Enis User; Atatürk ve ‘duygusal zeka’

****

ATATÜRK’Ü YENİDEN KEŞFETMEK…..

Dr. Enis ÜSER

2013 yılında Batı’da Atatürk hakkında iki yeni çalışma yayınlandı. Ölümünün üzerinden 75 yıl geçmesine rağmen Atatürk hakkında konunun uzmanları tarafından hala araştırma yapılıyor olması ve ulu önderin kişiliği ve tarihsel konumunun yeniden değerlendirilme gereksiniminin duyulması başlı başına bir öneme sahiptir.

Baylor Üniversitesi tarih profesörü George W. Gawrych’in eserinin adı “The Young ATATÜRK-From Ottoman Soldier to Statement of Turkey”, (I.B.TAURIS-London, New York, 2013). Prof. Gawrych daha önce üzerinde çalışılmamış Osmanlı belgelerini incelemiş. Genel Kurmay’ın Arşivinde bulunan Mustafa Kemal hakkındaki belgeleri kapsamlı olarak inceleyen ilk Batılı akademisyen olma ünvanına sahip olmuş.  Yazar 19 yıl boyunca Kansas’ın Fort Leavenworth Üssünde bulunan Kuvvet Komutanlığı ve Kurmay Subay Kolejinde  ve bir yıl da ABD Askeri Akademisinde ders vermiş.

Gawrych kitabının amacının Atatürk’ü hem bir asker, komutan, hem de politik bir lider olarak incelemek olduğunu söylüyor. Mustafa Kemal Kurtuluş Şavaşı sonunda hem geçici hükümetin başı hem de başkomutan olarak iki sorumluluğu birden üstleniyor. Bu anlamda  politik liderlikle beraber meydan muharebesi komutanlığını birlikte yürüten Büyük Frederik ve Napolyon gibi  az sayıda liderler arasında bulunuyor. Bu son iki tarihsel kişilik Mustafa Kemal’den farklı olarak güçlü devletlerinin ordularını yönetmişler ve klasik anlamdaki savaşlarda komutanlık yapmışlar. Halbuki Mustafa Kemal ordunun en küçük birimlerinden en büyüğüne kadar her seviyesinde gerek bir komutan gerekse bir subay olarak görev yapmış ve sayısız muharebe başarılarına imza atmış. Mustafa Kemal tüm savaş türleri konusunda, çok değişik ve zor çevre koşullarında ve taktiksel uygulamalar gerektiren  ortamda sayısız başarılardan sorumludur. Bu çok çeşitli görevleri 1908’den 1922’ye kadar süren 14 yıl gibi uzun zaman dilimi içinde yerine getirmiştir. Yani Mustafa Kemal, başarı grafiğindeki tecrübe derinliğinin, çok farklı ortamlarda görev yapmanın dışında muharebe tecrübesinin uzun yıllara yayılması itibariyle de askersel tarih açısından olağandışıdır. Napolyon dışında tarihte bu kadar kriteri yerine getirmiş başka bir askeri yetenek yoktur. Alman General Erwin Rommel bu konuda Atatürk’e rakip olabilecek tek isimdir.(Edward J. Erickson: “Mustafa Kemal Atatürk”- Osprey Publishing, Oxford, 2013.)  Mustafa Kemal’in tecrübesi gerilla savaşından düzenli ordu savaşına kadar her alanı kapsamakta ve tarihteki ilk önemli kurtuluş savaşının lideri olma vasfını taşımaktadır.

Ericson, Osmanlı ordusu hakkında en uzman akademisyenlerden bir olarak biliniyor. Virginia Eyaletinin Quantico kentinde bulunan Deniz Piyadeleri Üniversitesindeki Komuta ve Kurmay Subay Kolejinde askeri tarih dersleri veren Erickson Osmanlı ordusu üzerine birçok kitap yayınlamış. Yazar kitabına Winston Churchill’in Atatürk hakkındaki şu değerlendirmesi ile başlıyor:”Kaderin karşımıza çıkardığı kişi.”  Churcill bu değerlendirmeyi savaştan 10 yıl sonra, 1925 yılınmda,  ANZAK ve İngiliz kuvvetlerinin Gelibolu’da “Atatürkün dinamik savaş komutanlığı” tarafından durdurulması ile ilgili olarak yapıyor. 1925 yılında yapılan bu değerlendirmeyi 1932 yılında 1. Dünya Savaşını analiz etmekle  görevlendirilen İngiliz resmi tarihçisi de aynen paylaşıyor ve şunu  ekliyor:”Tarihte çok ender olarak bir bölük komutanı tek başına, üç değişik zamanda, sadece bir muhabere sırasında değil, belki de tüm seferberlik sırasında ve hatta bir ülkenin kaderi hakkında bu kadar önemli, belirleyici rol oynamıştır.” Gerçekten Mustafa Kemal Gelibolu’dan sonra 1916-1917 yıllarında Kafkaslarda, 1918’de Filistin’de ordulara önderlik yapıyor, 1922’de milli orduyu zafere taşıyarak Türkiye’yi bir ulus-devlet olarak tarih sahnesine.

Mustafa Kemal’i 20. Yüzyıl’ın büyük komutanları arasında sayan Churchill’den başka bir çok kişi daha bulunmaktadır. Söz konusu kitabın yazarı Erickson da bunlardan biridir. Dolayısı ile Erickson bu değerlendirmeye temel teşkil eden kriterin ne olabileceğini sorguluyor. Clausewitz’e göre bu kriterler dahilik derecesinde zeka, şaşmaz kararlılık ve içinde bulunlan durumu bir bakışta  anında değerlendirip kavramak. “Savaş Sanatı” adlı klasik eserin yazarı Baron Jomin ise askerlik bilgisini derinliği ile birlikte moral ve fiziksel cesaretin de üstün bir asker olmak için gereken vasıflar olduğunu ifade ediyor.

Yazarlar Mustafa Kemal’in kaderini belirleyen tek bir olaya odaklanmanın hem olanaksız hem de yanlış bir çaba olduğunu belirtiyor. Yani O, kaderin tesadüfen ortaya çıkardığı bir kişilik olmayıp Churchill’in ifade ettiği şekli ile kaderi(tarihi) yapan bir güç olarak karşımıza çıkıyor. ANZAC kuvvetlerine karşı örgütlediği karşı taarruzdaki olağanüstü başarısı herkes tarafından kabul ediliyor. Daha sonra bölük büyüklüğünde taktiksel bir grupla İngilizlerin ikinci saldırısını durdurması da (Anafartalar Muharebesi) çok önemli bir başarı olarak değerlendiriliyor. Zaten bu son başarısından sonra dikkatleri üzerine çekmeye başlıyor. Daha sonra Suriye’de Osmanlı’nın 7nci Ordusu’nun yenilgiden sonra ricatının örgütlenmesi belki de Mustafa Kemal’in en büyük askersel başarısı olarak değerlendiriliyor. Ve en az o kadar başarılı bulunan Büyük Taarruz….

Peki Mustafa Kemal kendisini dahi bir komutan yapan bu olağanüstü yeteneklerini nasıl geliştiriyor? Erıckson, Manastır Askeri İdadisi’nde okurken Batı edebiyatı ve tarihine derin bir merak sardığının altını çiziyor. Fransız İhtilaline ve onunla birlikte anılan Aydınlanma hareketinin öncüleri olan Comte, Montesquieu, Rousseau ve Voltaire’e büyük ilgi duyduğu biliniyor. Özellikle Napolyon’a büyük bir hayranlık besliyor. Mustafa Kemal’in bu formasyonu sonucunda Modernite’nin kararlı bir militanı olduğu belirtiliyor. Bu dönem ayni zamanda Modernite’nin itici gücünün burjuvaziden halk yığınlarına geçtiği kritik bir tarihsel aşamaya denk düşüyor.

Aydınlanma, Modernite çok yaygın olarak redaksiyonist derecede rasyonel düşünce ile özleştirilir. Modernite’yi ne ilginçtir hem eskiye hayranlık duyan sağcılar hem de neo-liberalizmin aşırılıklarına post-modernizm adı altında süslü bir felsefi  kılıf geçirmeye çalışan aydınlar(!)   “Toplum Mühendisliği” olarak vesayetçi, tepeden inmeci, Jakoben bir proje olarak değerlendirir. Ne var ki, yukarıda  adı geçen yazarlar Atatürk’ün rasyonel düşünme yetenekleri yanında ondan daha da güçlü denebilecek bir “hissiyatı” olduğunun altını çizmektedir. Bu hissiyat denilen nitelik bir bakıma Clausewitz ve  özellikle Baron Jomin’in “moral cesaret” olarak ifade ettiği, onların zamanında henüz tarifi yapılmamış ancak günümüzde açıklayıcı değeri  çok takdir edilen “Emotional Intelligence-Duygusal Zeka”dan başka bir şey değildir. Nitekim Atatürk 1923 yılında bir vesile ile bunu bizzat  kendi ifadesi ile formüle etmiştir:”Tarihi yapan akıl, mantık, muhakeme değil;belki de bundan ziyade hissiyattır.” Atatürk kendi mücadele tecrübesiyle oluşturduğu bu düşünceyi daha sonra Gençliğe Hitabesi’nde şu cümlelerle yeni nesillere bir ilke olarak sunmuştur:”…Bir gün, İstiklal ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin!…..”

“Duygusal Zeka” muhakkak yoğun bir entellektüel faaliyet, zengin bir sosyal tecrübe üzerinde geliştirlebilir. Atatürk’ün yaşamında bunların izini her zaman görüyoruz. Örneğin, O’nun, “Bizim dinimiz tüm dinlerin en mükemmelidir. O nedenle en son dindir,” şeklindeki yorumu felsefenin zirvesi kabul edilen Hegel’in “Devlet Felsefesi” düzeyinde, diyalektik düşüncenin eşsiz  bir önermesidir. Ayni zamanda, Aydınlanma tarihinin militan bir neferi olarak O’nun bu önermesindeki  Marksist  Tarihsel Maddeci-Diyalektik düşüncenin izlerini sezmemek olanak dışıdır.   Atatürk’ün tarih yapmış kişiler arasında felsefi bakımdan en yakınında duran diğer şahsiyet muhakkak ki Lenin’dir. Ancak Lenin, Mustafa Kemal cepheden cepheye koşarken,  Rus Devrimine kadar olan zamanının hemen hepsini kütüphanelerde geçirdiği için felsefeye yaklaşımı Atatürk’ten farklıdır. En öz bir şekilde, Lenin analitik felsefe uzmanı olarak anılabilecekse, Atatürk’e sentetik felsefe uzmanı demek gerekecektir- yani aksiyona hedeflenen düşünce.

Mustafa Kemal ile Lenin’in tarih sahnesine birlikte çıkışı tam anlamıyla bir mucizedir. Olağanüstü yeteneklere sahip bu iki lider 1500’lü yıllardan itibaren yükselen kapitalizm  emperyalist aşamasında, 20.Yüzyıl’da, tüm dünya halklarını sömürgeleştirmek üzereyken  onu durdurabilmiş ve dünya ölçeğinde ulus-devletler çağını başlatarak tarihe yeni bir ivme kazandırmıştır. Üstelik yükselen burjuvazinin Kilise’ye karşı ilk ideolojisi olan, daha sonra Aydınlanma düşüncesine temel teşkil edecek Humanizma’yı emperyalizmin yozlaştırmasından kurtarmışlardır. Her iki lider sömürünün perişan ettiği vatandaşlarının acısı karşısında göz yaşlarını tutamamıştır. Ankara yakınlarında bir köyü İsmet İnönü ile ziyareti sırasında yaşlı bir köylü kadının vergisini ödeyebilmek için ineğini satmak zorunda kaldığını öğrenmesi üzerine İnönü’ye dönüp hiddetle:”İsmet, biz Cumhuriyeti bunun için mi kurduk?” diyerek isyan etmesi Atatürk’ün yaptığı her şeyin insan sevgisi ve ona duyulan saygı ve sorumlulukla motive edildiğinin bir kanıtıdır. Bu derece insan sevgisi ile dolu bir dehanın karakterini tevazu ile nitelendirmek kaçınılmaz olacaktır. Gelibolu’ya ülkesini işgal etmek için aldatılarak getirilen ve İngiliz askerleri için canlı kalkan olarak kullanılan tüyü bitmemiş genç ANZAK askelerinin  dünyanın öbür ucundaki ailelerine hitaben söylediği, “Merak etmeyin, onlar ülkemizde yatıyor, artık onlar bizim çocuğumuz sayılır,” mahiyetindeki sözlerini söyleyebilmiş, söyleyebilecek başka  bir asker olabilir mi?

Lenin de Atatürk gibi taktik ve strateji ustası politik bir deha idi. Ancak iç savaş sırasında gördüğümüz gibi askersel alanlarda başka yeteneklere- örneğin, Troçki gibi-görev vermek durumundaydı. Halbuki Atatürk, yukarıda atıfta bulunduğumuz yazarların da belirttiği gibi, askeri alanda en basit görevden Cihan Harbi yönetimine, gerilla savaşından düzenli orduları yönetmeye  kadar her aşamada tecrübe sahibi idi. Ekonomi alanında da ileri görüşlülüğü günümüzde hala tartışılması gereken ve hatta tartışılan bir vasfı olmuştur Atatürk’ün. 1923 Yılın’da İzmir İktisat Kongresin’de oluşturduğu fikirler Devrim Rusya’sında Devrim’den yedi yıl sonra NEP adı altında uygulanmaya konulmuş, ne var ki Hitler’in saldırısı nedeniyle yerini savaş ekonomisine bırakmak durumunda kalınmıştır. Bizde de savaş sonrasında ABD’nin baskısıyla Atatürk’ün kalkınma modelinden vazgeçilip dışa bağımlı tarım ekonomine geçilmiştir. Mao’dan sonra bu modeli  Çin kendine göre uygulamakta ve gördüğümüz üzere 30 yıl içinde olağanüstü başarılar elde etmiş bulunmaktadır.

Bu modelin adını ne koymak gerekmektedir? Modele temel teşkil eden Atatürk’ün CHP’sinin 6 Ok’u klasik anlamıyla sosyal demokrasinin en doğru, en kapsamlı fakat öz bir tarifidir. Bilindiği üzere demokrasi fikrinin, ilk oluşumundan itibaren doğrudan ve temsili aşamalarından geçtikten sonra, günümüzde  politik dilde sosyal demokrasi olarak bilinen katılımcı demokrasi aşamasının tanımlanması üzerine yoğun tartışmalar olmaktadır. Atatürk’ün 1923 yılında İngiliz  kadın gazeteci Grace Ellison ile günlerce yaptığı söyleşide kendisine yöneltilen  “Kadınların oy hakkı olacak mı?” şeklindeki soruya verdiği cevap tarihsel ve sosyolojik önemi açısından  her zaman hatırlanmalıdır:”Nüfusun yarısının oy hakkı olmadığı bir rejime demokrasi denebilir mi?” Unutmayalım ki Atatürk bunu söylediğinde Avrupa’da oy hakkı isteyen kadınlar meydanlarda polis tarafından yaka paça sürüklenip tutuklanıyordu. Doğanın kadınları erkeklerden üstün yarattığına inanan Atatürk’ün buna rağmen cinsiyetlerin sosyal, politik  eşitliği üzerine ifade ettiği bu düşüncesini nesiller arasındaki ilişki hakkında  en az onun kadar önemli bir başka düşüncesi ile tamamlamak gerekir. İstabul’da Beşiktaş’ta AKBANK Emekliler Lokali’nin panosuna da  konulmuş ifadesinde aynen şunları söylemiştir:”Yaşlı nesillerine sorumluluk taşımayan toplumların geleceği olamaz.”

Gawrych çalısmasında tarihte ilk defa Atatürk’ü his, dimağ(mind) ve vicdan(conscience) olarak üç boyutta incelemeğe çalıştığını ifade etmektedir. Ona göre bu üç boyut Atatürk’te sürekli bir etkileşim içindeydi ve aralarında keskin bir sınır yoktu. Atatürk şimdiye kadar hep mantıksal gücünün özelliği ile  incelenmiş, onun duygu ve vicdan dünyası analizlere katılmamıştır.  Yukarıda verdiğimiz örneklerde Gawrych’in ne hakadar haklı olduğunu görüyoruz. Tüm bu özelliklerini gözönüne aldığımızda Atatürk’ün dahi bir asker, politikacı, diplomat, humanist, filozof, sosyal devrimci olarak tarihte eşine rastlanmayan bir kişilik olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Dr. Enis User         18.03.2016