Stratfor ; Osmanlı’sız bir Osmanlı idari sistemi

 

CIA ‘Osmanlı’sız Osmanlı yönetim sistemi’ istiyor

Ya yabancı yönetimi ya yerli diktatör

ABD’de CIA ile içi içe bir yayın organı olarak bilinen Stratfor kurucusu George Friedman, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra Orta_Doğu’yu yeniden kuran Skyes-Pickott anlaşmasının 100. Yıldönümü yaklaşırken ilgi çekici bir yazı yayınladı. ‘Osmanlı İmparataorlupunun Sınırları Bugünkülerle ilgili mi ?’ başlıklı yazısında Friedman, Osmanlı devletinin 600 yıl yaşaması ve çok geniş bir coğrafyaya yayılabilmesinin nedenlerine değindi. Friedman’a göre Osmanlı Devleti’nin gücü bir yandan etkili yönetim bir yandanda farklı yapıları -etnik ve kültürel- anlamda tanıma ve kabulünden ileri geliyordu. Osmanlı Devleti’nden kalanlar üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa Kemal Atatürk’ün farklı gurupları bir potada kaynaştırması sayesinde mümkün olduğunu belirten ünlü strateji yazarı, İngiltere ve Fransa tarafından kurulan Osmanlı sonrası dönem için ise çok ilgi çekici değerlendirmeler yaptı;

Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika toprakları işgal eden ülkelerin elinde kaldı. Orta-Doğu’daki dinsel ve etnik olarak farklı eyaletler ise Fransa ve İngiltere tarafından Suriye ve Irak adı altında ‘uluslar’ olarak birleştirildi. Bu şekillenmenin birleştirilen toplumlar arasındaki çok büyğk farklılıklara rağmen yapıldığına dikkat çeken Friedman; ‘Orta-Doğu’daki yapının değiştirileceğine dair işaretler veriyor.

        ‘Osmanlı’sız Osmanlı Yönetimi

Osmanlı döneminde eyaletlerin daha küçük ve yönetilebilir idari birimler biçiminde ve nispeten homojen birer nüfus yapısı üzerinden yapıldığını söyleyen Stratfor kurucusu Friedman; İngiltere ve Fransa’nın ise bu eyaletleri yapıları arasındaki farklara rağmen tek ulus devletler biçiminde paylaştıklarını vurguluyor. Bu (devlet biçiminde birleştirilmiş farklı eyaletlerin) düzenlenişlerinin İngiltere ve Fransa’nın ‘paylaşım’ olayı ile ilgisine işaret eden Friedman; ‘Bunlar öyle kuruldular ki ancak yabancı bir ülke tarafından ya da yerel bir diktatör tarafından yönetilebilirlerdi.’ diyerek Orta-Doğu’da yaşanan felaketleri açıklıyor. Friedman’a göre ; ‘yabancı yönetimi veya dikatatör otoritesi ortadan kalktığında eski farklı dinsel ve etnik kimlikler intikam almak için birbilerine saldırmaya başladılar. Bunun önlenmesi CIA borazanı Staratfor’a göre Osmanlı’nın bulunmadığı bir Osmanlı idari sistemini yeniden ihdas etmek ile mümkün. Irak ve Suriye’nin parçalanması ile ortaya çıkacak küçük otonom yapıların ‘Yabancı yönetimi yada Yerel diktatörler’eline teslim edilmesi. Kisaca ‘emperyal’ bir kalemden Orta-Doğu ülkelerinin 100 yıllık kısa yaşam öyküsü böyle..

Mahir Tan     LondraPosta-Londra

 

 

 

Jeremy kendi ayağına mı sıktı ?

                Dünya’nın en güçlü Yahudi Lobisinden;

                İngiltere’de Ken Livingstone’ a linç kampanyası

Geçtiğimiz hafta İşçi Partisi Başkanı tarafından Milletvekili Shah Naz ve Eski Londra Belediye Başkanı Ken Livingstone’un Parti etkinliklerinin askıya alınması ile başlayan kriz devam ediyor. Geçmişte yaptığı bir konuşmada ‘Yahudi Düşmanlığı’ yapmakla suçlanan Naz’ın Parlamento’da ‘yanlış anlaşılan konuşmasından dolayı özür dilemesinden’ sonra Ken Livingstone üzerinde toplanan eleştirilere ‘Kızıl Ken’ olarak tanınan solcu eski Londra Belediye başkanı ‘özür dilemeyi redderek’ karşılık verdi. 30 Nisan Günü BBC de sorulara cevap veren Ken Livingstone’a soruları yönelten BBC programcısının tam 13 Kez ‘Özür diliyormusunuz’ baskısına, ‘Buşuna nefesini tüketme. Doğru olan bir şeyi söylemekten asla geri durmayacağım’ diye cevap verdi. Bradford Milletvekili Shah Naz ve Livingstone İşçi Partisi içinde kurulan bir bağımsız komisyonda ‘ Anti-Semitizm yapıp yapmadıkları’ hakkında ifade verecekler. Muhafazakar Parti ile İktidar – Muhalefet partilerindeki Yahudi milletvekilleri ve Yahudi kuruluşları ‘İsrail’in Siyonist politikasını eleştirmeyi Anti-Semitizm olarak kabul ettirmeye çalışan’ bir meday baskısı politikası uyguluyorlar.

                 ‘Jeremy için Kurşun yemek’

Geçtiğimiz hafta İngiltere Medyasında büyük yankı uyandıran İşçi Partisi’nde Naz ve Ken Livingstone hakkında soruşturma açılması olayı, Bradford Milletvekili Naz’ın geçmişte yaptığı bir konuşmada Yahudi düşmanlığı yaptığı haberi ile patladı. İşçi Partisi başkanı Jeremy Corbyn’in en yakın arkadaşlarından biri olarak bilinen Ken Livingstone ise yaptığı bir açıklamada; ‘Hitler’in iktidara geldiği ilk yılda, Yahudi’leri İsrail’e göndermek için çaba gösterdiğini, bunun ise Filistin topraklarında Yahudi Nüfusunu arttırmaya çalışan Siyonizme hizmet ettiğini’vurguladı.Hitler ve Nazilerin daha sonraki yıllarda Yahudi leri kitleler halinde yok ettiklerini ve Dünya’nın en büyük katliamını gerçekleştirdiklerini belirten Livingstone ‘sadece bu açıklama’ ile anti-semitizm suçlaması altında kaldı.

İngiltere’deki çok güçlü Yahudi Lobisinin desteğinde, Ken Livingstone ile İşçi Partisi Lideri Jeremy Corbyn arasında çatışma yaratarak bir hafta sonra yapılacak Belediye seçimlerinde İşçi Partisine oy kaybettirmeyi amaçlayan kampanya Ken Livingstone’un  ‘özür dilemesini yada İstifa etmesini’ sağlamaya çalışıyor. 30 Nisan günü BBC röportajında ‘Özür dile’ baskısına karşı çıklan Ken Livingstone, ‘sözde gazeteci’ BBC görevlisinin ‘Jeremy’e sıkılan kurşunu sen üzerine alırmısın ?.’ biçimindeki sorusuna ise ‘Tam tersine doğru bildiğim şeyi hem kendim hemde Jeremy için söylemeye devam edeceğim’dedi.

       Seçim günleri öncesinde

 

Önümüzdeki hafta yapıacak olan Belediye seçimleri öncesinde ‘patlatılan’ anti-semitizm fırtınası özellikle Londra’da önde giden İşçi Partisi adayı Müslüman politikacı  Sadık Khan’ın şansını düşürmeye çalışıyor.  İşçi Partisini ya Yahudi seçmen yada Müslüman seçmen tercihi altında bırakmaya çalışan Muhafazakar-Yahudi Lobisi kampanyası, İşçi Partisi içinde de Jeremy Corbyn’i kendisini Parti Başkanlığına taşıyan sol ve siyonizm karşıtı guruplar ile karşı karşıya getiriyor. 1968 Öğrenci hareketleri liderlerinden biri olan Eski Londra Beklediye Başkanı Ken Livingstone (Kızıl Ken), geçmişten bu yana ırkçılık ve Nazi-Faşist karşıtı bir siyaset izledi. İşçi Partisi Başkanı Jeremy Corbyn de sürekli olarak emperyalizm ve ırkçılık karşıtı politikaların savunucusu oldu. İngiltere’de uzun yıllar ‘Palestine Solidarity Campaing’ (Filistin Destek Hareketi) Başkanlığını yürüten Corbyn, aynı zamanda ‘Boycott İsrael’ kampanyasının da öncülerinden. Geçen yıla kadar ABD ve Siyonizm karşıtlığı alanında en güçlü kitle örgütü olan ‘Stop The War Coalition’un Başkanı olan Jeremy Corbyn, Ken Livingston’a soruşturma sonunda disiplin cezası verilirse sol ve müslüman topluluklardan gelen desteği kaybetme tehlikesi altında.. Şu sıralarda Londra politik arenasında en çok sorulan soru ; ‘Jeremy Corbyn’in Kızıl Ken’e soruşturma açarak kendi ayağına kurşun sıkıp sıkmadığı’.

İşçi Partisi içinde bu parlamento döneminde 80 Yahudi asıllı milletvekili bulunuyor.

Mahir Tan   LondraPosta-Londra

 

 

 

 

 

 

 

 

Türker Ertürk; ‘Başbuğ meseleyi hala anlamadı.’

PROBLEMİ ANLAMAMIŞ

 Geçtiğimiz hafta sonu İngiltere ADD’nin davetlisi olarak; “Dünyada Antiemperyalist Mücadelenin İlk Kalesi Olan TBMM’nin Açılışının 96. Yılında Ülkemize, Bölgemize ve Dünyaya Bakış” konulu konferansta konuşmacı olmak ve 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı münasebetiyle, Türk Toplumu’nun düzenlediği bir dizi etkinliğe katılmak için Londra’daydım.

Hem konferans hem de etkinlikler, her bakımdan çok başarılı geçti. Emeği geçenleri; başta ADD İngiltere Başkanı Jale Özer ve Azerbaycan Evi Başkanı Ali Tekin Atalar olmak üzere, kutluyorum.

Obama Uzak Durdu

24 Nisan 2016 Pazar günü, Londra’da Azerbaycan Evi’ndeki etkinlik sırasında, aynı zamanda savaş muhabiri olan Mahir Tan yanıma gelerek; “Siz iki gün önce verdiğiniz konferansta, Ergenekon ve Balyoz gibi hukuk görünümlü operasyonların arkasında emperyalizmin olduğunu söylediniz. Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ, bugün Hürriyet’in pazar ilavesinde yaptığı açıklamada; ‘George W. Bush olabilir ama Obama bu işlerin içinde olmadı, uzak durdu’ demiş. Siz ne dersiniz?” diye sordu.

Gerçekten şaşırmıştım. İhtimal vermedim. “Hala anlamamış olamaz” diye düşündüm! Ve gazeteci Mahir Tan’a cevap olarak; “Müsaade ederseniz Sayın Başbuğ’un açıklamasını okuyup, öyle yanıt vereyim” dedim.

Otelime gider gitmez, Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un Hürriyet’e verdiği mülakatı, internet aracılığı ile okudum. Mülakatın içinde; doğrular vardı, yanlış değerlendirmeler vardı ama her şeyden önce, aklın ve havsalanın kabul edemeyeceği fahiş bir hata vardı!

Daha Önce de Anlamamıştı!

Sayın Başbuğ, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı yapılan Balyoz ve bunun gibi hukuk görünümlü operasyonları, sorulan bir soru üzerine değerlendirirken; “George W. Bush Hükümetinin bazı organlarının yardımcı olduğu kanaatindeyim. Fakat; Obama Hükümetinin daha mesafeli durduğu, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin zayıflamasının sonuçlarını gördükten sonra, karşı olduğu düşüncesini taşıyorum” demiş.

Anlaşılan o ki; Sayın Başbuğ problemi hala anlamamış! 2010’da, Karamürsel’de resmi bir toplantı sonunda, aynı yuvarlak masada yan oturarak yemek yedik ve sohbet edildi. O gün itibarıyla, yakınlarımla da paylaştığım değerlendirmem; “Komutanımızın meseleyi anlamadığı, niçin TSK’ya saldırıldığını kavrayamadığı şeklindeydi.

Anlamamaya Devam Ediyordu

6 Ocak 2012’de Sayın Başbuğ’un, tutuklandığında televizyon ekranlarına yaptığı konuşmayı dikkatle izledim. Evet, o tarihte de meseleyi anlamadığı, konuşmasından net olarak anlaşılıyordu.

Sayın Başbuğ Silivri’de yatarken ziyaretine giden büyüğüm ve sevdiğim bir general ziyaret sonrasında bana; “Türker, komutanımız hala sorunu anlamamış” dedi.

Sayın Başbuğ’un, serbest kaldıktan sonra da yaptığı konuşmalarda ve açıklamalarda da; “Niçin TSK’nın başına bunlar geldi?” sorusunun cevabını kafasında tam olarak netleştiremediği belli oluyordu.

ABD Muz Cumhuriyeti mi?

Son olarak; George W. Bush ve Obama ayrımı yapması, durumu hala anlamadığının çok açık deliliydi. ABD “Muz Cumhuriyeti” miydi, her gelen başkan keyfine göre politika geliştirsin? Bakın, CIA Türkiye uzmanı Henry Barkey; “AKP ile anlaşarak TSK’yı kafesledik” diyor. Yani; “Başbuğ dahil, askerleri biz içeri attık” demek istiyor.

Amerika’nın ünlü düşünce kuruluşu “Brooking Institution” yöneticilerinden, Obama’nın Avrupa – Asya Direktörü ve Türkiye konusunda en yetkili yardımcısı Philip Gordon tarafından, 2008’de yazılan “Winning Turkey” adlı kitap AKP hükümetinin yol haritasını çiziyor ve her şey burada çizildiği gibi de gerçekleşiyor. Ne diyorsunuz, tesadüf olabilir mi?

ABD İçin Kabus Senaryosu

Philip Gordon, “Winning Turkey” kitabına şöyle başlıyor; “Şöyle bir karabasan düşünün; Türk Ordusu bir darbe yaparak, gizli İslamcı ajanda takip ettiğini düşündüğü ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarını peşkeş çektiğine inandığı, ‘İslamist eğilimli hükümeti’ deviriyor. ABD ve AB’den gelecek ambargolara karşı, bağımsız bir politika izleyeceğini açıklıyor. AB üyeliği talebini geri çekiyor, NATO anlaşmasını askıya alıyor ve ABD’nin askeri üsleri kullanmasını yasaklıyor. Rusya, Çin ve İran ile daha yakın ilişki kurarak Kuzey Irak’a asker yolluyor.”

Bu kabus senaryosunu yazan Obama’nın Türkiye yardımcısı; “Nasıl olur da, ABD bunun olmasına izin verir? Siz ABD Başkanı olsaydınız böyle bir felaketi önlemek için ne yapardınız?” şeklinde soruyor ve devam ediyor “Bunun bir olasılık olduğunu görmeyen, bu tehlikeyi yok sayan ve gerekli tedbirleri almayan herkes, yeterli dikkati göstermiyor demektir.”

 Çözmek İçin, Önce Anlamak Şart

Sayın Başbuğ’un da demir parmaklıkların arkasına gönderildiği Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlarla ABD; kendi çıkarları açısından, ülkemizin yularını bırakmamak için tedbir almıştır. Evet, Obama da bu işin içindedir, hem de iliklerine kadar. Zaten, aksini söylemek için, meseleyi anlamamış olmak lazım.

Nobel ödüllü ünlü fizikçi Albert Einstein bir soru üzerine; “Dünyayı kurtarma görevini bana verseler ve bunun için 1 saatim olsa, 55 dakikasını anlamaya verirdim” diyor. Çünkü; herhangi bir problemi çözebilmek için önce anlamak şart. Problemi anlamayan veya eksik anlayan, problemi çözebilmenin bir parçası asla olamaz.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

Türker Ertürk; Neden Laiklik ?

LAİKLİK NEDİR ?

Laiklik eğitim ve öğretimi bilimsel esaslara göre düzenlemek, bilim egemen kafalı ve eleştirel akla sahip toplumun oluşturulmasının önünü açmaktır. Laiklik; dini din yapmak, dini inanç ve itikat düzeyine çıkarmak, kutsallığını korumak ve dünyevi yaşamın kısır ve çıkar içerikli çekişmelerine alet etmemektir.
Laiklik; devletin vatandaşlarıyla olan ilişkilerinde inançlara göre ayrım yapmaması, tüm dinlere ve mezheplere eşit uzaklıkta durmasıdır. Ayrıca laiklik kişilere inançlarını açıklayıp yaymak, inançlarına uygun ibadet yapmak haklarını tanımak ve bu hakların kullanımı ile ilgili yasal düzenlemelerde dinsel inancın türüne göre ayrım yapmamak demektir. Devlet, inanç ve ibadete asla karışmaz.
TÜRKER ERTÜRK

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Çevir kazı yanmasın..

ÇEVİRİN KAZI YANMASIN

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın “Yeni anayasada lâiklik olmasın” sözlerine ilişkin “Lâikliği ladinilik, din karşıtlığı gibi sunar ve uygularsanız elbette itirazlarla karşılaşırsınız.Ben bu konudaki görüşümü, Mısır/ Kahire’de ki konuşmamda söyledim. Lâikliğin farklı inanç grupları için devletin bir güvencesi olduğunu, devletin farklı inanç gruplarına eşit mesafede durması olduğunu anlattım ” dedi.

Öncelikle Erdoğan’ın, Türkiye’yi; Selçuklu’nun, Osmanlı’nın egemen olduğu İslam toplumlarındaki siyasal kültürün kadim kurumları ve kültürel kodları yönünde değişiminden yana olan politikaların lideri olduğundan:

Osmanlı zımnî sözleşmesini bir demokrasi kuramı haline getirmenin:

Osmanlı liberalizminin felsefi dayanaklarını sürdürmenin:

İslami lehçenin siyasallaşması ve örgütlenmesi potansiyelini arttırmanın:

Sosyal seferbercilikle İslamcı kodları bütünleştirmenin:

Osmanlı Devletinin yıkılması ve halifeliğin kaldırılmasıyla başsız ve karmakarışık kaldığını düşündüğü İslam ülkelerini, ümmetçi anlayışla güçlü kentler üzerinden devletler konfederasyonu haline getirmeyi hedeflediği:

Bu yolda kendini realize edene kadar her türlü takiyyeye başvurabileceğinden başlamak gerekiyor.

*

Halbuki, Ortadoğu’da sınırları belirleyen bir asırlık Skyes Picot Anlaşması sona ermektedir.

Dünya güvenliği için önemli etkilerin yaşandığı bu tarihi dönemde;

Bireysel özgürlüklere ve girişimciliğe izin vermediği için bilgi devrimi ve ekonomik gelişmelerin çok gerisinde kalan İslam ülkeleri en büyük zarara uğramıştır.

*

Halbuki, bu tarihi dönemde “Birey”; kaynakların izin verdiği ölçüde eşit fırsatlar ve özgürlüklerle gelişen rekabet ortamında üretim ve tüketimde bulunur biçiminde tanımlanmış,

Mesela, İngiliz fizikçi Stephen Hawking “Çağdaş İnsan’ı” doğa kanunlarını açıklamak için Tanrı’ya  ihtiyacı olmayan, “Tanrı olabilir ama bilim bir yaratıcı olmadan da evrene açıklık getirebilir” ifadesinin gerekleri doğrultusunda evren bilgisiyle yetkinleşmiş ve özgürleşmiş birey olarak betimlemiştir.

*

Halbuki, bu dönemde Neoliberalizm’in hızlı ve hep daha fazla kâr için disipliner teknikleri, işlevsel ve esnek mekanizması ve değişim- geçicilik- değişim ardışık karakteri ile gelişmişlikle doğru orantıda bireylerden toplumlara karşılıklı bağımlılıklar gelişmiş, devletlerin sosyal yanı tahrip olurken insan karakterleri aşınmıştır.

*

O yüzden bireye karşı yükümlülükleri yerine getirmeyen devletler, vatandaşlarının ekonomik ve bireysel özgürlüklerini çiğnemekle itham ediliyor.

O yüzden çağdaş ülkeler, kendilerini girdisi çıktısı bilgi olan ve her an değişen dünyada daha çok bilgi üretmek ve kullandırmak üzere şeffaflık, verimlilik ve kaliteyi hedeflemek zorunda hissediyor.

O yüzden Büyük Atatürk’ün şeriatın karanlığından ve din adamının tasalludundan kurtarıp aklın rehberliğinde aydınlıklara çıkardığı Türkiye’nin de hedefi buydu.

Üstelik Türkiye, bireyin özgürlüğü konusunda mazlum İslam ülkelerine de örnek oluşturacaktı…

*

Ne ki Erdoğan, Büyük Atatürk’ün “Laiklik prensibinde israr ediyoruz. Çünkü, millî iradenin, insanlığa mal olmuş değerlerin belki de en kutsalı olan “özgürlük” ancak lâiklik prensibine bağlanmakla korunabilir” ifadesini,

Lâik Kemalist rejimin iktidara gelmesiyle İslam ve mukaddesatlarına  savaş açıldığı, İslamın devlet ve toplum hayatından silinmeye çalışıldığı temel öğretisine dayanan eğitimi nedeniyle anlayamıyordu.

*

Erdoğan, 1600’li yıllardan itibaren doğa bilimlerinin mistik bulanıklıktan sıyrıldığı, bilimin sadece düşünceyle değil, aynı zamanda gözlem ve deneye bağlı yansız, nesnel, evrensel gerçekleri açıklayan kuramsal yapının matematik diliyle ifade edildiği bir zamanda;

Bir dini liderin ya da ulemanın ya da bir tarikatın tebliğ göreviyle Allah, Kuran ve Sünnet’le ya da iman ve ahlakla zenginleşeceğini,

İnananların bu yolla  evrensel insani değerlere ulaştırılacağını öngörüyordu.

Nitekim bu yüzyıllık köhne yargılar ve iktidar olmak hırsıyla kendi sivil toplum örgütlerini, sendikaları, medyası ve anında harekete geçebilecek kamuoyu oluşturma mekanizmalarıyla islamcı burjuvazi ve sermaye birikimi oluşturdu ve lâik esastaki devleti ve rejimin siyasi partilerini yeniden yapılandırıyor.

*

Ancak “Arap Baharı” sürecinde toplumların en alt tabanında kalmış kitlelere dayanan,

“İslam tarihinin ışığında müminler, kendi sorunlarını ancak şeriatın tesisi aracılığıyla oluşacak ve onunla başarı şansı bulacak bir İslami ideoloji oluşturmak suretiyle çözebileceklerdir ” felsefesi ve öğretisinin;

Küresel Güvenliğin dört başlığı “Güvenlik: Refah: Değerler: Uluslararası Düzen” i bir çerçeveye alan yeni dünya konseptiyle uyumsuz olduğu anlaşılmıştır.

*

Güvenlik açığının oluşmasıyla Mısır’da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve Müslüman Kardeşler örgütü henüz oldukları iktidardan indirilmiştir.

Erdoğan ise iktidardaki şeriatçıların hızlı yürüyüşünün Mısır’dan Türkiye’ye ve benzeri ülkelerde  ete kemiğe bürünmekte olan İslam ideolojisine zarar görmesinden endişeliydi.

Bu yüzden Kahire’de,”Türkiye’de anayasa, laikliği devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum”  önerisinde bulunmuştu.

*

Ona göre, İslam Ümmeti’ne ya da Şeriata uzanan yolda ilkin kitlelerin tepkisini almamak için anayasalarda lâiklik;

Bir yanda toplumsal hayatın, siyaset ve kültürün bir bölümünde dini ritüelleriyle birlikte tarikatlar, cemaatler ve dini kurumlarla,

Öte yanda, devletin bu  toplumu küresel siyasi ve ekonomik kriterler dengesinde tutması bileşkesinde oluşturulmalıydı…

*

Nitekim Meclis Başkanı’nın “Yeni anayasada lâiklik olmasın” sözlerine Yeni Türkiye’nin şu geçiş sürecinde bir rötüş yapıyor.

Halbuki “Biz, öyle bir davanın mensuplarıyız ki, bu dava adeta iğne ile kuyu kazılarak bugünlere ulaşmıştır. Başımızı asla öne eğmeyecek, dava taşını gediğine koyana kadar mücadeleye devam edeceğiz ” ifadesi onun gerçek vizyonunu gösteriyor.

*

O yüzden herdem, baş parmağını avucu üzerine yıkıp diğer dört parmağını açarak “Rabia” işareti yapıyor.

“İslam dünyasının umudu Türkiye’dir” derken, bu işaretle günü geldiğinde Yeni Türkiye Anayasa’sında da üst kimliğin “İslam Milleti” olacağı,

Cumhuriyetin niteliğinde Atatürk milliyetçiliğine bağlılık ve Atatürk’ün inkilâp ve ilkeleri doğrultusu ile ilgili herhangi bir hüküm bulunmayacağını kastediyor.

Yandaşlarına karanlıktan göz kırpıyor.

*

Eh! Nasılsa yeni Türkiye’de yeni CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun bir zaman önce Denizli Ticaret Odası’nda söylediği,”Gerçekten de belli inanç grubuna dahil insanlar bir araya gelip ortak manevi duygu yaratabiliyorlar. Buna saygı duymalıyız” ifadesi,

Şu dakika itibariyle Recep Tayyip Erdoğan’ın muhabbetkârlarıyla  birlikte karşı devriminde başarılı olduğunu gösteriyor…

Ahmet Kılıçaslan Aytar

Nurullah Aydın;’Hukuk yasayı belirler.Yasa hukuku değil’

 

Nurullah AYDIN

27 Nisan 2016-ANKARA

ANAYASA, HUKUK DEVLETİ, YARGI VE DEMOKRASİ

Kavramlar anlam taşır. Anlamı dışında algılanması ve uygulanması halinde zihinler karışır. Çatışmacı ortam doğar. Bu kavramların başında insanoğlunun farklı din dil ırk renk cins ayrımcılığını, despotizmi ortadan kaldırmak için vardığı benimsediği ve uygulamaya çalıştığı Anayasa, hukuk devleti, insan hakları, özgürlükler, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü, ticaret serbestisi  ve işleyeceği sistem olarak da demokrasi gelir.

Hukuk devleti mi, yargı bağımsızlığı mı, siyasi irade çoğunluk despotizmi mi var tartışmaları yapılıyor.

Yandaş veya karşıt algısı; hukuk kurallarının uygulanmasında en büyük handikaptır.

İnsanlar; farklılıkların eşitsizlik doğurduğunu, gücü elinde olanın ayrıcalıklı olduğu, keyfiliğin haklardan yararlanmada düzensizlik meydana getirdiği endişesi içindedir.

İnsanlar; bazı insanların bazılarından daha ayrıcalıklı olmasını önlemek için de hukuk kurallarını, adil yargılamayı, kanun önünde eşitliği, masumiyet ilkesini, suçsuz ceza olmaz ilkesi benimsemiştir. Bunun sonucu olarak hukuk devleti kavramını benimseyerek, anayasa ve yasalarla siyasi iktidarın, sermaye sahiplerinin halk yığınlarını istismarını önlemeye çalışmışlardır.

Çağın gereği; anayasal devlet, hukuk devletidir.Demokrasi; ayrıcalıkların olmadığı herkesin eşit olduğu hukuk devleti varsa anlamlı sistemdir.

Demokrasi; yöneticilerin halk tarafından belli süreyle seçmesi ve değiştirebilmesi iken, Hukuk devleti; kişi sınıf ve zümre ayrımcılığının olmadığı herkesin her vatandaşın doğuştan eşit haklara sahip olduğu temeline dayanır. Bunun içinde kuvvetler ayrılığı anlayışı ile yargı bağımsızlığı esas alınmıştır.

Tarih boyunca; yargıyı istediği gibi kullanan siyasi iktidar, her zaman hukukta muhaliflere adalet hakkı tanımadan yeni haksızlıklar yaratmıştır.  Ne adına? Din adına, ideoloji adına haksızlıklar yapılmıştır, yapılmaktadır.

Gücün hukukunun olduğu yerde despotizm vardır.

Hukuk başka şeydir, yasa çıkartmak başka şeydir. Hukuk, yasayı belirler. Yasa, hukuku belirlemez. Bir yasa çıkarıldığında bu hukuk olmaz, yasal düzenleme olur.

Genel olarak gözlenen; siyasi iktidarın yargı gücünü de kullandığı, bunun için yasal düzenlemeler yaparak yargı erkini emrine aldığı şeklindedir.

Yürütmeye verilen yetkiler; normal, olağan bir hukukun çok üstündedir. Bu yetkilerle; hukukun temel ilkeleriyle bağdaşmayan düzenlemelere gidilmiştir.

Türkiye’de siyasi iktidar gücü; hukuk devleti değil yasa devleti olmayı tercih etmiştir.

Mahkemelerde olması gereken yetkiler; hukukun temel ilkelerine dayanmalıdır.

Bunlar; -suçsuzluk karinesi ilkesi -kuşkudan sanık yararlanır ilkesi -silahların eşitliği ilkesi -adil yargılanma ilkesidir

Hukuk devletinde; kimseye olağanüstü, hukukun olması gerektiğini söylediğinin dışında yetkiler verilemez. Verildiğinde başka güç merkezleri oluşur, hukuk ortadan kalkar.

Yasalar; hukukun hizmetinde olmalı. Hukuku kimse kullanmamalı. Sonuçta yasal bir düzenleme yaparsınız ama bu hukuka uygun olmaz,

Hukukun amacı; düzeni ve adaleti sağlamak demektir. Adalet, yasanın emrine girmişse o zaman görünüşte bir adalet vardır. Hukukla ilgisi olmaz, görünüşte hukuktur.

Hiç kimseye, olağanüstü, hukukun olması gerektiğini söylediğinin dışında, yetkiler verilmemelidir. Verilirse, hukuk ortadan kaldırılmış olur.   Korkarak, ürkerek, duygusallığa kapılarak hukuk oluşturulmamalıdır. Yasa çıkarırsınız ama artık o hukuk değildir, iktidar gücünün korku aracıdır.

Yaşanan ve yaşatılan sıkıntılar, toplumda hemen herkesi rahatsız edici bir boyuta gelmiştir.

Keyfi yandaşı koruma ve kollama, muhalifi sindirme susturma, hak almadan mahrum etme anlayışı; adalet sistemini, yargı sistemini bunaltmış, yargıya olan güveni sarsmıştır.

Oysa yargı; güçsüzlerin sığınacağı limandır. Hak arayan ya da haksızlığa uğrayan insanlar, adaletin tarafsız ve yansız sağlanması ile rahatlamalıdır.   Uygulamalardan ve sıkıntılardan ders alınmalıdır.

Günün Sözü: Güçlünün güçsüze yapacağı en büyük kötülük, adalet adına adaletsizlik yapmasıdır.

İktidarda bile olsalar cesaret edemiyorlar

Meclis Başkanı İsmail Kahraman ‘Laiklik Yeni Anayasa’da yer almasın’ açıklamasının topladığı büyük tepki Türkiye’de ‘belirli bir seviyede’ yerleşik bir kamuoyu bulunduğunun bir göstergesi. Mevcut siyasi partiler içinde Laiklik konusunda, Kahraman’ın görüşlerine en yakın parti olan AKP nin bile fazla tereddüt etmeden reddettiği açıklama oldu Meclis Başkanı’nın söyledikleri.

   İktidarda bile olsalar,cesaret edemezler          

                ‘Kitlesel Kamuoyu’muz var

Şimdi Türkiye’de bir asırlık toplumsal yaşamın yarattığı yerleşik bir kamuoyunun varlığından sözedebiliriz.

Türkiye’de Türk toplumun Laiklik konusunda olduğu gibi başka alanlarda da yerleşmiş bir kamuoyu var.

İsmail Kahraman, bunlar Ermeni ‘soykırımı’ Meselesi, Kürt Otonomi yada Ayrılıkçılık talepleri, Batılılaşma ve Ordu Düşmanlığı olarak sıralanabilir. Türk Toplumu bu meselelerde Cumhuriyet’in Temel ilkelerine açıktan ters düşen hiç bir girişimi kabul etmeyecektir.

      Kamuoyu’nu inşa edenler,

Toplumlarda ki yerleşik kamuoyu, ana hatlarıyla toplumsal çoğunluğun genel kabulunü ifade eder. Bir düşünceler bütünü sistemidir. Kalın çizgileri belli olmasına karşılık zaman içinde geliştirilir hatta yeniden aynı temel üzerinde inşa edilir. Özellikle son on yıl içinde bu süreçten geçti Türkiye. Türk toplumunun içinden çıkmış, onun temel güdüleri tarafından yönlendirilen yüzlerce aydın görev aldı bu ‘Kitlesel Kamuoyu’nun yeniden inşa edilişinde. Büyük bölümü siyasal partilere bağlı olmayan gazeteci,yazar, bilim adamı, asker, emekli asker,kitle örgütü lideri gibi toplumsal önderlerden oluşan aydınlar tarafından yıllarca hiç bir karşılık beklemeden beslendi ve güçlendirildi Ulusal Toplumun kan damarları.

İsmail Kahraman açıklamasını ‘olumsuz öğretmen’ olarak kabul edip geçelim. Demek ki ; iktidarda bile olsalar Laikliği ortadan kaldıracak gücü bulamayacaklar.

İktidardan bile olsalar; Türk toplumunu bölemeyecekler, ‘Ermeni Soykırımı’ maskaralığını sürdüremeyecekler. Bir daha askerlerimize karşı ‘Balyoz-Ergenekon vs’ gibi komplolar kurmaya cesaret edemeyecekler.

Aydınlarımız gazetelerimizde yazıyor,konferanslarımızda halka anlatıyor. Cumhuriyet’in temelleri daha sağlam bir zemine oturuyor.

Mahir Tan   LondraPosta-Londra           

i smail kahraman

İngilizlerin ‘Eğit-Donat’sistemi 100 yaşında

1918 Yılındaki İngilizlerin ‘Eğit-Donat’ ordusu

 Osmanlı’ya karşı Dunsterville’in Özel Kuvvetleri 

Londra’da 26 Nisan günü ‘The Anglo-Azerbaijani Society’ tarafından yapılan ‘Dunsterforce’ adlı konferans 1.Dünya Savaşı sonrası eski Osmanlı coğrafyası ve çevre ülkeleri ile Günümüzde aynı bölgede yaşananlar arasında çok önemli benzerlikleri ortaya koydu. Tarihçi ve araştırmacı yazar Alum Batı’nın İngiliz Lordlar kamarası üyeleri ve Azeri-Türk davetliler tarafından izlenen ‘Kafkasya’yı hedefleyen Özel Kuvvetler Operasyonu -Dunsterforce’ ’ konferansı, İngiltere’nin 1918 yılında Baku’ya ilerleyen Osmanlı ordusunun yolunu kesmek için hazırladığı bir seferi ordunun hikayesi. Tarihçi Alum Batı belgesel konuşmasında tarihler arasındaki 100 yıllık farka rağmen Bugünün Orta-Doğu toplum ve ülkeleri ile 1. Dünya Savaşı sonrası yıkılan devletleri, ülkeleri ve bir kaos içindeki bölgeler arasındaki benzerlikleri başarılı biçimde ortaya koydu.

         İngiltere’nin ‘Özel Kuvvetler’ alışkanlığı

‘Dunsterforce’ adı altında İngiltere tarafından organize edilen Kafkasya seferi ordusu, Alum Batı’nın anlatımına göre; ‘bir ordu değil, bir maceracı subaylar gurubuydu. 150 kadar subay ve bir o kadar askerden oluşan Dunsterforce, yanında çok miktarda İngiliz altını taşıyor ve İran,Irak ve Suriye den yerel aşiretleri silahlandırıp eğiterek Kafkasya’ya doğru ilerliyordu.’ Batı’nın değerlendirmesine göre günümüzdeki ‘eğit-donat’ programının yaklaşık 100 yıl önce uygulanışını ifade eden Dunsterforce, operasyonu ünlü gezgin,yazar ve Hintli düşmanı ırkçılığıyla meşhur Rudyar Kipling’in sınıf arkadaşı General Lionel Dunsterville tarafından organize edildi. Orta-Doğu ‘da Osmanlı yönetimine karşı tüm özel kuvvet operasyonlarını hazırlayan Kahire’deki ‘Arab Office’ askeri istihbarat bürosu,Arap aşiretlerine ‘eğit-donat’ uygulayan Yüzbaşı Lawrence, Irak ve Suriye’de Kürt aşiretlerini örgütleyen Gertrund Bell örneklerindeki başarı grafiği üzerine İran ve Azerbeycan bölgesi için bölgeye Dunsterville’i göndermişti.

100 yıldan beri,, yoksul ve geri toplumlarda savaşlar yada özel operasyonlarla yıkılan devlet otoritesinin yarattığı boşlukta,etnik ve dinsel toplulukları ‘özgürlük’ vaadiyle İngiltere’nin stratejik hedeflerine karşı saldıtmak.. İngiliz emperyalizminin işi bu …

 Azeri ‘Soykırımından’ mahkum İngiliz Ajanı Yüzbaşı Noel

1918 yılında artık son günlerindeki 1. Dünya Savaşı döneminde İngiltere’nin gerçekte Almanya, görünüşte ise Osmanlı Ordusu ile yürüttüğü bir savaşın parçası Tarihçi Batı’nın anlattığı Dunsterforce.. Orta-Doğu ve Kafkasya coğrafyası bugün olduğu gibi sınırların ve toplulukların kitlesel göçler nedeniyle kaybolduğu, açlık,anarşi ve katliamların kol gezdiği bir bölge. Baku’ye Dunsterville ordusunun boşaltmasından sonra Osmanlı Ordusu (Osmanlı-Azeri İslam Ordusu) girer. Ne varki İngiliz İstihbarat Subayı Yüzbaşı Edmund Noel’in para ve özgürlük vaadi ile örgütlediği aç Ermeni çetelerine yaptırttığı ve birkaç gün içinde 12 bin Azeri ve Müslüman’ın katledildiği Baku ‘soykırımı’ nı önlemek için artık çok geçtir. Yüzbaşı Noel Azerbeycan için olduğu kadar Türk toplumu için de önemli bir figürdür. Baku Katliamından sonra kentten kaçarken İran’li Mirza Küçük Han’ın bölgesinde yakalanan ve yargılanan Noel, Azeri Katliamını düzenlediği için idama mahkum olur. Yaklaşan Dunsterville ordusu ile Mirza Küçük Han arasındaki bir pazarlık sonucu serbest kalan Noel, aynı yıl işgal edilen İstanbul’a geçer. İşgal yıllarında İngiliz İşgal güçlerinin ikinci adamı olarak görev alan Noel, özellikle Kürt Teali Cemiyeti ile ilgilidir. 1919 da Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal Paşa’yı ‘Sivas Valisi ile birlikte topladığı Kürt aşiret güçleriyle tutuklamak yada öldürmek için bir operasyon düzenleyen Binbaşı Noel, kendi canını bile zor kurtatarak İstanbul’a döner.

Mahir Tan    LondraPosta-Londra

 

Türker Ertürk; Devletin temel ilkesine karşı bir Meclis Başkanı

Meclis Başkanı Suç İşliyor
Cumhuriyetimizin kurucu ideolojisine, demokrasinin olmaz ise olmazı laikliğe düşmanlık eden bir Meclis Başkanı yok hükmündedir, istifa etmeli veya ettirilmelidir. Meclis Başkanı’nın; “Laiklik Yeni Anayasa’da olmamalıdır” söylemi suçtur, bigane kalmak işbirlikçiliktir, geleceğimize, birliğimize ve dirliğimize karşı ihanet etmektir.
İslamToplumlarında laiklik; barış içinde birlikte yaşamaktır, güvenlik konseptidir, mezhepler ve tarikatlar üzerinden birbirini yememektir, kula kulluk etmemektir, şereftir, kadının cinselliği üzerinden ahlak anlayışı inşa etmemektir, insan ve birey olmaktır.

Laiklik nedir,neden gereklidir ?
İslam Dünyası’nın durumu ortada! Üretilen, insanlık adına hiç bir şey yok. Kan, kin, gözyaşı, kelle koparma ve katliam. Çünkü İslam; siyaset batağının içinde! En iyisi Türkiye! Atatürk önderliğinde yapılan Aydınlanma Devrimleri sayesinde. Şimdi, bu kazanımları yok etmeye çalışıyorlar. Din, siyasetin ve dünyevi işlerin içinde olursa; orada ahlakın ve etik değerlerin damlası bile olmaz.
Atatürk önderliğinde yapılan Aydınlanma Devrimlerinin bir amacı da; İslam’ı siyasetin bir enstrümanı olmaktan çıkarmak, insanlar arasındaki rekabetin bir aracı olmaktan kurtarmak, yüce ve kutsal yerine taşımaktır. Laiklik, bunun adıdır. İşte TBMM Başkanı İsmail Kahraman; buna ve bu gerekliliğe düşmanlık etmektedir.

Laiklik İslam Dünyasında şart

Bugün geldiğimiz noktada; İslam Dünyası’nda barış ve hoşgörüyü egemen kılabilmek, bilimde, teknolojide ve üretimde var olabilmek, çağdaş dünya ile bütünleşebilmek, uygarlaşabilmek, etik ve ahlaki değerleri yaygınlaştırabilmek için, laiklik şarttır. Halen İslamDünyası içinde Türkiye her konuda daha ileride ise; bunu Atatürk önderliğinde yapılan Aydınlanma Devrimlerine ve onun omurgası sayılan Laiklik İlkesinin kazanımlarına borçludur.
Akla şu soru gelebilir; “İngiltere, İsveç, Norveç ve Danimarka laik ülkeler olmamasına rağmen, yukarıda saydığımız avantajlara ve erdemlere nasıl olurda, sahip olur?” Bunun nedeni; Hristiyan Dünyası’nın geçirdiği acılı ve kanlı süreçte ve yaşadığı reformlarda gizlidir. Hristiyanlık artık bu süreç sonunda; dünyevi yaşamın referansı olmaktan çıkmış, sadece din, inanç, itikat ve kültür olmuştur. Örneğin Danimarka’da; insanları din üzerinden kandırıp iktidar olamazsınız. İngiltere’de hırsızlıklarınızı ve yolsuzluklarınızı din üzerinden hasıraltı edemezsiniz.

Güvenlik konsepti
Doğrusunu söylemek gerekirse; İslam Dünyası’nda reform, varoluşsal bir ihtiyaç. Laiklik; iki büyük nedenle ihtiyaç İslam’ın egemen olduğu topraklarda! Birincisi, güvenlik konsepti olması. Laikliğin olmadığı İslam Coğrafyası’nda; din ve mezhep motifli kavga eksik olmaz, kan, kin ve gözyaşı asla kesilmez. İkinci neden ise; emperyalizme karşı koruyucu kalkan olmasıdır. Çünkü emperyalizm; toplumları en çok din ve mezhep üzerinden manipüle eder ve hedefleri için kullanır.

Laiklik; din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Bu tanım doğrudur, ama yeterli değildir. Laiklik; dinin siyasi bir enstrüman olarak kullanılmasının önüne geçilmesidir. Din ve devlet işlerinin kesin çizgilerle birbirinden ayrılması, dinin hakkının dine, devletin hakkının devlete verilmesidir. Devlet yönetimi ve kamu alanında dini referans yapmamaktır.

Siyasal İslam

Siyasal İslam’ın AKP ile bir şekilde iktidar olduğu ve her geçen gün laikliğin aşındırıldığı Türkiye’de etik ve ahlaki değerlerin bu süre içinde nasıl dip yaptığı, ülkemizin bölgesinde nasıl bir istikrarsızlık odağı olduğu ve teröristler için nasıl bir vaha haline geldiği, sanırım gözünüzden kaçmıyordur.

Eğer İslam siyaset olursa veya siyasi gücü ele geçirebilmek için bir araç olabiliyorsa; oradan iyi şeyler çıkmaz, orada barış ve hoşgörüden eser bile olamaz. Siyasi gücü ele geçirebilmek için İslam’ın yüce Peygamberi Hz. Muhammed’in soyunu sopunu işkenceyle öldürebilen zihniyet, size acır mı?

Saygılar sunarım.

Türker Ertürk

Ahmet Kılıçaslan Aytar; NATO soğuk savaşa dönüyor

BARIŞ İÇİN SAVAŞMAZSAN

Rusya-NATO Konseyi, Haziran 2014’te NATO İttifakı’ının aldığı tek taraflı kararla askıya alınmasından iki yıl sonra,
20 Nisan’da Brüksel’de üye ülkelerin büyükelçileriyle toplandı.
Görüşmelerin yeniden başlamasını teşvik eden başlıca endişe;
NATO’nun Doğu Avrupa’ya askeri konuşlanmalarının sonucunda oluşan Rus güçleriyle yakınlaşmanın artık bir askeri çatışmaya yol açabileceği ve topyekün bir savaşı tırmandırabileceği korkusuydu…
*
Peki, ama 2014’ten 2016’ya ne oldu, ne değişti de bir askeri çatışma ya da topyekün bir savaşı tırmandırabilecek bir durumdan söz ediliyor?
*
Haziran 2014’te Rusya-NATO Konseyi; Batı’nın Rusya ile arasında Ukrayna üzerinden hegemonya ve güç siyasetine dayalı eski dünya güvenlik anlayışı yerine
karşılıklı güvene, yarara, eşitliğe ve eşgüdüme dayalı sürdürülebilir yeni bir güvenlik anlayışı iddiası arasında gelişen mücadelede, İttifak’ın aldığı tek taraflı kararla askıya alınmıştı.
*
Batı’da; Rusya’nın ortak olmaktan ziyade bir tehdite dönüştüğü ve NATO’nun bu tehdite karşı vargücüyle mücadele etmesi gerektiği yönünde düşünceler gelişti.
NATO, Rusya’nın saldırganlığına karşı koymak için bir strateji oluşturacağını ve askeri varlığını Doğu Avrupalı üye ülkelere konuşlandıracağını açıkladı.
Ardından NATO- Rusya Kurucu Senedi tartışılmaya başlandı…
*
NATO, Rusya’nın ittifak içinde öncelikli ortak olarak kabul edildiğini, hiçbir müttefik ülkenin Rusya’nın özerkliğini azaltmayı veya ayrıcalıklarını sınırlamayı amaçlamadığını,
Üstelik NATO-Rusya Kurucu Senedi’nin, Rusya veya NATO’nun özgürce karar verme hakkına da bir sınırlama getirmediğini iddia etti.
*
Ama NATO-Rusya ilişkisinde, Avrupa güvenliğinde neyin korunacağı ya da neyin tehdit ettiği konusundaki görüşler arasında benzerlik yoktu.
Görüşler aynı zamanda güvenlik konusundaki farklı kültürleri yansıtırken;
Sonuçta Rusya, NATO’ya güvenmekte zorlanıyor,
NATO üyeleri de Rusya’nın istediği türde bir eşitliği ya da NATO’nun birlikte yönetimini onaylamakta tereddütte kalıyordu…
*
Nitekim Rusya Askeri Doktrininde NATO’nun stratejik füze savunması birinci sırada tehdit olarak gösterildi.
NATO askeri altyapısını Rusya sınırına kaydırarak ve gelecekte daha fazla genişleme olasılığından vazgeçmeyerek Avrupa’daki eski bölünmeyi yeniden canlandırmaya çalışmakla suçlandı.
Her iki tarafta da işbirliğine dayalı ilişkilerin yürütülebileceğine, ancak uyumlu bir ilişkinin söz konusu olmayacağına yönelik inanç kökleşti…
*
NATO’nun doğuya doğru genişlemesi Baltık Denizi ile Karadeniz arasındaki bölgede bir çatışma alanının oluşmasına neden oldu.
Rusya ile NATO’nun Baltık Denizi ile Karadeniz arasında sınırları barışçıl biçimde belirlemesi olanaksızlaştı…
*
Üstüne üstlük NATO Genel Sekreteri Jens Stoltberg’in “Rusya tutumunu ve eylemlerini değiştirdiğini, uluslararası hukuka saygı duyduğunu göstermelidir ki, kuvvetli bir NATO Avro-Atlantik güvenliği adına Rusya ile yapıcı ilişkiler kurabilsin” ifadesi, Rusya tarafından eşitliğe aykırı, tehlikeli ve sorumsuz bulundu.
*
Nitekim daha birkaç gün önce, Baltık Denizi’nde Rus askeri uçağı ile bir ABD savaş gemisi ve keşif uçağı arasındaki yakın bir karşılaşma oldu.
Böylesi durumlarda, tek yanlış hamlenin hızla hesaplanamaz bir tırmanmaya yol açabileceği öngörüleri açığa çıktı.
*
Neticede 20 Nisan’da Brüksel’de Rusya-NATO Konseyi,
Genel Sekreter J.Stoltenberg’in “Bu toplantılar özellikle gerilimler yüksek olduğunda siyasi diyalog, farklılıklarımızı tartışmak ve askeri olaylar riskini azaltmak için gereklidir” ifadesiyle toplandı.
“Ukrayna’da ve çevresindeki kriz, bölgesel terörist tehditler dahil Afganistan’daki güvenlik durumu ve askeri faaliyetler ile ilgili şeffaflık ve risk azaltma” konuları tartışıldı.
*
Ne ki, toplantı Avrupa’nın ve dünyanın karşı karşıya olduğu muazzam tehlikelere rağmen, büyük güçler arası gerilimleri yatıştırmak için hiçbir somut eylem belirlemeden sona erdi.
Derin ve kalıcı anlaşmazlıklara sahip NATO ve Rusya’nın pratik işbirliğine yönelik hiçbir dönüş olmayacağı belirlendi.
NATO’nun son birkaç yıldır izlediği Rusya ile gerilimleri saldırgan bir şekilde körükleyen provokatif politikanın, dünyayı nükleer silahlı güçler arasında bir dünya savaşının eşiğine getirmiş olduğu dehşetle görüldü.
*
Halbuki dünyanın yeni bir döneme girmekte olduğu görülmelidir.
Doğrusu, Batı’nın Ortadoğu’da ortaya çıkan güvenlik riskleri karşısında artık Rusya ile birlikte hareket etmesi,
SSCB’den sonra giderek emperyal vasıflarını kaybeden ve bir ulusal devlete dönüşmeye başlayan Rusya’nın, Avrupa ile bütünleşmesinin bir kazanım olduğunun görülmesi,
Ortadoğu’ya yönelik politikalarda terörün yayılmaması için işbirliğine gidilmesi,
Recep Tayyip Erdoğan gibi irrasyonel bir liderin Yeni Osmanlıcı siyasetinin İslamcı halkların radikalleşmesine dayalı terörü, Kafkasya ve Asya coğrafyasına sıçratmasına ve Rusya’yı olumsuz etkilemesine engel olunması,
İstikrarlı bir dönem için Batı ve Doğu arasında belirli ölçülerde işbirliklerinin inşa edilmesi,
Daha sonra bölgenin temel aktörleri Türkiye, Suudi Arabistan, İsrail, Mısır ve İran gibi ülkelerin birlikte ortak hareket etmesi gerekiyor…
*
NATO İttifakı’nın, üyesi Türkiye’ye Ukrayna ile birlikte Karadeniz’de ortak tatbikat yaptırmasının,
Ya da Türkiye’yi NATO’ya entegre yeni bir savunma sistemiyle Rusya’nın nükleer potansiyelini dizginlemeye yöneltmesinin hiç bir alemi yoktur…
27.4.2016
Ahmet Kılıçaslan Aytar