Ahmet Kılıçaslan Aytar; Şen Olasın Halep Şehri

ŞEN OLASIN HALEP  ŞEHRİ

Suriye rejiminin Halep’in kuzeyindeki operasyonuna destek veren Rusya hava saldırılarını arttırırken, rejimle ortak çalışan PYD’nin silahlı kolu YPG Halep kırsalında ilerliyor.

Kürtler Halep kırsalında cihatçı El Nusra ve Ahrar-ı Şam gruplarıyla çatışarak Kilis’in karşısında Azez’e yaklaşıyor.

YPG’nin ilerleyişi kuzeybatıdaki Afrin kantonunun genişlemesi anlamındadır.

Halep’in kısa süre içinde tamamiyle Esad rejiminin eline geçeceği bildirilirken,Suriye askerleri Türkiye sınırındadır.

Halep bölgesinden kaçan binlerce kişi Türkiye’ye doğru kaçıyor.

*

Suriye’nin bağımsızlık, işgal durumunda Arap direnişlerinin desteklenmesi ve Filistin’in temel mesele olarak kabul edilmesi ilkesine dayanan dış politikası;

İsrail, ABD ve Batı ülkelerini, bazı Arap ülkeleri ve Türkiye’yi rahatsız etmişti.

Uluslararası hukukun meşru kuvvet kullanma tekelini BM Güvenlik Konseyi’ne  bırakması nedeniyle bu devletler;

Uluslararası hukukta devletlerin R2P [Responsibility to Protect (Koruma Sorumluluğu)] denen  sorumluluğu esas alarak Suriye’de bir vekâlet savaşı açtılar.

*

R2P’de ilk adım Suriye’de olayların başlamasından 1 ay sonra, 29 Nisan 2011’de atıldı.

Türkiye’de AKP hükümeti daha olaylar başlamadan önce sınırlardaki mayınları kaldırdı.

Hatay merkez ve Yayladağı sınır kapısı arasındaki yolu genişletme çalışmalarını tamamladı.

Yayladağı sınır kapısına 5 dakika mesafedeki Tekel tütün fabrikasını mültecileri ağırlayacak hale getirdi.

Ardından çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu 250 kişilik Suriyeli grubu, Hatay’ın Yayladağı sınırındaki tel örgüleri aşarak Türkiye tarafına geçti…

Sonra bunları onbinlercesi takip etti.

*

Daha ilk dakikadan itibaren mülteciler ve Halep, Recep Tayyip Erdoğan için hep bir hassasiyet konusu oldu.

Çünkü hükümetin hesaplarına göre Esad üç ay içinde gidecek, Suriye’ye yönelik politikaların dolgu malzemesi olan göçmenler ise geri gönderilecekti…

Zaman geçtikçe daha iyi bir yaşam, BM kayıtlarına girmek ve yardım almak, terörden kaçmak vb. saiklerle Suriye dışına göçenlerin hepsinin Esad’ın zulmünden kaçtığı iddia edildi.

Bu süreçte mülteci bir çok kadın, erkek ve çocuk göç yollarında can verdi.

Bugün mülteciler kaybolmuş hayatlarıyla hem Suriye’ye baskı unsuru olarak kullanılıyor hem de bulundukları ülkede ucuz kalifiye eleman ihtiyacını karşılıyor.

Türkiye ise bu insanları halâ gerektiğinde geri gönderebilmek için mülteci statüsü değil misafir statüsünde tutuyor…

*

Halep ise muhalif Ulusal Koalisyon ile Esat rejiminin dengelenmesinde stratejik öneme sahiptir.

ABD, Suriye’de iki tarafın dengelenmesi görevini Ortadoğu pazarından hisse kapmanın peşinde olan ulusal koalisyonun hamisi Fransa’ya vermiş,

O’da, Osmanlıcı vizyonuyla Sünni ile Şii dünyası arasındaki karşılıklı bağımlılığı zayıflatmayı öngören bir strateji izleyen Recep Tayyip Erdoğan’ın;

Suriye Kuzey’ini ve Irak Kürdistan Bölgesi’ni petrolüyle birlikte Misak’ı Milli topraklarına katma hevesi üzerinden, bu işe Türkiye’yi memur etmişti…

*

Kasım 2014’te Şanlıurfa/ Ceylanpınar karşısında Suriye/ Rasulayn’da Kürtler ile muhalifler arasında çok yoğun çatışmalar yaşanıyordu.

Rasulayn hem muhaliflerin sınır boyunda en az 5 km.derinlikte güvenlikli bölge oluşturmaları, bu suretle Halep yolunun açılmasının başlangıcını oluşturuyor,

Hem de Kuzey Suriye’de Kürt federalizminin önemli bir kalesi olarak PKK destekçisi Suriyeli Kürtlerin Demokratik Birlik Partisi (PYD) ve askeri kolu Halkçı Koruma Birliklerinin (YPG) kontrolünde bulunuyordu.

*

Halep’in düşürülmesi için muhalif kara birliklerinin önce Doğu’da başlangıç noktası Rasulayn’ı ele geçirmesi,

Ardından sınır boyunca batıya doğru Tall al Abyat, Ayn al Arab, Cerablus, Azaz Harim, Bab şehirlerini kontrol etmeleri ve Halep’e en kısa mesafede Tel et Temr karayoluna hakim olmaları gerekiyordu.

*

TSK ve MİT görevlileri 2 milyon dolar bütçe ile Rasulayn’a saldırı tertiplenmesi için el-Bekkara aşireti lideri Nevvaf el Beşir ile temas kurdular.

Buna göre muhalif Özgür Suriye Ordusu militanları Rasulayn kentini tutan Suriye Kürtlerine saldırırken,

TSK değişen angajman kuralları sayesinde Suriye Hava Kuvvetleri uçaklarını bölgeden uzak tutacak ve ihtiyaç halinde özel kuvvetleriyle muhaliflere destek verecekti…

*

Teminen Haseke, Hama, Kamışlı’da muhalif kanat ve Türkiye’ye yakın Kürt Azadi Partisi ve Sünni Araplara ağır silahlar ve uçaksavarlar verildi.

MİT’le işbirliği yapan Kuzey Irak Kürt Yönetimi lideri Mesut Barzani’den de istihbarî ve lojistik destek alındı.

Bu plana göre sınır boyunca o şehirlerin işgali ve Tel et Temir karayoluyla Halep’in ele geçirilmesi öngörülüyordu.

*

Ne ki Suriye rejimi istihbarat almıştı.

Kürtlerle ordunun Rasulayn kentinden çekilmesi için anlaştılar, bu suretle muhaliflerin kente saldırmaları için uygun ortam hazırladılar.

18 Kasım’da Nevvaf el Beşir, Sünni Nusra Cephesi ve El Kaide örgütüne bağlı  Gurabaa Aş Şam örgütü, birlikte Rasulayn’a saldırdılar.

*

Muhaliflere destek veren bu örgütler ile PYD’e bağlı Halk Savunma Birlikleri arasında şiddetli çatışmalar yaşandı.

23 Kasım’da Suriye Hava Kuvvetleri uçakları, TSK angajman kurallarına rağmen Rasulayn’ı bombardımana tuttu.

Muhalifler çok büyük kayıplarla ağır bir yenilgi aldı ve Ceylanpınar’a sığındı…

*

Bu suretle Esad Türkiye’yi Kürtlerle, Kürtleri de muhalif kesimlerle karşı-karşıya getirmenin stratejik kazancını sağladı.

Başlıca talepleri federalizm olan Suriye Kürtleri de bu fırsatla Arap Kuşağı projesiyle Kuzeydoğu’da topraklarına iskan edilen Araplar karşısında güçlendi ve Suriye’de etkin hale geldiler…

*

Bir süre sonra Recep Tayyip Erdoğan, ABD koalisyonunun İslamcı terör örgütleriyle yaptığı mücadelenin başarılı olması için Suriye muhalifleriyle bağlantının Halep merkezinde dar bir koridora sıkışmış olması durumundan hareketle,

“Uçuşa Yasak Bölge; Güvenli Bölge: Eğit-Donat” üçlemesiyle, “Suriye’de 36.paralelin üstünün güvenli ilan edilmesi gerekir” stratejisinde ısrar etmeye başladı.

*

Türkiye bu bölgede ekonomik kaynaklar üzerinde egemen olunacağı senaryosunu IŞİD ile birlikte yürütüyordu.

Ya da petrol gelirlerine konmak, mevcuttaki kaçak petrolden kazanmak ama  pastayı Kürtlere yedirmemek için uzun süre hem Nusra Cephesi,hem Müslüman Kardeşler örgütü,hem de IŞİD’le birlikte Suriye’de hem Kürt köylerine hem de Alevi köylerine yapılan saldırılara  ortak oluyordu.

*

Nitekim bir süre önce, Türkiye ve Suudi Arabistan savaş dengelerini radikal örgütlerin lehine olacak bir şekilde değiştirmek,

Beşar Esad yönetimini devirmek ve Suriye’de gelecekte kurulması hedeflenen hükümeti oluşturmak konusunda  anlaştılar.

Ama birdenbire ABD’nin desteği ve İŞİD’in geri çekilmesiyle Suriye’de PKK bağlantılı Demokratik Birlik Partisi’nin silahlı kanadı Halk Savunma Güçleri sınır kasabası Tall al Abyat’ı ele geçirdi.

Böylece sürpriz bir şekilde Türkiye’nin Suriye sınırında bir baştan diğerine Kürdistan koridoru oluştu.

*

Geçen Kasım’da, Suriyeli muhalif grupların Halep merkeziyle bağlantısı Leyramon bölgesiyle Handerat arasında kalan 4 kilometre genişliğinde dar bir koridor vasıtasıyla devam ediyordu.

Rejim ordusu ve muhalifler karşılıklı füzelerle bu koridora sahip olmaya çalışıyor, uzun ve orta menzilli silahlarla süren çatışmalarda yer yer karşılıklı sızmalar ve sıcak çatışmalar yaşanıyordu.

*

Cihatçı gruplar Ensar el Şeria (Şeriatın Destekçileri)  çatı örgütüyle Halep’i Esad rejiminden tamamen almak için saldırıya geçti…

Bu örgütler Kuzey Suriye’de oluşturulan Kürt koridorundan başka Sünni Araplar için Orta Suriye’de bir koridor hazırlıyor, bu koridorun Orta Irak Sünni Arap bölgesiyle birleşmesi öngörülüyordu.

Üstelik Halep’in düşürülmesiyle, Esad rejiminin başkent Şam ile Akdeniz arasındaki alana sıkışması hedefleniyordu.

*

ABD, Türkiye ve Arabistan’ın Suriye’deki askeri faaliyetlerinde radikal örgütleri koordine ediyordu.

Ama hem ABD, hem BM; Suriye konusunda uluslararası düzeyde baskı altındaydı.

Suriye ile ilgili olarak Cenevre Konferanslarının yinelenmesi talepleriyle karşı karşıya bulunuluyordu.

O yüzden Türkiye ve Arabistan’ın Suriye’nin kuzeyinde yeni bir cephe oluşturmasına destek veriliyordu.

*

Çünkü, Halep’in düşürülmesi halinde  Esad rejimini başkent Şam ile Akdeniz arasındaki alana sıkıştırılacak,

Suriye ordusunun daha fazla geri çekilmesi halinde muhaliflerin Beşar Esad’ın istifası konusunda baskı yapmalarının önü açılacak,

Olası Cenevre Konferansına, Suriye’de yönetim yapısının korunduğu fakat Beşar Esad’ın kenara itildiği görüntüsüyle gidilecekti…

*

Olmadı! Bugün Halep’in kısa süre içinde tamamiyle Esad rejiminin eline geçeceği bildiriliyor.

Halep bölgesinden kaçan onbinlerce kişi Türkiye’ye doğru kaçıyor.

Recep Tayyip Erdoğan ve politikaları, binbir hevesle girilen Suriye bataklığında boğulmuştur.

Şimdi,” Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz. Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım, karşı olanlar; Beşir Atalay, Mehmet Aydın, Ertuğrul Yalçınbayır, Bülent Arınç, Zeki Ergezen, Azmi Ateş ve Kemalettin Göktaş gibi önemli isimler bunu açıkça söylemediler.

Şimdi Suriye’de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider. Bir yerden sonra böyle gitmez”  diyor…

*

Kafasında yenilgisini fatura edeceği yeni bir paralel yapı oluşturmuştur.

Ama Suriye faturasını ödemek zorunda kalması halinde de sözde  cihatçı karakterini göstermekten kendini alamıyor…

Kimsenin kendisine acımayacağı ama yeni Türkiye’nin acınacak durumu karşısında bulunuluyor…

Ahmet Kılıçaslan Aytar

9.2.2016

Türker Ertürk; ‘Amaç Montrö’yü masaya yatırmak !’

KANAL İSTANBUL 

Çılgın Proje olarak takdim edilen Kanal İstanbul, 2011’den beri gündemimizde. Zaman zaman raftan indirip kullanılıyor ve daha sonra kullanılmak üzere yerine kaldırılıyor.  

Geçtiğimiz günlerde Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım; Kanal İstanbul için güzergah değişikliği yapılacağını söyledi. Böyle bir projede güzergah demek; arsa spekülasyonu, rant, para, çıkar, menfaat, paylaşım ve özellikle anayasa ve başkanlık için ikna edici ve destek alıcı girişim demektir.

Bu projenin ne olup ve olmadığı konusunda halkımızın aydınlatılmaya ihtiyacı var.  Bu konuya; yazılarımızda, konferanslarımızda ve bazı televizyon programlarımızda değindik ve anlatmaya çalıştık. Konunun önemine binaen, tekrar huzurlarınıza getirmek istiyorum.

Kanal İstanbul, İstanbul’un Avrupa yakasında yapılması düşünülen bir suyolu projesidir. Erdoğan tarafından, 12 Haziran 2011 Genel Seçimlerinden tam 46 gün önce, Sütlüce’de bulunan Haliç Kongre Merkezi’nde yapılan basın toplantısı ile kamuoyuna açıklanmıştır.

Bu Fikir Yeni Değil!

Karadeniz ve Marmara’yı yapay bir suyolu ile bir birine bağlama fikri yeni olmayıp, 16. yüzyıldan itibaren 6 kez gündeme gelmiştir. Bunlardan birinde; Karadeniz’in, Sakarya Nehri ve Sapanca Gölü üzerinden Marmara’ya bağlanması düşünülmüştür. Bu plana göre, bağlanma iki aşamada olacaktı. Birinci aşama; Sapanca Gölü’nün doğusundan geçerek kuzeye akan ve Karadeniz’e dökülen Sakarya Nehri ile Sapanca Gölü arasına kanal açmak, ikinci aşama ise; Sapanca Gölü’nün batısında bulunan Marmara’nın en doğu uzantısı olan İzmit Körfezi ile arasına kanal açmaktı. Açılan bu kanallarla Karadeniz ve Marmara, Sakarya Nehri ve Sapanca Gölü üzerinden birleştirilmiş olacaktı. Fakat, zamanın zorlukları ve savaşlar nedeniyle bu plan gerçekleştirilemedi.

Cumhuriyet döneminde ise; kanal fikri ilk defa TÜBİTAK tarafından Ağustos 1990’da, Bilim ve Teknik Dergisi’nde yayımlanan bir makalede önerilmiştir. Dönemin Enerji Bakanlığı Müşaviri Yüksel Önem yazdığı bir makaleye; “İstanbul Kanalı’nı Düşünüyorum” başlığını atmıştır. Bu projede ise; kanalın bu sefer Avrupa yakasında yapılması düşünülmüş ve Büyükçekmece Gölü’nden başlayarak, Terkos Gölü’nün batısından geçecek şekilde, Marmara’nın Karadeniz’e bağlanması düşünülmüştü.

Erdoğan’dan önce, son olarak 1994 yılında Bülent Ecevit, İstanbul’un Avrupa yakasında Karadeniz ile Marmara arasında bir kanal açılmasını önermiş ve bu proje, DSP’nin Kanal Projesi adıyla partinin seçim broşürlerinde yerini almıştı.

 Hangi Problemi Çözecek!

Bildiğiniz gibi proje; bir probleme çözüm bulmaya yönelik olarak, bir ekibin sınırlı süre ve mali kaynak ile, belirlenen amaç ve hedefler doğrultusunda olgun bir planı başlatma, kontrol etme ve sonuca bağlama sürecidir. O zaman merak ediyoruz, Erdoğan’ın açıkladığı Kanal İstanbul projesi hangi mali kaynaklarla, hangi problemi çözmek için üretilmiş bir projedir?

 Anlaşılan o ki, ülkemizin gerçekleri ile bağdaşmayan, bir problemi çözmekten çok, ülkemizin başına büyük sorunlar açacağı aşikâr olan, kıt kaynaklarımızı tükettirmeye yönelik bu girişimin arkasında; kötü niyetli dış dinamikler, bilgisizlik, birikimsizlik ve liyakatsizlik yatmaktadır. Sonuçları itibarıyla bu girişim, Türkiye için bir düşmanlık projesidir.

Ortalama olarak 150 metre genişliğinde ve 25 metre derinliğinde yapılacağı söylenen kanal; nasıl olur da, en dar yeri 700 metre ve en geniş yeri 4200 metre olan İstanbul Boğazı’nın alternatifi olabilir? Siz; hangi ülkenin gemilerini, daha geniş ve seyrüsefer açısından daha rahat olan bu tabii boğaz yerine, yapacağınız bu kanaldan geçmeye zorlayabilirsiniz? Her şeyden önce; Türk Boğazlarından (İstanbul ve Çanakkale) geçişi düzenleyen, 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi buna engeldir. Belli ki, bu proje açıklanmadan önce konu incelenmemiş ve masaya yatırılmamıştır. Sanırım bu proje; yukarıda aktardığım gibi, ilk defa düşünülmediğine göre ona yakıştırılan “çılgın”lığı, gerçekler üzerine inşa edilmemesinden ve hayalci olmasından kaynaklanmaktadır.

Kanaatim o ki; Kanal İstanbul projesi ülkemiz dışından belli amaçlara yönelik olarak sufle edildi, Erdoğan ve yakın çevresi tarafından da üzerinde yeterli çalışma yapılmadan ve seçimler öncesinde ortaya atmanın avantajlı olacağı, oy getireceği, kanal ve çevresinin rant kaynağı olacağı nedenleri ile üzerine atlandı. Şimdi; “Kanal İstanbul” girişiminin, niçin Türkiye’nin menfaatleri açısından bir düşmanlık projesi olduğunu irdelemeye çalışalım:

Hukuki Durumu İncelendi mi?

Türk Boğazları terimi; ilk defa, Çarlık Rusya’sının uluslararası hukuk danışmanı Frederic de Martens tarafından kullanılmıştır. Coğrafi açıdan, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi’ni kapsamaktadır. Karadeniz’den Ege’ye kadar, toplam geçiş mesafesi 160 deniz milidir.

İstanbul Boğazı’nın uzunluğu 17 deniz mili, Çanakkale Boğazı’nın ise 36 deniz milidir. Hukuki açıdan ise Karadeniz ve Ege’yi, diğer bir ifade ile iki denizi birleştirmesi nedeniyle; “Milletlerarası Suyolu” niteliğindedir.

Bu boğazlara tarih boyunca, başta denizcilik alanındaki büyük devletler olmak üzere, hep ilgi gösterilmiştir. Boğazla ilgili olarak düzenlenen ilk hukuki metin, 23 Aralık 1798 tarihli İstanbul Antlaşması’dır. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti; Rusya’nın varlığını Karadeniz’de ilk defa kabul etmiş ve boğazlardan savaş gemilerini geçirme hakkını tanımıştır. İstanbul Antlaşması’yla birlikte başlayan süreç içinde, boğazların statüsü ile ilgili olarak 14 antlaşma ve sözleşme yapılmıştır. Bu antlaşma ve sözleşmelerin sonuncusu, halen yürürlükte olan 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi’dir.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi; Türk Boğazlarından geçiş ile Karadeniz’de kalış rejimini, Türkiye’nin ve Karadeniz’e kıyıdaş diğer devletlerin güvenliklerini esas alan bir çerçevede düzenlemiştir. Ayrıca bu sözleşme; daha önce Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin Türk Boğazları için getirdiği “askersizleştirme” gibi Türkiye’nin güvenliğine yönelik zafiyetleri ve Boğazlar Komisyonu gibi egemenliğini kısıtlayıcı hükümleri yok etmiştir.

Montrö’nün Avantajları

Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin en önemli bölümü, savaş gemilerine ayrılmış kısmıdır. Burada, sözleşmenin düzenlenme amacı; “Lozan Barış Antlaşması’nın 23. Maddesi ile ortaya konan Boğazlardan özgürce geçiş ve gemilerin gidiş-gelişi ilkesini Türkiye’nin güvenliği ile kıyı devletlerinin Karadeniz’deki güvenliği çerçevesinde, koruyacak bir biçimde düzenlemek” olarak ifade etmiştir.

Montrö Sözleşmesi’nin savaş gemilerinin geçişini düzenleyen bölümünde, Türkiye’ye ve Karadeniz’e kıyıdaş (Rusya, Ukrayna, Romanya, Bulgaristan, Gürcistan) devletlere güvenlikleri açısından sağladığı belli başlı avantajlar şunlardır;

  1. Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin, bu denizde kalış sürelerini 21 gün ile sınırlı tutmuştur.

  2. Boğazlardan geçişte, Türk Hükümeti’ne diplomasi yolu ileön bildirimde bulunulması şartını getirmiştir. Karadeniz’e kıyıdaş devletler için bu ön bildirim süresi; geçiş tarihinden en az 8 gün önce, Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletler için en az 15 gündür.

  3. Sözleşme; Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerinin hepsinin toplam tonajına da sınırlama getirmiştir. Bunun hesabı biraz karmaşık olmakla beraber, Ekim 2013 itibarıyla Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin bu denizde bulundurabilecekleri savaş gemilerinin toplam tonajı, 30 bin tondur.

  4. Montrö, daha önceki Lozan Boğazlar Sözleşmesi (LBS) gibi temel ilke olarak; Türk Boğazlarından geçiş serbestisini kabul etmekle birlikte, bu özgürlüğün sınırlandırılmasında Türkiye lehine farklılıklar vardır. Bu farklılıklardan en önemlisi, LBS’de öngörülmeyen; “Türkiye’nin kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi karşında sayması” halidir. Türkiye’nin kendisini bu hal içinde görmesi durumunda, önleyici meşru müdafaa hakkına dayanarak, tedbir alma imkânını vermektedir.

  5. Türkiye savaşan değilse, savaşan devlete ait olmayan savaş gemileri için barış zamanı koşulları geçerli olacaktır. Savaşan devletin savaş gemileri ise, boğazlardan geçemezler. Türkiye’nin savaşta olduğu durumda ise, Türk Hükümeti dilediği gibi davranacaktır. Türkiye’nin kendisini pek yakın bir savaş tehdidi altında görmesi durumunda kural olarak, Türkiye savaşan devlet olduğu haldeki yetkilere bazı kısıtlamalarla birlikte haiz kılınmıştır.

  6. Sözleşme; boğazlardan geçebilecek savaş gemilerini aşağıda olduğu gibi 5 sınıfa ayırmış ve bunların geçiş özgürlüklerinin mutlak olmadığı ve özel şartlara tabi olduğunu belirtmiştir.

(1) Hafif Suüstü Gemileri

(2) Küçük Savaş Gemileri

(3) Yardımcı Gemiler

(4) Hattıharp Gemileri

(5) Denizaltılar.

 

  1. Sözleşme; yalnız Karadeniz’e kıyıdaş devletlerin denizaltılarına boğazlardan geçmesi müsaadesi verir ama onu da belli şartlara bağlar. Sözleşmede bu; “Denizaltıların boğazlardan geçişinde sadece Karadeniz dışında yaptırdıkları veya satın aldıkları denizaltılarını, Türkiye’ye vaktinde haber vererek, Karadeniz’deki üslerine katılmak üzere Boğazlardan geçebilirler”şeklinde açıklanmıştır.
  2. Boğazlardan geçişte bulunacak bütün yabancı deniz kuvvetlerinin en yüksek toplam tonajı 15 bin tonu aşmayacak ve en fazla 9 gemiyi içerecektir.

  3. Sözleşmeye göre, uçak gemilerinin geçişini yasaklayan bir hüküm yoktur. Fakat sözleşmenin 10. Maddesi, boğazlardan geçiş hakkına sahip gemi sınıflarını; hattıharp gemileri, hafif suüstü gemileri, küçük savaş gemileri ve yardımcı gemiler olarak belirtmiştir. Bu sınıflara girmeyen gemiler; Montrö Sözleşmesi’nin 11. ve 12. Maddelerinde öngörülen özel durumlara girmedikçe, geçiş hakkına sahip olamazlar. 11. ve 12. Maddeler ise hattıharp gemileri ve denizaltıların hangi koşullarda boğazlardan geçebileceklerini açıklar. Bu duruma göre; gerçek uçak gemileri, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin 11. Maddesinde belirtilen Karadeniz’e kıyıdaş devletlere ait 15000 tonu aşan hattıharp gemilerinden sayıldığından, geçişlerine izin verilmesi mümkün değildir. 

Masaya Gelmesi Lehimize Değil

20 Temmuz 1936 tarihinde imzalanan ve 9 Kasım 1936 tarihinde yürürlüğe giren Montrö Boğazlar Sözleşmesi, 20 yıllığına yapılmıştır.

Bu sözleşmede belirli şartlar altında herhangi bir değişiklik talebi veya fesih ihbarının her zaman mümkün olması, Türk Boğazlarının geçiş rejimine ilişkin hukuki statüsünde değişikliğe neden olacaktır.

Türkiye, 1700 km sahil uzunluğu ile Karadeniz’in en büyük kıyı devletidir. Ayrıca; Karadeniz’in açık denizlere tek çıkış kapısı olan boğazların tek egemenidir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerinin bu denizde varlık göstermelerini kısıtlayan hükümleri, Türkiye’nin güvenliği açısından lehinedir. Ayrıca; Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerine getirilen bu kısıtlama, bu denizin emperyalist devletler arasında rekabet ortamı haline gelmesini engellemektedir.

Sonuç olarak; Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tartışılması ve masaya gelmesi durumunda Türkiye, güvenliği ve boğazlar üzerindeki egemenliği açısından, kazanımlarını çok büyük bir oranda kaybedecektir.

Karadeniz’in Önemi ve Hukuki Durumu

Karadeniz; Avrupa ile Anadolu yarımadası arasında yer alır ve kuzeyinde Ukrayna, kuzeydoğusunda Rusya, doğuda Gürcistan, güneyde Türkiye, batıda Romanya ve Bulgaristan ile çevrilidir. Karadeniz’in açık denize (Atlantik Okyanusu) Türk Boğazları, Marmara Denizi, Ege Denizi ve Akdeniz vasıtası ile çıkışı vardır. Ayrıca; Kerç Boğazı vasıtasıyla da kuzeyde Azak Denizi’ne bağlanır. Karadeniz bu hali ile tam olarak bir iç deniz sayılabilir.

Karadeniz; 8 bin 350 km kıyı şeridine sahip olup, Azak denizi dahil yüzölçümü 461.000 km² ve en geniş yeri doğu-batı ekseninde
1.175 km, en derin noktası ise 2.210 metredir. Yerkürenin yüzde 70’nin denizlerle kaplı olduğunu, denizlerin toplam yüzölçümünün 361 milyon kilometre kare olduğunu, Akdeniz’in yüzölçümünün 3 milyon kilometre kare ile yaklaşık olarak dünya denizlerinin yüzde birinden daha azını oluşturduğunu biliyoruz. Karadeniz’in ise yaklaşık olarak Akdeniz’in altıda biri olduğunu düşündüğünüzde, bu denizin ne kadar küçük olduğu gözden kaçmamaktadır. Ama Karadeniz’in jeopolitik ve jeostratejik pozisyonu dikkate alındığında, önemi yüzölçümü ile kıyaslanmayacak kadar ters orantılı olarak büyüktür.

Karadeniz, Türk tarihi açısından da büyük öneme sahiptir. Özellikle İstiklal Savaşı sırasında; Sovyetler Birliği’nden temin edilen harp silah ve malzemelerinin Anadolu’ya intikalinde yaşamsal bir görev icra etmiştir. Karadeniz bu anlamda, Kurtuluş mücadelesinin geri bölge emniyetini sağlamış ve savaş lojistiğinin kuzeyden güneye intikal yollarına ev sahipliği yapmıştır. 

Hep Barış ve İstikrar Denizi Oldu

Karadeniz; İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) bitiminden itibaren günümüze kadar barış ve istikrar denizi olmuştur. Bu istikrar ve barış ortamının tesisinde hiç şüphe yok ki, 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi’nin sağladığı iklimin büyük önemi vardır. Soğuk Savaş döneminin en zorlu günlerinde bile Karadeniz, iki süper gücü karşı karşıya getiren bir mücadeleye sahne olmamıştır. Bunda en büyük etken; Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Karadeniz’in güvenliği için tesis ettiği ortam ve Türkiye’nin bunun üzerine inşa ettiği dengeli dış politikasıdır. Eğer Soğuk Savaş döneminde Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve onun Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine getirdiği kısıtlamalar olmasaydı; Karadeniz, iki süper güç arasında karşılıklı olarak savaş gemilerinin yoğunlaştığı bir ortam halini alır ve gerginliğin odak noktası olurdu. Böyle bir ortamda, Türkiye istese de dengeli bir dış politika izleyebilme imkânını elde edemezdi. Montrö Boğazlar Sözleşmesi; Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemi de dahil olmak üzere, bugüne kadar sürdürdüğü Karadeniz’e yönelik dengeli dış politikası için kaldıraç görevi görmüştür.

Jeopolitik ve Jeostratejik Konumu

 Türkiye ve Rusya hariç olmak üzere, Karadeniz’in diğer kıyıdaş ülkeleri (Romanya, Bulgaristan, Ukrayna ve Gürcistan) dış dünya ile yegâne irtibatlarını Karadeniz ve Türk Boğazları ile yapmaktadır. Bu nedenle, bu denizin barış ve istikrar alanı olması ve karşılıklı güvenin tesisi çok önemlidir. Karadeniz; nehirler ve suyolları vasıtası ile yüzölçümü olarak büyüklüğünün çok ötesinde, geniş bölgeleri etkilemektedir. Almanya’nın
Main şehrinden doğan ve Köstence’den Karadeniz’e dökülen Tuna nehri, 2179 millik bir iç suyolu sistemine sahiptir. Draftı (Geminin su altında kalan kısmı) 2, 5 metre ve direk yüksekliği 6 metreden az olan bir gemi; bu suyolunu kullanarak, Karadeniz’den Baltık veya Kuzey Denizi’ne gidebilmektedir. Bunun anlamı, Türk Boğazları ve Karadeniz yalnızca Karadeniz’e kıyıdaş devletlerin değil; tüm Tuna havzasında bulunan Almanya, Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan, Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Moldovya gibi devletlerin de dünya ile irtibatını sağlamaktadır. Bir anlamda Tuna havzasında bulunan ülkeler, Karadeniz havzasına da dahil olmaktadır.

Karadeniz; buraya dökülen nehirler ve onlarla bağlantılı diğer nehirler ve suyolları vasıtası ile Avrasya’nın merkezini Anadolu’ya ve Akdeniz’e bağlamaktadır. Bu bağlantı; Tuna yoluyla Balkanlar ve Avrupa’ya, Don, Dinyeper, Dinyester ve Volga yoluyla Rusya içlerine, Hazar Denizi havzasına ve Orta Asya Cumhuriyetleri’ne ulaşmaktadır. Haritaya ilk baktığınızda Karadeniz; Avrupa ve Asya arasında coğrafi bir ayrım gibi gözükmesine rağmen, esasında Avrupa ve Asya’yı doğu-batı ekseninde Avrasya’nın merkezini de Akdeniz’e ve dolayısı ile Afrika’ya kuzey-güney istikametinde birleştirmektedir.

Karadeniz’in bu eşsiz jeopolitik ve jeostratejik konumu ona küçük bir iç deniz olmasına rağmen, büyüklüğü ile ters orantılı olarak çok büyük bir önem kazandırmaktadır. İşte Türk Boğazları; bu geniş havzanın kapısı konumundadır. Karadeniz; yüzölçümü itibarıyla yaklaşık olarak dünya denizlerinin binde birinden biraz fazla olmasına rağmen, özellikle son
25 yılda, küresel ekonomiye entegrasyonu ve onun üzerindeki ağırlığı çok fazla olmuştur. Hidrokarbon kaynakları bakımından zengin olan Rusya’nın kuzey limanlarının dört mevsim ulaşıma imkan vermemesi nedeniyle, petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına çıkış yeri, ağırlıklı olarak Karadeniz havzası ve limanlarıdır.

Sonuç olarak, Karadeniz ve onun dış dünya ile irtibatını sağlayan kapısı konumundaki Türk Boğazları; küresel ve bölgesel güç dengeleri ve güvenlik stratejileri açısından büyük öneme sahiptir. Bu nitelikleri nedeniyle, küresel ve bölgesel güçler, günümüzde Karadeniz’e olan ilgisini daha da arttırmışlardır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi aynı zamanda, Karadeniz’de güvenliğin ve güç dengesinin teminatıdır.

ABD’nin Karadeniz’e Olan İlgisi

ABD, Soğuk Savaş sonrasında oluşan tek kutuplu dünya düzeninin lideridir. ABD; küresel liderliğini ve askeri üstünlüğünü sürdürerek, tek kutuplu bu düzeni sonsuza kadar davam ettirmek istemektedir. Yine ABD; dünyanın her yerinde ve her bölgesinde küresel hegemonyasına direnecek güç istememekte, potansiyel güçleri kuşatmaya ve bölmeye çalışmakta, ayrıca potansiyel olarak bölgesel güç çıkarabilecek bölgeleri de istikrarsızlaştırmaya gayret etmektedir.

Rusya Avrasya bölgesinde, Çin ise Asya Pasifik bölgesinde bölgesel güç olup, ABD’nin hegemonyasına karşı direnç göstermektedir. Kuzey Atlantik odaklı dünyanın ekonomik, siyasi ve askeri güç merkezi, artık güneye ve doğuya doğru kaymaktadır.

Bu bağlamda Asya Pasifik bölgesinin gücü olan Çin’in, görünür gelecekte ekonomik büyüklük olarak ABD’yi geçeceği ve küresel ölçekte bir güç olacağı gözükmektedir. Çin’in en büyük handikapı ise; enerji ve hammadde olarak dışarıya bağımlı olması ve bu kaynakları tedarik ettiği noktalardan Çin’e intikal ettirecek yolların ABD Donanması’nın kontrolü altında olan denizlerden ve okyanuslardan geçiyor olmasıdır. ABD güç merkezindeki kayışı durdurabilmek için Çin’i kuşatmaya ve sıklet merkezini Ortadoğu’dan Asya Pasifik bölgesine kaydırmaya başlamıştır.

 ABD’nin Jeopolitik Hedefi

Bu mücadelede ABD’nin esas gücü, sahip olduğu Deniz Kuvvetleri’dir. Amerikalı stratejist ve gölge CIA (Central Intelligence Agency) olarak adlandırılan düşünce kuruluşu olan STRATFOR’un sahibi George Friedman; “Amerikan gücünün temeli okyanuslardır. Okyanuslara egemen olması diğer devletlerin ABD’ye saldırmasını önlüyor, gerektiğinde ABD’nin müdahale etmesine imkân tanıyor ve ABD’ye uluslararası ticaretin kontrolünü veriyor. ABD’nin bu gücü kullanmasına gerek yok ama başka birinin kullanmasına da izin vermemeli. ABD tüm okyanusları kontrol etmelidir. Tarihte hiçbir güç bunu yapamamıştır. Bu kontrol sadece ABD’nin güvenliğini değil aynı zamanda uluslararası sisteme şekil verme gücünün temelini oluşturur. Eğer ABD onay vermez ise hiç kimse denizlerde hiçbir yere gidemez. Denizlerde kontrolü sürdürmek ABD için en önemli jeopolitik hedeftir” diyor.

Bu değerlendirmeden de anlaşılacağı gibi; ABD’nin küresel liderliğini devam ettirebilmek için, askeri üstünlüğünü sürdürmesi gerekmektedir. Bu askeri üstünlüğü sağlayacak güç içinde ABD Deniz Kuvvetleri, başat bir role sahiptir. Bu günlerde ekonomik zorluklar çeken ABD; tasarruf tedbirleri kapsamında askeri gücünde indirimler planlamasına rağmen, Deniz Kuvvetleri’ni bu tedbirlerin dışında bırakmıştır.
Yerkürenin yüzde 70’ini kapsayan ve yaklaşık olarak 361 milyon kilometre kare olan dünya denizlerini kontrol eden ABD Deniz Kuvvetleri’nin serbestçe giremediği tek yer, Karadeniz’dir. Dünya denizlerinin binde birinden bile daha küçük olan Karadeniz’e, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Karadeniz’e kıyıdaş olmayan ülkelerin savaş gemilerine getirdiği kısıtlamalar nedeniyle, ABD Deniz Kuvvetleri burada istediği gibi konuşlanamamaktadır. Örneğin; 2008 Gürcistan Krizi sırasında, ABD’nin Karadeniz’e göndermek istediği hastane gemisi bile, Montrö’nün tonaj kısıtlamasına takılmıştır. ABD’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerine getirdiği kısıtlamalardan memnun olmadığı, III. Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin getirdiği “Transit geçiş rejimi”nin serbestliğini burada da en geniş şekilde kullanmak istediği bilinmektedir.

ABD’nin tek kutuplu dünya düzeninin ortaya çıkması ve özellikle 11 Eylül sonrası gelişmeler üzerine, Karadeniz üzerindeki bu yaklaşımları daha da belirginleşmiştir.
ABD Deniz Kuvvetleri; Karadeniz’de uçak gemileri ve nükleer denizaltıları da dahil olmak üzere, hiçbir sınırlamaya tabi olmadan, devamlı olarak konuşlanmak istemektedir.

Sonuç olarak ABD; Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden memnun değildir ve değişmesini istemektedir. Bu maksatla uygun ortamı kovalamaktadır.

Projenin Arkasındaki Gizli Niyetler

Hiç tereddüt yok ki bu proje; dışarıdan yerli aracılar vasıtası ile Erdoğan’a iletilmiş ve ikna edilmiştir. Esas amacı; Montrö Sözleşmesinin diplomasi masasına gelmesi için doğal şartları hazırlamak ve bu Sözleşme’nin Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerine getirdiği kısıtlamaları kaldırmaktır.

İkinci neden ise; Türkiye’yi ekonomik olarak tamamen çökertmek ve iktidar değişikliği olsa bile ülkemizi iliklerine kadar tam bağımlı hale getirmektir. Bunu daha iyi anlamak için, Amerikalı ekonomist ve yazar olan John Perkinsin 2004 yılında yazdığı Bir Ekonomi Tetikcisinin İtirafları (Confession of an Economic Hit Man) adlı kitabını öncelikle okumak lazım. John Perkins kitabında şöyle diyor; Kendi otomobilini üretemeyen ülkelere borç para verip otobanlar ve yollar yaptırırız. Sonra onlara araba satarız, sonra bankalarını satın alırız, o bankalardan halka ucuz krediler verip daha çok araba almalarını sağlarız. Ayarlanan kredi asla o ülkenin hazinesine değil, bizim şirketlerin kasasına gider. Enerji santralleri, anayi alanları, limanlar, kanallar, dev hava alanları yapılır. Aslında insanların işine yaramayan bir yığın beton. Sonunda bizim şirketlerimiz kazanır. Tabi ki, o ülkedeki birileri de nemalandırılır. Toplum bu düzenekten bir şey kazanmaz. Ama o ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu o kadar büyük borçtur ki, ödenmesi imkânsızdır. İşte plan böyle işler. Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider ve onlara deriz ki: Bize büyük borcunuz var. Ödeyemiyorsunuz! O zaman petrolünüzü satın, doğal gazınızı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin! Askerlerinizi birliklerimize destek olmak için savaştığımız bölgelere gönderin. Birleşmiş Milletler’de bizim için oy verin! Elektrik, su, kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! Onları Amerikan şirketlerine ya da çok uluslu şirketlere satın! Sosyal hizmetleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemleri bile ele geçiririz.” 

Tetikçi Başarılı Olamazsa?

 Sanırım bu anlatılanlar size hiç yabancı gelmedi. Bir yerlerden hatırlıyor gibisiniz değil mi? Ne yazık ki, bu yöntemleri ülkemizde çokça vizyona koydular ve hâlâ koymaktalar. İşte Kanal İstanbul da bunlardan biridir.
Ekonomi danışmanlarının yani tetikçilerinin görevi, bir ülke yöneticilerini hazırladıkları raporlarla kalkınmak için neye gereksinimleri olduğuna inandırmaktır. Yöneticiler raporlara inanınca ihaleler açılır, krediler alınıp verilir ve ihalelerde tetikçinin bağlantılı olduğu şirketler kazanır. Ekonomi tetikçisi başarılı olamaz ise, devreye CIA ve benzerleri devreye girer. Rüşvet, baskı, hükümet değişikliği, darbe ve suikastlar diğer ikna yöntemleridir.

“Kanal İstanbul”un resmi rakamlara göre, 10 milyar dolara mal olacağı tahmin ediliyor. Bağımsız tahmincilere göre bunun en az dört misli, yani 40 miyar dolarlık bir finansman ihtiyacı var. Böyle bir projeye ihtiyacımız var mı? Kesinlikle yok!  Ama tetikçiler pardon “danışmanlar”, kalkınmamız için çok yararlı olacağına ikna etmişler bile! Yunanistan da böyle iflas ettirildi. Altından kalkamayacağı projeler yapması konusunda ikna edildi, projeler yapıldı ve hep deftere yazıldı. Bir gün bir baktılar ki, borçların ödenecek durumu yok. O zaman, Avrupa Birliği’nin lideri Almanya ne isterse yapmak zorunda kaldılar. Adalarını bile satmasını istediler!

Sonuç olarak Kanal İstanbul, ülkemizin hayrına bir proje değildir.
Tetikçiler tarafından siyasi ve ekonomik olarak Türkiye’ye tamamen diz çöktürmek için planlanmış, sahneye konmuş ve yetkililer ikna edilmiştir.

Dünyada Bir Örneği Var mı?

Bir araştırma yaptım; “Doğal bir boğaz varken onun alternatifi olması için açılan başka bir kanal var mı?” diye! Bütün dünyayı taradım ve ben izine rastlayamadım. Dünya üzerinde bulunan önemli boğazlar aşağıda olduğu gibidir:
Karadeniz-Marmara Denizi arasında İstanbul Boğazı,

Marmara Denizi-Ege Denizi arasında Çanakkale Boğazı,

Akdeniz-Atlas Okyanusu arasında Cebelitarık Boğazı,

Kızıl Deniz-Aden Körfezi arasında Bab-ül Mendep Boğazı,

Basra Körfezi-Umman Körfezi arasında Hürmüz Boğazı,

Tren Denizi-İyon Denizi arasında Messina Boğazı,

Bering Denizi-Kuzey Buz Denizi arasında Bering Boğazı,

Atlas Okyanusu-Pasifik Okyanusu arasında Macellan Boğazı,

Sumatra adası-Malezya Yarımadası arasında Malakka Boğazı,

Sumatra Adası-Cava Adası arasında Sonde Boğazı,

İngiltere-Fransa arasında Dover Boğazı,
Eğer “Kanal İstanbul” gerçekleştirilirse; ekonomimize, siyasi ve jeopolitik çıkarlarımıza getireceği yıkımın yanında, dünyanın bu alanda yapılan ilk projesi olacaktır. Sanırım bunun onuru bize yeter de, artar bile!

Geçiş Ücreti Alabilir miyiz?

Projede Kanalın en önemli yapılış gerekçesi olarak; İstanbul Boğazı’nın trafik yükünün azaltılması için tankerlerin, tehlikeli yük taşıyan gemilerin ve bir kısım ticaret gemilerinin buradan geçişe yönlendirileceği ifade edilmektedir. Bu gerekçenin, ciddi bir inceleme yapılmadan oluşturulduğu çok açıktır. Bir kere gemiler, İstanbul Boğazı’ndan para vermeden geçmek mümkün iken, niye daha dar ve geçiş süresi çok uzayacak olan bu kanaldan geçmeyi tercih etsinler?

Ayrıca, İstanbul Boğazı deniz trafiği açısından, dünyanın en yoğun trafiğine de sahip değildir. Örneğin; Malakka Boğazı’ndan bir günde geçen tanker sayısı, neredeyse İstanbul Boğazı’ndan geçenden 100 misli daha fazladır.

Kazalarına Karşı Daha Hassas Olacak
Diğer taraftan; Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılması durumunu düşünsek bile, Birleşmiş Milletler III. Deniz Hukuku Sözleşmesi gereğince, gemilerin boğazlardan transit geçme hakkını ücret ödemeden kullanma hakkına sahiptir. Projenin neresinden bakarsanız bakınız, tam anlamıyla bir garabettir.

 

Genişliği 150 metre, derinliği 25 metre olacak bu kanalda bir deniz kazası olursa, bir gemi batarsa veya 1979’da meydana geldiği gibi, Romen tankeri Independenta benzeri bir süper tankerde yangın çıkarsa, İstanbul Boğazı’na göre çok dar olan bu kanalda kazaya nasıl müdahale edilecek veya batık ve enkaz nasıl çıkarılacak? Belli ki, bu konu da çalışılmamış ve masaya yatırılmamış.

Sosyoekonomik ve Güvenlik Sonuçları
Bugün için İstanbul’un nüfusu 15 milyonun biraz üstünde olup, hızla artmaya devam etmektedir. İstanbul’un nüfus artışı; çok büyük bir oranda normal nüfus artışından değil, göçler yoluyla oluşmaktadır. Başta trafik sorunu olmak üzere, İstanbul her geçen gün yaşanabilir olmaktan çıkmaktadır.

 

Çağdaş dünyada; İstanbul türü büyük metropollerin ne kadar nüfusu kaldırabileceği konusunda çalışmalar yapılır, özendirici ve caydırıcı tedbirlerle bu tip şehirlerin nüfusları kontrol altına alınmaya çalışılır. Merak ediyorum, AKP hükümetinin İstanbul için öngördüğü maksimum nüfus nedir? 25 milyon, 35 milyon, 50 milyon! Size bu rakamlar sakın abartılı gelmesin. Eğer siz tedbir almaz, bu konuda bir planlama yapmaz iseniz, bu gidişin İstanbul’a getireceği rakamlar bunlardır.

İstanbul’a bilinçsiz olarak yapacağınız her cazibe merkezi, bu şehrin nüfus artış hızını daha da arttıracaktır. Bu husus; aynı zamanda tüm değerlerimizin ve ekonomik imkânlarımızın daha fazla olarak aynı yerde toplanmasına neden olacaktır. 1999 depreminin, tüm Cumhuriyet tarihimiz boyunca meydana gelen diğer tabii afetlerle kıyaslandığında, ülkemiz açısından getirdiği yıkım çok ağır olmuştur. Bu durum ağırlıklı olarak, 1999 depreminin vurduğu Marmara Bölgesi’nin, sosyoekonomik açıdan Türkiye’nin en güçlü bölgesi olmasından kaynaklanmıştır. Siz hâlâ bu bölgenin merkezi konumunda bulunan İstanbul’u cazibe merkezi yapmaya çalışırsanız; bu, Türkiye olarak tüm yumurtalarımızın aynı sepete konması demek olur ki, bu da bölgenin tekrar büyük bir tabii afetle karşılaşması durumunda yıkımın çok daha ağır olacağı anlamına gelir.

Yine, İstanbul ve yakın çevresine daha fazla sayıda nüfusun toplanması, ülke çapında genel dengeyi de bozacaktır. Göç yolu ile bu bölgeyi imkânlarının ötesinde kalabalıklaştırmak, ülkemizin diğer bölgelerini ve özellikle doğuyu insansızlaştırmakla eş anlamlıdır.
Emperyalist projeler içinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizi bizden koparma girişimlerinin hız kazandığı bir dönemde, Batı’da yaratılan cazibe merkezleri ile bu bölgeleri göçe teşvik ederek boşaltmak ve tenhalaştırmak iyi niyetle izah edilemez.
Sonuç olarak; “Kanal İstanbul” için sosyoekonomik fayda-maliyet analizi yapılmamıştır. Ayrıca bu projenin Milli Güvenliğimize getirebileceği sorunlar da etüt edilmemiştir. Bu tam bir gaflet, delalet ve hıyanet projesidir.

Diğer Sakıncaları

Bu projenin doğal çevreye, tarım alanlarına, ekolojik dengeye verebileceği tahribatlar incelenmemiş ve tabii afetler karşısındaki hassasiyeti değerlendirilmemiştir.
Bu kanalın gerçekleştirilmesi durumunda pek muhtemeldir ki; kot farkından dolayı Karadeniz’den Marmara’ya kuvvetli su akışı olacak ve çevre tahribatı yaşanacaktır. Ayrıca Terkos, Büyükçekmece ve Küçükçekmece gölleri bu tahribattan nasibini alacaklar ve büyük olasılıkla kuruyacaklardır. Karadeniz’den Marmara’ya doğru olacak bu ilave su akışının, Marmara’nın tuzluluk oranını değiştireceği ve bunun burada yaşayan canlıları da kapsayacak şekilde doğal yaşama zarar vereceği ortaya çıkarılmıştır.

Kanalın açılması ve çevresinin düzenlenmesi için yapılacak hafriyat nedeniyle, yeşil alanlar ve mümbit topraklar zarar görecektir. Bu kanal, verimli topraklara sahip Trakya’nın doğal dengesini bozacaktır. Üçüncü havaalanı için yaklaşık 700 bin ağaç kesileceği düşünüldüğünde, ondan kat kat büyük bir alanı kapsayacak bu projenin yeşil alanlara vereceği zarar, korkunç boyutlarda olacaktır.

Kanal bölgesinin tabii bir afetle karşılaşma durumunda, nelerle karşılaşılabileceğinin çalışması yapılmamıştır. Büyük şiddette bir depremin bölgede ne felaketlere neden olabileceğinin modellemesi yapılmış mıdır? Bölgenin bu projeye uygunluğunun analizi için yapılmış bir jeolojik etüdü de yoktur. Deprem sonrasında oluşabilecek bir tsunami veya deniz yükselmesinin etkileri incelenmiş midir?
Ülkemizin kıt kaynakları bu ülkenin tamamının refahı, mutluluğu ve güvenliği için seferber edilir. Asla mutlu bir azınlığın ve sadece belli bir bölgenin çıkarları için harcanamaz.

Sonuç olarak “Kanal İstanbul”; plansızlığın, bilgisizliğin, çapsızlığın, bilim egemen kafalı olmamanın, hesap kitap bilmemenin, rantçılığın, verilen ihalelerden komisyon alma telaşının, gayri ahlaki ilişkilerin, emperyalist işbirlikçiliğin ve Cumhuriyetimize karşı düşmanlığın bir tezahürüdür.

TÜRKER ERTÜRK 

Saygılar sunarım.

 

ADD; ‘Yeni Anayasa;sivil darbenin kılıfı’

Türkiye’nin en büyük kitle örgütü Atatürkçü Düşünce Derneği, Türkiye’de hızlanan ‘Yeni Anayasa’ tartışmaları nedeniyle bir bildiri yayınladı. ‘Yeni Anayasa’ hazırlama girişimlerinin altındaki ‘kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırma’, ‘Diktatör yaratma’ ve ‘Ülkeyi Bölme’ hedefinin bulunduğuna dikkat çekilen bildiri,muhalefet partilerini ‘Yeni Anayasa’ tartışmalarına katılmamaya çağırdı.

 

ÜLKEMİZİN ÖNCELİĞİ “YENİ ANAYASA” DEĞİLDİR!

Tarih Şubat 04, 2016

Bugün Ülkemizi, içine düşürüldüğü kaos ortamından kurtaracak bir formülmüş gibi dayatılan “Yeni” Anayasa ve bu yolla getirilmek istenen Başkanlık sistemi aslında Cumhuriyet’imize yönelik bir saldırı, bir tuzaktır.

Hukuk temelinde “Yeni” bir Anayasa ancak; bir bağımsızlık savaşı sonrasında kurucu iktidar tarafından, ya da bir “hükümet darbesi” ile mevcut rejimi yıkarak, siyasal iktidarı ele geçirenlerin meşruiyetlerini sağlamak için yapılır.

Bugün ise amaç;

Bağımsızlık savaşı vererek kurulmuş olan laik-demokratik bir ulus devlet modeli olan Cumhuriyet’i bir sivil darbe ile yıkanların, bu fiillerine hukuki ve kalıcı kılıf oluşturmak,

1982 darbe döneminde dahi değiştirilmesine cesaret edilmeyen kurucu temel ilkelerini, Türklüğü, Türk Vatandaşlığını Anayasa’dan çıkartmak, etnisiteye dayalı, bölgelere ayrılmış “Yeni” bir rejim kurmaktır.

Kısacası amaç; Cumhuriyet Rejimini değiştirip yerine tek adam diktatörlüğünde İslami, faşist bir rejim getirmek ve ülkeyi bölmektir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın su sözleri bu dayatmayı göstermektedir:

“… Türkiye’nin yönetim sistemi (yani rejimi) bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken bu fiili durumun Anayasal olarak kesinleştirilmesidir…” (14.08.2015)

İster parlamenter sistem, ister başkanlık sistemi olsun demokrasilerde “kuvvetler ayrılığı” esastır.

Yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin neredeyse tamamını tek adama teslim eden Türk tipi başkanlık modeli diktatör yaratmak amaçlıdır. Kabul edilemez.

Bu koşullar altında Meclis’te yer alan siyasi partilerin kendilerine dayatılan “Yeni” Anayasa çalışmalarına katılmalarını yanlış buluyoruz.

* * *

Cumhuriyet’in değerleri ile büyümüş, bu değerlerle aydınlanmış, bugün Türkiye’de ve Ortadoğu’da yaratılan ayrılıkçı, bölücü ortamı gördükten sonra, ulus bütünlüğünün önemini daha çok kavramış olan tüm halkımızı;

Yaşamlarının ve çocuklarının gelecekleri için hep birlikte demokratik mücadeleye çağırıyoruz.

Yeniden Cumhuriyet, emeğimizle kurulacaktır.

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar; üst kimlik ‘İslam milleti mi’?

TERÖRLE MÜCADELE EYLEM PLANI  ELEŞTİRİSİ

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Artuklu Üniversitesi’nde düzenlenen “Kardeşlik Buluşmaları Mardin Konferansı”na katıldı.

Davutoğlu burada “Terörle Mücadele Eylem Planı” adıyla bir açıklama yaptı.

*

Eylem planını, Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin önüne koyduğu yeni sivil anayasa yapmak iradesi çerçevesinde analiz etmek gerekiyor…

Öncelikle Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ortadoğu’nun değişen sosyolojisi çerçevesinde çıkacak mezhepsel ve etnik kimliklerin ulusal ya da bölgesel çatışmalara  neden olmaması için milliyetçi değil çoğunlukçu, otoriter ve  siyasal ılımlı islama açık,

Zımnî üst kimliğin “İslam Milleti”, fakat anayasal üst kimliğin “Türk Milleti” değil “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı”nın olduğu,

Cumhuriyetin niteliğinde Atatürk milliyetçiliğine bağlılık ve Atatürk’ün inkilâp ve ilkeleri doğrultusu, devletin bölünmez bütünlüğü ve dilinin Türkçe oluşuyla ilgili bir hükmü içermeyen,

Devlet odaklı değil birey odaklı, yargı ve askeri vesayete değil güçlü parlamenter sistemi çekip çeviren bir başkana,

Merkezi değil yerinden yönetime dayanan yeni bir anayasa öngörüyor…

*

Bu çerçevede Başbakan Davutoğlu’nun 10 maddelik “Terörle Mücadele Eylem Planı”nı açıkladığı konuşmasında;

“Psikolojik Unsur” başlığında, “Millet ile Devlet arasındaki farklar kalkacak, birleştirici anlayışı yerleştireceğiz” tümcesindeki “Birleştirici Anlayış” ifadesiyle,

Üst kimliğin Türk Milleti değil zımnî olarak “İslam Milleti” olacağı anlaşılıyor.

*

“Komşu Ülkelerle Ortak Ruh” başlığında da, “Ortadoğu’da kardeşlik sürecinin başlaması için birleştirici ruh hareketi başlatacağız” ifadesinde “Birleştirici Ruh Hareketi”nden murad edilenin “İslam Milleti” üst kimliği olduğu açıktır.

*

Davutoğlu, “Yasal ve İdari Düzenlemeler” başlığında, Büyükşehir yasasının istismar edildiğinden bahisle, edinilen tecrübelerle yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletileceğini vurguluyor.

İktidar partisi Büyükşehir Yasası’nın kırsal kesim-büyük kent uyum sorunu yaşanacağı, belediyelerin artan hizmeti nasıl karşılayacağı, bütçenin nasıl bulunacağı, dönüşümle birlikte AKP belediye sayısında ve İslami kesim rantlarında artış olacağı tartışmalarıyla istismar edildiğine inanıyor.

İstismarın; Bölgesel Ağır Ceza Mahkemeleri ve Bölge İstinaf Mahkemelerinden sonra  bu proje ile bir adım sonra Türkiye’nin 1988’de imzaladığı Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda;

Giderek artan yerel hizmet taleplerini karşılamak için yerel yönetimlere yetki ve esneklik verilmesi,

Yerel yönetimlerin kendi şartlarına ve ihtiyaçlarına göre yönetim yapısı ve biçimini belirlemesi,

Yerel yönetimlerin merkezi yönetimin karmaşasından korumaya yönelik koyduğu çekincelerin kaldıracağı yönünde oluşturulan algıdan kaynaklandığı varsayıldı.

Üniter Devleti tehlikeye düşürecek eyalet sistemine geçişte bir adım daha atıldığı ve  bundan sonra Demokratik Özerklik ilan eden, fakat özerkliğin sürdürülmesi amacıyla AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartının benimsenmesini ve Özgür Demokratik Yerel Yönetim Anlayışının geliştirilmesini talep eden Kürtçülüğe prim verildiği savı da bir diğer faktördü.

Şimdi “Yasal ve İdari Düzenlemeler” konusunda o günlerde tartışılan yukarıdaki konuların istismarının engelleneceği ve bu düzlemde yerel yönetimlerin yetkileri geliştirilirken,

Yatırım yapmak yerine teröre desteğe ve kamu hizmetinin aksatılmasına izin verilmeyeceğine işaret ediliyor…

*

Davutoğlu, “Ekonomik Destek” başlığında bölge ekonomisini tahkim edeceğiz, derken;

Yerel Yönetimler Özerklik Şartında aranılan temel şartlardan biri olan yerel yönetimlerin gelir kaynaklarına sahip olması ve oranlar ile miktarları saptamada tam yetkili olması konusuna dikkat çekti.

Bu noktada zaten iktidarın yerel yetkililerin girişimleri için merkez onayı şartı koymasında, yerel toplumu aşan bazı düzenlemelerin yerel yönetimlerce yapılmasına ve anayasa-yasalara aykırı kuralların yerel yönetimlerce yerine getirilmesine sınır koyma hakkı bulunuyor.

Ama İslamcı iktidar, yerel yönetimlerin gelir ve giderlerinde kurduğu Bölge Yatırım Ajansları ve Köylerin ve Belediyelerin Altyapılarını Destekleme Projeleri (KÖYDES-BELDES) vasıtasıyla köylerden kentlere ekonomik kalkınmanın tüm unsurlarında tekeli elinde bulunduruyor!

*

Davutoğlu, “Kapsamlı Demokratik Reform Süreci” başlığında bütün bu reformların yeni Anayasa’ya doğru Anayasa Komisyonundaki müzakerelerde belirleneceğini söylerken,

Kürt Hareketini çukur kazmak yerine Anayasa Komisyonunda çalışmaya çağırıyor…

*

Ama İslamcılığın şavkı vurmuş bir Anayasa çatısı altında, AKP hükümetinin “Terörle Mücadele Eylem Planı”;

Kürt Hareketinin demokratik anayasa, ulus, vatan ve siyaset talepleri için örgütlenmeyi hedefleyen Demokratik ilkeye,

Türkiye ile barış için toplumsal mutabakatın niteliğini belirleyen Savaş ve Barış ilkesine,

Türkiye, Irak, Suriye ve İran Kürtlerinin ortaklığını gösteren Birlik ilkesine,

Yeni nesillerin yetiştirilmesi amaçlayan Kültürel Hakları ilkesine,

Siyaset  yapma özgürlüğü ve hareketin kitleleşmesi anlamında Demokratik Siyaset İlkesine hiçbir prim tanımıyor.

Aksine uzlaşmazlık noktasında İslamcılar Kürtlerin tasfiyesini gerçekleştirmeden iktidarlarının tamamlanmayacağı düşüncesini sürdürüyor.

*

Ya YCHP?  YCHP için hükümetin açıkladığı “Terörle Mücadele Eylem Planı” ne anlam ifade ediyor?

YCHP, Arap dünyasındaki demokrasi taleplerini desteklemenin ilkesel olarak doğru bir tercih olduğu,

Rağmen din, mezhep, ideoloji ve kimlik esaslı değil insan hakları, çoğulcu demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerler esaslı bir dış politikanın icra edilememesi nedeniyle yalnız kalındığı,

Demokratikleşme, insan hakları ve eşit vatandaşlık olmak üzere temel iç meselelerin halledilmesi halinde Türkiye’nin Ortadoğu’ya anlamlı mesajlar verme ve bölgenin geleceğinde olumlu rol sahibi olacağı iddiası ve Avrupa Birliği üyeliğinin ısrarcısıdır.

Yalnızca Sosyal Demokrat esvap giydirilmiş “Doğu’nun İslamcılığı, Batı’nın Liberalizmi Konsepti”ne inanıyor, zaten siyaseti de spor olsun diye yapıyor!

*

Bütün bu tanımlarda Türkiye ulus devletini yapan Atatürk milliyetçiliği çivisinin söküldüğü çok açıktır.

Bu durumda çaresiz herkesin hakkını  karşıtından söke söke alacağı, tezgahların, işlerin, malın,mülkün, sözleşmelerin,mekânların el değişeceği bir karanlık dönemi kim engelleyecektir?

AHMET KILIÇASLAN AYTAR

7.2.2016

Bülent Esinoğlu; ‘NATO vesayetindemiyiz’ ?

Türkiye’nin toprakları NATO toprağıdır!

Bülent ESİNOĞLU

İnternete girer bakarsanız, Erdoğan’ın defalarca “Türkiye’nin toprakları aynı zamanda NATO’nun toprağıdır” cümlesini tekrarladığını görürsünüz.

22 Kasım 2012’de ve 13 Temmuz 2015 tarihlerinden kendi sesinden dinleyebilirsiniz.

NATO’ya girdiğimiz 1952’den bu yana hiçbir başbakanın veya Cumhurbaşkanının böyle bir ifade kullandığına şahit olmadık.

Bir ittifakın üyesi olmak başka, ülke topraklarını bu ittifakın toprağı gibi anlamak başka…

Hatırlarsanız, AKP’nin ilk iktidar yıllarında, vesayet sözcüğü en fazla dolaşımdaki sözcüktü. Askeri vesayet İslamcı iktidarın ilk kurtulmak istediği engel gibi taktim edilmişti.

Büyük Orta Doğu Projesinin eş başkanı için Askerler büyük engel olarak anlaşılıyordu.

Aslında askeri bir vesayet yoktu. İktidarı orduyla paylaşmaktan tiksinenler, ABD ile paylaşmaktan hiç gocunmadılar. Feto örgütünün bir CIA örgütlenmesi olduğunu, öteden beri bilmeyen yoktu. Eski adı gladyo idi.

Patriyotlar yerleşirken, Türkiye toprakları NATO toprağıdır derken, patriotların İran için yerleştirildiğini en iyi onlar biliyordu.

Gelin size bir vesayet şaması çizeyim.

Güvenliğimiz NATO’ya emanetken, ekonomimizde OECD, Dünya Bankası, Gümrük Birliği ile bütünleşmişken, Amerika ile gizli istihbarat antlaşmaları varken, biz aslında kimin vesayetindeyiz.

Sıcak para için uluslararası Amerikan finans çevrelerine göbekten bağımlı iken, biz kimin vesayetindeyiz?

Suriye’ye, Amerika ile birlikte terör ihraç ederken biz kimin vesayetindeydik?

Gelin şu NATO’ya derinden bakalım.

Biliyorsunuz, Amerika’da, dünya sermayesinin asıl temsilcilerinden oluşan, %1 diye tanımlanan zenginler, Amerika’yı ve dünyayı sömürürler. NATO bir anlamda Amerikalı ve Avrupalı zenginlerin güvenlik kuvvetidir. NATO Amerikan halkını savunmak için kurulmuş bir askeri kuruluş değildir. Asıl olarak, egemen çevrelerin güvenlik örgütüdür.

NATO, Amerikan halkının, Amerikan topraklarının korunması için kurulmuş bir örgüt değildir. Avrupa ile beraber, Dünyayı Amerikalı ve Avrupalı zenginlerin mallarını güvende tutma örgütüdür.

NATO’nun, ne Amerikan halkı ile ne de, Avrupa halkı ile bir alakası yoktur.

Türkiye toprakları aynı zamanda NATO toprağıdır demek; Türkiye toprakları Amerikan ve Avrupa zenginlerinin de toprağı demektir.

NATO’ya böyle derinlemesine bakmayanlar için bu yaklaşım, abartılı gibi de gelse, derinde yatan gerçeklik budur.

İşte bu sebepten; Terörle Mücadele Master  Planından  federasyon ve PKK’yı Meclise davet çıktı.

BÜLENT ESİNOĞLU

6.2.2016, bulentesinoglu@gmail.com

İngiltere; İsterse çıkabilir

İngiltere’nin BM’ye cevabı;

İstediği zaman dışarı çıkabilir

Londra’nın ünlü Harrods’unun arkasındaki Ekvator elçiliğinin önü bayram yeri gibiydi. Dünya’nın Medyası oradaydı. Bir gün önce Birleşmiş Milletler Panel raporu ‘olumsuz’ gelirse ‘çıkıp teslim olacağım’ açıklaması yapan Wikileaks kahramanı Julien Assange, BM raporu ‘olumlu’ çıktığı için Ekvator Elçiliğinde kaldı. Dünya’nın en pahalı bölgesindeki ‘cezavinde’. 3.5 yıldan beri Elçilikte misafir olan Assange’ın bu   zorunlu ikametinin daha ne kadar süreceği ise bilinmiyor.

İngiltere’nin cevabı İsrailvari

BM Panel Raporu tarafından 5 te 3 çoğunluk kararıyla ‘keyfi olarak tutuklu bulunduğu’ belirtilen Julien Assange’ın ‘zafer’ olarak nitelediği BM müdahalesi, gerçekte hukuki olmaktan çok ‘siyasi’ bir dayanak oldu Wikileaks mahkumu için. Zira BM Panel raporları ilgili devletler tarafından hemen hemen hiç bir dönemde uygulanmamış. Daha önce Guantanamo,Myanmar, Irak ve Çin’de tutukluluk şartları ve tutuklanmaların hukuk dışılığı üzerine kararlar alan BM Panel Court’un İngiltere ve İsveç gibi iki ülke üzerinde doğrudan bile etki yaratmayacağı görüldü. Ancak, bu karar iki önemli olguyu gün ışığına çıkardı Dünya kamuoyu önünde; İngiltere’nin ve İsveç’in, ‘büyük patronun’ talimatları dışına çıkmama kararları.

BM; ‘5 yıldır suçlama yapılmadan tutuklu’

BM milletler Panel kararının dayandığı esaslar, BM yetkilileri ile BBC nin ‘militan’programcıları ile yapılan röportajlar sonunda ortaya çıktı. BM Panel Kararı, Assange’ın keyfi olarak tutuklu bulunduğu sonucuna, öncelikle 5 yıl önce başlayan Londra’da tutuklanma-cezaevi-evde zorunlu ikamet ve Ekvator elçiliğine sığınma olaylarını ‘tek ve devamlı bir süreç’ olması nedeniyle, vardı. İngiltere’nin bu noktada cevabı ise; ‘Assange’ın tutuklu olmadığı,kendi isteğiyle elçilikte bulunduğu ve istediği zaman çıkabileceği’ gibi komik ve hafif bir açıklama.

BM raporu ile suçlanan ikinci ülke İsveç ise; raporda 5 yıl boyunca ‘resmi bir suçlama yapmaksızın’ Assange’ın hak mahrumiyetine sebep olmak nedeniyle hedef alınıyor. Wikileaks belgeleri yayınlanmaya başladıktan sonra İsveç tarafından gündeme getirilen Assange’a karşı suçlama aradan geçen 5 yıla karşın hala bir kadının savcılıktaki iddiası olarak dosyada bekletiliyor. BM Panel Raporu’nun en güçlü olduğu nokta burası. 5 Yıldan beri adı adresi belli olan Julien Assange’ın neden İsveç’ten gönderilecek bir bir heyet tarafından sorgulanmadığı. Assange lehinde uzun zamandır kamuoyu çalışmaları yapan yetkililerin belirttiğine göre ; İsveç Savcılık yetkilileri Assange tarafından tam 14 kez ifade vermeye hazır olduğu doğrultusunda yazılı olarak uyarıldı ancak İsveç bu çağrılara cevap vermedi.

İsveç; CIA nin arka bahçesi

isterse çıkabilir
isterse çıkabilir

Assange’ın zorunlu tutukluluğu daha uzun süre devam edecek gibi görünüyor. Zira BM tarafından gelen açık desteğe karşın Wikileaks kahramanı Assange’ın karşısında bulunan iki ülke de, olayların arkasındaki ABD-CİA blokunun en yakın iki yardımcısı. Geçtiğimiz yıllarda Dünya kamuoyunu en çok işgal eden olaylardan biri olan ‘CIA uçaklarıyla adam kaçırıp işkence yapılması’ skandallarının büyük bir bölümü bu iki ülkede geçti. İsveç devleti aleyhinde CIA korsan uçaklarına servis yapıp ülkesindeki yabancıları teslim etmekten dolayı açılan birçok davada tazminat ödemeye mahkum olduğu biliniyor. Wikileaks mahkumu Assange, İsveç’e yolu düşerse doğrudan ABD ye postalanacağından adı gibi emin.

Mahir Tan     LondraPosta-Londra

 

Türker Ertürk; Direktifler yakından geliyor…

PHOENIX’DEN AOÇ’YE

İrlanda; coğrafi olarak Avrupa’nın Kuzeydoğusunda bulunan, yaklaşık olarak Türkiye’nin on birde biri büyüklüğünde bir ada devleti. Ama adanın tamamına egemen değil. Adanın kuzeydoğusunda bulunan Kuzey İrlanda; doğuda, Britanya adasında bulunan Birleşik Krallığın (İngiltere, İskoçya, Galler, Kuzey İrlanda) bir parçası.

Anayasası olan ve parlamenter demokrasi ile yönetilen ülkenin resmi adı; İrlanda Cumhuriyeti. Kuruluş tarihi itibarıyla İrlanda, aşağı yukarı Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt. 6 Aralık 1922’de tam bağımsızlığına kavuşan İrlanda; mücadelesini, farklı bir tarihi geçmişten ve dinamiklerden geliyor da olsa, bizim gibi İngiliz Emperyalizmi’ne karşı vererek kazanmıştır.

Başkenti Dublin olan İrlanda’nın 5 milyon nüfusu olmasına rağmen, yalnız ABD’de yaklaşık 40 milyon İrlanda kökenli insan yaşıyor. Bu, aynı zamanda İrlanda’nın gücü! Günümüzde İrlanda ABD tarafından, ekonomi de dahil her konuda korunuyor ve kollanıyor dersek, yanlış olmaz. ABD Başkanı John Fitzgerald Kennedy Katolik’ti ve İrlanda kökenliydi. Bill Clinton’ın ataları da İrlanda’dan göç etmişlerdi. IRA (İrlanda Kurtuluş Ordusu) sorununun çözümünde, Bill Clinton’un önemli rol oynamasının bir nedeni de, İrlanda kökenli oluşuydu.

İrlanda; havasıyla, suyuyla, doğasıyla ve şehirleri ile gerçekten cennetten bir köşe. Bu ülkenin her yerinde, yeşilin her tonunu bulabilir, bizim Karadeniz’in ütülenmiş ve düzleştirilmiş hali olarak gözünüzün önüne getirebilirsiniz. Tek fark; Karadeniz her geçen gün tahrip ediliyor ve çirkinleştiriliyor ama İrlanda’nın doğası aynen korunuyor.

Dublin

2000-2003 yılları arasında Londra’da görev yaparken, İrlanda da benim sorumluluğumdaydı. Bu nedenle İrlanda’ya gitme ve bu güzellikleri yerinde görme fırsatını yakaladım.

İrlanda’da en çok gittiğim yer, başkent Dublin’di. Çok güzel bir şehir. Ülkenin doğu kıyısında Liffey Nehri’nin ağzında bulunan şehir, Ortaçağ’dan beri İrlanda’nın başkenti. Dublin’in en güzel yeri ise; şehrin ortasında bulunan ve Avrupa’nın en büyüğü olan Phoenix Park. Şehrin ortasında bir park ama içinde doğal yaşam var,  sağda solda gezinen geyikler, ağaçlara tırmanan ve becerebilirseniz, ellerinizle besleyebileceğiniz sincaplar var. İrlanda Hükümeti, Phoenix Park’ın UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne dahil edilmesi için çalışmalarını sürdürmektedir.

Konu Phoenix Park’a gelmişken, burada yaşadığım bir anekdotu size anlatmak isterim. 2001’in baharında, diplomatik bir heyet ile parkı otobüsle geziyoruz. Mihmandarlığımızı, İrlanda Savunma Bakanlığı’ndan bir subay yapıyordu. Gezerken, parkın içinde İrlanda Cumhurbaşkanı’nın konutunu gördük. Daha sonra, malikane şeklinde başka bir konutun önünden geçerken sordum; “Burası kimin?” diye. Mihmandar Subay; “Amerikan Büyükelçisi’nin” diye yanıt verdi. Başka büyükelçilik konutları da var mı?” diye karşılık verdim. “Bu parkta sadece İrlanda Cumhurbaşkanı’nın ve ABD Büyükelçisinin konutları var” dedi ama benim biraz da şaşırmış bakışlarımı görünce, kulağıma doğru eğilip; “Cumhurbaşkanımız ABD Büyükelçisi’nin direktiflerini böyle daha kolay alabiliyor” dedi mihmandarımız. İrlandalı Subay şaka yapmıştı ama bu şakanın arkasında bulunan gerçeği de vurgulamaktan kaçınmamıştı.

Ankara 

Bu yazıyı yazmamın nedeni; Ankara’da Atatürk Orman Çiftliğine (AOÇ) ait 40 dönümlük bir alanın, büyükelçilik yapılmak üzere, ABD’ye tahsis edildiği haberleri ve gelişmeleri üzerinedir. Biliyorsunuz AOÇ; 1925’de Atatürk’ün talimatıyla kurulmuş, modern tarıma öncülük etmiş, 1937’de Atatürk tarafından hazineye bağışlanmış ve 1992’de 1. Derece Tarihi Doğal SİT alanı olarak tescil edilmişti.

Aynı zamanda bir şehir parkı kimliği olan AOÇ; özellikle AKP döneminde adeta tahrip edildi ve edilmeye devam ediliyor. Saray gibi bir görmemişlik abidesinin oraya dikilmesi yetmiyormuş gibi, şimdi de yanına ABD Büyükelçiliği. Ne diyorsunuz, bizimki de ABD Büyükelçisi’nden kolay emir alsın diye yapıyor olmasınlar!

İletişimin en üst düzeye çıktığı yüzyılımızda; anında direktif alabilmek için, konutların aynı park içinde ve yakın olmasının gerçekte bir önemi yok. ABD Büyükelçiliği’nin diğer büyükelçiliklerden farklı ve ayrıcalıklı olarak, Cumhurbaşkanlığı Sarayının da olduğu AOÇ içine alınmasının; hem uluslararası, hem de iç kamuoyuna verilen bir mesaj olarak önemi büyük. İrlanda açısından, böyle bir mesajın anlamı ve arka planı var. Ama Türkiye açısından; bilmeyerek de olsa böyle bir mesajın içinde olmak, sanırım kendi tarihine düşmanlığın ve cehaletin tezahürüdür. Umarım, böyle bir şey gerçekleşmez!

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Ne zaman görüşmeler başlasa…

 ASYA-PASİFİK’E İLGİ AZALTMANIN ALEMİ YOK

Suriye Vekâlet Savaşı’nın siyasi çözümüne yönelik Cenevre görüşmelerine 25 Şubat’a kadar ara verildi.

Savaşa siyasi çözüm sağlama ve halkın acılarına son verme yönünde ilerlemenin sağlandığı her defasında;

ABD, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere kimi tarafların kasıtlı bir şekilde bu çabaları engellediği ve Suriye hükümetini suçlamak için asılsız hamleler başlattıkları dikkat çekiyor.

Bu ülkelerin Cenevre’de yapılması beklenen görüşmelerden yana olmadıkları bir kez daha anlaşılmış bulunuyor.

*

Suriye dış politikası bağımsızlık, işgal durumunda Arap direnişlerinin desteklenmesi ve Filistin’in temel mesele olarak kabul edilmesi ilkesine dayanıyor.

Bu politika İsrail, ABD ve Batı ülkelerinin, bazı Arap ülkelerinin ve Türkiye’nin de Suriye’de kirli planlar ve komplolar düzenlemesine yol açmıştır.

Nitekim, ABD yönetimindeki güçler jeopolitiği nedeniyle mezhepleri de kışkırtmış, verdikleri türlü destekle Suriye’yi ele geçirmek üzere dünyanın dört yanından bölgeye getirdikleri paralı askerlerden oluşan ve İŞİD, El Nusra  gibi radikal örgütler halinde organize edilmiş bir ordu ile işte, çok kanlı bir vesâyet savaşı yürütülüyor…

*

Halbuki, II. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası hukukta uzunca bir süre hak olarak kabul edilen kuvvet kullanma yasaklanmış ve meşru kuvvet kullanma tekeli Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne bırakılmıştır.

Vekâlet Savaşı ise karşıt güçlerin birbirine doğrudan saldırmak yerine paralı askerler, gayri resmi ülkeler ya da üçüncü bir taraf vasıtasıyla mücadele ettiği, BM ve Güvenlik Konseyinin by-pass edildiği bir savaş türüdür.

*

Rusya, Vekâlet Savaşı’na artık siyasal bir çözüm getirilmesini sağlamak üzere Suriye’de bir cephe açmıştır.

Terörün alt edilmesi ardından yeni Suriye’nin kurulmasına ilişkin bağlayıcı kararın alınmasını,

Suriyelilerin ülkelerinde nasıl yaşamak istediklerini kendilerinin müzakere etmelerini,

Alınan bağlayıcı kararın ise BM merkezinde  adalet ve ulusal çıkarlara saygı ilkelerine dayalı yeni bir küresel statüye ve yeni bir uluslararası hukuka güncelleştirilmesini amaçlıyor…

*

Amacın sağlanması için savaş suçları işleyerek hukuku ihlâl eden Esad rejimi kadar muhalif tarafların, teröristlerin ve “destekleyen ülkelerin” paylarını üstlenmeleri,

Bunun için Vekâlet Savaşı’nın aslına rücu ettirilmesi, asılların ortaya çıkarılması gerekiyor.

Bu Suriye Vekâlet Savaşı’nda ABD, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerin rollerinin BM çerçevesinde tartışılması ve uluslararası hukukta karşılıklarını bulması anlamına geliyor…

*

Ne ki savaşın tanımlanması ve açıklanması hususunda çeşitli yaklaşımlar bulunuyor.

Hukuksal bakış açısındaki farklılıklar kadar ideolojik, felsefi, siyasal, ekonomik, sosyolojik ve psikolojik boyutlar savaşın tanımlanmasında rol oynuyor.

Bütün bu zorluklara rağmen Suriye Vekâlet Savaşının aslında uluslararası hukuk kurallarına uygun şekliyle devletlerarasında yürütülen silahlı bir çatışma, bir çekişme olduğu belgelenmelidir.

Çünkü savaş, çatışmaya katılan devletlerin savaş hukuku kurallarına uymalarını, çatışmaya katılmamış devletlerinde tarafsızlık hukuku kuralları içerisinde bulunmalarını gerektiriyor.

*

Ancak bu suretle Suriye’de sivil katliamlara neden olan savaşa adanmış medya kanallarıyla yapılan savaş propagandalarının, militan kaynaklarının, çeşitli merkezlerde -mesela Dera’da- islamcı ayaklanmaların, Hula katliamının, kimyasal silahların kullanılmasının -mesela Doğu Ghouta Olayı’nın-, varil bombalarının, IŞİD ve diğer özel orduların gelişimlerinin, Suriye’deki teröristlere ya da teröristlerden işadamlarına  Suriye’den çalınıp başka ülkelere yapılan silah, petrol, antika eşya, uyuşturucu satışlarının, ırza geçmek, kafa koparmak, yürek yemek ya da tarihi eserleri yok etmek gibi suç mekanizmalarının uluslararası hukuk kantarında tartılması mümkün olabilir.

Ancak bu suretle, savaş suçları işleyerek hukuku ihlâl eden Esad rejimi kadar muhalif taraflar, teröristler ve “destekleyen ülkeler” paylarını üstlenebilir ve insanlık bir “oh”diyebilir.

*

İstikrarlı, gelişen ve güvenli bir dünya için Suriye Vekâlet Savaşı gibi olağanüstü bir durumla uluslararası nitelik taşımayan silahlı çatışmaların meydana gelmesinin sona erdirilmesi,

Uluslararası sözleşmelere taraf olan devletlerde, gerek uluslararası insancıl hukukun ilgili kurallarının ve gerekse insan hakları sözleşmelerinin birlikte ve birbirlerini tamamlayıcı şekilde uygulanması gerekiyor…

*

Artık ABD’nin uluslararası düzenin kurucusu ve bu alanda sorumluluğundan hareketle, son zamanda dile getirilen BM’i yeniden yapılandırma görüşünün doğru olmadığı,BM değerlerine saygılı olmayan ülkeleri ekonomik ve siyasal yaptırım mekanizmalarıyla cezalandırmakla tehdit etmesi halinin sonuna gelinmiştir.

Bugün bir çok ulus ve milyonlarca insan hegemonya ve güç siyasetine dayalı eski dünya güvenlik anlayışı yerine karşılıklı güvene, yarara, eşitliğe ve eşgüdüme dayalı sürdürülebilir yeni bir güvenlik anlayışı talep ediyor.

Çatışma konularında taraflar arasında kalıcı çözümlerin sağlanabilmesi için BM statüsünün değiştirilmesi çabası veriliyor.

*

Bu sırada Rusya Savunma Bakanlığı’dan, “Elimizde Türkiye’nin Suriye topraklarına yoğun bir askeri müdahale hazırlığında olduğundan şüphelenmemize neden olan ciddi dayanaklar var. Türkiye Silahlı Kuvvetleri’nin Suriye topraklarında aktif eylemler gerçekleştirmek için gizli bir hazırlık içinde olduğunu gösteren işaretler giderek artıyor” açıklaması yapılıyor.

*

Eyvah! Böyleyse ABD Türkiye’yi  arkasından itiyor demektir.

Nereye? BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye’de siyasi diyalog sürecinin başlaması ve ülke genelinde ateşkes ilan edilmesini isteyen Cenevre Bildirisi ile Viyana toplantılarını teyit eden kararının Rusya’nın Eylem Planı eşliğinde;

Kimin terörist kimin muhalif olduğunun ayırt edileceği,

Bir tarafta işlenen suçların savaş ve terörle mücadele hukukunun gelişmesi doğrultusunda kategorize edileceği,

Yeni Türkiye’nin ise Suriye’de bir geçiş hükümetinin kurulması planına kurban olmaya gönüllü olacağı,

Ve Suriye hükümeti ile muhalif grupların oluşturduğu birlik arasında Cenevre siyasi görüşme sürecinin 25 Şubat’tan sonra bir gün yeniden başlayacağı yakın geleceğe…

Eh, işte; Yeni Türkiye bir gecekondu devlettir.

Ve bir Ortadoğu için ABD’nin Asya-Pasifik’e ilgi azaltmanın hiç alemi yoktur…

AHMET KILIÇASLAN AYTAR

5.2.2016

Bülent Esinoğlu; Bildiklerini Açıklar mı ?

Suçlarını açıklamak yerine vıdı vıdı!

Bülent ESİNOĞLU

Kolaycı aydın yaklaşımı; gerici ve bölücü iktidarlara karşı örgütlü mücadele etmek yerine, vıdı vıdılardan medet ummak.

Arınç ne dedi? Hüseyin Çelik ne dedi? Falan filana ne cevap verdi?

Örgütsüz aydın sanıyor ki, bu dedikodularla AKP iktidarı içten yıkılır.

AKP iktidarı yıkılırsa da, Erdoğan’dan kurtulurum!

Bu tür aydınlar, eskiden, Kemalist Ordumuz var. O gelir bizi kurtarır, diye düşünürdü.

Bölücü ve gerici iktidar örgütlenirken, kolaycı aydın, oturup bir güzel, gericilerin örgütlenmesini izlerdi.

Kendisi örgütlenmek yerine, hep bir yerlerden medet ummak. Ben bir şey yapmayayım. Birileri benim yerime yapsın demektir.

Yok öyle beleş!

Bir başka aydın türü daha vardır ki evlere şenlik. Sosyal demokrat aydınlarda bu eğilim daha yüksektir. “Bölücü ve gerici iktidarlara ne kadar çok benzersek, halktan daha çok oy alırız.”

Böyle düşünceler mücadele etmekten uzak, uzlaşmacı ve teslimiyetçi anlayışlardır.

Elbette iktidarların halk düşmanı yanlarını ortaya dökmek, mücadelenin bir parçasıdır. Ancak mücadelenin kendisi değildir.

İktidarın hırsızlığını veya hukuk tanımazlığını anlatmakla iktidarlar yıkılmaz.

Anlatmaya çalıştığım aydınlar, şimdilerde, Bülent Arınç ve bunun gibilerden AKP’yi yıkmalarını bekliyorlar.

Bekliyorlar ve bu kişilerin, bildikleri ne varsa açıklamalarını istiyorlar!

Yani Cumhuriyeti yıkma ve ülkeyi bölme planlarını açıklamalarını bekliyorlar.

Çok beklerler.

Açıklasaydı FETO açıklardı.

Bildiklerini açıklasınlar demek; bir zamanlar iktidar ile birlikte işledikleri suçları açıklasınlar demektir.

Yani kendi suçlarını da itiraf etmeleri demektir.

Gerici ve bölücülerden medet umarak elde edilen tüm çözümler, başka bir gerici ve bölücü iktidara zemin hazırlamaktan başka bir şey değildir.

Tabi hangi soruların aklınıza geldiğini tahmin edebiliyorum.

Aydınlar ve ilericiler, yeterince örgütlü olmadığına göre, AKP nasıl yıkılacak?

Gericilerin ve bölücülerin örgütlendiği bir yerde, aydınların elini taşın altına sokmadığı bir yerde, bedel ödemeden pek kurtuluş görünmüyor.

Bir tek kurtuluş var. Ama ona da kurtuluş demek imkânsız.

Bunların Suriye’de, Amerika’ya güvenerek, Rusya ile savaşa girmeleri…

Böyle bir savaştan sonra, ne AKP kalır, ne de tabi Türkiye diye bir şey…

Türkiye hızla bir yol ayırımına doğru ilerliyor.

Pahalılık ve işsizliğin de, sosyal gücünü göz ardı etmemek gerek.

AKP’yi şimdilik ayakta tutan iki unsur var; Birincisi Türk Ordusunun PKK ile sürdürdüğü vatan savaşı, öteki de AKP’nin kendi örgütlüğü…

BÜLENT ESİNOĞLU

4.2.2016, bulentesinoglu@gmail.com

Ahmet Kılıçaslan Aytar; ŞİRKET

ŞİRKET

ABD-Rusya arasındaki güç dengesi Ukrayna’nın; Baltık’tan Karadeniz’e, Hazar’a ve Ortadoğu’ya kadar olan bölgedeki rolü üzerinden cereyan ediyor.

Avrasya’da değişmekte olan bu mekanizmaya meydan okumak üzere ABD ve AB; Rusya’ya ardarda ekonomik,siyasi ve askeri yaptırım paketleri açmıştır.

Rusya ise ABD’nin Ortadoğu’da yıllardır sürdürdüğü jeopolitik yapıyı  bozmuş görünüyor…

*

Amerikan şirketlerinin, enerji devi Gazprom’un mali kolu GazpromBank’a ve devlet şirketi Vnesheconombank’a ve dünyanın en büyük petrol üreticilerinden Rosneft ve doğal gaz tedarikçisi Novatek adlı Rus şirketlerine finansal destek sağlaması yasaktır.

Avrupa Parlamentosu Güney Akım projesine ilişkin çalışmaları askıya almış,

Japonya, Rusya’nın Çernomorskneftegaza ve Neftebaza adlı şirketlerinin varlıkları dondurmuştur.

Türkiye ve Azerbaycan ise Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı, Bakü-Tiflis-Erzurum Doğalgaz Boru Hattı ve Trans Anadolu Projesi’ni küresel pazarların himayesine, işbirliği ve güvenlik ağına katmıştır…

*

Ama ABD ve AB üyeleri arasında  Rusya’ya karşı nasıl bir yaklaşım sergilenmesi konusunda tartışma yaşanıyor.

Mesela Almanya, Rusya ile olan ekonomik ilişkileri doğrultusunda ağır yaptırımlara muhalefet ediyor.

Hakeza Fransa, İtalya, Avusturya, Lüksemburg, Bulgaristan, Yunanistan, Güney Kıbrıs ve Slovakya Rusya’ya yaptırımları kendi çıkarları için tehlikeli görüyor.

*

ABD ve İsrail’in, Kuzey Irak’ta Kürtlerin kendi kaderlerini belirlemek üzere bağımsız  bir Kürt Devletini cesaretlendirmesinin üzerinden çok geçmemiştir.

Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, IŞİD terör örgütünün Irak petrolünü çalarak günde üç milyon dolar gelir elde ettiğini,

Musul ve Tikrit’te bankaları soyarak da bir milyar doları aşkın parayı çaldığını, bu soyguna artık bir son verilmesini istiyor.

Şimdi Kürdistan Bölgesel Yönetimi bu yüzden grevde olan memurlarına maaş ödeyemiyor…

*

Halbuki, Suriye’nin kuzeyinde terör faaliyetlerinde olan Irak’ın Batı ve Güney bölgelerini işgal eden IŞİD örgütü;

ABD, Fransa, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye güdümünde faaliyet gösteren, dünyanın dört bir yanından bölgeye getirilen paralı askerlerin oluşturduğu özel bir ordudur.

IŞİD saldırılarında binlerce Suriyeli ve Iraklının yaşamına mâlolan başlıca nedenin, bu paralı ordunun finansmanını da karşılayan petrol şirketlerinin mücadelesi olduğu pekalâ biliniyor…

*

IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve Irak’ın batısında konuşlanması, bu konumuyla Irak-Türkiye petrol boru hattının tam üzerine oturarak, binlerce TIR tankeri vasıtasıyla bu hatta ucuz petrol bastığı açığa çıkmıştır.

Ya da İŞİD’in Irak/Tikrit yakınında günlük 300 bin varil kapasiteli Bayci Petrol Rafinerisi’ni ki – Kerkük’ten çıkarılan petrolü işliyor – ele geçirmesi ardından ucuz petrol satışlarının petrol piyasalarında yarattığı tedirginlik de hatırlanıyor.

*

Aslında herşey, ABD’nin 2008 sonrası dönemde dünya petrol-gaz sektöründe yaşanan devrime ev sahipliği yapması noktasında başlıyor.

ABD’de konvansiyonel olmayan kaynakların çıkarımı teknolojik gelişmeyle yaygınlaşmış, gaz-petrol üretiminde artış kaydedilmiş, “shale” petrol sahalarıyla petrolde ithalat gereksinimi kalmamıştır.

2016’da Eagle Ford, North Dakota, Texas yataklarının işlenmesiyle, ABD’nin 12 milyon varil günlük üretimle Suudi Arabistan’ı geçmesi, dünyanın en büyük ham petrol üreticisi olması bekleniyor.

FED faiz artırımlarıyla tetiklenen dünya ekonomik krizinin zamanlamasına göre petrol piyasalarının da dalgalanması, ancak bundan ucuz yerli enerjisiyle sanayide rekabetçiliğini artıran ABD’nin en az etkilenmesi öngörülüyor…

*

İşte, İŞİD terör örgütünün de katkıda bulunduğu petrol fiyatlarının düşmesinde birden fazla amaç belirlenmiştir.

Birincisi; Esad yönetimine olan desteği ve Ukrayna krizindeki tutumu nedeniyle petrol gelirlerine  bağımlı Rusya’ya darbe indiriliyor.

İkincisi; Suriye ve Irak’ta IŞİD karşıtı koalisyon söylemiyle Orta Doğu’da yeni bir operasyon ihtimali söz konusu edildiğinden beri petrol ithalatçısı müttefiklerin durgunlaşmaya başlayan ekonomilerine can suyu veriliyor.

Üçüncüsü; İran’dan petrokimya sanayii mamulleri alımı, başka sanayii mamülleri ve yedek parçanın sevkedilmesi yasaklarının kaldırılmasıyla, İran pazarının müttefik şirketlerine açılması sağlanıyor.

Dördüncüsü; Madem ABD yıllardır süren petro-dolar sisteminin üretim ayağı Suudi Arabistan petrolüne artık ihtiyacı yoktur;

Şimdi petrol fiyatlarını düşük  tutarak S.Arabistan’ı hem siyaseten zorlamakta hem de ileride yapacağı petrol ihracatında pazarda kendi üretimine yer açmak için bu ülkenin bilhassa Asya’ya yolladığı uluslararası petrol piyasasındaki pazar payını hedeflemektedir.

Beşincisi; Ne ki, düşük petrol fiyatlarının ABD’nin ekonomideki bir numaralı rakibi petrol ithalatçısı Çin’e yarayacağını da öngörmek gerekiyor!

*

İŞİD örgütünün uluslararası piyasalara petrol satabilmesinin biricik yolunun, ABD’nin izni ve onlarla bağlantılar kuran petrol şirketlerinden geçtiği açıktır.

Yani İŞİD örgütünün Suriye’deki petrol kuyularını ele geçirdikten sonra Irak’ın petrolünü çalması ve çaldığını ABD’nin kontrolünde olan uluslararası petrol piyasalarına sürmesi mekanizması aslında dev petrol şirketlerinin rekabetini  gösteriyor.

*

Çünkü sömürgecilik insandan gelişip tüm dünyaya işlerken, modern zamanın yeni hayat tarzı ulus devletlerin ötesinde dizayn ediliyor.

Devletler giderek refah devleti ya da sosyal devlete değil birer şirkete dönüşmüştür, şirkete dönüşemeyen devletler taşınamıyor.

Sömürülen devletler ise büyük şirketlere dinamik veren birer organizasyondan öte gitmiyor.

*

Mesela, Suudi Arabistan ARAMCO şirketinin İŞİD’e sağladığı finansman gerçeği ortadayken, Irak petrol üretiminin yeterli olmayışından doğan krizi hafifletmek amacıyla üretim artışına gitmesi,

IŞİD’in çaldığı petrolü piyasa sürmesi esnasında, çalıntı mala meşruiyet kazanımı için her varil petrol üzerine kendi damgasını vurması anlamına geliyor…

*

Ya da, Suudi Arabistan’ın ABD ile ortak ARAMCO ve Katar’ın EXXON-MOBILE şirketleri;

Birincisi; Suriye’nin ihtiyacını karşılayan,ülkenin  kuzeybatısında ve Akdeniz kıyısında bir petrol rafinerisi olan Banyas Kentine Kerkük’ten gelen petrol boru hattında,

İkincisi,Türkiye’de Ceyhan limanına ham petrol taşıyan boru hattı üzerindeki kontrolü sağlıyordu.

O yüzden İŞİD; Birincisi, Irak Federal Devleti Anayasası’na aykırı olarak, Kürt Bölgesel Yönetiminin Kerkük’ten çaldığı petrolü Ceyhan boru hattı vasıtasıyla İsrail’e satıyor,

İkincisi, Irak’ın üçe bölünmesi halinde Irak Kürdistan’ının bağımsızlığı halinde finansman sağlayıcı bir hat olması nedeniyle Ceyhan boru hattına bir saldırı düzenlemiyordu…

*

Ya da şimdi, Rusya koalisyonu bölgede radikal örgütlerle yaptığı mücadelede IŞİD’in yasadışı petrol ticaretinden elde ettiği gelirleri yarı yarıya, ABD koalisyonu ise yüzde 30 azalttığını açıklamıştır.

Barzani  İŞİD’in Kürtlere karşı savaşın açılması, Kürdistan’ın bağımsizlığına karşı yöneltilen ve titizlikle hazırlanan kasıtlı siyasi bir  etkinlik olduğu fikrinde pekişmiştir.

Çünkü İŞİD Kürdistan’da İngiliz  BP, Royal Deutsch Shell, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı ve Çin’in PetroChina, Sinopec et CNOOC şirketleri faaliyetlerini düşürüyor.

*

Sonuçta Rus, ABD ve AB  petrol şirketlerinin dayanıklılığını görmek için bir süre daha beklemek gerekiyor…

AHMET KILIÇASLAN AYTAR

3.2.2016