Türker Ertürk; Son ‘İslamın Kılıcı’ ünvanı Atatürk’e verildi.

İSLAM’IN ÇAKISI

Ülkemiz ne yazık ki, yangın yerine döndü. Sadece Ankara’da, dört ay içinde iki patlama. Hem de bu son patlama, devletin kalbi sayılabilecek bir yerde oldu. Ama hala istifa yok!

Siyasi sorumlular tarafından tek yapılan şey kınamak ve;  “Lanetliyoruz, Mücadelemiz Sürecek,  Amaçlarına Ulaşamayacaklar, Asla Geri Adım Atmayacağız” gibi arkası boş sözler söylemek. En iyi yaptıkları ise; interneti yavaşlatmak, sosyal medyayı kısıtlamak, sansür ve yayın yasağı koymak. Tek amaç, pisliklerini ve rezilliklerini halkın gözünden kaçırmaktır.

Sadece 3 milyona yakın mülteci Suriye‘den geldi. CIA raporlarına göre, 35 bin radikal İslamcı terörist ülkemize girmiş. Soruyorum; dün akşam mesai saati bitiminde (17 Şubat 2016), Ankara‘da yapılan terör saldırısının gerçek sorumlusu kim?

Anayasa ve Başkanlık Kimin İhtiyacı?

Ülkemizin istikrarı her geçen gün kayboluyorken, Güneydoğu bölgemizde bazı yerlerde Suriyeleşme eğilimi varken, iç savaş tehdidi altında yaşarken, varsa yoksa ‘yeni anayasa ve başkanlık’! Yeni anayasa ve başkanlık, emperyalizmin ve Erdoğan’ın gündemidir. Halkın yeni anayasa ve başkanlık gibi bir sorunu ve derdi yoktur. Halkın ihtiyacı; güvenlik, barış, huzur, aş ve iştir.

Dün akşam bombanın patladığı yerlerde görev yapmış ve o servis otobüslerine binmiş birisi olarak; mesaisini bitirerek evine, eşine ve çocuklarına kavuşmak üzere yola çıkmaya hazırlanan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin personelini ve masum insanları hedef almış terörü ben de lanetliyorum!  Ama esas lanetlediklerim;  Ergenekon ve Balyoz gibi gayri hukuki kumpaslarla askerimizi arkadan hançerleyerek açılımların ve sivil darbenin önünü açanlar,  Atatürk’e düşmanlık edenler,“Yeni Osmanlı” ve “Siyasal İslam” gibi çağdışı,  parçalayıcı, kan, kin ve gözyaşı üreten hayaller peşinde koşarak ülkemizi bu duruma getirenlerdir.

Neymiş efendim? İslam’ın kılıcı olacakmış! Adama bilmem neresi ile gülerler! Bakınız, bu konuda tam 4,4 yıl önce yazdığım bir yazıyı tekrar huzurlarınıza getiriyorum.

Windsor Kalesi’ndeyiz

 “2000 yılındayız ve Londra’da görevliyim. Birleşik Krallık (İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda) Kraliçesinin, Windsor Kalesi’nde (Londra’ya 35 km uzaklıkta olup hükümdarlarının 9 yüzyıl boyunca yaşadıkları ana malikanelerinden biridir.) diplomatik misyona verdiği resepsiyon maksadıyla, buraya davetliyim. Açık havada verilen davetin ilerleyen saatlerinde, epeyce bir süre uzaktan izlediğim, renginden ve görünümünden Müslüman ve Asyalı olduğunu tahmin ettiğim şahsa ve eşine yaklaşarak kendimi tanıttım ve kendilerine katılmak için müsaade istedim.Sanırım, etrafta çokça bulunan batılıların ilgisine mazhar olup aralarına girememekten dolayı, eşiyle birlikte yalnızlığa ve sıkıntıya gark olmaları nedeniyle olsa gerek; onlara katılmak isteğim, adeta denizde ümidini tüketmek üzere olan bir kazazedenin can simidine tutunması arzusuna eşit bir biçimde kabul edildi.

Boynumuza Sarılıp Bizi Öpeceklerdi!

Yalnızlıklarının nedeni dil olamazdı. Çünkü; ağır aksan vermelerine rağmen, benimle kıyaslanmayacak derecede İngilizceleri akıcı ve çok iyiydi. Konuşmamızın başlarında Türk olduğumu söyledikten ve soru üzerine Müslüman olduğumuzu ifade ettikten sonra, yüzlerinin ve gözlerinin parıldamasını görmeliydiniz. Utanmasalar, boynumuza sarılıp bizleri öpeceklerdi.

Esasında, davette çok sayıda Müslüman diplomat ve asker vardı. Onun Müslüman olduğumu duyduktan sonra saklanamaz olan sevinci, eşimle birlikte iki Müslüman insanı daha görmekten dolayı değildi. Bu sevinç; görünümü, davranışı, kendine olan özgüveni ile ürkek, mahcup ve aşağılık duygusu içinde olmayan bir Müslümana olan hayranlıktı. Bakınız, bu değerlendirmemin ipuçlarını biraz sonra aramızda geçen konuşmalarda bulacaksınız.

Konuşmamız sırasında Atatürk’ün ne olup olmadığını, İslam dünyası ve ezilen uluslar için ne anlama geldiğini ondan dinlemek, gerçekten gurur vericiydi.

İstifa Ettik!

Yine, konuşmamızın ilerleyen ve daha samimileşen bir anında bana şöyle bir teklif yaptı: “Siz Türkler, tekrar İslam’ın Kılıcı olmalısınız ve başımıza geçmelisiniz.” Ben de bu söylem üzerine, biraz yutkunduktan sonra, özetle şöyle bir şeyler söyledim: “İslam’ın Kılıcı olmakla neyi kastediyorsunuz, bilmiyorum. Bunun anlamı cihat savaşları ise; üretmeden, çalışmadan ve terlemeden insanları din adına savaştırıp, ganimet toplamak ya da bunun başka bir şekilde devamı ise; biz ortaçağ zihniyeti olan bu görevden, Birinci Paylaşım Savaşı sonunda arkadan hançerlenme ve ihanet de dahil olmak üzere, sayabileceğim bir sürü nedenle istifa ettik.” “Eğer; bu kılıç olma görevi İslam’ın beyni, aydınlanmacı, akılcı, üretici, birleştirici ve barışçı yüzü olmaksa, neden olmasın?” 

Şam Müftüsü Verdi

 Sonra, ben sordum; “Niye bu görevi siz yapmıyorsunuz?” “Biz yapamayız” diye cevap verdi. “O zaman dedim ki; “Araplar yapsın!” “Onlar da yapamaz” diye cevap verdi. Tekrar sordum; “Bizim özelliğimiz neydi?” diye. “Siz farklısınız” diye cevap verdi ve aramızdaki sohbet, bu şekilde belli bir süre daha samimiyetle devam etti.

 Bizi farklı kılan neydi? Bir sürü neden sayılabilir ama en önemlisi; Atatürk önderliğinde yapılan Türk Devrimleriydi. Beni ve eşimi, o resepsiyonda aşağılık kompleksi içinde olmadan, kendine güven içinde yürüten ve davrandıran, diğer Müslümanlardan farklı kılan; doğudaki aydınlanmanın adı olan Kemalist Devrim ve onun eğitim ve öğretim kurumlarıydı.

Biliyorsunuz, Kurtuluş Savaşı sırasında Türk Askerinin İngiliz destekli Yunan’a karşı zaferi, Şam ve Halep’te halk tarafından sevinçle karşılanır ve gösteriler yapılır. Şam Müftüsü Mustafa Kemal’e; “Seyfü-l İslam (İslam’ın Kılıcı)” unvanını verir ve camilerde mevlit okunur.

Haçlı Kılıcı

Evet; Atatürk Derne’de, Müslümanlarla omuz omuza emperyalist İtalyanlarla savaşırken, Cumhuriyetin ilk yıllarında Afganistan’a danışmanlar ve uzmanlar gönderirken, 1932’de Irak ve Suriye’de emperyalistlere karşı ayaklanmaları için subaylar görevlendirirken, hep ezilenden ve mazlumdan yanaydı. Bugün yer kürenin haritasına baktığımızda; ezilen, sömürülen, kaynakları deve edilen, işgale uğrayan, karısının ve kızının ırzına geçilen ve erkeğine şiddet ve eziyet uygulanan mazlumlar; Müslümanlardır ve İslam dünyasıdır.

Eğer; en zor zamanımızda bize yardım eden Libya’nın boğazını sıkmak için gemiler gönderirseniz, Irak’ta Müslümanların çanına ot tıkılmasına dolaylı yollardan destek sağlar ve bölünmesine yardım ederseniz, okyanus ötesinden gelen talimatla Suriye ile gerginliği artırarak bir çatışmaya neden olacak ortamı hazırlarsanız, İran’a muhtemel müdahale planlarının içinde yer alırsanız, size okyanusun her iki tarafından ayinler düzenlerler, çanlar çalarlar, takdis ederler ve “Haçlı Kılıcı (Crusader’s Sword)” unvanı ile ödüllendirilirler. Ama sizden, “İslam’ın Çakısı” bile olmaz.”

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

Gen. Mark Welsh ;’tanesi 18 binden 20 bin bomba kullandık’

 ABD; ‘Tanesi 18 bin dolardan 20 bin akıllı bomba attık’        

              Efendinin yeni işi; uzay havacılığı endüstrisi

Emperyalizm yaklaşık 200 yıldan beri askeri güç kullanarak Dünya’nın hammadde kaynaklarını sömürme,’böl ve yönet’, makine ve teknoloji ihracı olarak bilinir. 21.yy ise bildiklerimizi artık rafine etmek, gözden geçirmek ve Emperyalizmin kendine yaptığı gençlik aşısını tesbit etmek zamanı. Dünya’nın askeri devi,klasik ifade ile ‘Dünya’nın Jandarması’ ABD yine savaş ve ölüm demek eskisi gibi. Ancak ABD için 2003 Irak savaşı bile artık eski bir alışkanlık olarak kaldı. Irak işgali ABD nin son askeri işgal hareketiydi. Bu kanlı ve pahalı savaştan sonra ABD askeri yok artık savaş alanlarında. Bundan sonrada böyle olacak savaş teknolojisindeki son gelişmelere göre.

Suriye savaşı dolayısıyla gündeme oturan ‘vekaleten savaş’ artık ABD’nin savaş politikasının merkezinde bulunuyor. Savaştan elde ettiğiniz kar birkaç misli katlanarak artıyor, ama ülkeye asker cenazeleri gelmiyor. Savaş endüstrisinde artık ‘hamallık’ olarak değerlendirilen boğazlaşma işini ikinci derecedeki devletlere ve hatta dinsel-etnik terör milis örgütlerine yaptırıyorsunuz. Üstelik bundan Dünya’nın parasını kazanıyorsunuz.

  ABD Hava Kuvvetleri ; ‘2015 te 20 binden fazla akıllı bomba kullandık’

ABD ve daha küçük çaplı olarak İngiltere için yeni askeri doktrin ‘uzay havacılığı teknolijisi’ olarak adlandırılabilir. ‘2003 yılında 2. Irak savaşı sırasında yavaş yavaş devreye sokulan ‘aerospace aviation’ tekniği esas olarak Cruise füzeleri ve JDAM (Joint Direct Atttack Munition) adlı akıllı bombalarının kullanımı esas savaş tekniği halini almak üzere. Kapitalizmin kar hırsı ile en uyumlu savaş tekniği olan Uzay Havalığı, silah tekellerinin en fazla kar ettikleri, Emperyal dış politikaların en az kamuoyu tepkisi gördüğü,ABD askeri kaybının hemen hemen ortadan kaldırıldığı sistem.

Askeri Stareteji açısından JDAM akıllı bombaları bir başka gerçeği daha ortaya koyuyor. ABD-İngiltere gibi büyük savaş ülkeleri bu yolla; savaş bölgelerindeki alt işbirlikçi ülkeleri ve askeri açıdan önem taşıyan dinsel-etnik gurupları kara savaşının klasik silahlarının(tank-topçu-karadan karaya roketatarlar gibi)üretimine ortak ederek bu piyasayı onlara bırakıyor. Tıpkı buzdolabı,çamaşır makinesi,otomobil gibi meta üretiminin artık gelişmekte olan ülkelere bırakılarak, Büyük emperyal ülkelerin uzay teknolojisi, bilgisayar ve dijital tekonolioji üretimine yönelmeleri gibi.

2015 Yılı sonunda ABD Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanı Gen. Mark Welsh’in açıklamasına göre; ABD, IŞID bombalamalarının devam ettiği son 15 ay içinde 20 binden fazla JDAM bombası kullandı. General Welsh; ABD nin stoklarının azalması nedeniyle üretici firmalara yeni siparişler verildiğini CNN Televizyonundan açıkladı. ABD Silahlı Kuvvetler Komisyonu raporuna göre tanesi 18 bin dolara mal olan JDAM akıllı bombalarından Deniz Kuvvetleri için 12 bin adet, Hava kuvvetleri için ise 62 bin adet satın alındı. Böylece Dünya’nın en büyük endüstrisini haline gelen JDAM yada uzay havacılığı silah tekellerine 2014-2015 yıllarında tam 1 trilyon 330 milyar dolar kazandırdı. Suriye,Irak ve Yemen’de şu ana kadar yaklaşık 300 bin insanın hayatını kaybettiği,8 milyon insanın göçmen haline geldiği savaşın kapitalizm ve silah tekelleri için getirisi böyle. ABD’nin JDAM teknolojisi ve ABD’de Virginia ve İngiltere’de Lancashire’de oturdukları yerden yürüttüğü Orta-Doğu savaşları, kuşkusuz medya üzerinde yapılan ‘düşman’ belirlemesi ile birlikte gerçekleşiyor. En büyük müşteriler olan Körfez Arap ülkeleri için İran ve Şii Hilali tehdidi, Türkiye için Rusya tehdidi ve Osmanlı hayaleti oyunun olmazsa olmazları olarak görünüyor.

 

Mahir Tan      LondraPosta-Londra

 

 

 

 

 

 

Bülent Esinoğlu; Dış Savaş İç Savaşla birleşir

Dış savaş her zaman iç savaşla birleşir

Bülent ESİNOĞLU

Savaş ihtimalinin her geçen gün arttığını göz önüne alarak, bir değerlendirme gerekirse…

Savaş olmaz deyip kestirip atmayalım. Bu gün savaş olma ihtimali, olmama ihtimalinden yüksektir.

Son duruma bir göz atalım.

El-Rifat Suriye devletinin denetimine geçti. Bu demektir ki, Türkiye’ye en yakın Azez birkaç gün sonra Suriye devletinin eline geçecektir. Zaten kendine ait olan bir toprak parçasını terörden arındırmış olacaktır.

Azez düşerse, Davutoğlu’nun söylemine göre, Türkiye Azez’i bombalayacak.

Bunun anlamı Rusya’ya gel beni vur demektir.

Dün Birleşmiş Milletler Güvelik Kurulundan, Türkiye’nin, Suriye’ye sürdürdüğü top atışlarını durdurması kararı çıktı.

Eğer ABD istese bu kararı engellerdi.

Bu karar çok önemlidir. ABD bize demiş oluyor ki, Rusya ile orada bir savaşa girersen, ben sana destek vermem.

Zaten Batının tarihten gelen içgüdüsü nedeniyle, Rusya ve Türkiye’yi savaştırmak değil midir, asıl amacı…

Türkiye’nin bölünmesini gerçek haline getirmek ve rakibi olan Rusya’yı, zaafa sokmak.

Azez’i bombalamamız halinde, Suriye bize savaş ilan etmek zorunda kalacak. Ya da savaş ilan etmeksizin, Azez’i bombalayan toplarımızı bombalayacaktır.

İlan edilmemiş bir savaş( zaten şimdi de öyle) yürüyecek. Biz tedbir olarak Boğazları Rus gemilerine kapatacağız. Rusya bu durum karşısında, PKK ve PYD’’yi sadece siyasi olarak desteklemekten çıkıp, askeri olarak da destekleyecek.

Özetle, her sabah savaşın bir başka aşaması ile güne başlayacağız.

Dış savaş iç savaşla birleşecektir.

Ekonomi diye bir şey kalmayacak, ithalat yolları zorlanacak, gıda ürünleri alıp başını gidecek, kuyruklar oluşacak vs…

Şu anda kontrollü bir şekilde devam eden düşük yoğunluklu savaş derinleştikçe, savaşın canımızı yaktığı bir yere geleceğiz.

Bu durumdan çıkmanın tek çaresi; Suriye resmi devleti ile anlaşmak, muhalifleri desteklemek gibi işlerden uzak durmak, gerçekten Suriye’nin toprak bütünlüğünden yana olmaktır.

Suriye devletini kimin idare edeceği, rejimine kimin karar vereceği gibi hususlar, Rusya’nın Suriye devletinin yanında yer almasından sonra, Türkiye’nin ısrar edeceği bir husus olmaktan çıkmıştır.

Suriye’de, ille de Sünni inanışlı bir rejimden vazgeçmek, Türkiye için hayati bir öneme varmıştır.

Bu sağduyuyu bu mezhepçi iktidar gösterebilir mi?

Bekleyip göreceğiz.

17.2.2016, bulentesinoglu@gmail.com

Ahmet Kılıçaslan Aytar; ‘Baykal,partisini dilim dilim doğruyor’

ERDOĞAN VE KILIÇDAROĞLU MATEMATİĞİ

Dünya karmaşık, tek bir merkezden yönetilmeyen, ekonomik, politik, sosyal ve askeri cepheleri olan, devlete bağlı olmayan aktörlerin, psikolojik harekâtın, sivil toplum örgütlerinin ve hukukun bir operasyon gücü olarak kullanıldığı, hedefe ulaşmayı uzun zaman dilimi içinde öngören ancak ateş ve manevra gücünün savaşın esas unsuru olmaktan çıktığı bir savaştadır…

Türkiye sınırına yakın noktalarda YPG’nin de bileşeni olduğu Demokratik Suriye Güçleri (DSG) mevzilerini  obüs ateşine tutuyor.

ABD ve Rusya, Türkiye’nin askeri çatışmaya girme olasılığına ihtiyatla yaklaşıyor, çünkü bu durumda Suriye’de siyasi çözüm umudunun sıfıra ineceği biliniyor.

Başbakan A.Davutoğlu “PYD ve YPG Kürtlerin temsilcisi değil, Rusların paralı askerleridir” diyor!

*

CNN Türk TV’de bir programda, CHP eski genel başkanı Deniz Baykal, “Azez-Halep hattını açık tutmak için bombalanmasını doğru buluyorum. Halep Sünni kentidir, Esad’a bırakılamaz” diyor.

Bir adım daha ve henüz Kurultay’ını yapmış olan YCHP’de lider Kemal Kılıçdaroğlu için “Artık geride kalması gerektiği kanısındayım” değerlendirmesi yapıyor, partisini dilim dilim doğruyor.

*

AKP’nin çekirdek kadrosunda yer alan ve aralarında Bülent Arınç, Hüseyin Çelik gibi isimlerin bulunduğu muhalifler ise 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün davet üzerine görüştüğü Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kendisine iletilen rahatsızlık konularında hiçbir geri adım atmaması üzerine, Gül öncülüğünde AKP’nin kuruluş felsefesine döndürülmesi kararı alıyor…

*

Bütün bunlar ne anlama geliyor?

*

Suriye’deki iç savaşta Rusya’nın hava, Lübnan Hizbullah’ı ve Şii milislerin karadan verdiği destekle rejim güçleri, Halep’in kuzey kırsalında Nubbul ve Zehra kasabalarındaki kuşatmayı kırmıştır.

Kilis’ten başlayıp Öncüpınar/Bab es Selam Sınır Kapısı’ndan geçerek Azez’e ulaşan, oradan da Nubbul’un doğusundan Anadan-Hreytan hattına ve Halep’e uzanan 214 No’lu ikmal yolu kesilmiştir.

*

900 km.den uzun Türkiye-Suriye sınırının önemli bir kısmı, uzun süredir YPG ve SDG  kontrolünde bulunuyor.

Fakat, neden Türkiye’nin “sınır boyunca bölgenin tamamını ele geçirmeleri halinde cihatçılarla” komşu olması durumu düşünülmüyor?

*

Ama Türkiye, YPG ve SDG’nin önce Fırat nehri üzerindeki Teşrin barajını alması ardından El Kaide uzantılı grupların elinde bulunan Minnig havaalanın kontrolünü ele geçirmesi,

Sınırdaki Azez’e kadar uzanan YPG ve SDG’nin bulunduğu noktaların uzun süredir etrafı sarılmış halde olan Afrin’e çok yakın oluşu,

Hem Halep hem de İdlip’teki silahlı gruplar için hayati önem taşıyan Azez-Tel Rıfat güzergâhının önemli ölçüde Suriye Ordusu ile YPG/SDG’nin eline geçmesi durumundan sıkıntı duyuyor.

Çünkü, silahlı grupların Halep-Türkiye ikmal bağlantısı yolu tıkanmıştır.

Cihatçıların kontrolündeki İdlib, Batı Halep ve Azez arasındaki geçişler engellenmiş,

Lazkiye ve sahil kesiminin savunması  daha ileride kurulmuştur…

*

Aslında bu durum, sahada vekillerini kaybeden Suudi Arabistan, BAE gibi bölgesel aktörlerin artık silah kuşanma sırasının kendilerine geldiğini düşünmesine yol açıyor.

Nitekim Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar ve BAE  Türkiye ile koordineli şekilde Suriye’ye müdahale edebileceklerini duyuruyor.

Suudilerin liderliğini yaptığı Sünni İslam Ordusu ise Malezya, Endonezya ve Brunei askerlerinin de içinde bulunduğu 150 bin asker göndermeyi öngörüyor!

Sıranın savaşın seyrini kökten değiştirecek stratejik öneme sahip Halep’te “Büyük Savaş”a mı geldiği merak ediliyor?

Çünkü iç savaşın tüm taraflarının da farkında olduğu üzere üç koldan taarruza geçen rejimin kenti ele geçirmesi yakın görülüyor.

*

Bu noktada, Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerine atılı savaş suçları ithamından ciddi sıkıntıdadır.

Olası uluslararası hukuk tarafından yargılanmanın dehşeti, onun öngörülemez kararlar almasına neden oluyor.

Üstelik Suudi monarşisinin peşine taktığı neoOsmanlıcı hedefleri peşinde beş yılı bulan iç savaşta ilk günden bu yana Suriye’ye girmek için bastırmaktadır.

Ne ki bu arzusu ABD tarafından karşılık bulmuyor, ama şimdilerde içeride ve dışarıda sıkışan AKP hükümetinin böyle bir maceraya ihtiyacı her zamandan daha fazla bulunuyor.

En azından başkanlık referandumu ve yeni anayasa sürecinde kitleleri konsolide edecek bu tarz bir maceranın getiri sağlayacağı düşünülüyor…

*

Suriye’ye girme hevesi hep havada kalan Erdoğan iktidarı, şimdi mültecileri kullanarak bu emeline ulaşmayı planlıyor.

Sınırın diğer yakasında Azez-Mare hattında bir alanda kurulacak  bir tampon bölge hedefleniyor.

Mülteci krizini uluslararası bir koz olarak kullanan AKP’nin son günlerde bu seçenek üzerinde diplomatik yığınak yaptığı dikkat çekiyor.

*

Tampon bölge arzusunun esaslı bir nedeni neoOsmanlı hedeflerine bir açık kapı bırakması yanında, Kürtlere karşı dirençli olmak isteğidir.

Çünkü Kürtler, Fırat’ın batısına Azez üzerinden doğudan giriş yaparak AKP’nin kırmızı çizgilerini yok ediyor.

Ne ki Türkiye’nin ve Suudi Arabistan’ın kara harekatı olasılığını dile getirmesine Suriye ve İran’ın “misliyle yanıt veririz” yanıtı ve Rusya’nın uyarıları,

Suriye’deki vekalet savaşının bölgesel savaşa evrilmesi potansiyeli taşıyıp taşımadığını halâ şüphede bırakıyor.

Zaten Suriye izni olmaksızın hiç bir ülkenin  o topraklarda  bulunması imkânı bulunmuyor…

*

Üstelik ABD ve Rusya, YPG güçlerini IŞİD’e karşı sahadaki en etkili güç olarak kabul ediyor.

IŞİD ve El Kaide’nin Suriye kolu olan Nusra Cephesi, Ahrar uş Şam gibi örgütlere karşı etkili oluşu, bulunduğu bölgelerdeki halk desteği, ABD ve Rusya ile çeşitli düzeylerdeki ittifakları göz önüne alındığında YPG’nin eli kuvvet kazanıyor…

*

PYD’nin ABD ve Rusya ile çeşitli düzeydeki ittifakları ise;

Rusya’nın Suriye, İran ve Irak ordularının, ABD ve müttefiklerinin ortak tehdit kabul ettiği  tüm terör örgütlerini tasfiye etmek üzere oluşturdukları uluslararası koalisyonun “Lâik, birleşik ve bağımsız bir Suriye ve Irak ” stratejisiyle,

ABD’nin Sykes-Picot Antlaşmasını devam ettirme ve Suriye’nin Nasturiler, Kürtler ve Sünni Araplar ve Irak’ın Şiiler,Sünni Araplar ve Kürtler arasında bölünmesi stratejisi arasında bir bağ kurulduğu düşüncesini geliştiriyor.

*

Nükleer anlaşmaya varan ve ekonomisi büyük oranda petrol ithalatına bağlı fakat ekonomik sıkıntı çeken İran için doğalgazı kendi toprakları üzerinden Avrupa’ya taşınmasında alternatifsiz Türkiye hüviyetinin;

İran’ın İsrail’in denetiminde olan Kürdistan’ı ve Kürdistan kaynaklarını da yanına alarak, kendi savunma çerçevesi ve yeterli stratejik-asimetrik tamponları kapsamında Türkiye’yi çok rahatlıkla bypass edebileceği bir durumun gelişmekte olması gibi bir hâli düşündürüyor.

*

Bu durumda Kuzey Kafkasya Çerkes topraklarında Kuban Halk Cumhuriyeti’nin Moskova merkezinden daha az bağımlı yönetim organları kurmak talebi,

Dağıstan ve Hantı-Mansi Özerk Bölgesi’nde, Astrahan, Volgograd, Rostov, Başkurdistan’da sayısız etnik ve dinsel çatışmanın Rusya’yı dağıtmak için  kullanılması önlenebilecektir.

Hazar kaynaklarının değerlendirilmesinde kıyıdaş ülkelerin eli güçlenebilecektir.

*

Ya da PKK;  Türkiye’nin güney ve güneydoğu bölgeleri ile birlikte özellikle Ağrı, Iğdır ve Ardahan gibi doğu vilayetlerinde de etnik huzursuzluk çıkaracak,

Ağrı-Iğdır-Ardahan üçgeninde saldırıları da geliştirerek Türkiye’nin Ermenistan ile sınır topraklarını kontrol altına almak ve bölgede yaşayan Azerbaycan kökenlileri göçe zorlamayı öngörebilecektir.

Ermenistan’ın PKK’nın bu faaliyetlerine destek vereceği, terör örgütünün bu bölgeyi tamamen kontrol altına alması halinde Ermenistan’ın bu bölgeyi kendine merkez seçeceği ve faaliyetlerini genişleteceği de açıktır.

*

Eh! Bu durumda, şimdilerde içeride ve dışarıda sıkışan, yeni bir anayasa peşinde olan, bu yüzden Suriye’de macera peşinde koşan Türkiye’nin iktidar ve muhalefet anlayışlarında kolaylık sağlayacak mutlaka bir değişiklik gerekiyor.

Recep Tayyip Erdoğan ve Kemal Kılıçdaroğlu misyonlarını yerine getirmiştir, bundan böyle dünyaya bir faydaları bulunmuyor.

Türkiye’ye olan faydalarını sorgulayacak bir mercî ise zaten yoktur!

 

17.2.2016

Türker Ertürk-Savunma; Bu,ülkeme ve evlatlarıma karşı sorumluluğum

     SAVUNMAMDIR

Bugün bu mahkemede bulunuş nedenim; Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a hakaret ettiğim iddiası. Halbuki, bu doğru değil. Bahse konu yazım; 31 Mayıs 2014’e ait konuşmamın haberidir ve o tarihte Sn. Tayyip Erdoğan Başbakan’dı. Ayrıca; hakkımdaki iddianameyi anlamakta gerçekten müşkülat çektim.

Savunmama başlarken öncelikle şunu söylemek istiyorum; 14 yıldır iktidarda bulunan AKP’nin hukuk ve adalet üzerindeki ağır baskısı ve vesayeti olmasaydı, ben bugün burada huzurunuzda olmazdım.

Özellikle son 10 yıldır yaşadıklarım nedeniyle ülkemizde genel olarak hukuka ve adalete güvenim kalmadı. Genel durum böyle olmasına rağmen; ülkemizde hukuktan ve adaletten bahsedebileceğimiz vahalar da yok değil! Umarım bugün derdimi böyle bir vahada anlatıyorumdur.

Yargının üzerinde ağır vesayet olduğuna dair kanıtlar, örnekler ve yaygın kitle kanaatleri çok. Türk Halkındaki algı bu! Bakın Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Haşim Kılıç; “Yargı gücüyle farklı düşünen insanların korkutulduğu ve susturulduğu bir dönem” diyor yaşadığımız günler için. Devam ediyor; “İfade özgürlüğü ile hakaret suçu arasında olması gereken ayrımın yapılmadığını” söylüyor ve yargının üzerinde “vesayet” var diyor.

Sözcü Gazetesi’nden Saygı Öztürk; “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı eleştirenler cezaevine atılıyor, kamuda çalışanların ise görevine son veriliyor” değerlendirmesini yaptı. Kanaatimce abartı içermeyen, doğru bir değerlendirme.

18 Ekim 2015 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Ahmet Hakan; “Hukuk yok, adalet yok, mahkeme yok, kriter yok” diyor. Gerçekten de yok! Bu ülkede insanlar ne yazık ki, suçsuz yere kumpas nedeniyle 5-6 yıl hapis yattı. Kahramanlar, yurtseverler, görevini yapanlar sanık, teröristler ise tanık oldu. Davaların savcıları ve hakimleri de şimdi yurt dışına kaçtı.

Sn. Tayyip Erdoğan ekranlara çıkıyor; “Ben diktatör olsam, bunları bana söyleyemezsiniz” diyor. Sanırım, diktatörlüğün Hitler ve Mussolini örneklerini düşünerek böyle söylüyor. Ama bilinmeli ki; zamanla birlikte her şey evrime uğrar. Bugünün otoriter yönetimini, 19. Yüzyıl örneği ile aynen kıyaslayamazsınız. Çağın gereklerini ve girdilerini yok sayamazsınız. Nasıl bugünün demokrasi anlayışı ile 19. Yüzyılın demokrasi anlayışı aynı değilse.

Evet, ben Sn. Tayyip Erdoğan gibi değil, farklı düşünüyorum. Farklı düşündüğümü açıklamak gibi bir özgürlüğüm yok mu? Bu özgürlüğüm Anayasa ile güvence altında değil mi? Sn. Erdoğan’ın yaptıklarını, yapmadıklarını ve yapamadıklarını değerlendirerek Anayasamızı ihlal ettiğini, ülkemizi felakete doğru sürüklediğini, suç işlediğini söylemek, yazmak ve anlatmak suç mudur?

Hakaret, hakaret gibi olmalı. Mesela “Biz bu milletin anasını sinkaf ederiz” demek; dünyanın neresine giderseniz gidiniz, hangi yönetim biçimiyle idare ediliyor olursanız olunuz dört dörtlük bir hakarettir.

Sn. Erdoğan geçtiğimiz günlerde Ana Muhalefet Partisi CHP’nin lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na söylediği “Cahil, çirkef, ahlaksız, çirkin, namus ve şeref fukarası, pişkin, serseri mayın” sözlerinin hakaret olup olmadığını takdirlerinize bırakıyorum.

Ama çağdaş hukuk için bir yöneticiyi, başbakanı ve hatta cumhurbaşkanını tasarrufları nedeniyle eleştirmek, çok sert bile olsa asla suç değildir.

Ayrıca benim bir başbakana, bir cumhurbaşkanına değil, sıradan bir kimseye bile hakaret etmem terbiyem nedeniyle asla mümkün değil. Geçmişim, aldığım eğitim ve öğretim, mesleğim ve sicilim bunu gerçeklemektedir.

Bugün yargılanıyor olmama neden olan süreç, 31 Mayıs 2014 tarihinde Tekirdağ’da “Sessiz Çığlık” eyleminde yaptığım konuşmayla başladı.

“Sessiz Çığlık”;  Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kurulan kumpasa karşı, gayri hukuki bir biçimde zindanlara atılan askerlere sahip çıkmak ve toplumsal farkındalık sağlayabilmek için, her hafta cumartesi günleri saat 13.00’de ülke genelinde yapılan eylemlerdi.

Tekirdağ’da yaptığım bu konuşmada; o zaman Başbakan olan Tayyip Erdoğan’ı uygulamaları nedeniyle eleştirdim ve kendisini “Faşist ve Diktatör” olarak niteledim.

Aynı gün, Gezi Olaylarının da yıldönümüydü. İstanbul’dan Tekirdağ’a giderken gördüğüm manzara tam anlamıyla antidemokratikti ve “polis devleti” görüntüsü içindeydi. Her noktada polisler ve ellerinde uzun namlulu silahlar vardı.  Vapur, metro ve tramvay seferleri iptal edilmiş, şehirde adeta sıkıyönetim ilan edilmiş gibiydi.  Her taraf polis kaynıyordu! Bu görünüm, demokratik ülkelerde rastlanabilecek bir manzara değildi!

Başbakan Erdoğan herhangi birisi değildi, o siyasetçiydi!  Eleştirilere açık ve dayanıklı olmalıydı. Konuşmam sırasında kullandığım  “Faşist ve Diktatör” ifadeleri bir siyasetçi ve gazeteci olarak yaptığım değerlendirmelerimdi.

Başbakan Erdoğan için niçin “faşist ve diktatör” değerlendirmesi yaptığımı Tekirdağ 4. Asliye Ceza Mahkemesi’nde sunduğum savunmamda ayrıntıları ile belirttim.

Anılan mahkeme yapılan yargılanmam sonunda; 30 Nisan 2015 tarihli gerekçeli kararı ile “Faşist ve Diktatör” sözlerimden dolayı değil, konuşmam sırasında …bizim atalarımız böyle bir şerefsizlik yapmadı, kendisinin atasını bilmiyoruz ama bizim atalarımız böyle bir şerefsizlik yapmadısözlerim nedeniyle 11 ay 20 gün hapis cezası verdi ve erteledi. Halbuki; irticalen konuşma yaparken söylediğim bu sözler “Türkler Ermeni soykırımı yaptı” diyenleri kastetmişti. Sonucu temyiz ettik, dosya şu anda Yargıtay’da.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret ettiğimi söyleyen savcılık iddianamesi; 4 Mart 2015 tarihinde Aydınlık Gazetesi’nde yazdığım “Faşist ve Diktatör” başlıklı yazım ve içeriği ile ilgilidir. Bu yazıyı Tekirdağ 4. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılandığım davayı okurlarıma anlatmak için yazmıştım. Yazım, İstanbul Anadolu Adliyesi 6. Asliye Ceza Mahkemesi’nde talimatlı olarak ifademi vereceğim gün yayınlandı.

Bu köşe yazımla ilgili olarak Savcı iddianamesinde; “Cumhuriyet Savcıları teröristlerle işbirliği yapan, anayasal suç işleyen, etnik ve mezhepsel kışkırtıcılık yaparak toplumsal barışımızı bozan Erdoğan hakkında soruşturma açmalı, benim değil” sözlerimin ve “Faşist ve Diktatör” başlığımın suç olduğunu ifade ediyor.

Bu köşe yazımda belirttiğim görüşlerim daha önce Tekirdağ’da yaptığım konuşmamın tekrarından, açılan dava hakkında okurlarımın bilgilendirilmesinden ve gündemin değerlendirmesinden ibarettir. Bu benim anayasal hakkım olan ifade özgürlüğüm ve okurlarıma karşı sorumluluğumdu. Ben siyasetçiyim ve gazeteciyim. Eleştirdiğim Sn. Tayyip Erdoğan da siyasetçi olarak bu eleştirilere katlanmak zorunda.   O, sıradan bir yurttaş değil.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Yargıtay kararlarında, siyasetçilerin diğer bireylerden farklı olarak çok sert eleştirilere bile katlanmak zorunda olduğunu söylemektedir.

AİHM, 08.07.1986, 9815/82 Lingens – Avusturya   Kararında; “Bir siyasetçiye yönelik eleştirilerin kabul edilebilir sınırları, özel bir şahsa yönelik eleştirilere göre daha geniştir. Bir siyasetçi özel şahıstan farklı olarak; her sözünü ve eylemini bilerek ve kaçınılmaz biçimde gazetecilerin ve halkın yakın denetimine açar. Ve bu nedenle,  daha geniş bir hoşgörü göstermek zorundadır” diyor.

AİHM 13.11.2003,  39394/98 Scharsch  – Avusturya   Kararında ise; “Nazi terimini kullanmak, bu terime yapıştırılan özel damga nedeniyle, otomatik olarak hakaret suçundan mahkum edilmeyi haklı kılmadığını düşünmektedir. Bir kişinin siyasi faaliyetlerinin ahlaki yönden değerlendirilmesinde uygulanan standartlar ile ceza kanununa göre bir suçun varlığının kanıtlanması için gerekli standartlar farklıdır” diyor.

Çağımızda “hak ve özgürlükler” kavramına ilişkin üst hukuk normlarını artık iktidarlar değil, AİHM içtihatları belirliyor. AİHM kararları, iç hukuk açısından da ülkemizi bağlamaktadır.

Yargıtay Başkanı İsmail Cirit 11 Kasım 2015 tarihinde Ankara’da düzenlenen ifade özgürlüğü seminerinde; “AİHM kararlarına göre, kamuya mal olmuş kişiler ve siyasetçilerin, eleştiriye daha fazla katlanması gerekir. Yargıtay Başkanlığı olarak, AİHM tarafından ortaya konulan uluslararası kabul görmüş insan hakları standartlarına uyum konusuna büyük önem vermekteyiz” demiştir.

Gerek konuşmamda, gerekse köşe yazımda Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kesinlikle hakaret etmedim, düşünce ve ifade özgürlüğümü kullanarak kendisini eleştirdim. Çünkü; o günkü ortamda, kumpas nedeniyle silah arkadaşlarımın hapiste olmasına karşı gösterdiğim feryat ve isyandı bu!

Şimdi müsaadenizle, iddianamede bana yapılan haksız suçlamaları tek tek yanıtlamak istiyorum:

Sn. Erdoğan teröristlerle işbirliği yaptı derken; onun Meclis’ten yetki almadan PKK ve onun lideri ile yaptığı görüşmeleri ve pazarlığı, ayrıca Mart 2011’de Suriye’de başlatılan vekalet savaşında, Suriye’deki teröristlere yapılan yardım ve desteği kastediyorum.

Sn. Erdoğan; PKK ile görüşüyorsunuz suçlamalarına başta Terör örgütüyle görüşen namussuzdur, ispat etmeyen şerefsizdir” dedi. Daha sonra kendisine direkt bağlı MİT Müsteşarı Hakan Fidan; “Öcalan ve PKK ile görüşmek üzere beni Başbakan görevlendirdi” dedi. Arkasından Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç; Öcalan ve PKK” ile görüşmemiz yeni bir şey değil ki” açıklamasını yaptı.

Ayrıca; Sn. Erdoğan’ın direktifi ile bebek katili, 30 bin insanımızın katledilmesinden sorumlu PKK terör örgütü ile Oslo’da pazarlık masasına oturuldu. Bunun için Meclis’ten yetki alınmadı. Bu masada ABD ve İngiltere de vardı. PKK ile mücadele eden, duruma sessiz kalmayan asker, polis ve valilerin görevden alınması bile PKK ile pazarlık edildi. Nasıl pazarlık edildiğinin tapeleri basına sızdı, artık bunlar sır değil.

PKK’nın Kandil’deki liderlerinden Mustafa Karasu; “Türk Hükümeti ile ilk görüşme 2008’de başladı, görüşmelerde Norveç Devleti de vardı, onların bilgisi dahilinde yapıldı diyor. Ama Sn. Erdoğan; yaptıklarının doğru olmadığını ve suç olduğunu bildiği için sanırım, inkar ediyor ve görüşüyorsunuz diyenleri suçluyordu o tarihlerde.  Açıkça görülmüştür ki; terörist bir örgüt olan PKK ile görüşülmüş ve masaya oturularak pazarlık yapılmıştır. Zaten ben de bunları söylüyordum.

Ben teröristlerle işbirliği yaptı derken bunları kastettim. Arkasında gerçekler olmayan bir karalama yapmadım ve iftira etmedim. Bir siyasetçi ve gazeteci olmanın yanında, aynı zamanda bir yurttaş olarak şikayet etmek ve suç duyurusunda bulunmak hakkım. Tabii ki; nihai kararı mahkemeler verir.

Teröristlerle işbirliği derken, yalnız PKK da değil demek istediğim. Mart 2011’de başlayan Suriye savaşında, Esad yıkılsın diye teröristlere, İslam ülkelerinden gelen Cihatçılara, El Nusra militanlarına, Özgür Suriye Ordusu denen isyancılara, hatta bir dönem IŞİD’e bile yardım edildi. Suriyeli teröristlere lojistik destek, Türkiye’de barınma ve sağlık gibi üs imkanları sağlandı, silah ve cephane gönderildi. Ayrıca; Türkiye’de teröristlere eğitim verildi. Nisan 2012’de Suriye’ye gittim ve bunları yerinde gördüm.

2010-2014 yılları arasında,  ABD’nin Ankara Büyükelçiliği görevini deruhte eden Francis Ricciardone; “Türkiye Suriye’de El Nusra gibi radikal örgütlere yardım etti” diyor. El Nusra’nın gerek ABD,  gerekse Türkiye’de terör örgütleri listesinde olmasına rağmen.

Bugün ülkemizde, sadece Suriye’den gelen 3 milyona yakın mülteci var. CIA, bunların yaklaşık 35 bininin terörist olduğunu söylüyor. Bu ülkemiz için çok büyük bir güvenlik sorunu değil mi? Buna, Sn. Erdoğan’ın devletin geleneklerini terk eden, Atatürk’ün Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesini yok sayan, İslam dünyasında lider olma hayaliye gerçekleştirdiği yalan yanlış dış politikaları neden olmadı mı?

Yaşadığımız Ankara canlı bomba felaketi, bunun sonucu! Bunların olacağını, Suriye’de istikrarın bozulmasının, yangın yeri haline gelmesinin Türkiye’de karşılığı olacağını ve yangının ülkemizi de saracağını yazdım ve TV ekranlarında anlattım. Suriye’nin bölünmesinin ve parçalanmasının, Türkiye’nin bölünmesi ve parçalanması anlamına geleceğini de yazdım ve anlattım.

Bu söylediklerim, dünya basınında da yazıyor. Alman Başbakanı Merkel, ABD Başkan Yardımcısı Biden açık açık “Türkiye, Suriye’de teröristlere yardım etti” dedi. Hatta; Amerikan ve Avrupa basınında, Erdoğan’ın yargılanması gerektiği çok yaygın yazılıyor ve konuşuluyor.

Çok uzağa gitmeye lüzum yok. Bakın, Hürriyet Gazetesi’nden Mehmet Y. Yılmaz; “Bu sizin eseriniz Ahmet Bey. Türkiye’de son üç canlı bomba eylemini yapanların nerede ve nasıl yetiştirildiklerini biliyoruz. Sizin Emniyetiniz ve sizin MİT’iniz göz yumdu ve valiliklere emir verildi. Siz Esad’ı devireceksiniz diye dünyanın her yerinden gelmiş cihatçıların gelip geçmesine izin verdiniz” diyor. Gerçekte bu politikanın esas sorumlusu, zamanın Başbakanı Erdoğan’dı.

5237 sayılı Türk Ceza Kanununun “Yabancı Bir Devlet Aleyhine Asker Toplama” başlıklı 306. Maddesi;

“1.Türkiye Devletini savaş tehlikesi ile karşı karşıya bırakacak şekilde, yetkisiz olarak yabancı bir devlete karşı asker toplayan veya diğer hasmane hareketlerde bulunan kimseye 5 yıldan 12 yıla kadar hapis cezası verilir.

  1. Fiil sonunda savaş meydana gelirse faile müebbet hapis verilir.” diyor.

Yasa, toplam 6 madde. Ben burada, ilk iki maddesi ile yetinmek istiyorum. Yasa çok açık! Bu durumda Sn. Erdoğan liderliğinde AKP iktidarı için, benim suç işlediğini beyan etmem ve suç duyurusunda bulunmam, nasıl olur da hakaret olarak nitelenebilir?

Bugün, yanlış ve hayalci politikalar nedeniyle Türkiye, savaş tehlikesi altındadır. Tüm komşularımızla ilişkilerimiz gergin. Rusya ile neredeyse savaşacak duruma geldik. Bunların sorumlusu kim?

Teröristlerle işbirliği derken, ben bunları anlatmaya çalışıyor ve suç duyurusunda bulunuyorum. Asla mesnetsiz suçlama ve arkasında gerçekler olmayan karalama kampanyası yapmıyorum. Hatay’da ve Adana’da Suriye’ye gönderilecek teröristler için açık askeri kamplar kuruldu, eğitildi ve komşumuza gönderildi. Bu söylediklerim yalan mı?

Evet, köşe yazımda Sn. Erdoğan’ın anayasal suç işlediğini de yazdım. Biraz önce anlatmaya çalıştığım teröristlerle pazarlık masasına oturmak ve Suriye’de seçimle işbaşına gelmiş hükümeti yıkmak için asker toplamak, teröristlere üs ve lojistik kolaylıkları sağlamak, bir anayasa ihlali aynı zamanda. Bu benim siyasetçi ve gazeteci olarak değer yargım.

Sn. Erdoğan, bugün bile anayasa ihlali yapıyor. Sn. Erdoğan Cumhurbaşkanı olarak bağımsız olmak, siyasi partisi ile bağlarını koparmak, iç siyasi çekişmelere katılmamak ve ülkemizin milli birliğini temsil etmek zorundadır. Anayasamız bunu emrediyor. Ama Sn. Erdoğan adeta AKP’nin fiili lideri gibi davranıyor. Sokağa çıkın, istediğinize sorun (buna AKP’ye oy vermiş insanlarımız da dahil olmak üzere). Bu gerçeği reddedecek kimseyi bulamazsınız.

Cumhurbaşkanı Erdoğan; geçtiğimiz 7 Haziran seçimlerinde AKP için oy talep etti, seçim çalışması yaptı, mitingler organize etti ve AKP’ye 400 milletvekili istedi. Soruyorum; bu bir anayasa ihlali değil mi? Buna yanıt veremiyorsanız, ceza verir susturursunuz!

Daha bu yılın başında, Cumhurbaşkanı Erdoğan kaymakamlara hitaben; “Gerekirse mevzuatı bir tarafa koyun, uymayın” diyor. Mevzuat demek; Anayasa, yasalar, tüzükler, yönetmelikler ve yönergeler demektir. Cumhurbaşkanı Erdoğan;  bunlara uymayın, ihlal edin diyor. Bunu söylemek suçtur. Suça azmettirmektir. Hukukun egemen olduğu hiçbir uygar ülkede, bir cumhurbaşkanı bunları söyleyemez. Bunu eleştirmek, asla ve kat’a hakaret olamaz. Ancak “muz cumhuriyetleri”nde ve onun çağdışı hukuk sistemlerinde bunu eleştirmek hakaret suçu kategorisine sokulabilir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında diğer söylediğim bir söz: “Etnik ve mezhepsel kışkırtıcılık yaparak, toplumsal barışımızı bozan” demişim. Bugün; toplumumuz gerçekten, etnik alt kimlikler ve mezhepler açısından bölünme ve ayrışma süreci yaşıyor. Bunun en büyük nedeni, ülkemiz üzerinde planları olan emperyalist ülkelerin yaklaşımıdır. Ama Sn. Erdoğan, kin ve nefret içerikli söylemleri ile buna en büyük katkıyı yapmıştır.

“Dindar ve kindar” nesiller yetiştirmek söylemi, Sn. Erdoğan’a ait. Dünyanın hangi uygar ülkesinde, bir yönetici veya siyaset adamı böyle şeyler söyler. Ayrıca; Anayasamıza tekrar göz attım, kurucu ideolojimizin ve herhangi bir maddesinin dindar gençlik yetiştirme ideali yok. Başbakan veya Cumhurbaşkanı olmak, kafasına göre ülkeyi yönetmek anlamına gelmez. Anayasamız ve yasalarımız onu da, bizi de bağlamaktadır, değil mi?

Bir televizyon programında Sn. Erdoğan; “Affedersiniz bana, çok daha çirkin şeylerle, Ermeni diyen oldu” dedi. Bu, Ermeni kimliğini aşağılamaya girer. Halkı kin ve düşmanlığa tahriktir. Hatta, zamanın Kocaeli Milletvekili Hurşit Güneş, bu konuda suç duyurusunda bile bulundu.

Türklük, Anayasamıza göre üst kimliktir. Sn. Erdoğan’ın Türklüğü alt kimliklerle aynı gibi göstermesi, ırkçılık olarak takdim etmesi, Türk Milliyetçiliğini ayaklarımın altında eziyorum söylemi toplumuzu ayrıştıran, etnik ve alt kimlikler arasında kin ve nefret tohumları saçan söylemlerdir.

“Ben yüzde elliyi zor tutuyorum” söylemi de kin ve nefret içeriklidir ve toplumu ayrıştırmaya ve bölmeye yöneliktir. Alevileri ötekileştirmek, düşmanca yaklaşmak ve söylem geliştirmek, sanırım ülkemizin iç barışına hizmet etmemiştir.

Geçtiğimiz Aralık Ayı içinde, The New York Times’da yer alan Tim Arango imzalı yazıda; “Şu günlerde hiçbir şey, ortak kader ve zafer anlarında bile Türkiye’yi bir araya getirmeye yeterli gözükmüyor. Ne Ankara katliamının yası, ne de Aziz Sancar’ın kazandığı Nobel sevinci” diyor.

Yazar makalesinde; Erdoğan’ın Türk siyasetine ve Ortadoğu’ya hakim olma hedefinin Türkiye’yi buralara getirdiğini ve hedefin suya düştüğünü anlatıyor. Yazar ayrıca; Erdoğan’ı içerideki kutuplaştırmaları yoğunlaştırmak, bunu yaparken de komşu ülkenin iç savaşına el atmakla suçluyor.

Alman Der Spiegel Dergisi; Ankara’da yaşanan terör saldırısı, mülteci krizi ve Angela Merkel’in Türkiye’yi ziyaretini değerlendirirken, altı tam sayfayı Türkiye’ye ayırdı.

Dergi, daha çok yıkılmakta ve parçalanmakta olan ülkeler için kullanılan; “Eine Zeit Des Zerfalls” (dağılma zamanı) şeklinde başlık kullandı. Bu başlık altındaki yazıda; “10 Ekim saldırısının Türkiye’yi daha da böldüğü, Erdoğan’ın ortamı yatıştırmak yerine, bu saldırıyı yandaşlarındaki nefreti körüklemek için kullandığı yorumunu yaptı.

AİHM Kararlarında ifade özgürlüğü; demokratik toplumun, toplumsal ilerlemenin ve kişisel gelişimin başlıca koşullarından biri olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle, ifade özgürlüğünün kısıtlanması çok katı kurallara bağlanmıştır.

Anayasamızın 26. Maddesi ve AİHS’de yer aldığı şekliyle ifade özgürlüğü;

-Ulusal güvenlik,

-Toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması,

-Kamu düzeninin sağlanması,

-Başkalarının şöhret ve haklarının korunması amacıyla da kısıtlanabilir. İfade özgürlüğüne “başkalarının şöhret ve haklarının” korunması amacıyla yasayla öngörülmüş bir müdahalede bulunulmasının en önemli kıstası ise; “demokratik bir toplumda gereklilik” olarak belirlenmiştir.

AİHM’in, demokratik bir toplumda gereklilik testinin, şikayetçinin “mecburi bir toplumsal gerekliliğe” cevap verip vermediğinin, bunun takip edilen meşru amaçla orantılı olup olmadığının ve ulusal mercilerce bu müdahaleyi haklı göstermek için öne sürülen gerekçelerin uygun ve yeterli olup olmadığının belirlenmesini şart koşan yerleşik içtihadı bulunmaktadır.

Kabul edilebilir eleştiri sınırları hususunda ise AİHM; sıradan bir kimse ile karşılaştırıldığında bu sınırların, halka mal olmuş bir kişi olarak hareket eden siyaset adamları için daha geniş olduğunu birçok kez kabul etmiştir. Siyasetçilerin fiil ve davranışları, kaçınılmaz olarak ve bilinçli bir şekilde, gazetecilerin olduğu kadar vatandaşların, hepsinden çok da siyasi rakibinin sıkı bir denetimine tabidir.

AİHS’nin 10. maddesinin 2. fıkrası saklı kalmak koşuluyla ifade özgürlüğü; yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir. Çoğulculuk, hoşgörü ve açık düşünce bunu gerektirir ve bunlar olmaksızın “demokratik bir toplum” olamaz.

AİHM kararlarında yer alan bir diğer önemli kıstas da, olaylara ilişkin açıklamalarla değer yargıları arasındaki farktır. Olguların varlığı ispatlanabilirken, değer yargısının gerçekliği kanıtlanamaz. Davanın konusu olan ifade yeterince somut bir temele dayanmayabilir. Bu durumda bile AİHM, kamuya mal olmuş bir kişi söz konusu olduğunda, bu kişi bilerek ve kaçınılmaz biçimde kamu kontrolüne tabi olacağından, kendisine yöneltilen eleştirilere özellikle daha toleranslı olması gerektiğini ifade etmektedir.

Ayrıca HM denetleyici görevini ifa ederken, başvuranın ifade özgürlüğüne yapılan müdahalenin; davanın bütünü, ilgili ifadeler, bu ifadelerin söylendiği ortam ve durumun içinde olan kişilerin özel koşulları ışığında incelenmesi gerektiğini kararlarında yinelemektedir.

HM, İlknur BirolTürkiye davasında 44104/98 sayılı kararı ile; zamanın bakanına “Eli Kanlı Faşist” dediği için hapis cezasına mahkum edilen başvuran bakımından AİHS 10. Maddesinin ihlal edildiği kararına varmıştır.

Son olarak AİHM, bir Fransa vatandaşının dönemin Cumhurbaşkanı Sarkozy için açtığı “Defol git, geri zekalı” yazılı pankartı “hiciv” olarak niteledi ve ifade özgülüğü kapsamında saydı.

Yukarda ifade edilen görüşler ve Tekirdağ 4. Asliye Ceza Mahkemesi kararı da değerlendirildiğinde; bahse konu yazıda yer alan ifadelerin hakaret değil, siyasi değerlendirme, değer yargısı ve basının toplumu bilgilendirmesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini söylüyorum.

10 Kasım 2015 tarihinde yayınlanan AB Komisyonu 2015 Türkiye İlerleme Raporu’nda, İfade Özgürlüğü ve Hukukun Üstünlüğü bölümlerinde yer alan bu dava ile ilgili başlıklar şu şekildedir;

“*Yargının bağımsızlığı ve güçler ayrılığı konuları zarar görmüş, hakimler ve savcılar yoğun bir siyasi baskıya maruz kalmıştır.

*Cumhurbaşkanı iç ve dış politika alanlarında önemli gelişmeleri yakından takip ederek müdahil olmuş, bu durum Cumhurbaşkanı’nın Anayasa’da belirlenen yetkilerinin aşımı olduğu gerekçesi ile eleştirilmiştir. 7 Haziran 2015 seçimlerinin kampanya döneminde Cumhurbaşkanı’nın oynadığı aktif rol, iktidar partisine destek olarak algılanmıştır.

*Son iki yılda, ifade özgürlüğü ve toplanma özgürlüğü alanında önemli oranda gerileme yaşanmıştır.

*Türkiye; önümüzdeki yıl (2016) gazetecilere yönelik kısıtlamalara karşı adım atılmasını, fiziksel saldırıların ve tehditlerin soruşturulmasını, medya kuruluşlarına yönelik saldırıların engellenmesini, medya ve internette ifade özgürlüğünü kısıtlayan ortamın yaratılmasına yol açan gergin siyasi iklimin yumuşatılmasını sağlamalıdır”  

Efendim; 2010 yılında Tuğamiral rütbesindeyken istifa ederek mesleğimden ayrıldım.  Ayrılmamın nedeni, bugün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından da sıkça söylenen ama zamanında “savcısıyım ve arkasındayım” dediği kumpas operasyonlarıydı. Şimdi, aldatıldım diyor!

Kumpas; en başta Deniz Kuvvetlerini ve onun subay kaynağını oluşturan Deniz Harp Okulu’nu hedef alan, esas itibarıyla Türk Silahlı Kuvvetlerini itibarsızlaştırmaya, bir bölümünü içeri atarak ve tasfiye ederek, geri kalanını sindirmek maksadıyla yapılan operasyonlar manzumesiydi. Bu operasyonlar yapılmasaydı, teröristlerle pazarlık masasına oturulamaz ve emperyalizm istedi diye Ortadoğu bataklığına balıklama atlanamazdı!

İşte bu operasyonlar sırasında, 2008-2010 tarihleri arasında, Deniz Harp Okulu Komutanı olarak kumpasın tam merkezinde görev yaptım. İstifa ettiğim 2010’dan beri, siyasetle ve gazetecilikle uğraşmaktayım. Bugüne kadar; 65 bin kilometre yol yaparak; Türkiye’de ve Türklerin yoğun yaşadığı yabancı ülkelerde siyaset, güvenlik, denizcilik, tarih, strateji, jeopolitik, “sözde Ermeni soykırımı”, Atatürk ve Türk Devrimleri konularında, 320 konferans ve panele konuşmacı olarak katıldım. Konuk olduğum radyo ve televizyon programlarının sayısını hatırlamıyorum. Ayrıca; Eylül 2010’dan itibaren CHP ile başlayan siyasi çalışmalarıma, Kasım 2014’den itibaren Anadolu Partisi kurucusu ve Genel Başkan Yardımcısı olarak devam ettim ve Mart 2015’den itibaren bağımsız olarak devam ediyorum.

Sonuç olarak ben, siyasetçiyim ve gazeteciyim. Siyasetçi olan Sn. Tayyip Erdoğan’ı, kıyasıya ve ağır şekilde eleştirdim ama asla hakaret etmedim. Sn. Erdoğan mademki sıradan bir yurttaş değil, bu ağır tenkitlerime katlanmak ve hoşgörü göstermek zorundadır.

Eleştiri sözcüğü, elemek kökünden geliyor. Yani düşünceleri eleyerek, her bir açıdan geçerli ve geçersiz olanları sınıflandırmak anlamındadır.

Eski dilde eleştiri yerine tenkit kullanılıyordu. O da, Arapça (nkd) kökünden geliyor. Nkd, dişlemek anlamına gelir. Eski zamanlarda, kullanılan paraları dişleyerek, içlerindeki altın veya gümüş miktarının yerinde olup olmadığını diş izlerine bakarak anlarlardı. Dilimizde “dişe dokunmak” deyimi, bir şeyin işe yararlılığını anlatıyor. Tenkit sözcüğü de, bir fikrin dişlenerek işe yararlılığının test edilmesi anlamındadır.

Evet, ben Sn. Tayyip Erdoğan’ın söylemlerini, eylemlerini, iktidar olarak tasarruflarını dişledim, eleştirdim, eledim, tenkit ettim ve hakkındaki değer yargılarımı ifade ettim. Bu benim ülkeme, aileme ve kendime karşı bir sorumluluğum. Köşeme çekilip, keyfime keyif katmasını da bilirdim.

Aydın demek; üniversite bitirmiş, çok okumuş, akademik kariyer kazanmış insan demek değildir. Aydın demek; çevresini ve toplumu aydınlatan, onların farkında olmadıklarını gösteren insan demektir. Aydınlatma işi konuşarak, yani söz söyleyerek, yazarak, sanat eseri üreterek ve örnek olunarak yapılır.

Devletin imkanlarıyla, kafasında tüy bitmemiş yetimin hakkıyla okudum. Bugünlere geldim. Doğru bildiğim yoldan asla şaşmam. Milletime olan bu borcumu; aydın sorumluluğu içinde davranarak, toplumumuzun farkında olmadıklarını bıkmadan, usanmadan yazarak ve anlatarak ödeyeceğim. Takdir, Yüce Türk Milletinindir.

Ben, Mustafa Kemal’in askeriyim. Burada belirttiğim askerlik silahlı birisi olmanın ötesinde olup, onun fikirlerinin ve düşüncelerinin yılmaz takipçisi olduğumun ifadesidir. Evet, ben bu ülkenin vicdanı hür, irfanı hür, bilim egemen kafalı ve eleştirel akla sahip, ülkesini seven ve sevdiğini eylemleriyle ve çalışmalarıyla göstermeye çalışan bir ferdiyim.

Bu sorumluluk içinde; bugün ülkemizi yönetenlerin iyi yönetmediğini ve Türkiye’yi felakete doğru sürüklediklerini “testi kırılmadan” söylemeye çalışanlardan sadece birisiyim ve onları en acımasız biçimde eleştiriyorum.  Çünkü bu, ülkeme ve evlatlarıma karşı sorumluluğumdur.

Bugün burada adaleti görmek istiyorum. Siyasetçi ve gazeteci olmam itibarıyla; yazdıklarım hakaret maksatlı olmayıp, bunları düşünce ve eleştiri özgürlüğü çerçevesinde değerlendirmenizi talep ediyor ve beraatımı istiyorum.

Türker Ertürk

16 Şubat 2016

 

Ciddiye alınacak diplomatlar var

Lavrov; ‘NATO hava savunması olmayan ülkelere saldırır’.

Ciddiye alınması gereken diplomatlar var

Suriye’nin Salafi-Cihadi işgali altındaki bölgeleri ve Türkiye-Suriye sınır boyunda ortaya çıkan olaylar beklenenden hızlı bir gelişme gösteriyor. Başka güç ve devletler imzacı olarak bulunsa da gerçekte Rusya ve ABD arasında varılan anlaşma bu hafta sonu itibarıyle IŞID, El Nusra,Ahrar Al Sham gibi terör örgütleri dışında muhalif güçlerle ateşkesi içeriyordu. Ateşkes olmadı. Bunun nedeni, gerçekte, Suriye’de savaşı sürdüren ‘Suriye muhalefeti’ denilen cephenin esas olarak bunlardan oluşması.   Bu açıdan bakıldığında Rusya ve Suriye ordu birlikleri Kuzey Suriye’de Türkiye Sınırı yakınında Halep ve çevresinde El Nusra ve bağlaşık örgütler ile, daha Güneyde ise Rakka yolunda IŞID kontrolündeki Al Tabaqa hava  alanı çevresinde IŞID militanları ile savaşıyor. Savaş bölgesinde bulunan gazetecilerin bildirdiklerine göre Suriye Birlikleri her iki bölgede de hızlı bir biçimde toprak kazanıyor. Münih konferansı sonrasında bombalama işini hafiften alan ABD ise Rakka çevresinde sınırlı sayıda hava akını yaparak geçirdi haftayı.

Türkiye’nin Halep yolundaki Azez kasabasını tehdit etmeye başlayan PYD birliklerini uzak tutmak gerekçesiyle başlattığı topçu ateşinin ne kadar etkili olacağı görülmeye değer. Ancak esas olarak Afrin kantonundaki Kürt birliklerinin Halep’in kuzeyi ile Türkiye sınırı arasında hakimiyet kurmak için  yürüttükleri askeri harekat Kuzey Suriye’deki çatışmaların özünü oluşturmuyor. Rusya ve Suriye birliklerinin Halep’i tam olarak ele geçirmek için çok ciddi olarak girdikleri savaşım ise,belki Suriye savaşının en önemli bölümlerinden biri olmaya aday. Halep,Türkiye sınırlarından yapılacak topçu ateşinden etkilenmeyecek kadar uzak.

         Suudi-Türkiye blöfü tuttu mu ?

Türkiye medyası ve politika çevrelerinde bu hafta içinde net olarak ortaya çıkan ‘savaşa mı giriyoruz’ tartışması büyük ölçüde Suudi Arabistan ve Türkiye Hükümet çevrelerinden pompalanan ‘hava ve kara harekatı’ jargonundan kaynaklanıyor. Bu söylem Batı Medyasında fazla müşteri bulamazken, Rusya tarafından ‘savaş karşı propagandası’ olarak kullanıldı. Türkiye’de iç politika malzemesi olarak gündeme getirildiği apaçık ortada bulunan ‘savaş’ söylemi Dünya’nın en güçlü istihbarat servislerine sahip olan ABD ve Rusya önünde ‘anlayışla’ karşılanıyor.

14 Şubat günü Rusya’da Suriye konusunda gelinen aşamayı değerlendiren ve savaşın durumunu ve geleceğini ‘en iyi bilen’ diplomatlardan biri olan Dış İşleri Bakanı Lavrov, Türkiye-Suudi açıklamalarını şöyle karşıladı;

‘Her iki ülke de askerlerini Suriye’ye göndereceklerini söylediler. Ancak Türkiye ve Suudi Arabistan,Suriye’ye sadece ABD liderliğindeki koalisyonun bir parçası olarak gireceklerini ilave ettiler. Tehdit edici görünüyor.Ama ABD olmadan savaşa girmeyiz demektir bu. Unutulmaması gereken bir gerçek var; ABD ve NATO bütün askeri müdahalelerini kendilerinden birkaç derece daha düşük seviyedeki ve onlara zayiat verdiremeyecek durumdaki ülkelere karşı yaptılar. Rusya hava kuvvetleri ve hava savunma sistemleri Suriye’de radikal bir değişim yarattı. NATO ve ABD, askeri çözüm söylemini yürütebilirler, ancak sözler ve eylemler aynı şey değildir.’

Kısaca, Türkiye’nin önünde savaş umacısından önce, korkulacak daha çok şey var.

Mahir Tan       LondraPosta-Londra

 

Bülent Esinoğlu; Suudi Himayesinde..

Suudi Himayesinde Suriye’ye Kara Harekâtı!

Bülent ESİNOĞLU

Adını koyalım. Mezhep savaşı, mezhep ortaklığı. İran ve Rusya’ya karşı din savaşı.

Riyad Birlikteliğini Amerika’da destekliyor. Yani Amerika mezhep savaşında bilfiil yer almasa da, siyaseten destekliyor.

Siyasi iktidarın bu savaşa kararlı olduğunu gösteren birçok delil var. Suudi uçaklarının İncirlik’te konuşlanması, Suriye’ye çatışma bölgelerine mühimmat ve terör ihracı v.s.

Asıl deliller a Haber kanalında vardı.

13 Şubat 2016 Cumartesi akşamı saat 22 de, Yaz-Boz Programı; Suriye’ye nasıl cihatçı ihraç ettiğimizi, sesli ve görüntülü olarak yayınladı.

Türkiye’den akın akın giden Türk ve diğer ülkelerin teröristleri ile Türk gazeteci söyleşiler yaptı.

Mezhep savaşçıları yani cihatçılar; orada neler yaptıklarını, nasıl savaştıklarını kime karşı savaştıklarını, ölürlerse kimin için öleceklerini açık açık ifade ettiler.

Teröristlerle söyleşinin yeri; Suriye içindeki çatışma bölgeleriydi. Türkiye’den giden din savaşçılarının ve teröristlerin, PYD ile savaşmadığı, Suriye devletinin ordusu ile savaştıklarını açık açık ifade ettiğine şahit olduk.

Konuşan teröristlerin hepsi de ağır bir mezhep jargonu ile konuşuyorlardı. Allah için, İslam için savaştıklarını sık sık ifade ettiler.

Bu programı Suriye devleti alsa ve dünya kamuoyuna verse, Türkiye’nin nasıl da Suriye’ye terör ihraç ettiğine dair başka belgeye ihtiyaç kalmaz.

Şimdiye kadar hiç görüntülenmemiş görüntüler vardı. Bildiğiniz gibi a haber kanalı iktidarın kanalıdır.

Bu programla dünyaya denmiş oldu ki, evet biz, Suriye devleti ile savaşıyoruz. Biz Suriye’ye terör ihraç ediyoruz.

Bunları yapıyoruz. Sonra da kalkıp, PYD terör örgütüne Suriye, ABD ve Rusya destek veriyor diye kızıyoruz.

Öte yandan Hükümet Sözcüsü Kurtulmuş diyor ki, Suriye’nin toprak bütünlüğünden yanayız. Bu cümleyi şöyle anlamak lazım, Suriye’nin toprak bütünlüğünden yanayız. Ancak orada Sünni mezhebine bağlı bir rejim oluşursa…

Suriye’de mezhep temelinde bir savaş olursa; ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye Sünni Cephede olacak, Rusya İran ve Suriye öte cephede…

Her sabah kalktığımızda yeni ve kötü bir haberle güne başlıyoruz.

Elbette böyle bir mezhep savaşında, ne ABD ne de Rusya’nın işi olmaması gerekir.

Ancak bu mezhep savaşı kontrolden çıkar ve ABD Rusya savaşına yol açarsa, hem Suriye bölünür hem de Türkiye bölünür.

Okuyanlarım bilir. Hep Suriye’nin bölünmesi, Türkiye’nin bölünmesi anlamına gelir diye yazılar yazdım.

Hem mezhep savaşı yapıp, hem de bunu, PYD ile savaş gibi taktim etmenin elbet bir nihayeti olacaktır.

Sünni / Şii savaşının parçası olmak Türkiye’yi bölmek demektir.

Türk ordusunun mezhep savaşı içinde yer almayacağı bilinen bir gerçektir.

15.2.2016, bulentesinoglu@gmail.com

CHP-25 Şubat-1.Yıl yemeği

CHP Birleşik Krallık Birliği’nde 25 Şubat Heyecanı

CHP Birleşik Krallık Birliği tarafından, 25 Şubat’ta EPIC Dalston`da gerçekleştirilecek ‘1. Yıl Yemeği ve 2016`ya Bakış’ organizasyonu yeni katılımcılarla halkla buluşmaya hazırlanıyor. Kadın kolları ve gençlik kollarının öncülüğünde hazırlanan yemeğe Balıkesir Milletvekili Mehmet Tüm, Hatay Milletvekili Hilmi Yarayıcı ve sanatçı Atilla Taş`ın yanısıra, Tekirdağ Milletvekili Candan Yüceer ve PM’nin genç üyesi Emre Cam`ın da katılacağı duyuruldu.

 Akartuna: “1 yıl yemeğinde 2016 plan ve projelerimizi halkımızla paylaşacağız”

25 Şubat`ta EPIC Dalston`da düzenleyeceğimiz  1. yıl ve 2016`ya bakış yemeğinde CHP Birleşik Krallık Birliği’nin CHP’nin vizyonunu gerçekleştirmek için Birleşik Krallık’da planlanan stratejiler ve aksiyon planları paylaşılacağını belirten Suna Akartuna, dünyanın farklı yerlerinden gelen konukları ağırlayacaklarını belirtti. 25 Şubat organizasyonuna ilginin yoğun olduğunu belirten Akartuna şunları kaydetti: “Göreve geldiğimiz Mart 2015 tarihinden bu yana iki genel seçim geçidik. 1 Kasım 2015 seçimlerinden hemen sonra 2016 yılı için çalışmalara başladık. 25 Şubat`ta gerçekleştireceğimiz 1. yıl yemeğinde, 2016 için belirlediğimiz stratejik eylem planlarını ve projelerimizi halkımızla paylaşmanın heyecanının yanısıra, Türkiye`den, Amerika`dan, Fransa`dan çok değerli konuklarımızı ağırlamanın da onurunu yaşıyoruz”

25 Şubat’taki 1 yıl yemeğinin kadınların ve gençlerin dokunuşlarıyla hazırlanmış özel bir etkinlik olduğunu vurgulayan Suna Akartuna, 1 yıl yemeği ve 2016`ya bakış etkinliğine herkesi davet ettiğini belirtti.

Füsun Yaman: “Etkinlik için çalışmalarımıza tüm hızıyla devam ediyoruz”

Yemek organizasyon grubunun koordinatörlüğünü üstlenen Füsun Yaman, 25 Şubat’taki 1 yıl yemeğinin katılımcılarla beraber CHP’nin 2016 ve sonrasında kendini konumlandıracağı siyasi faaliyetlerin açıklanması nedeniyle önem taşıdığını belirtti.

Sunuculuğunu Twitter`da yaptığı paylaşımlarla kendinden söz ettiren Atilla Taş`ın yapacağı 1. yıl etkinliğine Balıkesir Milletvekili Mehmet Tüm, Tekirdağ Milletvekili Candan Yüceer, Hatay Milletvekili Hilmi Yarayıcı ve 35. CHP Kurultayında Yurtdışı Birliklerden sorumlu Parti Meclisi üyesi olarak seçilen Emre Cam`ın katılacağını belirten Füsun Yaman, ”etkinlik için çalışmalarımıza tüm hızıyla devam ediyoruz”dedi

Bilet satışları ile ilgili bilgileri 07951 583085 – 07578 420424 telefon numaraları veya iletişim@chpingiltere.org.uk email adresinden alınabileceğini belirten Füsun Yaman, aynı zamanda www.eventbrite.co.uk adresinde de online bilet satışlarının yapıldığını belirtti.

 

Akartuna: “Birlikteliğe her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız var”

Ortadoğu`da yaşanan gelişmeleri de değerlendiren Suna Akartuna, göreve ilk geldiklerinde yaşanan gelişmelerle ilgili öngörülerde bulunduklarını ve gelinen noktada haklı çıktıklarını belirtti. Türkiye`nin bir ateş çemberi içerisine sürüklendiğini belirten Akartuna şunları kaydetti: “Ne insanlığa ne de 21. yüzyıla yakışmayacak manzaralarla karşı karşıyayız. Hak etmediğimiz bir yönetim anlayışı ile yaşamak zorunda değiliz. Bu gidişata karşı duracak tek güç halktır. Bu nedenle halkımız her yerde ve her zaman, baskılara karşı umudunu yeşertmeye ve yaşatmaya devam etmelidir. Bu nedenle Birlikteliğe her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız var ”

Düzenlenen etkinlikte yaşanan olayların yarattığı hassasiyetler dikkate alınacak bir takım düzenlemeler yaptıklarını belirten Akartuna, “laik ve demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti, etnik ve dinsel yaklaşımlardan uzak, sosyal demokrat bir yaklaşım ve sosyal politikalar ile son 13 senede zedelenmiş halkın yaralarının sarılması için politikalar üreteceğiz” dedi.

UTKD; ‘Hepimizin birer manevi kız çocuğu olacak’

 

   İki ülke-bir örgüt

Uluslararasi Türk Kadınları Derneği Başkanı Nur Yenerer böyle tanımladı 2016 yılında faaliyete geçen kadın örgütünü. İngiltere ve Türkiye’de yaşayan yani tek bir Türk kadın toplumunun parçasıyız diyen UTKD başkanı Yenerer,örgütün kuruluş amacını ‘ laik,cumhuriyetçi Türk kadınlarının sorunlarına somut ve sürekli bir biçimde yardımcı olmak’ biçiminde açıkladı. 14 Şubat 2016 günü yılın ilk etkinliğini Kuzey Londra’da Southgate semtindeki ‘Osidge Cafe’ de kahvaltı-söyleşi biçiminde gerçekleştiren İngiltere Türk Kadınları Derneği toplantısına çok sayıda üye ve izleyici katıldı. Londra’nin değişik bölgelerinden ve İngiltere’nin farklı kentlerinden gelen üye ve destekçi Türk kadınlarının özelllikle kadınlarımız ve genç kızlarımızın eğitim çalışmalarına ilişkin görüş alışverişinde bulundukları toplantıda, ücretsiz dil kursları,resim heykel kursları, gurup sporları ve gurup terapisi faaliyetlerine başlanması kararlaştırıldı. Başkan Nur Yenerer, toplantıya yaptığı açış konuşmasında; ‘ Yaşanan ükelerin farklı karakterleri nedeniyle kadın çalışmalarımızı İngiltere ve Türkiye’de farklı projelerle yürüteceğiz. Şiddet gören,psikolojik desteğe ihtiyaç duyan ve dil sorunu yaşayan kız çocukları ve kadınlara öncelik vereceğiz. Bu alanda Dernekler ve Türk okulları ile işbirliği içinde olacağız’ dedi.

  ‘Hepimizin birer manevi kız çocuğu olacak’

Başkan Nur Yenerer, Türkiye’de Türk Kadın toplumuna ilişkin yapılacak çalıpşmaları ise şöyle özetledi; ‘Türkiye’de ise durum daha değişik. Maalesef devlet eli ile desteklenen kadına yöçnelik bir ayrımcılık ve terör var o coğrafyada. Bu durumda,başka şeyler yanında, yoksullukla mücadele eden ailelerin kız çocuklarına eğitim desteği vereceğiz. Hepimizin birer MANEVİ KIZ ÇOCUĞU OLACAK. Türkiye’de öğretmenlerden aldığımız listelere göre üyelerimiz ‘kendi manevi çocuklarına’ para,kitap ve maddi yardımda bulunacak’.

İngiltere Türk Kadınları Derneği’nin başarılı ve yüksek katılımlı 14 Şubat toplantısına İTDF ve İADD Başkanı Jale Özer ve İTDF As Başkanı DR. Ali Tekin Atalar katılarak,Türkm kadınlarının mücadelesine sonuna kadar destek olacaklarını açıkladılar. Katılımcılar arasında ; CHP- Birleşik Krallık Starateji Koordinatörü Füsun Yaman, BTKD Kurucu Başkanı Semiha Todd, Hoşseda Kültür ve Sanat Derneği Başkanı Dilek Altuntaş ve üyeleri, Aile danışmanı ve Eğitmen Eser Etkin, Psikolog Deniz Ahmed ve çok sayıda izleyici yer aldılar.

Mahir Tan    LondraPosta- Londra

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Rusya’nın dış politikada artan güç kullanımı

MÜNİH GÜVENLİK KONFERANSI’NDA  UKRAYNA

ABD ajandasında ilk sırayı, Rusya’nın Suriye müdahalesini dış politikası açısından bir dönüm noktası olarak kabul edişi alıyor.

Son 15 yılda Rusya’nın, iç ve dış politika hedeflerine ulaşmak için askeri güç kullanımını  arttırdığına,

1999’da Çeçenistan, 2008 Gürcistan, 2014’te Ukrayna’nın işgaline dikkat çekiliyor.

Suriye hamlesi ise Rusya’nın gittikçe agresifleşen dış politikasının bir sonraki mantıklı  adımı olarak kabul ediliyor.

Ancak Rusya’nın Suriye’ye yönelik müdahalesinin öncekilerden farklı olduğunun altı çiziliyor.

Buna göre Rusya; Çeçenistan, Gürcistan ve Ukrayna’daki askeri harekâtlarının çoğu ülke tarafından kınanacağını hesaplamıştır.

Şimdiyse Suriye’de radikal terörle mücadele etmesi perspektifinde uluslararası toplumdan destek gördüğüne işaret ediliyor.

O yüzden Suriye krizinde faydalı bir ortak olabilmek için Rusya’nın Ukrayna konusunda ABD’den ödün beklemeyi bırakmasının şart olduğu,

Suriye ve Ukrayna arasında bir bağlantı kurmanın işe yaramayacağı ileri sürülüyor…

Tam bir yıl önce Almanya Başbakanı A.Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı F.Hollande,

Ukrayna krizinin giderilmesi için Kiev ve Moskova ziyaretlerinde Minsk Anlaşmasını canlandırmış ve 51. Münih Güvenlik Konferansı’na katılmıştı.

Konferans’ta Avrupa’da korkuları körükleyen Ukrayna ve Rusya arasında bir mutabakatın sağlanarak kalıcı bir ateşkese yol açılması konusu en önemli gündemi oluşturmuştu.

1963’den beri düzenlenen ve 11 Eylül saldırılarından sonra önemli konuma yükselen 52. Münih Güvenlik Konferansı’na bu yıl da çok sayıda hükümet ve devlet başkanı ile bakan ve uzman katıldı.

Konferans, dünya güvenliğiyle ilgili çağrıları ya da çözüm önerilerini değerlendiriyor ve sonuçlandırılmasını hizmet ediyor.

  1. Münih Konferansı öncesi Avrupa Parlamentosu aldığı bir kararla, Rusya’ya yaptırımların kaldırılmasının Minsk Antlaşması koşullarının tamamen yerine getirilmesine bağlı olduğuna yapılan vurgu,

Yaptırımların kaldırılmasının şartlarından birinin Kırım yarımadasının Ukrayna’ya iade edilmesi olduğu açıklaması dikkat çekiyor.

BM Güvenlik Konseyi’nin de kabul ettiği, Ukrayna’daki çatışmaların durdurulması için Şubat 2015’te kabul edilen Minsk Antlaşması’nda Ukrayna’nın toprak bütünlüğü, bağımsızlık ve egemenliğine işaretle,

Rusya’dan güçlerini Ukrayna’dan geri çekmesi, ayrılıkçı paramiliter güçlere desteğini kaldırması, içişlerine karışmamasını öngörülüyordu.

Bunların ötesinde Rusya’nın bu saldırgan politikaya Gürcistan, Moldova ve tüm ülkelerde son vermesini teminen ekonomik, siyasi ve askeri baskıya alınması, enerji ihracaatının ve ticaretinin engellenmesi,

Rusya’dan uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanılmasını yasaklayan BM Antlaşmasına ve 1994’te Budapeşte Memorandumu ile yükümlendiği Ukrayna’nın bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğüne karşı sorumlulukları,

Kırım’ın yasadışı ilhakına son verilmesi ve Karadeniz’deki  üslerle ilgili Ukrayna ile imzaladığı 1997 Karadeniz Filosu ve Karakolları Antlaşmasına uyması beklentisi oluşturulmuştu.

 

Bugün Almanya Başbakanı A. Merkel, halâ Ukrayna Krizinin kontrolden çıkması halinin Avrupa’nın yararına olmayacağı öngörüsünde ve Almanya’nın ekonomik çıkarları pahasına fakat jeopolitik gerçekler çerçevesinde Avrupa Birliği adına üstlendiği sorumlulukladır.

Kiev ve Moskova görüşmelerinde, “Ukrayna krizi askeri olarak kazanılacak bir şey değil ” düşüncesini geliştirmiş,

Ukrayna ve Rusya arasında  ABD’nin de desteğiyle bir mutabakatın sağlanması, Minsk anlaşmasının yürürlüğe girmesine yol açmıştır.

Merkel, V.Putin’in Devlet Başkanı olmasıyla birlikte Rusya’nın Avrupalılaşmasına ilişkin tükenen umutlara karşılık olarak,

Almanya’da Sovyetler Birliği ile doğrudan ilişki kurulması, Varşova Paktı ülkeleri ile ilişkilerin normalleştirilmesine dayanan Ostpolitik’i terketmiş, yerine jeopolitik çıkarların ve ahlaki prensiplerin yönlendirdiği yeni bir siyaseti koymuş bir başbakan profilini çiziyor.

Rusya Devlet Başkanı V.Putin ise Batı ile ekonomik fayda getirebilecek ilişkiler isteğindedir.

Ama asıl önceliği Batı’nın Rusya’yı dikkate alması, Rusya’nın nüfuz alanlarını tanıması ve eski Sovyet ülkelerine karışmamasını sağlamaktır.

Kırım ve Ukrayna krizinde bu bölgenin Avrasya Birliği Projesi’nin Avrupa ayağı ve Karadeniz Havzası’na açılan bir kapı olması niteliğini esas alıyor.

Kırım’ın özgür iradesini açıklamasında ise Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılması ve bağımsızlığının  tanınmasının emsal alındığını ileri sürüyor.

Ama Kırım’ın Rusya’ya katılma kararı ve Ukrayna krizi;

ABD’nin ve Avrupa Birliği ülkeleri ile Rusya arasında çözülmesi taraflar arasında oldukça zor karmaşık sorunlar yaratmayı başarmıştır.

Yaptırımlar ve Devlet Başkanı Putin’in sert hamleleri Rusya’yı ekonomik olarak zayıflatıyor,

Fakat Rusya uluslararası sistemi oluşturan Avrupa-Atlantik odaklı işleyişe karşı, Soğuk Savaş döneminde sahip olduğu güce erişebilmenin yolunu sistemsel işleyiş ve rekabet çerçevesinde arıyor.

Avrupa-Atlantik hegemonyasını sorguluyor, söyleminde SSCB dönemine öykünüyor ve o yolda uygulamalar yapıyor.

Yakın çevre politikası ve Avrasyacı dış politika kalıpları doğrultusunda çok kutupluluk söylemini meşrulaştıracak yeni bir bölgesel yapılanma oluşturma çabası gösteriyor.

Öte yanda Rusya’nın ekonomik krizi Avrupa Birliği ülkelerine de işliyor…

 

Bu durumda Kiev ve Moskova; Amerika ile Avrupa’nın ikili bir tutum izleme odağına dönüşmüştür.

Bütün bunlar Almanya’nın Rusya ile ya da Rusya’nın Almanya ile tam bir cepheleşmesi anlamına gelmiyor ama süren işbirlikleri ve zıtlaşmalar,

Ya da karşılıklı sürdürülen diyalog ve Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımlar iki ülke arasındaki ilişkileri çok önemli bir noktaya yükseltmiş bulunuyor.

O yüzden bir yıl önce Almanya Başbakanı A.Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı F.Hollande, Ukrayna ve Rusya Federasyonu’nun devlet başkanları P.Poroşenko ve V.Putin’in, barış için öngördükleri 13 maddelik  Normandy formatı halâ işlemiyor.

Minsk anlaşması Ukrayna ihtilafının sona erdirilmesine yaramıyor…

Halâ Ukrayna’nın doğusunda, Rusya yanlısı ayrılıkçıların bulundukları bölgelerde silahlar susmuyor.

Can kayıpları yaşanırken, her iki taraf  Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gözlemcilerini bölgeye almıyor.

Rusya sınırından ayrılıkçıların bulunduğu bölgelere her türlü lojistik sağlanıyor.

Ukrayna’nın da Donetsk ve Luhansk’ta  uyguladığı ekonomik ve malî ablukayı kaldırıp ademî merkeziyetçilik çerçevesinde bölgeye özel haklar tanıması gerekiyor.

Ancak Ukrayna parlamentosu bir türlü böyle bir yasayı onaylamıyor.

Minsk anlaşması ve  Normandy formatı işlemiyor ama Minsk sürecinden de vazgeçilmiyor.

Çünkü Minsk, bir yıl önce tarafların üzerinde anlaşabildikleri tek ortak siyasi paydadır.

Bu çerçevede Ukrayna krizinin ve Donbas’ta şiddetin sona erdirilebilmesinde,

Askeri operasyonlar ve  uluslararası hukuk açısından terörizmin ne olduğu ve terörizmin önlenmesi konusunda savaş ve terörle mücadelede uluslararası hukuk alanında tüm devletleri bağlayıcı genel nitelikli bir hukuk metni olmayışının eksikliği hissediliyor.

Oysa Suriye İç Savaşının siyasi çözümü bu sonucu sağlayacaktır…

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar

15.2.2016