Türker Ertürk; ‘Tek Komutan benim.. Demek istiyor’

TEK ORDU,TEK KOMUTAN

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Harp Akademisi’nde yaptığı konuşmada; “Her fırsatta söylüyorum; tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Buna; tek ordu, tek komutan vurgusunu da eklemek isterim” demiş. Erdoğan’ın bu sözlerini anlamak, yorumlamak ve tedbir almak lazım. Bunlar, sıradan sözler değil!

“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.” Yani; sözler değil, davranışlar, uygulamalar ve icraatlar önemlidir. Erdoğan, başbakanlığı döneminde istisnasız olarak; “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” söylemlerinin arkasını boş bırakmış, hatta icraatları ile aşındırmış ve düşmanlık etmiştir.

Ayrıca; “tek ordu” doğru bir söz değildir. Arkası, bilgi ve tarihi derinlik açısından boştur. “Tek millet, tek bayrak, tek vatan ve tek devlet” var ise; “tek ordu” var demektir. Hatta; federasyonlarda bile iki ordu kavramı kesinlikle yoktur. Bunun tek istisnası; “Devrim Muhafızları Ordusu” ile İran İslam Cumhuriyeti’dir. Evet, İran’da iki ordu vardır.

Anayasamıza göre Başkomutanlık; “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin manevi varlığından ayrılmaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur.”  Yani; Erdoğan’ın Başkomutanlığı temsilidir, icracı değil!

Diğer bir konu ise; barış döneminde “Başkomutanlık” söz konusu değildir. Bunun anlamı; Erdoğan, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne göreve yönelik olarak emir veremez. Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde siyasi kontrol vardır ama bu, Başbakan tarafından yerine getirilir. Genelkurmay Başkanı’nın amiri, Başbakan’dır.

Bakanlar Kurulu; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yurt savunmasına hazırlanmasından Cumhurbaşkanı’na karşı değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne karşı sorumludur.

Anayasamız, parlamenter sistemimiz böyle söylemesine rağmen; Cumhurbaşkanı Erdoğan Anayasamızla, tarihimizle ve parlamenter sistemimizle hiç ilgisi ve alakası olmayan kavramlar ortaya atıyor. Nedeni çok açık; “rejim değişikliği ve başkanlık” istiyor ve bu yolda ilerliyor.

ABD’de; Başkan Obama, ABD Silahlı Kuvvetleri’nin barışta ve savaşta Başkomutanıdır. Obama’nın dışında hiç bir asker, komutan, amiral veya general ABD Silahlı Kuvvetleri’nin tümünün komutanı değildir. ABD Genelkurmay Başkanının ABD Silahlı Kuvvetleri üzerinde komutanlık yetkisi yoktur. ABD Genelkurmay Başkanı, Başkan Obama’nın karargahı ve danışmanı konumundadır.

ABD’de tüm silahlı kuvvetlere komuta etme yetkisine sahip tek komutan vardır; ABD Başkanı. İşte Erdoğan; bu yetkiyi istiyor ve fiili olarak kullanmaya çalışıyor.

Sonuç olarak Erdoğan, Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmada kullandığı “tek komutan” kavramıyla; “Artık komutan ben olacağım, yanımdaki Genelkurmay Başkanınız benim karargahım, askeri danışmanım olacak, bundan sonra benden emir alacaksınız” demek istiyor.

Saygılar sunarım

TÜRKER ERTÜRK

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Nükleer Güvenlik Zirvesinin anlamı

16. NÜKLEER GÜVENLİK ZİRVESİ 

31 Mart-1 Nisan’da Washington’da Nükleer Güvenlik Zirvesi toplanacaktır.

Zirvenin gündemi nükleer terörizm tehdidine karşı mücadele, nükleer ve radyoaktif maddelerin muhafazasında emniyetin pekiştirilmesi ve buna yönelik uluslararası işbirliğinin arttırılması konularıdır.

Zirveye 52 ülke ve Interpol, BM, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ve AB temsilcileri katılıyor.

Rusya Devlet Başkanı V.Putin, ülkesinin Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ile işbirliği yaptığı, ABD’nin bu konuda oynamak istediği öncü role karşı çıktığı gerekçesiyle,

Nükleer uzlaşıya varılan İran da zirveye katılmıyor.

Dünyada yaklaşık 1000 nükleer tesiste, Hiroşima’da kullanılan bomba ayarında 20 bin nükleer silah yapımı için uranyum ve plütonyum bulunuyor.

Az miktarda plütonyumla bir atom bombası yapılabilirken, geçen 20 yılda radyoaktif materyalin kaçırıldığı, kaybolduğu ve yasa dışı olarak ele geçirildiğine dair 2800 olayın rapor edildiği bildiriliyor.

Bu yüzden nükleer tesislerin herhangi birine yönelik doğrudan saldırı ya da radyoaktif materyallerin kaçırılması olasılığı ciddi tehdit sayılıyor.

Halbuki nükleer terörizm dünyanın nükleer silahlardan arındırılmasıyla doğrudan bağlantılıdır.

Ülkelerin güvenlik gerekçesiyle nükleer silaha sarılması nükleer silahsızlanmanın önünde engel teşkil ediyor.

O yüzden nükleer terörizmle mücadele konusunda dünya toplumunun bütünlük içinde hareket etmesi gerekiyor.

Ama bu gereklilik, Batı’nın çifte standart politikaları ve bazı ülkelerin diğer ülkelerin içişlerine karışması nedeniyle engelleniyor.

Dünya toplumunun güvenliği tehdit altında kalıyor.

Geriye kalan  mütemadiyen silahlanmadır.

Önemli bir husus da, bir çok ülke mali kriz, yetersiz rekabet, beraberinde tasarruf önlemleriyle ulusal savunma yatırımlarını azaltırken,

Esasen yüksek teknolojili Hava,Sualtı,Kara,Uzay ve Bilgi Savunma Sistemlerine dayanan,alt sistemlerinin çokluğu ve karmaşıklığı nedeniyle bakımı ve işletmesinde rafine personel gereken nükleer silahlanmanın çok pahalı oluşu,

Bu durumda mali krizdeki ülkelerin savunma bütçelerinde kaynaklarını birleştirmeleri, paylaşmaları, ulusal değil uluslararası çapta projelerde ortaklaşmalarıdır ki; Yaşamın kalitesi bozuluyor,insan ucuzluyor.

Bakınız, ABD Savunma Bakanı A.Carter, Şubat’ta Washington DC Ekonomi Kulübü’nde 2017 mali yılı Pentagon bütçesinin ön sunumunu yapıyor:

Pentagon bütçesinin;ABD’nin dünya piyasaları ve kaynakları üzerindeki hegemonyasını nükleer bir soykırım dahil olmak üzere her türlü araçla sürdürme amacına göre hazırlandığını,

Dünyanın ikinci nükleer gücü Rusya ve üçüncü gücü Çin ile olası askeri çatışmalar için ileri düzeydeki hazırlıklarını ayrıntılı biçimde yansıttığını söylüyor…

Pentagon bütçesinde en büyük artış, Avrupa’da Rusya’ya karşı ABD askeri yığınağı fonunun 800 milyon dolardan 3,4 milyar dolara çıkarılmasıdır.

Bu dört katlık fon artışı, Washington’ın Avrupa kıtasında mevcut garnizonlardaki 65.000 askere ek olarak, hem Rusya’nın bitişiğinde eski Baltık cumhuriyetlerine hem de diğer Doğu Avrupa ülkelerine tam zırhlı hücum tugaylarının yerleştirilmesi içindir.

Ek olarak ABD hücum tugaylarının hızlı müdahalesine olanak sağlamak üzere Rusya’ya yakın mesafede Estonya, Letonya, Litvanya, Polonya, Bulgaristan ve Romanya’da  tanklar, ağır silahlar, piyade saldırı araçları depolandırılmasına…

Nitekim Başkan Obama, Rusya’yı kuşatma fonundaki artışın, “ABD’nin Avrupa’daki sağlam askeri duruşunu kuvvetlendirme ve NATO üyelerine yönelik 5. Madde taahhütlerini sürdürme yeteneğini geliştirme olanağı tanıyacaktır” açıklaması yayınlamıştır.

Ne ki,bunlar Sovyetler Birliği’nin tasfiye olması ardından Moskova ile varılan, Rusya sınırlarına büyük sayıda NATO askeri yerleştirilmeyeceği yönündeki anlaşmaların pervasız ve provokatif bir ihlali anlamına geliyor.

Rusya ABD’nin nükleer bomba geliştirme ve AB ülkelerinin nükleer başlık taşıma kapasitesine sahip uçak parkını yenileme çalışmalarına işaretle ABD ve NATO’nun Nükleer Silahların Yayılmasının Önlemesi Anlaşması’ndaki yükümlülüklerini ihlal etmekle suçluyor.

Savunma Bakanı Carter, Pentegon bütçesinin ana omurgasının Güney Çin Denizi’ndeki meydan okumalar için ABD savaş filosunun modernleştirilmesi ve Asya’ya dönüş bayrağı altında Çin’e karşı askeri baskının arttırılması olduğunu söylüyor.

“ABD, Çin’i ekonomik ve stratejik çıkarlarına tabi kılmak, Çin’in yükselen ekonomik gücünden kendi baskın konumuna yönelik gelecek herhangi bir tehdidi bastırmak için askeri güç kullanmaktan sakınmayacaktır” diyor.

Küresel bir felaket doğrultusunda yol alan askeri meydan okumaları tırmandırma yönündeki  söylemler militarizme ve savaşa düşmanlığını defalarca göstermiş olan Amerikan halkının desteği şöyle dursun, bir kamuoyu tartışması görüntüsü bile olmaksızın yapılıyor.

Bir Dünya Savaşı yönelimi, Pentagon’un bilinen hazırlıklarının topluma olan ürpertici sonuçlarına hiçbir ilgi göstermeyen iki ana parti ve şirket medyası ile birlikte büyük ölçüde halkın arkasından gizlice yürütülüyor.

Şimdi Washington Nükleer Güvenlik Zirvesi’nde, ABD ve müttefikleri savaş hazırlıklarına yönelik devasa harcamalarını geniş kitlelerin yaşam standartlarına, işlerine ve toplumsal koşullarına yönelik her zamankinden daha sert saldırılar yoluyla karşılanmaya çalışmanın sistematiğine yeni yükler bindirilecektir.

Washington Nükleer Güvenlik Zirvesi özeti bu olacaktır.

Halbuki, Soğuk Savaş zihniyetinin terk edilerek uluslararası ilişkilere yeni bir perspektiften bakılması ve sorunlara çözümler bulmak için tüm uluslararası toplumun birlikte çalışması,

Artık hiçbir ülkenin,gelişmiş bir askeri ittifakın bile 21. yüzyılın sorunlarıyla tek başına mücadele edemeyeceği, o yüzden işbirliğinin daha fazla zorluklar başlamadan kurulmasının tek etkili çözüm olduğunda pekişilerek işbirliği ruhunun geliştirilmesi,

Hiçbir ülkenin, başkalarının kaygılarını ve çıkarlarını dikkate almayan ben-merkezci bir tutum almaması, tüm ülkelerin sadece kendine karşı değil aynı zamanda tüm uluslararası topluma karşı sorumlu olması gereğinden sorumluluk bilincini yükseltmesi gerekiyor.

30.3.2016

Ahmet Kılıçaslan Aytar

Michael Rubin; Erdoğan’a 10 yıl amigoluk yaptık

    Rubin in Atatürk sevdası

Michael Rubin, bugünlerde Türk medyasının ilgi odağında yer alan önemli bir Pentagon diplomatı. Özellikle Afganistan, Irak ve Kuzey Irak Kürt Yönetimi bölgelerinde ABD hesabına bir dizi görev yürütmüş ve Türkiye ve Kürt sorunları hakkında araştırmalar ve açıklamalar yapmış bir diplomat-yazar. 2004-2006 yılları arasında Koalisyon İşgal Komutanlığı adına Süleymaniye,Selahuddin ve Duhok üniversitelerinde hocalık yapmış.

Son dönemde Türkiye’de ilgi toplamasının nedeni geçtiğimiz hafta American İnterprise İnstitute yayın organında yazdığı bir yazıda ;’Türkiye’de askeri darbe olursa kimsenin karşı çıkmayacağı’ doğrultusundaki bir düşünce beyanı. Bu önemli bir belirleme..Zira Michael Rubin,geçmişteki Pentagon görevlisi oluşu bir yana halen hemen tüm önemli Washington think tank’larının yazar ve panelisti. Ancak Michael Rubin’i konu alan bir yazı yazmamızın esas nedeni 21 Nisan tarihinde Rubin’in Washington DC de bir panele katılacak ve Atatürk konusunda bir konuşma yapacak olması. Daha önemlisi panelin ‘Atatürk Society of America’ (Amerika Atatürk Derneği)tarafından düzenlenmesi.. Umulur ki bu dernek Atatürkçü Düşünce Derneği’nin bir şubesi değildir.

Atatürk resimli bir amblem ile sunulan panelin konusu ; ‘The Role of Secular Governance in World Peace- Reaffirming Atatürk’s Vision’ (Dünya Barışında Laik Yönetimin rolü- Atatürk’ün görüşünün yeniden doğrulanışı’

   ‘10 yıl AKP’ye Amigoluk yaptık’

Michael Rubin, ABD nin istihbaratçı olarak bilinen diplomatlarından. Irak ve Afganistan savaşları döneminde Pentagon görevlisi Rubin, Irak savaşı sonrasında uzun bir süre Kuzey Irak-Türkiye arasında mekik diplomasisi yürüten ‘Başkan’ın bütün adamları’ diye anılan ekipten biri. Ne var ki bizim izleyebildiğimiz kadarıyla AKP iktidarı ile ilk iki iktidar döneminde senli- benli bir ilişkiye sahip olan Rubin,2010 yılından sonra AKP ve Tayyip Erdoğan yönetimine şiddetle karşı çıkıyor. 2010-2012-2013-2014 yıllarında önemli ABD Think-Tankları ve Deniz Koleji’nde verdiği konferanslarda;AKP nin eğitim politikası, İmam Hatip Liseleri,Irak ve Suriye ve İran ile olan ilişkileri, Havuz Medyası oluşturulması ve hatta Balyoz gibi ordu aleyhindeki düzmece davalar konusunda Erdoğan yönetimini ciddi bir biç.imde eleştiriyor. Deniz Kolejinde yaptığı 2013 yılındaki konuşmasında ‘Gerçek ile bağlantısı olmayan bir sembolik manevra tutanaklarına dayanarak ordunun generallerinin 1/5 inin tutuklandığını, Genel Kurmay Başkanının terörist suçlamasıyla cezaevine konduğunu’ kaydediyor. 2010 yılına gelindiğinde ABD’de artık herkesin Erdoğan rejiminin ‘islamcı ajendasını’ gördüğünü belirten Rubin; ‘Ne var ki Savunma Bakanlığı ve İstihbarat topluluğu olarak 10 yıl boyunda AKP ye nerdeyse amigoluk yaptık’ diyerek bir tür özeleştiri yapıyor. Rubin tüm konuşmalarında AKP ve Erdoğan rejimini ABD’nin uluslararası çıkarlarına aykırı davranışlar içinde olmakla suçluyor, Ordunun F35 uçakları anlaşmasını kabul etmemesi, Çin ile hava savunma füzeleri konusunda kendilerinden habersiz toplantı yapılmasını,İran ve Rusya ile gizli ilişkileri ve Suriye’de El Nusra ve El Kaide örgütlerini desteklemesini vurguluyor.

     ‘Egemen Bağış beni tehdit etti’

2002 Yılında İktidara gelen AKP nin özellikle 2003 yılı 1 Mart tezkeresi görüşmeleri sırasında yakın ilişkiler içinde olan Michael Rubin’in- Muhtemelen tüm ABD istihbarat topluluğu olarak- 2010 yılından itibaren AKP ve Erdoğan’ı hedef almasının nedenleri çok açık değil. Ancak ilişkiler o denli geriliyor ki, Rubin 2013 yılında yaptığı bir konuşmada, ‘Erdoğan rejimi, Egemen Bağış yoluyla beni tehdit etti. Bağış, bana Türkiye’ye gidersem başıma herşeyin gelebileceğini söyledi’ diyebiliyor.

Michael Rubin, Türkiye’de büyük tepki doğuran ‘ordu darbe yaparsa kimse karşı çıkmaz’ açıklaması gerçekte yeni değil. Rubin hemen tüm konuşmalarında ‘ABD nin Türk ordusunu bir ‘denge unsuru’ olarak gördüğünü belirterek, ‘Anayasa’daki ordunun Anayasayı koruma görevi hakkındaki 35. Maddenin kaldırılmasına’ karşı çıkıyor ve Mısır örneğini yineliyor.

Artık Egemen Bağış yok. Ancak 29 mart -2 nisan tarihleri arasında olaylı geçeceği şimdiden belli olan bir Erdoğan ziyareti olacak Washington’a. ABD’nin eski Ankara Büyükelçileri ve Rubin gibi dolaylı sözcüleri aracılığıyla yaptıkları açıklamalar bunu gösteriyor. 21 Nisan günü Michael Rubin’in ‘Amerika Atatürk Derneği’ panelinde vereceği Atatürkçülük konferansı heyecanlı geçecek gibi görünüyor.

Mahir Tan       LondraPosta-Londra      

 

Bülent Esinoğlu; Artık terörle mücadele değil, düşmanla savaş halindeyiz

Yeni saflaşma yeni mantık, yeni siyaset

Bülent ESİNOĞLU

“Savaş siyasetin sıcak devamıdır”, diyen büyük strateji uzmanı Carl von Clausewitz haklı çıkmaya devam ediyor, diye düşünüyorum.

Barış ve sükûnet dönemlerinin siyasetleri daha çok bireysel yaşama dönüktür. Hoşgörü yüksektir. Özgürlüklerin ilerletilmesi hangi görüşten olursa olsun tarafların istekleridir.

Ancak, savaş dönemleri, bireysel çıkarların değil, toplumsal çıkarların öne çıktığı dönemlerdir. Birey artık kendisini tek başına gelen saldırılara karşı koruyamaz.

Korunmanın ancak topyekûn olması halinde saldırı savuşturulacaktır. Yani savaş süreci yaşanıyordur.

Güvenlik siyasetleri öne çıkar. Daha önce hoşgörü ile bakılan ama içinde gizli tehdit barındıran konular artık tehlikelidir.

Savaş bir taraftan sürerken, siyaset artık tek odaklıdır. Halkı savunmanın mevzilerinde tutmak, güvenlik için olmazsa olmazdır.

Böyle bir dönemde, eski siyasetlerle belirlediğimiz konumlar, değişmeye başlar. Çünkü artık durduğumuz yerden görünenler eskisi gibi fulü değil, nettir.

Düşmanın kim olduğu, ne için savaştığı artık siyasetin yuvarlak mecrasından çıkmıştır. Karşımızda artık silah vardır. Silaha karşı tek çare silahtır.

Artık saflaşmalar, eski saflaşmalar olmaktan çıkar, savaşın mantığına göre belirlenir.

Günde 3-7 şehidin geldiği bir süreci, artık terör süreci diye adlandırmak olanaklı değildir. Amerika’nın kara kuvvetim dediği bir stratejik piyonun saldırısına karşı, ordumuz, halkımızı savunmaya çalışıyor. Hem Kürt hem Türk halkını savunmaya çalışan bir savaşın içindeyiz.

Yani emperyalizmin örtülü savaşına kaşı bir savunma savaşı yürütüyoruz.

Tekrar siyasete dönelim.

Böyle bir ortamda, eski siyaset anlayışlarımızla, yeni süreci anlamamız zordur. Eskiden durduğumuz yerden bakarak, yaşanan savaş sürecini kavrayamayız.

Eski saflaşmaların içinden bakarak, mevcut durumu anlayamayız. Söz gelimi HDP’ye oy veren Türk kökenli bir vatandaşımızın, artık durduğu yer de, baktığı yer de değiştiği için, aynı düşünce ve mantığı önceleyemez.

Kısaca, eski siyasetlerle, yeni durumu izah edemeyiz.

Eskiden özerkliği savunan bir solcu veya sosyal demokrat, bombalar sivil yığınların içinde patlarken, özerkliği savunamaz.

Eski saflaşmalarla duruma bakamayız. Savaşın zorunlu kıldığı yeni saflaşmalar olmaktadır. Savaş derinleştikçe, emperyalizm herkesin gözünde, daha bir netlik kazanacaktır.

Çokuluslu* şirketler üzerine çok yazılar yazdım. Aslında derdim; çokuluslu şirketler anlatırken, onların uzun erimli planlarını ortaya koymaya çalışmaktı.

Çokuluslu şirketlerin felsefesini anlatan Stephen Hymer diyor ki; “çokuluslu şirketler için, ulus devletlerin sınırları, uçucu mürekkeple kâğıt üzerine çizilmiş sınırlardır.”

Sınırlar yok oldukça, toplumsal doku bozulur. Bozulan toplumsal doku, etnik ve dini çatışma için uygun hale gelir.

İçinde bulunduğumuz durum tam da budur. Çokuluslu şirketlerin, çatı örgütü olan Amerika’nın stratejik piyonları ile savaşıyoruz. Savunma halindeyiz.

Soru şudur; yaptığımız iş bir vatan savunması mıdır? Değil midir?

Süreci kavramayan, eski siyasetlerle sürece bakanlar bu bir Saray Savaşıdır diyorlar.

Oysa gerçek süreç çokuluslu şirketler ile ulus devletimizin savaşıdır. Sınırlarımızın ortadan kaldırılması savaşıdır.

Eskiden şu böyle yaptıydı. Öteki de şunu söylediydi, deme zamanı değildir.

Savunma zamanıdır. Savunma sürecinin sonunda zaten süreç, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi gerçek yönetimine kavuşacaktır.

*Çokuluslu şirket demek: sermayesi birçok ulus devlet içinde iş görebilen şirkettir. Bu şirketlerin %90 Amerikan menşeilidir. Çokuluslu şirket demek çok sermayeli şirket demek değildir.

28.3.2016, bulentesinoglu@gmail.com

 

Türker Ertürk; Çağdaş bir ilahiyat bilgini Dr. Niyazi Kahveci

KAHVECİ

Atatürk önderliğinde yapılan Türk Devrimlerinin esas amacı; akılcı ve bilimsel düşünce dönemine geçememiş, bunun tabii sonucu olarak Sanayi Devrimini ıskalamış ve geri kalmış bir toplumu, muasır medeniyet seviyesine ulaştırmaktı.

İnsanlığın; 5 milyon yıllık tarihi içinde yaptığı düşünme evrimleri sayesinde ulaştığı aklın, çağımızı her alanda yoğuran ve şekillendiren üç büyük devrimi olmuştur. Bunlar; düşünmede Aydınlanma, sosyal ve siyasal alanda Fransız Devrimi, ekonomide ise Sanayi Devrimidir. Osmanlının da dahil olduğu İslam Dünyası; bu gelişimin bir şekilde dışında kaldığı için, geriye düşmüştür.

Osmanlı; geri kaldığının ve çağın çok gerisine düştüğünün bilincindeydi ama bunun gerçek nedenini çözemiyordu. Batı’nın ürettiklerini alarak, bu durumdan kurtulacağını sanıyordu. Halbuki esas alınması gereken; üretim gücünü ve ürünleri yaratan, akılcı ve bilimsel düşünce sistemiydi.

Trabzon’da Doğdu

“Ulus Devlet ve Ulusal Kimlik”; bu çağın akılcı ve bilimsel düşünce sisteminin getirdikleriydi. Laiklik ya da diğer bir deyişle, dünyevi yaşamda dini referans almamak, akılcı ve bilimsel düşünce sistemin gereğiydi. Bugün Batı’yı Batı yapan ve güçlü kılan; Hristiyan olması değil, Hristiyanlığı dünyevi yaşamın referansı olmaktan çıkarmış olmasıdır.

İlahiyatçı ve sosyal bilimci olan Prof. Dr. Niyazi Kahveci; “İslam dünyasının en az iki asırdır her alanda bir kriz içerisinde bulunduğu, herkes tarafından sürekli dile getirilir. Fakat krize çözüm bulunamaması, ileri sürülen nedenlerin gerçekçi olmadıklarının kanıtıdır. Kriz, bir çağdaş ‘düşünme’ ve onunla üretilen ‘bilim’ sorunudur. Bu eksikliği en gerçekçi tespit eden kişi; Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmuştur. Bu nedenle, her konuda çağdaş düşünmeyi ve bilimi referans vermiştir” diyor.

Trabzon’da doğan ve İstanbulBeşiktaş’ta büyüyen Niyazi Kahveci; Fatih İmam Hatip Lisesi’ni takiben, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamladı. Daha sonra; İngiltere’de Manchester Üniversitesi’nde sosyal bilimler eğitimi aldı, yüksek lisansını ve doktorasını da aynı fakültede yaptı.

Adnan Kahveci’nin Kuzeni

Merhum eski Devlet ve Maliye Bakanı Adnan Kahveci’nin kuzeni olan Niyazi Kahveci, halen İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi’nde İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü öğretim üyesidir. Çok sayıda Türkçe ve İngilizce makaleleri ve kitapları olan Kahveci’nin bazı kitapları şunlardır: Mutezile ile Şia Arasındaki Siyasal Tartışma, Tevrat’ta Sosyal Düşünce, Tevrat’ta Siyasal Düşünce, İslam Siyaset Düşüncesi, İniş Sırası ve Sebepleri ile Kur’an-ı Kerim Tercümesi, The Basic of Islam, English Translation of al-Qur’an al-Karim in Chronological Order.

“Aydınlanma, düşünürlerin ürünüdür. Bu düşünürler; katı dogmatik din öğretisinin karşısında, akılcı ve bilimsel düşünmenin gücünü ve değerini vurguladılar. Güçlü Kilise örgütünün, dinsel bir toplumun ve krallığın engellemelerine rağmen beyninden başka gücü bulunmayan bu düşünürler, insanlık için canları pahasına mücadele vererek, aydınlanmayı getirmişlerdir” diyor, Kahveci.

 Niyazı Kahveci ile dostluğumuz, 2000 yılında Londra’da başladı. Londra Büyükelçiliği’nde üç yıl birlikte çalıştık. Dostluğumuz güçlenerek devam etti. Onunla sohbet etmek, bilim ve felsefe konuşmak, dinler ve İslam tarihini tartışmak, gerçekten keyif verici ve öğretici.

Çağımızda Türkiye, Düşün ve Bilim Alanları

“Çağımızın ürünü kavram, kurum, kuram, sistem ve değerler, kutsal kitaplar dahil, daha önce yazılmış eserlerde bulunmazlar. Mesela; demokrasi, eşitlik, insan hakları gibi kavramlar, çağımızdan önce mevcut değildi. Bu nedenle; bu gibi kavramları çağımız öncesi yazılmış eserlerde ve kitaplarda aramak gereksizdir” diyor Kahveci, geçtiğimiz günlerde basılan ve piyasaya çıkan kitabında.

Kitabın adı; “Çağımızda Türkiye, Düşün ve Bilim Alanları”. Mutlaka okumalısınız! Sadece okumak da yetmez. Bir başvuru kitabı olarak, kütüphanenizde de bulunmalı.

Kahveci, insanlığın geçirdiği düşünce evrelerini; biyolojik, sihirsel, mitolojik, Tanrısal, felsefi, teolojik, dinsel, bilimsel ve akılcı düşünce olarak tasnif ediyor. “Doğu İslam dünyasında Sünnilik; Mutezile hariç tutulursa, Gazali’nin felsefe ve akıl düşmanlığını kafa yapısına uygun bularak, nakilciliği benimsemiş ve 11’inci asırdan itibaren düşünmeyi durdurmuş ve teolog üretememiştir. Sünniler, felsefi düşünme ve akıl yürütme işlemi gibi kafa yormak gerektirmeyen ve davranışçılıkla meşgul olan Kelam ve Fıkıh gibi alanlar ile mutlu idiler. Halen de öyledir!” diyor, Kahveci kitabında.

Filozofluk Mertebesinde

Babası da din görevlisi olan Niyazi Kahveci küçük yaştan itibaren din eğitimi almış; din adamı, din alimi, teolog aşamalarından sonra, bugün artık filozofluk mertebesine ulaşmıştır.

“Osmanlı; Antik Yunan’daki felsefenin dinsiz karakterinden ötürü, felsefeyi ihmal etmiştir. Batı’da felsefe almış başını giderken, Osmanlı felsefi düşünmeyi güvenli bulmamış, din dışı ve tehlikeli görmüştür” diye yazıyor ve “Dinsel düşünüş döneminde olmak, bütün olaylara kutsal kitap ve din gözüyle bakmak demektir. Problemler dinle çözülmeye çalışılıyorsa, ne konuşulursa konuşulsun konu mutlaka dine geliyorsa, yaygın din istismarı yapılabiliyorsa, dinsel konuların reytingi fazla ise, o toplum dinsel düşünme dönemindedir” şeklinde devam ediyor, Niyazi Kahveci.

Devamlı olarak mabet yapmak dinsel düşünüş döneminden hala çıkılamadığını gösterir.”  diyen Kahveci’nin iyisi mi siz kitabını okuyun.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

 

Nurullah Aydın; Yönetenler-Yönetilenler ve Robotlar

Nurullah AYDIN
28 Mart 2016-ANKARA

YÖNETENLER-YÖNETİLENLER VE ROBOTLAR

İnsanoğlu; binlerce yıllık bilgi birikimini, yüksek teknolojik devrimle uygulamaya dönüştürdü. Yüksek teknoloji her alanda günlük yaşamı kolaylaştırırken, yöneten-yönetilen ilişkilerini de şekillendirmede de araç olarak kullanılmaya başlandı.
Robotlar sanayide kullanılmaya başlanırken, robotlaştırılan çok yönlü eğitimden geçirilen siyasetçi, akademisyen, bürokrat, asker, emniyetçi, gazeteci, işadamı ilişkiler ağı kuruldu.
Derin dünya örgütleri, açık dünya örgütlenmeleri ile dünyanın hemen her coğrafyasını şekillendirmeye başladılar. İstihbarat yapılanması siyasetçi, gazeteci, güvenlikçi sacayağına göre şekillendirildi.
Demokrasi diye basit oy ve seçim sistemi yalanı ile halk kitleleri uyutularak yönetme sistemi kuruldu. Halk, dört yılda verdiği oyuyla ülkeyi seçenleri seçtiğine inandırıldı. Oysa; seçimi kazandırılacak yönetecek kişileri de kendileri seçtiler. Ve halka seçtirttiler.
Bunun içinde ülkeleri yönetecek kişileri; hırslı, zekası kıt, bilgisi kıt, maceracı, şöhret hastası psikopat tiplerden seçtiler. Bir nevi ucube tiplerden, robot lider ve ekibini oluşturdular.
Bunlar birer emireri yani işbirlikçi yapılırken, kitleleri peşinden sürükleyecek şekilde kamuoyu oluşturmak için itaat kültürünü, biat anlayışını dini motiflerle süslediler.
Türkiye’de; yeni Osmanlı hülyalarının görkemini kazandırmak için hayata geçirilen casusluk ağına düşen, kurtulamıyor. Ya kullanmaya razı gösteriyor veya basit nedenlerle suçlanıyor ya da tutuklanıyor ve nihayetinde etkisizleştiriliyor.
Ortadoğu toplumlarında; Batı ve Rus, Çin casusları adeta cirit atıyor. Metal dedektörlerden ve kimlik kontrollerinden geçmek günlük hayatımızı zorlaştırırken sırlarımızı ve karar verme yetkimizi yeterince koruyamıyoruz. ABD istihbarat örgütlerince yetiştirilen gizli tarikat ve cemaat ajanlarının çalışma yöntemlerini, bilmek anlamak gerekir.
Casusluğun en klasik yöntemlerinden biri olan güzel kadın numarası , dini bütün başı örtülü türbanlı, casus şebekesinin gözdeleri arasında yer almıştır. Ülke içi veya uluslararası örgütlerde çalışan orta yaşlı görevlilere genç ve çekici türbanlı yada türbansız kadınlar sıklıkla yanaşır. Bunların bazıları karar verme süreçlerini etkilemeye ya da hassas bilgileri ele geçirmeye eğilimlidir. Bu asistanların adına çalıştıkları politikacıların genelde ileri demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi değişim dönüşüm gibi argümanları desteklemesi tesadüf olamaz. Uzman ya da genç stajyerler bu büyük karmaşık yapılanmanın serçeleridir.
En tehlikeli uyuyanlar; siyasetçi, bürokrat, akademisyen ve gazetecilerdir. Bu kişiler hakkında ayrıntılı bir güvenlik soruşturması yapılsa ailede ajanlık bağlantısı bulunabilir. Kimse bu kişilerin görev adıyla yaptıkları temaslarda, istihbarat örgütleriyle temasa geçip geçmediklerini araştırma zahmeti duymuyor. Vurdumduymazlık var mı yok mu, belli değil.
ABD, Rusya, Çin, İngiltere, İsrail istihbarat şebekeleri kendi vatandaşlarına da şantaj yoluyla yurtdışında bilgi toplatıyor. Bir telefon şirketinde ya da vergi dairesinde çalışan biri gizli görevdeki bir ajanı kolay deşifre edebilir. Güvenlik taramaları yapılmalı. Ama kim yapacak?
Uyuyan ajan tehlikesinin kimse farkında değil. Yıllarca kimliklerini saklayarak yabancı istihbarat örgütleri hesabına çalışan birçok kişi var. Yerli ve yabancı dostunuz size yönetici olduğunu söyleyebilir. Belki doğrudur. Ama ajan olabilir, mafya için çalışabilir. Belki de hepsidir.
Eğitim ve askeri anlaşmalar ile Amerikalı uzmanlar, devletin stratejik yönetim birimlerinde görevdedir. Bu dönemde ise; FBI, CIA, NSA, MI6 ajanı, kamu görevlisi yapıldı.
Yine; Birçok üniversitede görev yapmak üzere onlarca Amerikan istihbarat görevlisi Türkiye’ye getirildi ve bunlar İngilizce öğretmeni kılığında çeşitli üniversitelere sokuldu.
Mandacı işbirlikçi zihniyette olanlar için; devlet istihbaratı değil kendi varlıklarını koruma ve kollama, iktidarda kalma gibi amaçlar önemlidir. Buna odaklı özel istihbarat yapılanmasına yönelmişlerdir. Bunun yanında devletin istihbarat kurumlarını da ele geçirmişlerdir. Ne yazık ki bu düşünce ile devlet kurumlarını altüst etmişlerdir.
Ne işbirlikçiler ne efendileri, dirilişe engel olamayacaklardır. Tarihte olduğu gibi bu bugünlerde de görevlerinin gereğini yapacaklar vardır. Bu gerçek bilinmelidir.
O gün; işbirlikçilerin, mandacıların nasıl feryatlar içinde kalacağı, kaçıp gitmek için çaba göstereceğini herkes ama herkes görecektir. İhanet içinde olanların birbirini nasıl ispiyonlayacağı, bedel ödememek için nasıl döneklik yapacağı görülecektir.
GüNün SöZü: Hayalleriyle hırslarıyla şöhretli kılınanların kabusu çabukça gerçeğe dönüşür.

Nurullah Aydın

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Erdoğan Paradoksu

ERDOĞAN PARADOKSU
Kürtlerin yoğun oturduğu, Türkiye sınırları içinde Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgeleri’nin bir kısmını kapsayan bölgeye Bakure Kürdistan,
Irak Cumhuriyeti sınırları içinde Kuzey Irak’ta yer alan bölgeye Başure Kürdistan,
Suriye sınırları içinde Kürtlerin oturduğu bölgeye Başure Rojavaya Kürdistan diyorlar.
Türk Güvenlik Güçleri, 4 Nisan 2015’ten beri Bakure’de; Diyarbakır, Sur, Cizre, Nusaybin, Şırnak, Silvan, Yüksekova’da PKK terör örgütü ile mücadele ediyor. 
Bakure’de PKK terör örgütüne karşı mücadele aslında NATO’nun II. Dünya Savaşı sonrası AB ülkelerine belirlediği strateji çerçevesinde gelişiyor. 
ABD emperyalizmi çıkarlarını sağlamak üzere NATO’nun;
Birincisi; Sovyetler Birliği blokuna,
İkincisi; üye ülkelerde iç ve dış başka özgürlükçü hareketlere karşı şekillenen stratejisi,
AB ülkelerinin olduğu gibi Türkiye’nin bütün ilişkilerini şekillendirmiştir.
Bu Türkiye’nin dün Sovyetlere, bugün Rusya’ya karşı NATO’nun doğu cephesini genişletmek ve her dem ülkede oluşacak özgürlükçü hareketleri tasfiye etmek için NATO’da bulunduğu anlamına geliyor.
Bu durumda Türkiye’nin PKK terör örgütüne karşı mücadelesini de zımnen NATO’nun yürüttüğünü kabul etmek gerekir.
*
Türkiye, Bakure’de PKK terör örgütüyle mücadelesini zımnen NATO ile birlikte yaparken,
Başure ve Rojava’daki Kürt güçleri ise elde ettikleri askeri başarılar ve bulundukları bölgelerde ortaya koydukları siyasetle uluslararası arenada siyasi irade olarak kabul ediliyorlar.
Kürt güçleri Suriye ateşkes sürecinde ve sonrasında sistemin nasıl olması gerektiğinde önemli rol üstleniyor.
Üstelik NATO’yu oluşturan Sykes-Picot Antlaşmasının sürdürülmesini isteyen kesimlerden yoğun destek alıyorlar…
Müthiş bir paradoks yaşanıyor…
Irak’ın IŞİD terör  örgütüne karşı ciddi bir mücadele içinde olduğu bir ortamda, Türkiye  Başure’de Gedu Üssünde asker konuşlandırmıştır.
26 Mart’ta IŞİD terör örgütü ile peşmerge güçlerinin karşılıklı çatışmaları esnasında Gedu Üs Bölgesinde TSK’dan bir asker hayatını kaybedince kamuoyunun dikkati bu bölgeye çevriliyor.
Yahu, Türkiye Başure’de hem de NATO’yu oluşturan Sykes-Picot Anlaşmasının sürdürülmesini isteyen kesimlerle ne aramaktadır?
Bu sırada Irak Savunma Bakanlığı, Haziran 2014’ten beri İŞİD’in elinde bulunan Musul’un kurtarılması için beklenen operasyonu başlatmıştır.
Operasyon öncesinde Irak Başbakanı H.el-İbadi,Türkiye’nin çatışmalardan uzak bir bölgeye konuşlandırdığı askerlerinin IŞİD terörizmine karşı mücadeleye kesinlikle katkısının olmayacağını iddia ediyor.
Aksine Türkiye’nin askerini Başure’den çekmesini istiyor,aksi halde Türkiye’nin sinsi planlar içinde olduğuna dikkat çekiyor.
Nasıl yani? S.Hüseyin’in devrilmesinden sonra Irak; Şiilerin egemen olduğu, Kürtlerin haklarının da tanındığı bir ülke olarak yeniden kurulmuştur.
Ne ki yıllar boyunca yönetici güç olarak örgütlenen Sünniler bu yeni statüyü bir türlü içlerine sindirememiş,
BAAS partisinin ve Saddam’ın asker ve sivil bürokrasisinin de ana kitlesini oluşturan Sünniler yeni Irak statükosuna karşı mücadele başlatmıştır.
IŞİD, Irak’ta bu mücadelenin örgütü olarak kurulup genişlemiştir.
Musul, ardından da Kerkük’ün güneyini almış ve “Kerkük-Yumurtalık” hattına egemen olmuştur.
İŞİD’in Suriye ve Irak’ta yasal sahiplerinden çaldığı petrol Türkiye üzerinden ABD emperyalizmine çok para kazandırmıştır. 
Bir taraftan da Sünni aşiretlerin desteğiyle pazar yerlerine, Şii camilerine, polis ve asker karakollarına saldırarak Irak Hükümetini yıldırma stratejisi izlemiş,
Öte yandan BAAS bürokrasisinin askeri deneyim ve imkanlarının IŞİD’in hizmetine girdiği ve başlıca önemli görevleri üstlendiği bilinmektedir.
Iraklı Sünnilerin temsilcisi eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi’nin “terör örgütleriyle işbirliği içinde olduğu” gerekçesiyle Irak’ta idama mahkum edilmesi bu yüzdendir.
Recep Tayyip Erdoğan, Haşimi’ye  gadre uğramış bir Sünni lider olarak kabul etmiş ve kol kanat germiştir.
Bu Türkiye’nin o günlerde Irak’ta henüz adı pek duyulmamış IŞİD’e verdiği destek anlamına geliyordu. 
Nitekim Türkiye, Suriye’de de IŞİD’le temasına devam etmiş ve halâ resmen kabul etmese de  “Esad’a karşı savaşıyor, Rojava Kürtlerinin taleplerini bastırmak için gerekli ” diye her desteği vermeye devam etmiştir…
IŞİD Sünni şeriatı üzerinde bir devlet kurmayı amaçlamıştır ama bu devleti zaten Müslüman olan ülkeler kurmak isteyince ister istemez, bu örgütün stratejisi din ve mezhep savaşı çıkarmak üstüne kurulmuştur.
Sonuçta IŞİD; Alevi-Sünni, Şii-Sünni çatışması gibi binbeşyüz yıllık çelişkileri kışkırtmış,
Suriye’de Alevi-Sünni çatışması, Irak’ta ise Şii-Sünni çatışmasını körüklemiştir.
O yüzden ABD ve NATO bu süreçte iki yüzlü bir siyaset izliyor. 
Ankara’nın Irak’taki varlığının,Bağdat ve Diyala’da artan İran etkisinin önünü kesebileceğini savunuyor.
Türkiye’nin Irak’taki etki alanını genişletmek için Kürdistan Demokratik Partisi ile işbirliği peşinde olmasını Musul IŞİD’den kurtarıldıktan sonraki dönemde kilit bir aktör olmak istediğine bağlıyor…
Irak’ın Musul’u kurtarma operasyonuna muhatap olduğunda ise IŞİD’in yerini BAAS partisinin ve Saddam’ın asker ve sivil bürokrasisinin ana kitlesini oluşturan Sünnilerin Musul’a hakim olmasını bekliyor. 
O yüzden TSK Kuzey Irak’taki M.Barzani yönetimiyle uzlaşma çerçevesinde IŞİD’in kontrolündeki Musul yakınlarındaki  Gedu Üssünde 2 bin asker bulundururken,
Irak’taki gelişmeler Sykes-Picot Anlaşmasının sürdürülmesini isteyen kesimlerin isteği doğrultusunda ilerliyor.
Başure ve Rojava’daki Kürt güçleri elde ettikleri askeri başarılar ve bulundukları bölgelerde ortaya koydukları siyasetle, sadece Suriye’nin değil Irak ve Türkiye sisteminin de nasıl olması gerektiğinde başrol oynuyor.
Suriye,Irak mezheplerin ve etnik kimliklerin kendi özgünlüklerini ve kimliklerini koruyacağı fedaratif bir yapıya doğru gidiyor.
Türkiye “Erdoğan Paradoksu”ndadır.
PKK terör örgütü ile mücadelesini ulusal birliği ve bütünlüğü ile değil, üyeleri Sykes-Picot’çu olan  NATO ile götürüyor.
Yuh be! Türkiye federatif bir yapıya gidiyor…
28.3.2016 
Ahmet Kılıçaslan Aytar

Türker Ertürk; Karaman sapıklığını ‘haritadan’ görmek

 

HEM SUÇLU, HEM GÜÇLÜ

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Karaman’da çocuklara istismarda bulunan şahsın bir daha gün yüzü görmeyeceğini belirterek; “Karaman’da yaşanan olaylardan haberiniz vardır. Birkaç gündür, özellikle sosyal medyaya çok yer aldı. Çocuklarımızın istismarına karşı, bu cani sapığın hak ettiği ceza, ne yazık ki ceza yasalarımızda yok. Bu davanın ve çocukların hukukunun bizzat takipçisi olacağım” demiş.

Davutoğlu’nun bu söylediklerini televizyondan da izledim. Kelimenin tam anlamıyla, yapmacık ifadelerle çocuk istismarına yönelik olarak, halkın artan tepkisinin gazını almaya çalışıyordu.

Sorunu anlamak, o sorunu çözmenin en az yüzde 75’idir. Davutoğlu sorunu anlamamış. Bu sorun; tek başına polisiye tedbirlerle ve yüksek cezalar verilerek çözülemez. Sorunun esas kaynağı, kendilerinin temsil ettiği zihniyettir.

Kadınla erkeği benzinle ateş gibi gören, kızla erkeği küçük yaştan itibaren birbirinden izole ederek büyütmeye çalışan, kadını potansiyel olarak günahkar ve şeytan olarak betimleyen, kadının cinselliği üzerinden çağdışı ahlak anlayışı inşa eden zihniyet ve dünya görüşü esas suçludur. Cinsel içerikli suçların dünya haritasına bakınız; ne demek istediğim daha kolay anlaşılır.

Bu zihniyetin temsilcisi, bugün iktidardadır. İşte bu nedenle; kadına şiddet, cinsel içerikli suçlar ve ahlaksızlık, bu dönemde tavan yapmıştır.

Saygılar sunarım.

Türker Ertürk

Ahmet Kılıçaslan Aytar ; Erdoğan’ın tek alternatifi mecliste olmayan Atatürkçülük

 ŞU DAKİKANIN FOTOĞRAFI

Ukrayna sorunu ne tek başına Batı yanlısı halkın demokrasi, ne de Rusya yanlısı federasyon isteyenlerin talebiydi.

Sorun iktidar ya da muhalefetin dinamik güçlerle birlikte ülkenin gelecekteki yönünü belirleme mücadelesi olarak yayıldı.

Ama bu siyasi tercih tarafların yönelimlerini refah, kalkınma ve ulusal güvenlik gerekçeleriyle açıklaması tezlerinin daha kuvvetli olduğu anlamına gelmedi.

*

Kırım ilhak edilmiş, Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri bağımsızlık ilan ederek, çatışmaların ve barış müzakerelerinin tarafı olduklarını bildirmişlerdi.

Eşit haklar, adil seçimler ve Rusya’ya entegre olmayı talep ettiler.

*

Ya da Sibirya Federal Bölgesi başkenti Novosibirsk’te, Sibirya’nın federalleşmesi  talepleri yükseldi.

Kuzey Kafkasya Çerkes topraklarında Rusya Federasyonu’na bağlı Kuban Halk Cumhuriyeti’nde Krasnodar şehri ayağa kalktı.

Moskova merkezinden daha az bağımlı olan yönetim organlarını kurmaya ilişkin Anayasal hakların yerine getirilmesini istendi.

*

“Intermarium” denilen Baltık Denizi ile Karadeniz arasındaki bölgede neredeyse bir çatışma alanı doğuyordu.

AB’nin Doğu Ortaklığı Programı Ukrayna’daki çatışmayı tetiklemiş, bu bölgenin paylaşılmasının Transdinyester, Abhazya, Güney Osetya, Dağlık Karabağ, Novorusya gibi devletlerin sınırlarının ve statülerinin belirlenmesinin kapısını aralamıştı.

Mesela Kafkasya’da mütemadiyen mezhep ve etnik milliyetçilik fokurdatılıyordu.

*

Çünkü ABD emperyalizminin, ulus devlet kurumuyla sahip olunan toprak parçasının ötesinde insanın ve toplumsal yapının da yönetilmesi, refah ve gelişime ortak edilmesinin talep edildiği bir çağ yaşanıyordu.

Sömürgecilik insandan gelişiyor ve tüm dünyaya işlerken, yeni hayat tarzının ulus devletlerin ötesinde dizayn edilmesi hedefleniyordu.

Bu suretle devletler giderek refah devleti ya da sosyal devlete değil birer şirkete çevrilecek, şirkete çevrilmeyen devletler taşınamayacak, büyük şirketlere dinamik veren birer organizasyona dönüşecekti…

*

Ne ki Altın Ordu Devleti Han’larının “Bağımsızlığa” verdikleri değerin bugüne yansıması algısında olan Rusya;

“Amerikalılar dünyanın her köşesinde resmi geçitleri yönetemez” iddiasındaydı.

Nitekim bu felsefeyle Türkiye’den Arap İslam toplumlarında Büyük Ortadoğu Projesi ile öngörülen Osmanlı’nın pan-islamist ideolojisi doğrultusunda sivil toplumdan kamusal ve özel yönetimlerde genişleyen İslam’ın Birliği çatısında ortak vatan oluşturma stratejisinde olan ABD’nin enformasyonel emperyalizmini,

“siyasi çözüm” söylemiyle Suriye’de kuşattlar.

Şimdi Rusya, Suriye’den işlenen savaş suçlarının esaslı bir biçimde kategorize edilmesini ve bu sistematik hukukun BM’de yeni bir dünya statüsüne yol açmasını,böylece enformasyonel emperyalizmin sınırlandırılmasını öngörüyor.

*

Bu sırada Rusya Dışişleri Bakanı S.Lavrov ve ABD Dışişleri Bakanı J. Kerry, Kremlin’de Suriye’yi görüşmektedirler.

Suriye’deki çatışmaların sona ermesi amacıyla başlatılacak siyasi geçiş süreci için Ağustos’a kadar anayasa taslağı hazırlanması konusunda anlaştıklarını açıklıyorlar.

Lavrov, “ABD ile eşitlik temelinde bir işbirliğine her zaman hazırız” derken,

Kerry “Önümüzde uzun bir yol var. Ancak buradan partnerlerimizle hangi adımları uygulamamız gerektiğini daha iyi anlayarak ayrılıyorum” diyor!

*

Kerry’nin ne anladığı kendisine,

Suriye’de siyasi çözüm için ABD’nin yeni başkanı için seçimi bekliyor olması ve bunun önümüzdeki uzun yolla ilgisi kamuoyuna!

*

Ama Türkiye’de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan,”Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye böyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen ” ifadesi doğrultusunda yeni bir anayasayı ve başkanlığı hararetle talep ediyor.

*

“Bir anonim şirketi”ifadesi Tayip Erdoğan’ın;

Birincisi; modern devlette siyasi iktidarın toplum içinde farklı gruplar arasında paylaşılmış olduğu ve demokratik siyasal sürecin baskı gruplarının ulusal siyasi kararları etkilemek üzere yarıştığı çok partili siyasi sistemi reddettiği,

İkincisi; modern devletteki sosyal, kurumsal ve ideolojik çeşitliliği bir gerçeklik olmanın ötesinde değerli bulan bir yaklaşımın gereği demokratik sistemde nispeten özerk siyasî ve iktisadî örgütlerin çoğulluğunun sürdürülmesinden yana olmadığını,

Üçüncüsü; Çoğunluğun yönetimi: Azınlık haklarını güvenceye alan yönetim: Fakirin yönetimi:Sosyal eşitsizliği yok etmeye çabalayan yönetim: Fırsat eşitliği sağlamaya çalışan yönetim:Kamu hizmetinde bulunmak için halkın desteğine dayanan yönetim, gereği olarak kuvvetler ayrımı ilkesine inanmadığı çok açık gösteriyor.

*

Erdoğan bir diktatörlük isterken, aslında halâ ABD’nin emperyalizmine Türkiye’den Arap İslam toplumlarına Büyük Ortadoğu Projesi ile öngörülen ekonomi, siyaset, sosyal politikaların yeniden yapılandırılmasına, bu suretle güvenli, istikrarlı daha fazla kâr’ın transfer edilmesi çabalarının işbirlikçiliğine devam ettiğini,

ABD küresel ekonomik ve siyasal sistemin bu bölgede bu yönde gelişmesine, çok uluslu örgütlerin güçlenmesine ve yeni denge ve güç odaklarının oluşmasına  neden olduğunu,

Bu büyük güç odaklarının yeni dinamizmlerin ve kaynakların oluşturulmasında öncü rolü oynamasına yol açtığını gösteriyor.

Mezhep ve etnik savaşlarla devletin giderek güç kaybedip çok uluslu örgütlerin daha sistemli işleri başarmalarına ve yükselmelerine kapı aralıyor.

*

Bu noktada ABD ve Rusya; Suriye İç Savaşının siyasal çözümü yolunda hangi adımları atacaklarını düşüne-dursunlar,

Ama Türkiye’yi bir anonim şirket gibi yönetmek iddiasında olan Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısında tek gücün,

Bugün TBMM çatısı altında temsil edilmeyen, ancak Türk insanının ruhunu belirleyen Atatürk devrimciliği olduğu kaydedilmelidir.

 

26.3.2016

Ahmet Kılıçaslan Aytar

Türker Ertürk, ‘Elbe Kaptanı; Atatürk Dünya’nın en büyük devrimcisiydi’

ECEVİT ELBE KAPTANI MIYDI?

Geçtiğimiz hafta sonu, konferans için gittiğim Hamburg’daydım. Denizci olmam ve Hamburg’un bir liman şehri olmasından mıdır, bilmiyorum ama Hamburg, Almanya’nın en çok sevdiğim şehri. Geçenlerde Almanya şehirleri arasında; tarihi, kültürel ve doğal çevre kıstasları üzerinden yapılan bir değerlendirmede Hamburg’un birinci olması da, doğru seçim yaptığımın bir kanıtı olsa gerek.

Sosyal Demokratların iktidarda olduğu ve yabancı düşmanlığının Almanya’nın diğer bölgelerine göre en az olduğu Hamburg’da; halk yaşadığı şehri seviyor ve şehrin doğal, tarihi ve kültürel güzelliklerinin zarar görmesini istemiyor.  Bunun bir delili de; Almanya’nın 2024 Yaz Olimpiyatları için Hamburg’u aday göstermesine rağmen, kent halkının yapılan referandumda hayır demesi ve buna vize vermemesidir.

Kaptan Prüsse

Hamburg; yaklaşık 2 milyon nüfusu ile Almanya’nın ikinci büyük şehri ve Hollanda’nın Rotterdam Limanından sonra, Avrupa’nın ikinci büyük limanına sahip. Hamburg bir liman şehri olmasına rağmen, deniz kenarında değil.  Kuzey Denizi’ne akan Elbe Nehri kıyısında. Şehrin merkezinde iki büyük iç göl var. Üzerinde yüzen kuğularla, gerçekten görülmeye değer. Kışın, bu kuğuları aç kalmasın diye topluyorlarmış. Ayrıca; Elbe’nin akarken yaptığı delta nedeniyle, şehrin içinde nehrin kolları var. Bundan dolayı; kentte tıpkı Amsterdam veya Venedik’te olduğu gibi, çok sayıda büyüklü küçüklü köprüler bulunmakta. Hatta; Amsterdam ve Venedik’te bulunan köprülerin toplamı bile, Hamburg’un köprü sayısını geçememekte.

Elbe Nehri’nde ve Hamburg Limanının içinde gemi turu yaptık. Turları yapan, bu gemilerin sahibi durumunda bulunan Alman Kaptan Prüsse ile tanıştım. Kendisini Elbe Kaptanı olarak tanımlıyor. İstanbul ve İzmir limanlarına gitmiş ve ülkemizi seviyor. Hamburg’u, limanı ve o anda karşımızda bulunan Bismark’ın heykelini göstererek, onun şehri Danimarkalılardan nasıl kurtardığını anlattı. Her haliyle, yılların deneyimine sahip kurt bir kaptan olduğunu karşısındakine hissettiriyordu.

 Dünyanın En Büyük Devrimcisi

Beni en çok hayrete düşüren ise; Alman kaptanın Atatürk’e olan hayranlığıydı. “Atatürk, dünyanın en büyük devrimcisi, vizyon sahibi askeri ve siyasi lideridir. Onu, bazı yönleriyle Alman birliğinin kurucusu Bismark’a benzetiyorum” dedi. Ardından kamarasına götürdü ve Atatürk’ün yıllardır asılı bulunan resmini gösterdi.

Hamburg Limanı’nı gezerken dikkatimi çeken şeylerden biri de; kaptanların taktığı ve hediyelik eşya satan dükkanlarda bulunan kaptan şapkalarıydı. Ben kaptan şapkaları ile ilgilenince, yanımda bulunan ve 55 yıldır Almanya’da yaşayan Psikiyatrist Dr. Etem Ete çok ilginç konular anlattı.

Köylü Kasketi Değilmiş!

 Bir dönem Bülent Ecevit’e yakın olmuş ve peşinden gitmiş olan Dr. Etem Ete; benim ilgi gösterdiğim şapkanın Elbe Kaptanı şapkası olduğunu ve Ecevit’in taktığı şapkanın bu olduğunu anlattı. İlk defa; 1978’de Hamburg Belediye Başkanı ve aynı zamanda Hamburg Eyaleti Başbakanı olan Hans-Ulrich Klose, Ecevit’e bu şapkayı armağan etmiş. O günden itibaren Ecevit, bu tip şapka takmış. Bugün gibi; o gün de Hamburg’da Sosyal Demokrat Parti (SPD) iktidardaymış. Sanırım; Ecevit’e gösterilen samimi ilginin arkasında, dünya görüşü yakınlığı da var!

Anlayacağınız; Ecevit’in şapkası, bizim bildiğimiz gibi Anadolu insanımızın taktığı “Köylü Kasketi” değilmiş.  Ecevit’in Elbe Kaptanı Şapkası mı, yoksa “Köylü Kasketi” mi taktığı konusunu bir tarafa bırakalım ama; bu şapkanın Ecevit ile bütünleştiğini, yakıştığını ve bu görünümü ile hafızalarımızda yer ettiğinin altını çizelim. Ruhu şâd olsun!

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK