Türker Ertürk; 4. Nesil savaşın ortasındayız

SICAK VE KÜRESEL BİR SAVAŞTAYIZ

Günümüzde; dünyadaki 7 milyar insandan 5 milyarı yoksulluk ve sefalet içinde. Bırakın fakir ülkeleri, dünyanın jandarmalığını yapan süper güç ABD’ye bakalım; ABD nüfus idaresinin rakamlarına göre, 44 milyon Amerikalı yoksulluk içinde yaşıyor. ABD’deki çocukların yüzde 20’si de bu yoksul kesimde yer alıyor.

Dünyanın en zengin 85 insanının serveti, en yoksul 3,5 miyar insanın servetinin toplamından fazla. Dünyanın en yoksul yüzde 50’lik kesimi küresel servetin yüzde 1’ine sahipken; en zengin yüzde 10, küresel servetin yüzde 86’sını elinde tutuyor.

Dünyada halen devam eden ve her geçen gün daha da kötüye giden yoksulluk ve gelir dağılımındaki adaletsizliği özetleyen yukarıdaki rakamları, Philip Kotler’ın “Kapitalizmle Yüzleşmek” adlı kitabından aldım. Yazarın sosyalist olmadığının, kapitalist ekonomik modele inandığının da altını çizmek isterim.

ABD’nin Hedefi

Kapitalizm; 1917-1989 arasında, tam olarak 70 yıl boyunca sosyalizmle savaş halindeydi. En sonunda bu savaşı kazandı. Sosyalizmin kalesi konumundaki Sovyetler Birliğinin çözülmesi ve yıkılması ile birlikte, kapitalizmin ağababası konumunda bulunan ABD, tek süper güç olarak kaldı. Bu sefer, 1990’dan itibaren ABD, hedefini tek kutuplu dünya düzenini sonsuza kadar sürdürmek olarak belirledi.

Soğuk Savaş (1947-1989); esasında Doğu ve Batı arasında 1917’de başlayan bir çekişmenin ürünüydü, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan (1939-1945) sonra daha belirgin bir hale geldi. Soğuk Savaş 42 yıl sürdü ve bitiminden bu güne kadar ise, 27 yıl geçti.

Bu süreleri birbiriyle kıyaslarsanız, Soğuk Savaş olarak adlandırılan zaman dilimini; savaşlar, çatışmalar ve kitlesel terör açısından 1990’da başlayan ve halen devam eden dönemle kıyas kabul edilmeyecek şekilde, barış ve huzur dönemi olarak değerlendirmek mümkün.

Soğuk Savaş Dönemi Daha İyi İdi! 

 Sadece barış, huzur ve güvenlik de değil! Yoksulluğun, açlığın, sefaletin artması ve yaygınlaşması, gelir dağılımındaki eşitsizliğin fahiş oranlara ulaşması ve dünyada orta sınıfın yok olması; halen yaşadığımız ama, dünyaya “küreselleşme”, demokrasi, özgürlükler ve insan hakları olarak takdim ettikleri bu dönemde gerçekleşti ve gerçekleşiyor.

Zengin ülkelerin halkları da fakirleşmeden nasibini alıyor. OECD (Ekonomik  İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı) raporlarında; gelir dağılımındaki eşitsizliğin, zengin ülkelerde bile rekor düzeye ulaştığı belirtiliyor. Avrupa’da; çalışanların sosyal güvenceleri her geçen gün azalıyor, işsizlik artıyor ve sosyal devlet kavramı aşınıyor.

Bu sorunların gerçek nedeni, dünyada dengenin bozulmuş olmasıdır. Tek kutuplu dünya, dengesizliktir. Soğuk Savaş döneminde bizlere öyle anlatılmasa da, dünyada bir denge vardı. O nedenle; görece olarak Soğuk Savaş döneminde barış, huzur, güvenlik ve gelir paylaşımındaki adalet, günümüzden daha iyi idi.

Küresel Hükümet

Küresel bir düzen var ise, küresel bir otorite veya hükümet de var olacak demektir. Böyle bir düzende, başka otoriteye veya güç merkezine asla hoşgörü gösterilemez. Ulus devletlere bu nedenle düşmanlık edilmekte, hegemonyaya direnen bölge güçlerinin başı ezilmeye, Çin ve Rusya kuşatılarak, istikrarsızlaştırılarak ve silahlanma yarışına sokularak, iflas ettirilmeye ve çökertilmeye çalışılmaktadır. Amaç; Soğuk Savaş sonrasında meydana gelen tek kutuplu dünya düzenini, sonsuza kadar sürdürmektir.

“Küreselleşme” denen şey; başını ABD’nin çektiği Batı otoritesini, onun ekonomik, siyasi ve kültürel sistemini tüm yerküreye, her türlü vasıtalarla dayatmaktır. Dünyanın tamamında sınırların kalktığı tek bir pazarda; liberal ekonomi ile kapital, mal ve hizmetlerin serbestçe dolaşabilmesi, emeğin ise sınırlı ve kontrollü bir biçimde dolaşabilmesi sistemidir. Küreselleşmeyi daha açık bir biçimde anlatmak gerekirse; “Dünya nüfusunun yüzde birini bile bulmayan çok küçük bir azınlığın, dünyayı istediği gibi yönetmesidir” diyebiliriz.

Hegemonyal Savaş

Dünyada hiçbir ülke, ABD’den daha fazla savaşa ve çatışmaya neden olmamıştır. ABD, barış ve istikrar istemiyor. ABD, hegemonyaya direnen herkesi ne olursa olsun ezmek istiyor. ABD’nin esasında müttefiklere de ihtiyacı yok. Çünkü; kararları tek başına alıyor ve herkesin bu kararlara uymasını istiyor.

ABD’nin yöneticileri, en yetkili ağızlardan; Küresel liderliğimizi ve askeri üstünlüğümüzü devam ettirmek istiyoruz diyorlar. Bu liderliği sürdürebilmenin gereği ve bedeli, halen dünyamızın içinde bulunduğu savaşın devamıdır. Bu savaşı; Hegemonyal Küresel Savaş” olarak da adlandırmak mümkündür. Yani bugün; soğuk değil, sıcak ve küresel bir savaşın içindeyiz.

 Dördüncü Nesil Savaş

Bu savaş, bildiğiniz savaşlardan değil. Dördüncü Nesil Savaş (Forth Generation Warfare) olarak adlandırılan bu savaşın doktrini; Soğuk Savaş’ın henüz bittiği 1990’lı yılların başlarında, ABD’de oluşturulmuş. Bu savaşta; asker ile sivil, barış ile çatışma, cephe ile emniyetli bölge, dost ile düşman kavramları arasındaki ayrımlar bulanıktır. Bu savaşta, devlete bağlı olmayan aktörler yaygın olarak kullanılır. Terörizm, hukuk, Birleşmiş Milletler yaptırımları, STK’lar, medya, ekonomik manipülasyonlar,  seçilmiş mahrem bilgilerin basına servis edilmesi bu savaşın enstrümanlarındandır.

Hiç şüpheniz olmasın; Panama Belgeleri’nin basına servis edilmesi, halen devam eden bu savaşın bir operasyonudur. Aksini düşünmek, ciddi biçimde saflık olur. Bırakın bu savaşın önemli hedeflerinden biri olan Putin’i ve Rusya’yı, niye hedef İzlanda ve onun Başbakanı Sigmundur Gunnlaugsson oldu,  hiç düşündünüz mü?

Niye İzlanda?

İzlanda küçücük bir ülke ama, Arktik Bölgesine (Kuzey Kutup Bölgesi) ABD, Kanada, Rusya, Norveç, Danimarka ve İsveç ile birlikte komşu olan sekiz ülkeden biri. Burası; enerji kaynaklarıyla, buzulların erimesi ve deniz ticaret yollarına açılması ile birlikte önemi çok artan bir bölge. Yani jeopolitik önemi, geçmişle kıyaslanmayacak kadar arttı.

İzlanda; özellikle 2006’dan itibaren, Rusya ve Çin’e yaklaştı ve Çin’le serbest ticaret antlaşması imzalayan tek Avrupa ülkesi. Avrupa’ya ihracat için Arktik rotaları kullanmaya başlayan Çin, İzlanda’yı Avrupa için terminal merkezi yapmak istiyor ve yatırımlar yapıyor.  İzlanda’nın balıkçılık başta olmak üzere, Brüksel ile sorunları var. Küçük ama yaramaz bir ülke. Söz dinlemiyor ve burnunun dikine gidiyor.

İzlanda, operasyonu yiyince bakalım rotasını değiştirecek mi? Başka operasyonlara da hazırlıklı olmalı! Bu savaş, böyle bir savaş! Türkiye de çıkarları gerektirdiği için, Orta İrtifa Hava Savunma Sistemini Çin’den alacaktı. Operasyonları yiyince, çıkarlarının gerektirdiğinden vazgeçti!

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK  

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar ; ‘Y’ MHP mi ?

MHP

Ankara 12.Sulh Hukuk Mahkemesi’nden çıkan kayyum kararının ardından MHP’ye paralel yapının operasyon yaptığı tartışmaları başladı.

CHP’de K.Kılıçdaroğlu’nu liderliğe taşıyan senaryonun, şimdi  MHP’de sahnelenmeye çalışıldığı belirtiliyor…

Yargı Kurumunun ve adaletin çok tartışılır olduğu bu sırada,

Muhaliflere destek veren eski MHP Sivas İl Başkanı Ragıp Özkan’ın, dava öncesi 25 Mart’ta sosyal medyada paylaştığı  “Hakimler kararnamesinde korktuğumuz olmadı. 12’nci Sulh Hukuk Mahkemesi hakimi görevine devam edecek. Kongre artık kaçınılmaz” ifadesi kulisleri hareketlendirdi.

MHP lideri D.Bahçeli, “Kolay kolay partiyi teslim etmeyiz” dedi.

Gözler Sulh Hukuk Mahkemesi’nden çıkan ve temyiz edilen kararın Yüksek Mahkeme’nin vereceği hükme yöneldi.

MHP Yargıtay’dan da olağanüstü kurultay kararı çıkarsa, önce Anayasa Mahkemesi’ne ardından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmayı ve olağan kongre sürecine kadar zaman kazanmayı düşünüyor.

Peki ama ne oldu,ne oluyor?

Söylenecek çok söz vardır ama hatırlayınız; meselâ 1995’de Encümen-i Daniş’in Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakan Tansu Çiller’e verdiği, “Anayasaya dayalı demokratik ve lâik düzenimizi kökten tahrip etmeyi ve yerine şeriata dayalı devlet düzenini zorla uygulamayı amaçlayan beyan,eylem ve davranışlara girildiği görülmektedir.Türkiye’yi temelinden yıkmak, ülkeyi ve milleti bölmek isteyen sorumsuz kurum ve kişilere karşı yasal, idari ve yargıya yönelik ciddi tedbirlerin alınmasını öneririz” mektubundaki düşünceye itibar edilmemişti.

Öyleyse, bugün Türkiye devlet hayatında Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün,”Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müridler,meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat medeniyet tarikatıdır” düsturu mazide kalmıştır…

Çünkü ABD neoliberalizmi, Türkiye’den Gülen Hizmet Hareketi ve AKP iktidarı ve Arap ülkelerinde de Müslüman Kardeşler Örgütü ve benzerleriyle,

İslam’ın siyasal sistem dışına itilmiş olması halinin toplumsal istikrarı sağlamadığı, otoriter yönetimlerin varlıklarını sürdürmek için ülke dinamiklerini tükettiği ve hep Batı’ya dayanmak zorunda kaldıkları konusunda işbirliği yapmıştı.

İktidar olmak karşılığında da siyasi ve ekonomik usullerle o ülkelerle net  bağımlılıklar kurulması ve ortaklaşa denetim sürecinde güvenlik,istikrar ve büyüme sağlanacağı vaadi ile aslında, İslam dünyasından maksimum kârın yapılması  ve İsrail’in itikâdi,siyasi, askeri güvenliğinin sağlanması öngörülmüştü.

F.Gülen’in Hizmet Hareketi yıllarca insanların eğitim, sağlık gibi alanlarda kalitelerini oluşturmayla insan sermayesi yatırımı ve kişiler arası ilişkilerin,güvenin, duyarlılıkların sağlanması ve hedefe yönelişlerinden sağlanan sosyal sermaye yatırımından;

AKP hükümetinin katkısıyla küresel sermayeye entegre edilen islami sermaye birikimi oluşturmuş ve bir süreçte;

Türkiye Cumhuriyeti devletinin icra, yürütme, yargının tüm kurumları ve silahlı kuvvetleri üzerinden hem toplumun mimarı hem de sigortası olarak kabul edilmişti…

Güçlü ve istikrarlı yürütme arayışında parti sisteminin parçalanmışlığı sonucunda ortaya çıkan koalisyon deneyimlerinden alınan dersle,

Hizmet Hareketinin bütüne eşit mesafede olacağı: AKP’nin milletin vicdanı ve kimlikleri üzerinden politika yapma anlayışında pekişeceği: Atatürkçü ideoloji ile daha çok mücadele: Kürt Sorunun çözümünde özür dileyen ve affeden bir devlet anlayışı: dini ve kimlik ayrımcılığının sona erdirme iddiası: hayır,hasenat,sadaka, zekat sistemini sosyal devlette sistematikleştirerek  istihdamı geliştirici hedefte ve yapıda Yeni Türkiye portresi oluşturuldu.

Sistem “İleri Demokrasi-Eksiksiz Temsiliyet” olarak sunuldu…

Buna karşın Atatürk ilke ve inkilaplarından yetişen  ulusalcı, ülkelerarası ve sınıfsal eşitsizliklere karşı isyankâr tutumdan gelişen bağımsızlıkçı: devrimci:Atatürk Milliyetçisi karakterin siyasi temsilcisi CHP;

Yeni Türkiye düzeninin belirleyeni Hizmet Hareketinin işaretiyle seçilmiş Kılıçdaroğlu ile yeniCHP’ye başkalaştırıldı.

Atatürk Milliyetçiliği yok edilirken, AKP’nin yanında YCHP’nin sosyal demokratlar, sosyal liberaller ve sosyalistlerle “Değişim ve Demokrasi” sloganıyla yola devam etmesi sağlandı.

Bir süre sonra  Batı ve Doğu dünyası; İslamcılığın demokrasi ile bir ilgisinin olmadığını: İslamcılıkla ülke ekonomilerinin rekabetçi baskılara dayanabilecek bir ekonomi varlığı içinde tutulmasının olanaklı olamayacağını: İslami Cihad’ın İslamcılığın bir sonucu olduğunu: Bu yüzden İsrail’in güvenliğinin beklemede kaldığını: Eğer Arap İslam ülkelerinde İslamcı terör örgütlerinin ortadan kaldırılmaması halinde Ortadoğu’dan dünyanın parçalanacağını kavradı.

Bugün ABD’nin tek kutuplu evrensel hukuku ile Rusya ve Çin’in çok kutuplu evrensel hukuk savaşımına rağmen uluslararası bir ittifakla İslamcılık, türevi İslami Cihad örgütleriyle mücadele yürütülüyor…

Türkiye’de de din ve siyaset üzerindeki tartışmanın diğer Müslüman ülkelerin aksine, Atatürkçü bir esas olan ve nihai amacı dini  bireyselleştirmek ve kamusal hayatta görünürlüğünü sınırlamak anlamında anayasal lâikliği,

15 yıllık iktidarında kökten tahrip etmeyi ve yerine şeriata dayalı devlet düzenini zorla uygulamayı amaçlayan AKP-Gülen Hizmet Hareketi paralel yapısı yerine,

Merkez sağ partilerin sahip çıktığı devletin çeşitli dinlere karşı tarafsızlığı ve dinin kamusal alanda görünürlüğüne izin veren pasif lâiklik ikame ediliyor…

Yani Gülen Hizmet Hareketi tasfiye oluyor…

Ne ki, Hizmet Hareketinin sosyal sermaye yatırımlarının içinde en etkilisi olan ve yeni Türkiye’nin Encümen-i Daniş heyetinin de aralarında olduğu hukukçular, aydınlar, yazarlar, çeşitli branşlardan akademisyenler, yeniCHP ve MHP’liler;

Laiklik,demokrasi, anayasa,vatandaşlık, kimlikler, üniter devlet,eğitim,yeni bir jenerasyonun oluşturulması velhâsıl her konuda halâ yeni Türkiye’ye yol haritası belirliyor.

Siyaset yapmanın yegâne yolunun parti kurmak olmadığı, siyasetin toplumun ortak yaşam alanının inşasına yönelik bir faaliyet olduğundan siyasi partiler dışında sivil toplum kuruluşları, medya, meslek örgütleri ve bireylerin siyasal alanın diğer temel aktörleri olduğu,

Ancak hâlihazırda siyasal sistemin saydamlık ve hesap verilebilirliğe getirdiği sınırlar nedeniyle bu temel işlevi yerine getirmekte güçlük çekildiğine vurgu yapılıyor.

Ya? Siyasi rekabetin intikama dönüştüğü bir ortamda yürütmeden hesap sorulması, dengelenmesi ve denetlenmesi açısından yasamanın taşıdığı öneme,

TBMM’nin içindeki organlarda sürdürülen faaliyetlerin hesap sormayı kolaylaştıracak şekilde etkinleştirilmesi gerektiğine,

Bu yüzden demokrasinin güçlendirilmesi için yerel yönetimler de güçlendirilerek, denge ve denetleme mekanizmasını güçlendirecek şekilde siyasal sisteme entegre edilmesi ve kuvvetler ayrılığı düzenlemelerinin hayata geçirilmesi isteniyor.

Çoğulcu anlayışın benimsenmesinin toplumsal barışın garantisi olacağı  belirtiliyor.

Teminen adı Alpaslan Türkeş’in Milli Doktrin-Dokuz Işık olarak ortaya koyduğu ülkücülükte patentleşen MHP’nin vizyonu;

Lider ve yönetici heyetlerinin yetersizlikleri ve dirençsizliklerinden hareketle,

Arap dünyasındaki demokrasi taleplerini desteklemenin ilkesel olarak doğru bir tercih olduğu,

Rağmen ideoloji ve kimlik esaslı değil insan hakları, çoğulcu demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerler esaslı,

Demokratikleşme, insan hakları ve eşit vatandaşlık olmak üzere temel iç meselelerin halledilmesi halinde Türkiye’nin Ortadoğu’ya anlamlı mesajlar verme ve bölgenin geleceğinde olumlu rol sahibi olacağı iddiasına çevrilmeye çalışılıyor.

Türk milliyetçiliği tıpkı Atatürk Milliyetçiliği gibi her türlü kurumsallıktan dışlanmaya yazıyor.

D.Bahçeli “Bizim paralele teslim edecek bir partimiz yok. Okyanus ötesindekiler ne  yaşamışsa  müstehaktır! Bunlar ABD’nin kuklası, İslamiyet’in yüz karalarıdır”diyor.

AKP ise “Canıma comcom!”

13.4.2016

Ahmet Kılıçaslan Aytar

Hazar ile Hint okyanusu birleşirse…

 

    Tüm dengeleri değiştirecek proje

İran- Rusya ve Azerbeycan arasında, Hazar denizini- İran körfezine bağlayacak kanal projesi yeniden gündeme alınıyor. Geçtiğimiz hafta İran’ın Rusya’daki Büyükelçisi tarafından yapılan açıklamaya göre, Hazar denizini İran üzerinden geçerek İran körfezine inecek su kanalı projesi için Rusya ve İran’ın ana yatırımcılar olacağı belirtiliyor. 1990 lı yıllarda ilk görüşmelerine başlanan ancak İran’a uygulanan ambargolar nedeniyle yarım bırakılan ‘Trans- İranian Caspian Canal’, yaklaşık 7 milyar dolar değerinde bir su yolu projesi. Özellikle İran ve Rusya’nın ileride Batı’nın baskısıyla Türkiye boğazlarının engelleme yapması ihtimaline karşı düşündükleri boğazları by pass projesi, Rusya,Azerbeycan,Kazakistan petrolünü ve Türkmenistan’ın doğal gazını en kısa yoldan sıcak denizlere indirme olanağı sağlıyor. Rusya için petrol ve doğal gaz satışı gibi ekonomik getiri yanında Hazar denizindeki Hazar Filosunu, İran Boğazı ve Hint Okyanusuna indirme gibi askeri-stratejik bir yarar sağlayan İran Su Yolu projesi, birincisi İran’ın Batısından İran körfezine, ikincisi ise İran’ın Doğusundan Hint Okyanusuna geçiş olmak üzere iki ayrı biçimde planlanıyor. Teknik uzmanlar İran-Rusya ortak yapımı olarak gerçekleştirilmesi halinde Trans İranian su yolunun yapılan masrafları 1.5 yıl içinde geçiş ücretlerinden karşılayacağını hesaplıyorlar.

İran’ın Hazar ile İran körfezini birbirine bağlayan su yolu projesi yanında bu yolun çok masraflı olması durumunda Rusya’nın çok daha ucuza mal olacak ‘hızlı trenyolu’ bağlantısı teklifi üzerinde de durduğu belirtiliyor. Bazı Rus uzmanlarının, Hazar Denizinin okyanus deniz seviyesinin 25 metre kadar altında olması nedeniyle su kanalının hidrolik alanında masraflı bir yol olacağı ve İran içinde su baskınları tehlikesi yaratacağı uyarısı karşısında, ikinci bir seçenek olarak hızlı trenyolu ve boru hattı projelerinide gündemde tutulacağı ifade edildi.

Mahir Tan  LondraPosta-Londra    

Bülent Esinoğlu; Profesyonel ordu,Şirketlerin ordusudur

Şiddetin “alınır satılır” meta olması!

Bülent ESİNOĞLU

Bildiğiniz gibi devlet toplumsal düzeni elinde tutabilmesi için şiddetin tekelini elinde tutması gerekir. Şiddettin tekelinin devlete verilmesine varılıncaya kadar insanlık çok büyük bedeller ödemiştir.

Sonunda halklar ve toplumlar kendi rızalarıyla şiddetin tekelini devlete vermişlerdir.

Devletin bu şiddeti hangi kurallar altında kullanacağı da, tarih içinde belirgin hale gelmiştir. Bu konuda yasalar ve gelenekler uygarlığın temelini oluşturmuştur.

Savaşın özelleştirilmesi

Devleti oluşturan ana kuvvet bildiğiniz gibi ordudur. Kapitalizmin geldiği son emperyalist aşamada, ordu güçlerinin özelleştirilmesi esas alınmıştır.

Ordu güçlerinin özelleştirilmesi ve güvenlik şirketleri; Fiziksel gücün ve şiddetin ihale yoluyla sağlamsı, yani parayla şiddet satın alınmasıdır.

Bu anlamda şiddetin alınır satılır bir metaa dönüşmüş olması, mafyanın meşru zeminden aldığı payın artması demektir.

Mafyanın giderek meşruiyeti kuşatması, yeni isimlerle anılmasına yol açmıştır.

Şiddetin alınıp satılmasını da kapsayan bu yeni oluşumun adının, Güvenlik Endüstrisi olması artık kanıksatılan bir husustur.

Ülkemizde de, savaş sanayisinin özel sektöre açılması anlattıklarımıza benzer sonuçlar üretmeye başlamıştır. Kırıkkale Fabrikasından proje çalınması buna en iyi örnektir.

Silahın olduğu yerde devlet yoksa mafya vardır.

Amerika’daki yeni güvenlik endüstrisi o kadar büyümüş ve gelişmiştir ki, ürettikleri şiddet ve silahı satamazlarsa büyük iflaslar olacaktır.

Örtülü ve kirli savaşlar olmazsa bu endüstri batacaktır.

Kapitalizm bir yandan şiddeti özelleştirirken, öte yandan bu silahı ve şiddeti satacak pazarlar üretmek durumundadır.

Şiddetin ve silahın pazarlanması gizli servisler aracılığı ile yürütülür.

Mafyalaşan kapitalizme karşı direncin artması, yeni güvenlik endüstrisinin sonunu getirecek gibi görünmektedir.

Zaten emperyalizmin ve çok uluslu silah şirketlerinin çıkmazı da buradadır.

Türk ordusunun profesyonel orduya dönüştürülmesi için Batı ülkelerinin yaptığı baskılar zaman zaman sonuç vermektedir.

Milli ordudan profesyonel orduya geçmek demek, şiddetin tekelini bir avuç şirket yetkilisine devretmek demektir. Şiddetin alınır satılı bir meta haline gelmesi demektir.

Güvenlik endüstrisinin elemanları sivil insanlardan oluşur. Kar dürtüsü; şiddeti hangi mecralara götürür orası belli değildir.

Devletin şiddet tekelini başka ellere teslim etmek, belki kar getirir ama insanlığa bir yarar sağlamaz.

Güvenliğin özelleştirilmesinin ardından “özel yüklenici” şirketler, “silah kiralama”, “kiralık asker”  gibi ilişkiler hayatımıza girecektir.

PKK ile savaşı kiralık şirketlere ihale edebilir misiniz?

Profesyonel ordu; şirketlerin ordusudur. Milli ordu; halkın ordusudur.

11.4.2016,bulentesinoglu@gmail.com

Nurullah Aydın; Elektronik İstihbarat

Nurullah AYDIN

11 Nisan 2016-ANKARA

ELEKTRONİK İSTİHBARAT

İstihbarat örgütleri; dünya pazarlarında rekabet eden uluslararası şirketler, organize suç örgütleri hatta sıradan vatandaşlar bile bugün teknolojik yöntemlerle bireylerin ya da kurumların iletişimine müdahale edebilmektedirler.

Gelişen teknoloji; bireylerin adam adama markaj yöntemiyle izlenmesi metodu yerine teknik takip ya da elektronik harp denilen metotları öne çıkarmıştır.

Elektronik takip, İşitsel takip, (taşınabilir minyatür vericiler, telefon dinleme aygıtları, gizli mikrofonlar ve kaset kaydediciler).

Görüntülü takip (fotoğraf makineleri, kapalı devre ve kablolu televizyon, gece görüş araçları veya uydular) ve

Algılayıcılarla takipte ise, manyetik algılayıcılar, sismik algılayıcılar, gerilim algılayıcıları, kızılötesi algılayıcılar ve elektro manyetik algılayıcılar kullanılmaktadır.

Silahlarımıza hedef saptırılabilir.

Atış kontrol sistemlerimizin modernizasyonunun asla İsrail’e yaptırılmamalıdır. Atış kontrol sistemlerimizin modernizasyonunun zulüm ile anılan ülkelere yaptırmak büyük yanlıştır. Motor yurtdışından zaten temin ediliyor. Montajı burada yapılacaktır. Yani büyük bir sorun olmaz. Bu sistemler programlanabilir. Yani bizim bilgimiz dışında yazılımlar ve programlar yüklenirse bir savaş durumunda verilen sinyaller ile hedeften sapması sağlanabilir. Diğer taraftan sinyaller aracılığıyla hareketleri modernizasyon yapan ülke tarafından kontrol edilebilir. Hedefler vurulmaz, komuta kontrol sistemleri bir yerlere kod gönderebilir. O bir yerlerde terör ile anılan İsrail olunca tehlikenin boyutu iyice artmış olur.

Savunma sanayimiz bunun üstesinden gelir.

Atış kontrol sistemi elektronik optik esaslı olup tankların en önemli ve teknolojik yeridir. Bu daha önce tank modernizasyonu kapsamında İsrail’e yaptırılmıştı. Oysa Türkiye’de bu teknoloji mevcuttur. Savunma firmalarımız bu işin üstesinden gelecek durumdadır..

Türkiye’nin bu elektronik araç ve gereçler açısından 1951 yılında NATO’ya girmesi ile birlikte ABD askeri ağına fiilen girdi. Türkiye göbekten İsrail, ABD ve İngiltere’ye bağlanmıştır.

Komple bir paket olarak başta tank modernizasyonu olmak üzere araçlarımızın bakım onarımları emperyalist ülkelere yaptırılmamalıdır.

Şifreler ellerinde

NATO doğrultusunda yapılan askeri anlaşmalar ile teknik donanım haberleşme ve tüm iletişim faaliyetlerinin ortak NATO şifreleme sistemine göre şekillenmiştir.

Ağırlıklı olarak hava ve deniz araçlarındaki yazılımlar ABD firmalarınca dizayn edilmiştir. Türk yazılım firmaları bu konuda yer almamıştır. 1990’dan sonra ise İsrail teknoloji transferi ile özellikle hava kuvvetlerinde elektronik mekanizma İsrail teknolojisine dayanmış kara birliklerinde ise tank modernizasyonu İsraillilere verildiği için tank atışlarındaki mekanik yapı şifreleme kodu yine İsrail’in eline geçmiştir..

İnsansız uçak anlaşması da belli ülkelerle yapılmıştır.

2005 yılında ise insansız uçak anlaşmasının da İsrail ile yapıldı. İsrail ve ABD insansız uçak olayını Lübnan, Filistin, Irak ve Afganistan’da uygulamaktadır. Sadece iddia edildiği gibi bir coğrafi alan fotoğraflaması için değil silah ile donatılarak yerdeki hedefleri de yok etmektedir. Irakta birçok kişi bu yolla katledilmiştir..

MİT’in araç gereçlerinin de ülkemiz için risk oluşturan gizli servisler tarafından sağlanıyor.

MİT’in tüm istihbarat araç gereçleri tamamen İsrail-MOSSAD, ABD-CIA, İngiltere-MI6 ağına göre dizayn edilmiştir. Dolayısıyla TSK’nın, Emniyet Teşkilatının ve MİT’in ABD, İngiltere ve İsrail elektronik ağı içinde olduğu bir durumda bunlardan ayrı bir şekilde hareket kabiliyetimiz yoktur. İşte Türkiye’nin elini kolunu bağlayan budur. Türkiye hareket edememektedir. Askeri casus uyduları ile Türk güvenlik güçlerinin hareket alanı belirlenebilmekte koordinatları tespit edilebilmekte ve PKK’ya rahatlıkla yansıtılabilmektedir.

Güvenlik kuvvetlerinin büyük kayıplarının nedeni budur. Ulusal yazılım için ASELSAN artık devreye sokulmalıdır.

Dış güdümlü elektronik sistemlerinin kontrol dışı bırakılacak, uydu müdahalesini bertaraf edecek yeni elektronik sistemleri geliştirilerek silahlı gücümüz millileştirilmelidir..

Günün Sözü: Olan biteni doğru kaynaktan öğren ki yanılmayasın.

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Cenevre (yeniden)

YENİDEN CENEVRE

BM Suriye özel temsilcisi S.de Mistura, Suriyeliler arasında diyalog görüşmelerinin yeni turunun 13 Nisan’da başlayacağını açıkladı.

Görüşmeler Suriye hükümetine sunulan 11 maddelik bir öneri paketi çerçevesinde yürütülecektir.

Buna göre görüşmelerin;

BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı “ateşkesin sağlanması ve ülkede siyasi çözüme ulaşılması” çağrısı ve 2015 sayılı ” Suriye’de barış süreci için yol haritası konusunda ön anlaşma” kararı doğrultusunda,

Devlet kurumlarının uluslararası kriterlere göre ıslah edilmesi: Suriye ordusunun yeniden yapılandırılması: Savaştan zarar görenlerin desteklenmesi: Mültecilerin geri dönüşü için uygun şartların hazırlanması: Suriye’nin toprak bütünlüğünün ihlâl edilemeyecek şekilde korunması:

Her türlü dış müdahalenin reddi: Demokratik bir hükümetin oluşturulması: Parlamentoda yüzde 30 kadın kotası uygulaması: Geçiş dönemi güvenliğinin sağlanması: İntikam almaya dönük eylemlerin önlenmesi başlıklarında yürümesi öngörülüyor.

13 Nisan’da yapılması beklenen Halk Meclisi seçimleri için gerekli hazırlıkların da tamamlandığını  belirtiliyor.

Ama hem Suriye Hükümeti’nin hem muhaliflerin kendi pozisyonlarında ısrar etmeleri Cenevre sürecini ve görüşmelerini çok zorlu kılıyor…

Birincisi; Cenevre’de Suriyeli Kürtlerin temsil edilmesi konusu tartışılıyor.

İkincisi; Ateşkesi kabul ettiklerini açıklayan silahlı gruplarda büyük bir değişim gözleniyor.

Böyle ise bu silahlı grupların bölgedeki durumu ağırlaştırması yönünde bir siyasi karar mı verildiğini yönünde endişeler doğuyor.

Halep’te Kürtlerin bulunduğu mahallelere yönelik Türkiye’nin eğitip donattığı gruplar ciddi saldırılarda bulunuyor.

Buna karşılık Kürt Halk Koruma Birlikleri’de (YPG) Arap ve Türkmen ortaklarıyla birlikte kurdukları Suriye Demokratik Güçleri’yle hem IŞID’e yönelik hem Türkiye’nin müttefiklerine yönelik operasyonlarını sürdürüyor.

Kürtlerin ittifak kurduğu etnik unsurlardan aldığı kredi, Suriye’nin bütünlüğü sözü üzerinedir.

Bu bütünlüğü bozacak herhangi bir gelişmenin çözülmeyi de beraberinde getireceği öngörülüyor.

O yüzden bu güçlerin karşı karşıya olup durumu müzakere etmeleri gerekiyor…

İslam Ordusu ya da Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) olarak bilinen silahlı gruplar Lazkiye, Homs ve Hama kırsallarında ateşkes anlaşmasını ihlâl ediyor.

Doğrudan Türkiye ve Suudi Arabistan’a bağlı Ahrar Şam ve İslam Ordusu, Suriye’nin kuzeyinde büyük bir cephe açmak için Nusra’ya katılmıştır.

El Kaide’nin Suriye kolu Nusra Cephesi Halep’te terör saldırılarına hazırlık yapıyor.

Türkiye’nin ateşkesin daha ilk haftasında bu silahlı gruplara büyük çapta askeri lojistik sağladığı biliniyor.

Türkiye hükümeti Suriye’deki sorunun siyasi yollarla çözülmesi gibi bir düşüncede olmamakla itham ediliyor…

Elbette bu ithamın bir geçmişi de bulunuyor.

ABD’nin Suriye’de iki tarafın dengelenmesi görevini önce Ortadoğu pazarından hisse kapmanın peşinde olan ulusal koalisyonun hamisi Fransa’ya verdiği,

Fransa’nın da bu misyona  Osmanlıcı vizyonuyla Sünni ile Şii dünyası arasındaki karşılıklı bağımlılığı zayıflatmayı öngören bir strateji izleyen,

Suriye Kuzey’ini ve Irak Kürdistan Bölgesi’ni petrolüyle birlikte Misak’ı Milli topraklarına katma hevesinde olan,

Ama bu siyasetin sona ermesi halinde iflas edeceği aşikar Recep Tayyip Erdoğan iktidarıyla Türkiye’yi memur ettiği biliniyor.

Halep, muhalif Ulusal Koalisyon ile Esat rejiminin dengelenmesinde stratejik öneme sahiptir.

Recep Tayyip Erdoğan, ABD koalisyonunun İslamcı terör örgütleriyle yaptığı mücadelenin başarılı olması için Suriye muhalifleriyle bağlantının Halep merkezinde dar bir koridora sıkışmış olması durumundan hareketle,

Halâ bir şekilde “Suriye’de 36.paralelin üstünün güvenli ilan edilmesi gerekir” stratejisinde ısrarlıdır.

Şimdi Türkiye, Suriye’nin batı tarafında çatışmaların durmasının ardından Türk Özel kuvvetlerin yönlendirmesiyle Özgür Suriye Ordusu’nun kuzeybatı bölgesinden İŞİD’e yönelik yerlere kaydırılmasını talep ediyor.

Halbuki Türkiye, bu bölgede ekonomik kaynaklar üzerinde egemen olunacağı senaryosunu IŞİD ile birlikte yürütüyordu.

Ya da petrol gelirlerine konmak, mevcuttaki kaçak petrolden kazanmak ama  pastayı Kürtlere yedirmemek için uzun süre hem Nusra Cephesi, hem Müslüman Kardeşler örgütü, hem de IŞİD’le birlikte Suriye’de hem Kürt köylerine hem de Alevi köylerine yapılan saldırılara  ortak oluyordu.

Bu yüzden şimdilerde Erdoğan, Suriye’de ve Irak’ta radikal örgütleri silahlandırıp yönlendirmek ve savaşa salmak: diğer bir devletin iç işlerine müdahale etmek: başka bir devlet sınırları içinde iç savaş çıkarmak: insan hakları saygılı olmamak: barışı tehdit edici davranışlardan uzak durmamak: hukuku ihlal edenlerle yardımlaşmak fiilleriyle itham ediliyor.

Özellikle Suriye’de yaşanmakta olan insani durumu ahlâksız bir ticarete dönüştürmekle suçlanıyor…

Üstelik Suriye ordusu ve müttefikleri de ateşkesin çökme olasılığına karşı hazırlıklıdır.

Çok yakında Halep çevresinde geniş çaplı bir temizlik operasyonuna başlayacağı,

Yapılacak olan operasyonların eskisinden farklı olacağı,silahlı gruplara savaşı sürdürmek için yeni silahlar ve teçhizatlar verildiği ve yeni taktikler geliştirildiğine göre onlara yeni yöntemlerle müdahale edilmesi gerektiği bildiriliyor.

Nitekim İran’ın Yeşil Bereliler diye adlandırılan seçkin birlikler, Hizbullah güçleri,Kürtler Halep kırsalına konuşlanmıştır.

Ruslar da bu hazırlıklara katılıyor; çünkü Ruslar, Nusra Cephesine bağlı silahlı grupların aldıkları yeni silah ve teçhizatla ateşkesi çiğnediğini düşünüyor.

Halep’in güney ve batısının tamamen temizlenmesi ve bu grupların Türkiye ile bağlantı hattının kesilmesi hedefleniyor…

Bu sırada Suriye’ye yeni anayasa hazırlığı konusunda ABD ve Rusya’nın görüşmeler yapıyor.

Bu iki ülkenin beş yıllık Suriye savaşını bitirme konusundaki kararlılığını ve “Samanlık yanarken önce sıçanlar yanar” sözünün doğruluğunu gösteriyor.

Kimse o sıçanlar ?

11.4.2013

AHMET KILIÇASLAN AYTAR

adım,adresim,evim Karabağ…

    Londra’da Azerbeycan ağırlığı

Yaklaşık iki haftadır süren Karabağ çatışmaları

İngiltere’deki Azeri toplumunu sokağa döktü. Geçtiğimiz hafta Ermenistan Elçiliği önünde Ermeni Saldırganlarını protesto eden Azeriler 10 Nisan günü Trafalgar meydanı ve İngiltere Başbakanlık binası önündeydiler. Ciddiye alınır bir Ermeni karşı-gösterisinin yer almadığı Londra protestolar sahnesinde Azeri toplumu özellikle genç Üniversiteli öğrenci çoğunluğu ile dikkatleri üzerinde topladı. Ermenistan’ın Azerbeycan toprağı olan Karabağ’ı vahşi saldırılarla işgal ettiği 22 yıl öncesine bakıldığında Azeri toplumunun, vatan toprağını düşman elinden kurtarmak için ciddi, bir hazırlık yaptığını gösterdi Londra protestoları.

10 Nisan Günü Trafalgar meydanında yapılan gösteri Azeri Gençlik örgütleri tarafından organize edilirken, Londra’da yaşayan Türk toplumundan da büyük destek geldi. Trafalgar Meydanında başlayıp, 10 Downing Street’te Başbakanlık Binası önünde devam eden protestoya İngiltere Türk Dernekleri  Federasyonu, Azeri Evi, Türk Devletlerine ait bayraklarla katılan temsilciler ve çok sayıda Azerbeycan ve Türkiye yurttaşı katıldılar.

LondraPosta-Londra

Türker Ertürk; Pendik’te bir şehit cenazesi

ŞEHİDİN ÜZERİNDEN İSTİSMAR

Dün (08 Nisan 2016/ Dumankaya Cami);  Şehit Jandarma Binbaşı Ahmet Karaman’ın cenaze töreni için Pendik’teydim. Cumhurbaşkanı Erdoğan için alınan koruma tedbirleri, anlatılamaz boyuttaydı. Cenazenin yanına yaklaşamadım bile! Protokol ile halkı, tamamen ayırmışlar.

Cami avlusuna giremedik ve Şehidimizin önünde cenaze namazını kılamadık. Uzaktan ve bahçeden, olduğu kadar görevimizi yapmaya çalıştık.

Pendik’in nüfusu 700 bin, İstanbul’un ise 15 milyon ama cenaze törenine gelenler çok çok az. Resmi görevlileri, askerleri, sivil polisleri çıkarırsanız, halk azınlıkta kalır. Bunun en büyük nedeni; AKP iktidarının ve Erdoğan’ın söylemleri ile bölünen ve kamplaşan toplum ile yaygın terör ihbarları olsa gerek.

Törendeki amaç çok açık; Şehidin üzerinden istismar yaparak, milliyetçi duygulara oynamak ve faşizmin anayasasını geçirerek, “başkan” olmak için destek bulmak.

Protokoldeki siyasilere baktığımda gördüğüm gerçek; terörü azdıran, azması için teröristlerle masaya oturan, askeri mücadele etmesin diye kışlasında tutan ve mücadele eden askerlere operasyon yapanlar, suçlular, yani Şehit Binbaşı Karaman da dahil, şehitlerimizin sorumluları oradaydı.

Namazı kıldıran ve duasını yapan hoca kimdi bilmiyorum ama, bu kadar ruhsuz ve duygusuz duaya hiç şahit olmadım. Ayrıca; Mustafa Kemal Atatürk’ün adı da anılmadı. Oysa ki; her şehit askerin duasında anılması, Türk Silahlı Kuvvetleri açısından gelenektir.

Biz görevdeyken; mutlaka hocaya bu husus anımsatılır ve takibi yapılırdı.

Şehidimize Allah’tan rahmet, ailesine, yakınlarına ve Yüce Türk Ulusuna başsağlığı ve sabırlar diliyorum.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

Panama Kağıtları Cameron’u zorluyor

 

         Başbakan İstifa

Panama Belgeleri, İstifa eden İzlanda Başbakanı’ndan sonra daha büyük bir hedefi İngiltere Başbakanı David Cameron’u zorluyor. 9 Nisan günü Londra’da Başbakanlık binası 10 Downing Street önünde toplanan binlerce protestocu Başbakan Cameron’un istifasını istedi. Aynı gün yine Londra’da toplanan Muhafazakar Parti İlkbahar Forumunda partililere konuşan David Cameron ise, bir gün önce yaptığı konuşmada Babası İan Cameron’un Panama şirketi ‘Mossack Fonseca’ da hisselerinin bulunduğunu kabul etmesinin doğurduğu sonuçları tamir etmeye çalıştı. Panama belgelerinin yayınlanmaya başladığı 1 hafta önce ‘kendisinin ve ailesinin bu tür vergi cenneti hesaplarıyla hiçbir ilgisinin bulunmadığını’ söyleyen Başbakan Cameron, 6 gün bekledikten sonra 7 Nisan tarihinde babası İan Cameron’un ‘Mossack Fonseca’da yatırım hisseleri bulunduğunu kabul etmişti. Sözkonusu skandal sırasında ‘olayı kötü yönettiğini’kabul etmek zorunda kalan Cameron’un ‘İngiltere’deki vergi belgelerini’ açıklaması bekleniyor.

    Muhalefet’in hedefinde

İngiltere Başbakanı Cameron, babasının ve muhtemelen ailesinden başka bireylerin vergi kaçakçılığı gibi ciddi bir konuda suçlanmasının önemli sonuçlar doğuracağı belirtiliyor. Mayıs ayında Belediye seçimleri dolayısıyla seçmen karşısına çıkacak olan Muhafazakar Parti’nin Başbakan’ın kendi kabuluyle ‘vergi sorunları’ yaşadığının anlaşılması ile önemli kayıplara uğrayacağı vurgulanıyor. Muhalefet teki İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn,yaptığı açıklamada ‘David Cameron’un vergi belgelerini açıklamasını bekliyoruz. Ancak her hal ve karda zenginlerin vergi cenneti olarak bilinen ülkelerde milyarlarca dolar vergi kaçırmalarının önüne geçecek yasal düzenlemeler gerçekleştirilmelidir’ dedi.

Başbakan Cameron, vergi cennetlerinde para saklamanın yanında bir başka açıdan da suçlanıyor; İngiltere’de politik teamüle göre çok ciddi bir suçlama olan ‘Kamuoyunu yanlış yönlendirme’. Cameron’a yöneltilen bu suçlama Başbakan’ın Panama belgeleri yayınlanmaya başladığı ilk günlerde kendisinin ve ailesinin bu hesaplarla hiçbir ilgisinin olmadığını açıklaması, 6 gün sonra ise Babasının ‘Mossack Fonseca’ hesabını kabul etmesine dayanıyor. BBC dahil İngiltere’deki birçok önemli medya organının yorumcuları ‘Cameron’un açıklayacağı vergi belgelerinde önemli bir miktar vergi kaçağı görülürse’ Cameron’un istifasının ciddi olarak gündeme getirileceğini vuırguladılar.

Mahir Tan       LondraPosta- Londra

Ahmet Kılıçaslan Aytar; ‘Türkiye İsrail ilişkileri olumlu yönde seyrediyor demeye dilim varmıyor.’

SÖZDE LÂİK TÜRKİYE VE YAHUDİ DEVLETİ

Haziran 2015′ te Roma’da gerçekleştirilen görüşme ardından kamuoyuna yansıyan İsrail-Türkiye temasları son etabı 7 Nisan’da Londra’da yapıldı.

Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı F.Sinirlioğlu ile İsrail Özel Temsilcisi J.Ciechanover başkanlığındaki heyetler; İkili ilişkilerin normalleşmesi için yapılan müzakerelerin akabinde bir sonraki toplantıda anlaşmayı sağlayacak mutabakat metninin nihaî hale getirilmesi ve farklılıkların giderilmesi yönünde ilerleme kaydettiler.

2010’da İsrail’in Gazze ablukasını kırmak üzere yola çıkan Mavi Marmara gemisini durdurmak üzere düzenlediği operasyonda dokuz Türk’ün hayatını kaybetmesiyle Ankara-Tel Aviv ilişkileri kopma noktasına gelmişti.

Diplomatik ilişkiler ikinci kâtiplik seviyesine indirilmiş, Türkiye ilişkilerin normalleşmesi için özür dilenmesi: hayatını kaybedenler için tazminat ödenmesi: Gazze’deki ablukanın kaldırılması şartlarını öne sürmüştü.

2012’de ABD İstihbarat Topluluğu (Intelligence Community) “İsrail Sonrası Ortadoğu’ya Hazırlık” raporunda Çin’in, İslami uyanış, radikalizm ve Filistin yanlısı kuvvetin yükselişi sonunda İsrail’in daha uzun süre ayakta kalamayacağını bildiriyordu.

ABD’nin giderek İsrail’i desteklemeyi sürdürecek askeri ve ekonomik kaynaklarının olamayacağına, üstelik İsrail’e verilen destekte ABD halkında güçlü muhalefet oluştuğuna işaret ediliyordu…

Sonra Haziran 2013’te G8-Kuzey İrlanda Zirvesi’nde, Rusya ile iç savaşı  yayılma potansiyelinde olan Suriye’nin sorunlarını çözümlemek, merkezde yer alan İsrail-Filistin arasında yeni bir barış planını teşvik etmek üzere mutabakata varıldı…

İsrail’in yakın gelecekte HAMAS’la, sonra İran’la doğrudan bir savaş yaşayabileceği öngörüldü.

İsrail ve Suudi Arabistan işbirliğinin ürünü olarak Sünni Arap ülkelerinin İsrail’i bir Yahudi devleti  olarak tanıması ve Filistinlilerle kapsamlı bir barış anlaşması yapılması hedeflendi.

Peşisıra İsrail’in liderliğinde ve Arap Ligi himayesinde NATO uzantısı ortak bir Arap Savunma Ordusu,

Terörle mücadeleye yönelik Suudi Arabistan merkezli ve nüfusunun çoğunluğu Sünni Müslüman ülkeler arasında savunma paktı benzeri bir koalisyon kuruldu.

Türkiye de prensipte  hem ordulaşmayı, hem de savunma paktı benzeri koalisyonu kabul ederken;

Laik Cumhuriyet Ordusunu bir mezhebin buyruğuna veriyordu…

Bu suretle;

Birincisi; Arap ülkelerinin hiç bir zaman tek başına bir değer ifade etmesinin istenmemesi fikrinden gelişen Sünni Arap Ordusu,

İsrail’in çıkarları doğrultusunda Sünni Arap ülkelerinin tutum ve politikalarını ortak bir düzlemde dengeleyecekti.

İkincisi; Suudi Arabistan’ın, İran’ın Şii hilâliyle yayılma stratejisine karşı Şiiliğin bulunduğu her yerde etki alanını arttırmasının ve Şiiliğin yayılmasına karşı kalkan oluşturmasının önü açılıyordu.

Üçüncüsü; Ortadoğu’daki güç merkezi Suudi Arabistan ve İran arasında dağıtılırken,bölgede Sünni Arap ülkeleri ordusunun gerektiğinde doğrudan doğruya Şii İran ordusuyla karşı karşıya kalması öngörüsü sağlanıyordu.

Nitekim 2016’da İsrail Başbakan B.Netanyahu Dünya Ekonomi Forumu’nda,

“Suudi Arabistan, İsrail’in bir düşmandan ziyade müttefik olduğunu görmektedir; çünkü ikisini de tehdit eden iki temel tehdit vardır, İran ve İŞİD.

Eskiden İsrail-Filistin meselesini çözersek daha geniş olan İsrail-Arap meselesinin de çözüleceğini düşünürdük. Şimdi bunun tam tersinin geçerli olabileceğini düşünüyoruz.

Yani şu anda Arap Dünyası ile vuku bulmakta olan bu ilişkileri geliştirmek aslında İsrail-Filistin meselesini çözmemize yardım edebilir. Biz de tam olarak bu amaca yönelik çalışıyoruz ” diyordu…

Bu noktaya getirilen gelişmelerde, Mart 2013’te ABD Başkanı B.Obama’nın aracılığında Başbakan B.Netanyahu dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’dan telefonda özür diledi.

Ardından Türkiye ve İsrail ilişkilerinin normalleştirilmesi için başlayan temaslar 2014 yazındaki Gazze Savaşıyla sekteye uğrasa da özellikle İran’ın sisteme geri dönüşü, Suriye Savaşı ve enerji güvenliğinin önem kazanması gibi nedenler iki ülkeyi ilişkileri düzeltme yoluna itti.

İsrail Türkiye’ye 20 milyon dolar tazminat ödemeyi kabul etti.

Karşılığında tarafların Mavi Marmara davası kapsamında İsrailli askerlere yönelik tüm suçlamaların geri alınması ve  davaların düşmesi,

Türkiye’deki Hamas ofislerinin kapatılması ve faaliyetlerine son verilmesi konusunda anlaştıkları  bildirildi.

Ancak sorun 2007’de HAMAS’ın Gazze’de tek taraflı ilan ettiği yönetim sonrasında İsrail’in denizden, Mısır’ın karadan başlattığı Gazze Ablukası’nda düğümlendi.

Çünkü Mısır, Sina yarımadasının HAMAS ve IŞİD  gibi pek çok cihatçı örgütün eğitim kampına dönüşmesi nedeniyle Gazze ablukasından vazgeçmiyor,

İsrail ise son dönemde Kudüs’ten yayılan terör olayları ve HAMAS intifadası sürerken ablukanın denizde balıkçılık alanının artırılması, hastane inşası, sınırdan inşaat, gıda, ilaç gibi malzemelerin geçişinin rahatlatılması dışında devamından yanaydı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD’ye yaptığı son ziyaretinde Washington’da Brookings Enstitüsünden yaptığı konuşmada,

Gazze’deki ambargonun kaldırılması gerektiğinin altını çizerken Gazze’nin yaşadığı enerji ve su sıkıntısına dikkat çekti.

Türkiye’nin Gazze kıyısına gönderilecek bir gemiye yerleştirilecek jeneratör yoluyla bölgeye enerji sağlamak istediğini dile getirdi.

Buna karşın İsrail, Gazze ablukasını kaldırmak yerine Türkiye’ye Rusya’nın uyguladığı ekonomik yaptırımları telafi etmek,

Avrupa Birliği’nin de Akdeniz Güvenliği için desteklediği İsrail-Kıbrıs-Mısır ekseninde enerji işbirliği yapılması önerilerinde  bulundu.

Üstelik Türkiye açısından İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesi, Arap Baharı sonrasında içine girdiği bölgesel yalnızlığı aşması için gerekli görülen dış politikadaki değişimin önemli bir parçası olarak kabul ediliyordu…

Ama bu çerçevenin ardında  Mart’ta, AB-Türkiye arasındaki Mülteci Zirvesi’nde  oynanan ince bir oyun vardı.

AB, Haziran’da vize muafiyeti verilmesi için 2013’te kararlaştırılan ama Güney Kıbrıs’ın vetosuna takıldığı için henüz hiçbir ilerleme kaydedilmeyen 5 madde için Türkiye’nin dikkatini çekiyor,

Tüm AB ülkeleri vatandaşlarına ayrımcılık yapmaksızın Türk topraklarına vizesiz giriş hakkı tanınması istiyordu.

“Tüm AB ülkeleri”  vurgusu, Türkiye’nin devlet olarak tanımadığı Güney Kıbrıs’a işaret ediyor,mesela vize işlemlerinden giderek Türkiye’nin “Güney Kıbrıs Rum Kesimi” ifadesi yerine “Kıbrıs Cumhuriyeti” ifadesini kullanması gerekiyordu.

Bu Ada’da Türklerin siyasi eşitliğini, idareye etkin katılımını, aynı toplumsal statülerle hak ve özgürlükleri, Lozan Anlaşması çerçevesinde Türk-Yunan dengesini, Yunanlı olduğunu iddia eden Rumlarla Türkler arasında “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’ni”  garantileyen 1960 Ankara Anlaşması’nın Türkiye tarafından ihlâli anlamındaydı.

Rumların Türkleri zayıflatarak “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin Yunanistan’a birleştirilmesi hedefleniyordu.

Tıpkı İsrail’in,şimdi Türkiye’ye Akdeniz Güvenliği için  İsrail-Kıbrıs-Mısır ekseninde enerji işbirliği yapılması önerisi gibi…

Bu çerçevede Türkiye İsrail ilişkileri olumlu yönde seyrediyor demeye dilim varmıyor.

9.4.1016

Ahmet Kılıçaslan Aytar