revizyonist güçler için katalizör olmayı amaçlayan bir devlet konumuna sokuyor.

Üstelik Rusya’nın nükleer silahları, petrol ve doğalgaz kaynakları, siber teknoloji konusundaki becerileri ve Avrupa’ya yakınlığı  ABD ve uluslararası sistem açısından sorun çıkarabilecektir.

Ama belirtildiği üzere ABD için Rusya ile arasında nükleer güvenlik, silahsızlanma, terörle mücadele, Arktika  yanı sıra Suriye,Irak, İran ve Afganistan gibi bölgesel meseleler üzerinde ortak menfaatler her şeyin önüne geçiyor.

Bu bakımdan FED’in stratejisi doğrultusunda zorda olsa ABD, Rusya’nın davranışlarını kontrol altında tutarken, Moskova ile uzun vadeli ilişkileri de koruyacak bir strateji tasarlayıp hayata geçirmesi, emperyalizmin umudu sayılıyor…

1.4.2016

Ahmet Kılıçaslan Aytar

Türker Ertürk; ‘Darbe’ söylentisi iktidar kaynaklı

KİM, KİME DARBE YAPACAK?

Son zamanlarda yurtiçinde ve yurtdışında; “Asker darbe yapacak” şeklinde bir tevatür dolaşmakta. Bunlar; maksatlıdır ve arkasında AKP ve AKP’ye destek veren çevreler vardır.

Kim, kime darbe yapacak? Sanırsınız ki, ülkemizde demokratik bir yönetim var! Bugün ülkemizde iktidarı elinde tutanlar, bulundukları yere dışarıdan yardım alarak gelmişler, desteklenmişler ve Cemaat’le beraber, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarına karşı darbe yapmışlardır.

Bu darbenin tankları, topları; Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonel davalar, “Dijital Terör” unsuru uydurma deliller, ayarlanmış mahkemeler, hakimler, savcılar ve bunların arkasında olan AKP iktidarlarıdır.

Eğer bu darbe yapılmasaydı; “Açılımlar” yapılamaz, komşularımızla emperyalizm istedi diye kanlı bıçaklı olunamaz, hendekler açılamaz, büyük şehirlerimiz silah deposu haline gelemez, Suriye’ye terör ihraç edemezdik.

Sandık demek; demokrasi demek, hiç mi hiç, değildir. 14 yıllık AKP iktidarları döneminde, devletin hafızası ve tüm demokratik kurumları bir bir yok edilmiştir.

Bugün ülkemizde, demokrasinin “D”sinden bile bahsedilemez. Basın ele geçirilmiş ve susturulmuştur. Maliye ve Adliye; baskı ve zulüm unsuru olarak siyasallaştırılmış ve bağımsızlığını kaybetmiştir. Muhalif seslere karşı baskı ve zulüm vardır.

Bugün ülkemizin ihtiyacı olan; fabrika ayarlarına döndürülmek, Atatürk önderliğinde yapılan Aydınlanma Devrimlerini tekrar yeşertmek, kadının cinselliği üzerinden inşa edilen ahlaksız ahlak anlayışına son vermektir.

Bugün ülkemizin; darbe yönetimine son verecek, çağdaş dünya ile kucaklaşacak, halkımızın güvenliğini, refah ve mutluluğunu esas alacak, halihazır darbe yönetimine son verecek, demokratik girişimlere ve bu tür girişimlerin eş güdümüne ivedi olarak ihtiyacı vardır.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

 

Bülent Esinoğlu; Kürt Koridoru İncirlik üzerinden

Kürt Koridoru İncirlik sayesinde mi açılacak?

Bülent ESİNOĞLU

Erdoğan’ın Amerika ziyareti konusunda, bir sürü gereksiz tartışmalar yapılıyor. Görüşme resmi mi olacak, gayri-resmi mi olacak gibi incir çekirdeğini doldurmayan konular, kamuoyunun gündemine geliyor.

Oysa İncirlik’ten kalkan Amerikan uçakları, Kürt Koridorunu tamamlamaya yönelik son hamleleri gerçekleştiriyor.

Afrin ile Ayn el Arap’ı birleştirecek, bir başka ifadeyle, ülkemiz tarafından Kırmızı Çizgi olarak ifade edilen ve bu uğurda, Rusya’ya ait bir uçağı düşürmemize neden olan koridor meselesi, Amerika’da görüşülecek mi?

Biz Amerika’dan ne istiyoruz? Amerika bizden ne istiyor?

Mesele sanıldığı gibi, Erdoğan’ın demokrat olup olmadığı mıdır?  Yoksa ülkemiz için hayati önemdeki, bu koridorun açılıp açılmaması meselesi midir?

Amerika koridorun açılmasında, çok kararlı olduğunu, IŞİD’ı bombalayıp, IŞİD’ın boşalttığı alana(Afrin Kobani arası) Kürtleri(PYD) yerleştirerek fiilen göstermiş oluyor.

Türkiye büyük bir karar vermek mecburiyetindedir.

Önce, Amerika’nın bizden ne istediğini ifade edelim. Federe hale gelmiş Suriye’nin bölgede hamiliğini yapmamız. Tıpkı Kuzey Irak’ta olduğu gibi, ordumuzu ABD komutasına vermemiz.

Bizim Amerika’dan istediğimiz ise; Suriye’nin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığıdır. İşte karışıklık burada ortaya çıkıyor. 2011’den beri Amerika ile birlikte, Suriye’de iş tutmuş olmamız, İncirlik Üssünü Amerika’ya tahsis etmiş olmamız, bizi çıkmaza sokuyor.

Hem koridorun kurulmasını istemiyoruz, hem de koridoru kurmaya çalışan ABD’ye imkânlarımızı açıyoruz. Öte yandan da hala Suriye’ye terör ihraç ediyoruz.

Amerika bizi kullanarak, Suriye’ye terör ihraç ettirerek, Suriye’de öyle bir konum elde etti ki, deme gitsin. Mezhep siyasetlerinin çıkmazı demek doğru olur.

Amerika, Suriye’de elde ettiği bu konumu, ülkemiz içinde, stratejik piyonu PKK’yı da kullanarak, Suriye’de kendisine karşı gelebilecek direncimizi de kırmış oluyor.

İzlediğimiz yanlış siyasetlerle, Türkiye’nin elinin kolunun bağlanmasını sağlayan Amerika, Erdoğan’a yüz çeviriyor. Kendisinden koridor kurulmasının durdurulmasını talep edeceğini düşünerek, resmi görüşme yapmak istemiyor.

Amerika’nın açmaya çalıştığı koridor alanında, yaşayan Kürt nüfus %30 kadardır.

Koridoru açmaya çalışan sadece Amerika değil. Suudi Arabistan uçakları da İncirlik’tedir. İki sözde dost ülke, gelmiş güneyimizde koridor açmaya çalışıyorlar.

Peki, bu durumda ülkemiz için acil çare nedir?

Derhal Suriye siyasetimizi değiştirmemiz. Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt Koridorunun açılmasını, sadece Türkiye ve Suriye engelleyebilir.

Ancak bu da yeterli değildir. Rusya ve İran ile Suriye’nin toprak bütünlüğü ve ulus devletinin bağımsızlığı konusunda ittifaklara varmak.

İncirlik Üssünü derhal kapatmak.

Tüm çıkarlarımız, Amerika’nın çıkarlarıyla çatışıyor. Ama biz hala Amerika dostumuz, stratejik ortağımız diye, siyaset üretmeye çalışıyoruz.

Yahudi lobilerinden medet umuyoruz. Ki, o Yahudi lobilerinden birisi de, Erdoğan’a verdiği madalyayı geri istiyordu. O Yahudi lobisi de Erdoğan’ın Yahudilerle yaptığı toplantıda bulunacakmış!

Bakalım. Amerika’dan gelindikten sonra neler olacak?

30.3.2016, bulentesinoglu@gmail.com

Rusya’nın Suriye hamlesi milyarlık kontratlar getirdi

     Rusya’nın günleri başlıyor

Suriye Savaşı, bundan sonra nasıl biterse bitsin, uluslararası askeri stratejistlere göre, galibi Rusya olacak. Başkan Bashar Esad aleyhine giden bir süreci yaptığı askeri müdahale ile tersine çeviren Vladimir Putin ise Orta-Doğu’da artık tüm dengeleri belirleyen lider konumunda. 5 Yıllık kanlı Suriye savaşının son yılında yapılan Rusya askeri müdahalesi bir çok bakımdan Rusya için yeni bir dönemin de başlangıcı oluyor. Rusya’nın resmi ajans ve gazetelerinin yorumlarına göre bunlar; Rusya’nın ihracat gelirlerini neredeyse ikiye katlayan yeni silah satış kontratları ve yeni geliştirilen Rus uzay havacılığı teknolojisi.

     2016’da 60 milyar dolarlık kontrat

Modern konvansiyonel silah satışı bugün Dünya’nın en karlı endüstrisi durumunda. Bugüne kadar ABD tekelinde bulunan bu alanda herşeyi değiştiren Suriye hamlesi ile Rusya büyük ölçüde farkı kapatıyor. Pravda’nın askeri uzmanlarının verdiği bilgiye göre; 2016 yılı içinde kesinleşmiş,imza aşamasında ve beklenen silah kontratlarının toplamı tam 60 Milyar dolar. Bu kontratlar gerçekleşirse bugün mevcut olan rakamlara göre Rusya Dünya’nın en büyük silah ihracatçısı haline geliyor. Bunun en önemli nedeni ise Suriye’de kullanılan Rus uzay havacılığı teknolojisinin hem çok etkili hem de çok ucuz oluşu. Rus askeri kaynaklarının resmi açıklamalarına göre Suriye müdahalesi Rusya’ya toplam olarak 33 milyar ruble ye patladı. Bu rakam ABD nin aynı dönemde Suriye bombalamaları için harcadığının 1/12 si.

Silah alımlarında politik fuar pazarlıkları ile karar veren silah alıcısı ülkeler için eşsiz bir ‘showroom’ yaratan Suriye’deki Rus savaş uçakları ve güdümlü füzeleri Pravda’nın açıklamalarına göre artık en çok aranan ürünler haline geldi.

Savaş Teknolojisinde ‘devrim’

Uzay havacılığı alanında bir devrim yarattığı ileri sürülen Rus tekniği, Sitrep ve SVP-24 ‘Gefest’ adı verilen hedef belirleme ve etkili vuruş teknolojisi. Rus hava kuvvetleri bu teknoloji sayesinde çok pahalı ‘smartbombs’ (Akıllı bombalar) yerine kullanılan normal bombalar ile hedefleri ayni etki ile vurabildiler.Özellikle gayrinizami düşman hedeflerine karşı 6 bin metre yükseklikten bırakılan bombaların hedefleri 3-4 metre hata payı ile imha ettikleri Batı askeri kaynaklarının yayın organlarında da belirtildi. SVP- 24 Teknolojisinin Rus savaş endüstrisine bir başka getirisi ise Sovyetler Birliği döneminden kalma MİG savaş uçakları ve depolardaki bombaların yeniden etkili biçimde kullanıma sokulması oldu.

Rusya’nın önümüzdeki yıllarda en çok yıldızının parlayacağı belirtilen silahlarından biri de S 400 Triuph hava savunma sitemleri. Rusya müdahalesi ile Suriye’nin hava sahasını kapatan ve Türkiye,Suudi Arabistan gibi Esad aleyhindeki müdahil güçler üzerinde caydırıcı etki yapan S400 ler Rus kaynaklarına göre en çok aranan hava savunma sistemi oldu. Öyle ki S400 lerin en güçlü örneklerinden Pantzir füzeleri ABD nin en önemli müşterisi Suudi Arabistan tarafından bile satın alınıyor.

         Müşteriler Silahlanan ülkeler

Rus silah endüstrisin gösterdiği hızlı gelişmenin 2016-2017 yılları içinde gerçek sonuçlarını yeni satış kontratları biçiminde göstermesi bekleniyor. Pravda tarafından açıklanan kontratlara göre

Rusya’nın en önde gelen müşterileri İran,Suriye,Mısır,Irak,Çin, Hindistan,Cezayir ve Suudi Arabistan olarak sıralanıyor.  Suriye’nin 6.7 milyar dolarlık yeni kontratı yanında İran’ın 8 milyar dolar ve Hindistan’ın Fransa ile imzaladığı 126 Raphael savaş uçağı kontratını iptal ederek Rusya’dan 25 milyar euro karşılığı 127 adet 5. Kuşak savaş uçağı anlaşması yapması bu alandaki önemli kalemler olarak gösteriliyor.

Artık iki yada üç süper güç arasında paylaşılacağı vurgulanan Dünya hegemonyası formülasyonları Dünya’nın önemli strateji yayınlarında yer alırken, Rusya’nın silah pazarında çok önemli bir ivme kazandığı görülüyor. Bu hamle bir yanda Rusya’nın Suriye savaşında attığı yerinde adımları, bir yanda da Dünya politik sahnesinde yeni oluşumları ve saf değiştirmeleri gündeme getiriyor. Rusya ve Dünya politikasında oynadığı rol; sadece bilek gücünün değil aynı zamanda cesur adımların dengeleri değiştirebileceğini gösteriyor.

Mahir Tan    LondraPosta-Londra