Düşük profillimi olsun, düşük uçkurlu mu ?

Herşey ‘Düşük Profilli’ zaten;

Günün moda söylemi ‘düşük profil’.

Ne var ki ülkede herşey zaten düşük profilli. Bunun için ayrıca bir çaba göstermeye gerek yok.

-Giden Başbakan ‘Düşük Profilli’ değilmiydi ?. Öyleydi zahir. Cumhurbaşkanı’nın söylediklerinden farklı şeyler söylerdi ara sıra. Ancak ertesi gün düzeltirdi. ‘Komşularla 0 Problem’ söyleminin sahibiydi. Batı Medyasının ‘kafa bulduğu’ bir politika oldu bu. Başbakanlık’tan gönderilmesinden tam bir gün önce Dünya Medyasına ‘Orta Doğu’da bir parantezi kapatıp bir başka parantez açıyoruz’ diye açıklamalar yapan birinin Profili ancak bu yükseklikte olurdu.

– Son dönemdeki Canlı Bombalarda gözleniyor ‘düşük profil’. Canlı Bomba patlıyor.Kendisinden başka ölüm yok. Hükümet ‘kim olduğunu tesbit ettik, IŞID çı’ diyor.PKK nin ‘üstlenme örgütü’ TAK ‘biz yaptık diyor ve gerçek ismi açıklıyor.

– Suikast’ın ‘Düşük Profilli’si olur mu ? Olur. Gazeteci Can Dündar’a ‘garibin’ biri suikast düzenledi. Elinde tabancası olan suikastçıyı Dündar’ın karısı yaka paça tuttu. Bir eliylede cep telefonundan You Tube için çekim yaptı. Böyle olacak Profil dediğin.

-Senelerden beri iki muhalif siyasi partiden birinin başkanısın. Profilin yıllardan beri girip çıktığın seçimlerde aldığın sonuçlardan görülüyor. Bir de muhalet içinde muhalefet var. ‘Ot yoldurtmazsam namerdim’ diyor tek başına topladığı 20 binlik mitinglerde. Profiller arasındaki yükseklik farkı dikkatleri çekiyor.

-Ülkede Profili düşük olmayan bir şey var; Güney-Güneydoğu sınırlarımızın çevresindeki savaş. TSK ve Güvenlik güçlerinden 400, karşı taraftan ise -rivayete göre- binlerce kişinin yaşamını kaybettiği bir gayri nizami savaş sürüyor. Dünya’da ‘aktif’ durumdaki silahlı çatışmalar arasında en kanlısı ülkede yaşanırken, herşeyin ‘düşük profilli’ olarak kalmasına şaşacak bir şey yok. Kendi ülkesinin yönetimi tarafından bir kaç yıl önce arkasından bıçaklanan TSK, görüldüğü kadarıyla düşük profilli olmayan tek kurum gibi olarak kalıyor bu çukurda..

Mahir Tan     LondraPosta- Londra

Türker Ertürk; Orenburg’da Nefes Almak

ORENBURG’DA NEFES ALMAK

Siyasetimizdeki gelişmeler; çağdaş ve uygar bir insan için, gerçekten dudak uçuklatan cinsten. Ahlâktan, siyasi etikten, haysiyetten ve demokratik geleneklerden zerre kadar nasibini almamış bu gelişmeler size batmıyorsa ve normal gelmeye başlamışsa; ciddi bir biçimde ruh sağlığı ve çağdaşlık sorununuz var demektir.

Ülkemiz Türkiye’deki gelişmeleri; ulusal duyarlılığa sahip ve kendisini çağdaşlığı ile tanımlayan bir insan olarak yüzünüz kızarmadan savunabilmek, ne yazık ki mümkün değil. Bu yazıyı, size bu zorlukları yaşadığım Amerika’dan gönderiyorum.

Gönderiyorum dedim; çünkü bugün okurum da olan bir arkadaşımın geçtiğimiz günlerde yaptığı Rusya seyahati ile ilgili bana gönderdiği bir mektubu sizinle paylaşacağım.

“Şimdi içinizden; “Nereden çıktı bu Orenburg?” diye düşünüyor olabilirsiniz. Açıkça söylemek gerekirse; bundan 7-8 ay öncesine kadar, dünya üzerinde Orenburg diye bir şehir olduğunu, ben de bilmiyordum. Ama zamanın değişen şartları mı dersiniz, iletişim olanaklarının artması ya da teknolojik ilerlemeler mi, bilmiyorum; 7-8 ay önce ismini bile duymadığımız bu şehirde, geçtiğimiz hafta sonunu, bir Rus ailenin evinde geçirdik. Konunun öznel yanını bir tarafa bırakıp, izlenimlerimi paylaşmak isterim.

Uçuş saatlerinin uyuşmaması nedeniyle; bir geceyi Moskova’da, havaalanına yakın bir otelde geçirdik. Otelin bizi almak üzere gönderdiği servisin şoförü Özbek olunca, ilk konuşmaları da onunla yapmış olduk. Memleketinde bıraktığı üç çocuklu ailesini, ancak yılda bir kez görebiliyor. Büyük oğlunun hafız olduğunu gururla anlatıyor, Rus uçağının düşürülmesini büyük bir başarı olarak görüyor ve “Eğer Erdoğan düşürmeseydi, Putin korktular diyecekti” diye yorum yapıyor. Doğaldır ki; ona Ege’de Yunan işgalinde olan Türk adacıklarını ve benzerlerini anlatabilme olanağımız yok, ama bence en çarpıcı bölüm sonradan geldi. Oğlumuzun kız arkadaşının ailesi ile tanışmaya gittiğimizi söyleyince, ilk sorusu; “Kız Müslüman oldu mu?” idi. Burada hemen şunu düşündüm; “Acaba oğlumuzun arkadaşı, durumunu ailesine ve tanıdıklarına anlattığında, onlardan hiç ‘çocuk Hristiyan oldu mu’ diye soran olmuş mudur?” Böyle bir şeyin olabileceğini sanmıyorum. O zaman da aklıma şunlar geliyor: Müslümanların bu dünyayı kendilerinden ibaret sayma, diğerlerini ötekileştirme, herkesi kendilerine benzetme hakkına sahip olduklarını zannetme duygusu ve tek tipleştirme istekleri nereden kaynaklanıyor? Bu cesaret nereden geliyor? Buna bizdeki tabirle “cahil cesareti” mi dememiz lazım, bilmiyorum.

Orenburg; Ural dağlarının eteklerinde, Kazakistan sınırına 120 km. mesafede, 600.000 nüfuslu, tipik bir Rus şehri. Ural dağlarının devamında yer alan Ural Nehri de İstanbul gibi; bir yakası Avrupa, bir yakası Asya olan bir sınır teşkil ediyor. Şehir, bizim 70’li-80’li yıllarımızdaki şehirlerimizin havasını yansıtıyor. Yollar tam yapılmamış, ulaşım eski tip otobüs ve araçlarla sağlanıyor. Sovyet dönemi evlerinin bir bölümü varlığını sürdürürken, şehrin bazı bölgelerinde de inşaat faaliyetleri devam ediyor. Yoğun bir yapılaşma yok, ağaçlı bölgeler şehirdeki varlığını devam ettiriyor. Bazı bölümlerde ufuk çizgisi; sizi rahatlatıp, sonsuzluk duygunuzu okşayacak kadar uzaktaki ovalarda sonlanıyor.

İlk bakışta; konfor düzeyi çok iyi değilmiş gibi gözükse de, gerçek konfor insanların beyninde ve algılarında sanırım. Rusların çok güler yüzlü bir ırk olduğu söylenemez ama, yoldaki insanların yüzünde dinginliği ve sakinliği okumak mümkün. O zaman da; bize konfor ya da hayatı kolaylaştırma diye sunulan tüketim toplumu alışkanlıklarını, yeniden sorgulamamız gerektiğini düşünüyor insan.

Konuk olduğumuz ev; 62 m², 3 oda ve salon diyebileceğimiz bir diğer odadan oluşuyordu. Bizim alışkanlıklarımızla kıyaslarsak, evde 6 kişi olduğunda çok fazla bir hareket alanı da kalmamış gibi duruyor ama şunu bir kere daha anladım ki; genişlik insanların yüreklerinde. Kaldığımız üç gün boyunca; kendimizi evimizde hissettik ve yaşam alanının büyüklüğü aklımıza bile gelmedi.

Bunun ötesinde başka şeyler de vardı. Beni asıl etkileyen; evin her köşesi akıllıca kullanılmış ve pırıl pırıl ışıldayan malzemelerle donatılmış, ayrıntılar düşünülmüş. Ama bence en önemlisi; biz orada iken dinleyecek zaman yaratamasak da, bu kısıtlı alandaki evde bir piyano var. Hem de elektronik falan değil, bildiğimiz klasik piyano. Bununla; yüzyılların imbiğinden süzülüp gelen gelenek, görenek ve alışkanlıkların toplumlar üzerindeki etkisini daha iyi anlıyor insan.

Sonraki gün; büyükanne ve büyükbabanın yaşadığı şehre, yaklaşık 1 saat uzaklıktaki köye gittik. Ekonomik durumun çok da iyi olmadığı görülmekle beraber; evlerin pencerelerinin bembeyaz boyaları ile bahçelerin düzeni, yolların temizliği, toplumların gelişmişlik düzeylerinin gelirle doğru orantılı olmadığını bir kez daha yüzümüze çarptı, tabir yerinde ise. Bu ziyaret sırasında; Paskalya kutlamalarını da görmüş olduk, son derece içten, samimi ve gösterişten uzak.

Ben bunları niye yazdım ya da sabredip buraya kadar geldiyseniz, siz niye okudunuz, onu söyleyeyim: Orenburg’a vardığımızın ikinci gününde, ben birden nefes almaya başladığımı hissettim; yani buradaki boğulma, yüreğimize, gönlümüze baskı hissinin, genel hoşnutsuzluk halinin, bir anda ortadan kalktığını fark ettim. İçinden geçtiğimiz dönemdeki gelişmeler, her gün istemesek de dinlediğimiz haberler, sosyal medyada bizim gibi düşünenlerin paylaştıkları, karşı durma gücü bulamadığımız ya da siyaseten bizi temsil edenlerin kalmadığı bir ülkede yaşıyor olmak, hepimizin üzerine bir karabasan gibi çöktükçe çöküyor, hani Edip Cansever’in deyişi ile; “Masa da masaymış ha”, gönlümüz, yüreğimiz, duygularımız bu ağırlıklarla yüklendikçe yükleniyor, demek ki dayanacak gücümüz varmış diyoruz. Ama normal bir dünyaya, alıştığımız konforun altında bir standartta olsa bile kavuştuğumuzda, bir anda kendimizi tabir yerinde ise; yükünü boşaltmış eşek gibi rahatlamış, gevşemiş, dinginleşmiş buluyoruz. Normal ve çağdaş bir yaşama ne kadar da ihtiyacımız varmış meğerse.

Şimdi diyeceksiniz ki; “Nefes almak için Orenburg’a gitmek zorunda mıyız?” Bana göre; geldiğimiz süreçte, belki bir kısmınıza karamsarca gelebilir ama, ya bu ülkeyi çağdaş anlamda yaşanabilir kılacağız, ya da buna gücümüz yetmiyorsa kendimize nefes alacak başka bir yer bulacağız. Çünkü bu nefessizlik masanın kaldırabileceği sınırı aşmak üzere. ”

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

Bülent Esinoğlu; Kemalistler olmadan yurdu savunamazsınız..

Kemalistler olmadan vatan savunması olmaz

Bülent ESİNOĞLU

Seçimler ülke sorunlarını çözmüyor. Ayrışmaları derinleştiriyor. Bir senede üç seçim yaptık. Yenisi gerekiyor.

Diyelim ki, bir seçim daha yaptık. AKP 400 milletvekili ile geldi. Ayrışma ve dış kuşatılmışlık, iç sorunları içinden çıkılmaz hale getiriyor.

Kuşatma altındaki Türkiye’nin, ayrışmaya değil bütünleşmeye ihtiyacı vardır.

Dış dünyaya karşı savaş, iç cephenin birliğine muhtaçtır.

Türkiye’nin iç sorunları, yani mecburiyetleri, bizi bu hedefe doğru götürüyor.

Amerika ile savaşabilmek için önce, Amerika’nın 60 yıldır içeride örgütlediği işbirlikçiler ile savaşmamız zorunludur.

Bunu yapabilmek de, işbirlikçiler ile ittifak değil, iç dinamiklerle ittifakı gerektirir.

Siyasal İslam iktidara gelirken hep ülke karşıtı güçlerle ittifak yaparak gelmişti. ABD’ye verilen federasyon vaadi, bunu gerektiriyordu. Bu sebepten içerideki Amerikan bileşenleri ile ittifak yapmaya mecburdu.

Kutsal İttifak diye yola çıkmışlardı.

Kutsal İttifakın bileşenleri; Kürt siyasi hareketi(aslında PKK), üretim ekonomisinin değil piyasa ekonomisinin temsilcileri liberaller ve Amerikan haber alma örgütü uzantısı Gülen Hareketiydi.

Kutsal İttifak: Amerika’nın Çözüm Planı dediği bölünme planında birleşmişlerdi.

Kutsal İttifakın programı, Türk halkının programı ve geleceği değildi.

Erdoğan, ya da siyasal İslam, ilk olarak, ekonomik örgütlülüğü iyi, ancak siyasal örgütlülüğü olmayan liberaller ile yolunu ayırdı.

Evet, liberallerin temsilcileri ile olan birlikteliğine son verdi ama üretim ekonomisinin planlamasına değil, liberallerin tüketim ve borçlanma ekonomisine devam dedi.

Dolayısıyla, Amerika ve onun finans sistemi ile olan bağımlılığını sürdürdü. Hala da öyledir. Çıkmaz sokaklardan birisi de, bu borçlanmadır.

Amerika ile birlikte hareket eden Kürt siyasi hareketi ve PKK, hem silahlı güce hem de siyasal uzantılarıyla iktidarı tehdit etmeye başladı. Çözüm sürecinin sürdürülmesine imkân kalmadı.

Vatanın savunulması mecburiyeti ağır bastı. Türkiye’nin iç dinamikleri zorlanmaya başladı.

Böylece, Amerikan yanlısı iki bileşen iktidar ortağı olma sıfatını kaybetti.

Bu söylediklerimizi kim yapıyor? Bir zamanlar BOP eş başkanlığı yapan kişi yapıyor.

Niye yapıyor?

Türkiye’nin Mecburiyetleri, insanları ve önderlerini Türkiye cephesinde yer almaya zorladığı için.

Tarihin tunç kanunu işlemeye başladı. Emperyalizmle savaş, işbirlikçilerle savaştır kuralı işledi.

İşbirlikçiler ile savaş, Feto ile mücadele, emperyalizm ile savaşın en zor kısmını teşkil eder. Gülen harekâtı, ya da gladyo örgütlenmesi, İslamiyet’i de, kullanarak yol aldığından, uyuyan hücrelerinin ne zaman hareketleneceğinin, nasıl hareketleneceğinin önceden kestirilmesi zordur.

Hatta diyebiliriz ki, PKK ile mücadeleden daha zordur. PKK’nın silahı, görünür durumdadır. FETO’nun silahı görünmez durumdadır.

Gülen hareketi; istihbarı örgütlenmedir. Devleti içerden elde etme harekâtıdır.

Ülkemizde ve Rusya’da, CIA kıdemli elemanı olarak çalışmış, Claire Lopez diyor ki;

Erdoğan Güleni devlet içinden ayıklayamaz. Washington Gülen’i vermez. Cemaatin birçok elemanı uyuyan hücredir. Cemaatin Amerika’da 150 okulu, üç üniversitesi var.

Erdoğan’ın, işbirlikçileri temizleyip, saf siyasal İslam peşinde koşması, karşısındaki cepheyi büyütmektedir.

Amerika içerideki işbirlikçileriyle, Ergenekon ve Balyoz kumpaslarıyla, Kemalistleri, milli güçleri ve orduyu tasfiye etmeye kalkmıştı.

Demek ki Ordu, Kemalistler ve milli güçler olmadan bu ülkede bir iş yapılamazmış. Bu kesin bir şekilde ortaya çıktı.

Kurtuluş Savaşında, Mustafa Kemal emperyalizme karşı tüm ülke halkını birleştirerek, kuruluşu ve kurtuluşu gerçekleştirmişti.

Bir taraftan kendini yeniden üreten, Kemalistler olmadan vatan savunması olmaz.

7.5.2016, bulentesinoglu@gmail.com

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Fiili Başkanlık Sistemi başladı

 

YENİ TÜRKİYE’NİN DAVUTOĞLU HİKAYESİ

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ahmet Davutoğlu’nun AKP Genel Başkanlığı ve Başbakanlık görevine 22 Mayıs’tan itibaren son verdi.

Davutoğlu’nun görevden alınmasıyla birlikte yeni Türkiye fiili başkanlığa geçti.

*

Herşey, ABD İstihbarat Topluluğu’nun Çin, Rusya, İslami uyanış, radikalizm ve Filistin yanlısı kuvvetin yükselişi sonunda İsrail’in ayakta kalamayacağını bildiren,

“İsrail Sonrası Ortadoğu’ya Hazırlık” raporuyla başlamıştı.

Raporda ABD’nin giderek İsrail’i desteklemeyi sürdürecek askeri ve ekonomik kaynaklarının olamayacağına,

Üstelik İsrail’e verilen destekte ABD halkında güçlü muhalefet oluştuğuna işaret ediliyordu…

*

Ve İsrail yeni bir stratejiye yöneldi.

Stratejinin ana hatlarını Başbakan B.Netanyahu,

“Eskiden İsrail-Filistin meselesini çözersek daha geniş olan İsrail-Arap meselesinin de çözüleceğini düşünürdük.

Şimdi bunun tam tersinin geçerli olabileceğini düşünüyoruz.

Yani şu anda Arap Dünyası ile vuku bulmakta olan ilişkileri geliştirmek aslında İsrail-Filistin meselesini çözmemize yardım edebilir.

Biz de tam olarak bu amaca yönelik çalışıyoruz” ifadesiyle açıkladı.

*

İsrail’in yakın gelecekte HAMAS’la, sonra İran’la doğrudan bir savaş yaşayabileceği öngörüldü.

Bu yüzden İsrail ve Suudi Arabistan arasında işbirliği geliştirildi.

İşbirliğinin ürünü olarak İsrail’in bir Yahudi devleti olduğu noktasından Sünni Arap ülkeleri ve Filistinlilerle kapsamlı bir barış anlaşmasının yapılabilmesi hedeflendi.

Merkezini İsrail’in oluşturduğu ve Arap Ligi himayesinde NATO uzantısı ortak bir Arap Savunma Ordusu,

Düşmanla ve terörle mücadeleye yönelik Suudi Arabistan merkezli ve nüfusunun çoğunluğu Sünni Müslüman ülkeler arasında savunma paktı benzeri bir koalisyon kuruldu.

Türkiye, o dakikada bu oluşumları prensipte kabul etti.

*

AKP, iktidarını ideolojik yakınlık beslediği Müslüman Kardeşler hareketinin iktidarını desteklemek üzerine kurmuştu.

Mısır’daki Muhammed Mursi iktidarıyla sınırlı olmayıp Tunus, Libya ve Suriye’yi de kapsayan bu siyaset;

Türkiye’yi Katar ile yakınlaştırmış, statüko yanlısı Suudi Arabistan’la arasının açılmasına neden olmuştu.

Türkiye dış politikasında değişen koşullara adapte olamayınca da  bölgede yalnızlaşmıştı…

*

Mursi bir askeri darbe ile iktidardan indirildikten sonra,

Hem İsrail, Müslüman Kardeşler Örgütünün hiddetinden kurtulmuştu,

Hem de Suudi Arabistan bölgedeki değişimi durdurmuş, Körfez İşbirliği Teşkilatı toplantılarını Katar/Doha’dan Riyad’a aldırırken Katar’ı dışlamış ve bölgede asıl aktörün kendisi olduğunu kanıtlamıştı.

Sonra ABD ile İran arasındaki nükleer müzakereler, Suriye’de IŞİD’in ortaya çıkışı, Yemen sorununun derinleşmesi gibi faktörler derken, Müslüman Kardeşler üzerinden yaşanan anlaşmazlıklar arka plana itilmişti.

*

Bu noktada İran’ın yükselişini ortak tehdit olarak gören başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri İsrail ile yakınlaşıyor,

Bölgesel yalnızlığını aşmak isteyen Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini düzeltmesine fırsat oluşuyordu.

O yüzden İsrail’in yeni stratejisi paralelinde Suudi Arabistan ile Türkiye’yi birbirlerine yakınlaştırmayı öngörüyordu.

Suudi Arabistan’daki taht değişimi de Ankara ve Riyad arasında işbirliği için fırsat oldu.

Suudi arabuluculuğunda Türkiye’nin bölgedeki diğer ülkelerle ilişkilerin yeniden tesisinin,

Ankara’nın Müslüman Kardeşler Örgütüne yönelik daha dengeli ve mesafeli bir konum geliştirmesinin önü açıldı…

*

Mart 2015’te, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Riyad ziyareti bir dönüm noktası oldu.

Ekonomik ve kültürel boyutta gelişen Riyad-Ankara ilişkilerinin askeri ayağı Suriye’de muhaliflere destek üzerinden sürerken,

Türkiye’nin Suudi önderliğinde oluşturulan İslam Ordusu projesine katılımı pekişti.

Suriye’de olası bir askeri operasyona destek amacıyla ilk kez Suudi savaş uçakları İncirlik’e konuşlandı…

*

Böylece;

İsrail’in çıkarlarına hizmet eden Sünni Arap ülkelerinin tutum ve politikalarında eşgüdüm sağlandı.

Suudi Arabistan’ın, İran’ın Şii hilâliyle yayılma stratejisine karşı Şiiliğin bulunduğu her yerde etki alanını arttırmasının ve Şiiliğin yayılmasına karşı kalkan oluşturmasının önü açıldı.

Ortadoğu’daki güç merkezi Suudi Arabistan ve İran arasında dağıtılmış olurken, bölgede Sünni Arap ülkeleri ordusunun gerektiğinde doğrudan doğruya Şii İran ordusuyla karşı karşıya kalması öngörüldü.

Üstelik ABD müttefiklerinin Orta Doğu’da Rusya’nın amacına ulaşmasını engellemek üzere bölgedeki kilit aktörlerle çevreleneceğini hedefledi.

AKP hükümeti ise Müslüman Kardeşler hareketine iç siyasetteki dengeler sebebiyle açıkça sırtını dönemeyecek olsa da;

Konjonktür Ankara’yı değerler üzerine kurulu değil çıkar temelli bir dış politika izlemeye teşvik ediyordu…

*

Bu süreçte Türkiye’de stratejik öneme sahip kurumları, madenler, limanlar, elektrik ve suyun özelleştirilmesi ile birlikte yabancıların toprak edinmesiyle yeniden yapılanma süreci hep sürdü.

Vatan topraklarının yüzde 13’ünün yabancı mülkiyetine geçmesiyle birlikte toprak üzerinde mülkiyet hakkı, uluslararası tahkim kurumlarının tekeline geçti.

Benzeri gelişme Irak Kürdistan Bölgesi’nin topraklarının yüzde 53’ünün yabancı petrol şirketlerine satılmasında da yaşanıyor…

*

Devletin ulus bağlantısından koparılmış milyonlarca Kürt vatandaş ise merkeziyetçi yönetime karşı çıkan HDP ve PKK çatısı altında,

Tüm kitle örgütlerinde ve yerel yönetimlerden en ücradaki evlerde kadar örgütlenmiştir.

Seçimle işbaşına gelinmiş  büyükşehirlerde etnik, kültürel  faktörler altında kendi yönetim biçimini bizzat belirleyen Demokratik Özerklik inşası sürdürülüyor.

Demokratik Toplum Kongresinde  sivil toplumun parlamentosu olması gerektiği belirtiliyor.

Bu talepler çerçevesinde devletle şiddetli bir savaş sürdürülüyor…

*

Erdoğan’ın ideolojisi Osmanlı Devletinin yıkılması ve halifeliğin kaldırılmasıyla başsız ve karmakarışık kaldığı düşündüğü İslam ülkelerini ümmet anlayışıyla güçlü kentler üzerinden devletler konfederasyonunda oluşturmaya  dayanıyordu.

O yüzden Erdoğan ayrılıkçı Kürt Hareketini silahsızlandırarak HDP çatısı altında siyasi mücadeleye yöneltmek istemişti.

Hem İslamcı politikasının hem de Ayrılıkçı Kürt Hareketinin ayağı tökezlemesin diye adı Atatürk ilke ve devrimleriyle patentleşen CHP’de Atatürk Milliyetçiliğinin kurumsallığı YCHP tarafından tasfiye edilmişti.

Adı Alpaslan Türkeş’in Milli Doktrin-Dokuz Işık olarak ortaya koyduğu ülkücülükte patentleşen MHP’de ise şimdilerde Türk milliyetçiliğinin kurumsallığı tasfiye ediliyor…

*

Ne ki PKK’nın hikmeti kendine menkul terörü son bulmuyor.

Çünkü terörle doğrudan mücadele eden polis ve asker edilgen ve pasif konumdadır.

Bu yüzden Türkiye, PKK terör örgütüyle mücadelesinde bir türlü hedefine ulaşamıyor.

Geniş ve görünür bir şekilde devlet itibarı zedeleniyor.

*

İşte gelişmelerin bu noktasında Erdoğan’ın,

“Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye böyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen” ifadesi doğrultusunda,

Ve mevcut konjonktürde ABD ve İsrail’in bölgedeki çıkarları doğrultusunda çizdikleri rotada Başbakan Ahmet Davutoğlu tasfiye ediliyor…

Erdoğan’a fiilen Başkanlığın yolu açılırken, Türkiye’nin önüne yeni bir anayasa yapmak iradesi konuyor.

*

Şimdi Ortadoğu’nun değişen sosyolojisi çerçevesinde çıkacak mezhepsel ve etnik kimliklerin ulusal ya da bölgesel çatışmalara  neden olmaması için asla milliyetçi değil çoğunlukçu, otoriter ve özgürlükçü laiklikle siyasal İslamcılığa açık,

Anayasal üst kimliğin Türk Milleti değil Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığının olduğu,

Cumhuriyetin niteliğinde Atatürk milliyetçiliğine bağlılık ve Atatürk’ün inkilâp ve ilkeleri doğrultusu, devletin bölünmez bütünlüğü ve dilinin Türkçe oluşuyla ilgili bir hükmü içermeyen,

Devlet odaklı değil birey odaklı, yargı ve askeri vesayete değil güçlü parlamenter sistemi çekip çeviren bir başkana,

Merkezi değil yerinden yönetime dayanan yeni bir anayasaya doğru gidiliyor.

*

Artık Erdoğan, Yeni Türkiye şirketinin fiili President’idir.

Ama dünyanın yarısı o’nu Suriye’de yaşanmakta olan insani durumu ahlaksız bir ticarete dönüştürmekle suçluyor.

Türkiye’nin yarısı da o’nu güçlü bir ordu, silah sanayii ,enerji kaynakları ve güçlü ekonomi olmadan mevcut rejime karşı devrim yapmakla,

Güçsüz ve yetersiz ve zayıf demokrasiden güçsüz, kifayetsiz, zayıf bir otoriter sisteme geçmekle,

Yozlaşmış ahlakı ve vicdanı üzerinden bütün sistemi boğazına kadar yolsuzluğa batırmakla,

Bunlara rağmen öngördüğü İslamcılık ideolojisinin bir boka yaramamakla suçluyor.

President Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti devletini karşı devrime uğratmakla suçludur. Yeni Türkiye’nin  ve presidentinin de naylon hükmünde kalacağı düşünülüyor.

*

Zavallı Davutoğlu, President Erdoğan’la paylaştığı köhne siyasi hayalleri peşinde gelip-geçmiştir…

Şimdi bu fırsatta nefsini ve ruhunu rehabilite edebilse, özgür bir akıla ve vicdana sahip olmanın ne mükemmel bir durum olduğunu anlayabilecek ve bu sonuca gerçekten şükredebilecektir…

7.5.2016

Ahmet Kılıçaslan Aytar

Türker Ertürk; Londra’yı bir Müslüman yönetecek.

LONDRA’YI BİR MÜSLÜMAN YÖNETECEK!

 İngiltere’de; İşçi Partisi kan değişikliği yaptı, liderini değiştirdi, fabrika ayarlarına döndü ve ilk meyvesini dün (5 Mayıs 2016), Londra Belediye Başkanlığı seçimlerini kazanarak aldı.

Önümüzdeki dört yıl için, Londra Belediye Başkanı Sadık Khan. Bu, bir ilk. Londra’yı bir Müslüman yönetecek. Soylu bir sınıftan gelmiyor, hep devlet okullarında okumuş.

Son iki seçimdir, Londra’da muhafazakârlar kazanıyordu. Özellikle Yahudi Lobisi, Sadık Khan seçilmesin diye çok çalıştı, ama beceremedi.

Bu zafer nedeniyle; partisini fabrika ayarlarına döndüren, savaşa karşı olan ve antiemperyalist söylemleri ile öne çıkan İşçi Partisi’nin Lideri Jeremy Corbyn’i ve Londra Belediye Başkanı olan Sadık Khan’ı kutluyor, ülkemize de örnek olmasını diliyoruz.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

 

Londra’da Yahudi lobisinin komplosu boşa çıktı

 

    Londra’da  Gençlik ve Sosyal Demokrasi kazandı

Londra Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini İşçi Partisi Adayı Sadık Khan kazandı. Dünya’nın en önemli Başkenti Londra’da (ya da herhangi bir Batı Avrupa büyük kentinde)tarihinde ilk kez olarak bir Müslüman adayın seçim kazanması 2016 yılının en önemli sosyal ve kültürel olayı oldu.  4 Yıl için Londra Belediye Başkanı olan Sadık Khan, Batı Londra’da doğup büyüyen  ve Klasik İngiliz üst düzey politikacılarından farklı olarak Devlet okulları ve üniversitelerinde eğitim görmüş genç bir işadamı. İşçi Partisinin yeni lideri Jeremy Corbyn’in ilk ciddi seçim imtihanı olan 2016 Yerel İdare seçimlerinde Başkent Londra’da Sadık Khan ile kazandığı zaferin yanında, İşçi Partisi İngiltere ve Galler’de yapılan seçimlerde genel olarak geçtiğimiz yerel seçimlerdeki yerini korudu.

Temel Halkçı Programlara dönüş

İşçi Partisi’nin üst üste kaybettiği iki Londra Belediye Başkanlığı seçiminden sonra Sadık Khan ile kazandığı zafer, genel olarak Muhafazakar Parti’nin özelleştirme, Kamu harcamalarından kesintiler, kamu malllarının özel sektöre devredilmesi, yüksek üniversite harçları, ev kredilerinde yüksek faizler, çok yüksek toplu ulaştırma ücretleri gibi halkın yaşamını doğrudan ilgilendiren konulardaki  sosyal demokratik programların halk tarafından desteklenmesine bağlanıyor. Halkçılık talepleri doğrultusunda ‘back to basic’ olarak tanımlanan  İşçi Partisi programı, Londra gibi önemli bir merkezde seçim kazanarak, Başkan Jeremy Corbyn’in sürdürdüğü politikaları Genel Seçimlerde de ön planda tutacağı işaretini verdi.

  Yahudi Lobisi ve Blarity’nin yenilgisi

5 Mayıs Günü yapılan 2016 Yerel İdare seçimleri genel olarak sönük bir siyasi tansiyıonda geçen  Belediye seçimlerinden farklı bir siyasi atmosferde yapıldı. Bunun nedeni İşçi Partisi Lideri Jeremy Corbyn’i ve Londra için gösterdiği Müslüman adayı hedef alan Yahudi Lobisi-Muhafazakar Parti ve İşçi Partisi içindeki Tony Blair yanlısı muhalefetin yürüttüğü  kampanya oldu. BBC ve Muhafazakar Medya üzerinden yürütülen çok yoğun ‘anti-semitizm’ kampanyasına karşın % 10 gibi açık bir farkla seçimi kazanan İşçi Partisi adayı Sadık Khan, bir yanda İşçi Partisinin önümüzdeki dönem için yolunu açarken, bir yandan da ünlü Yahudi Lobisinin sanıldığı kadar etkili olamayacağını da kanıtladı.

Mahir Tan     LondraPosta-Londra         

 

 

Bir göründü,bir yok oldu Kerem misali..

              İmamet Usulü

‘Kısa dönem Başbakanlık’ yapan Ahmet Davutoğlu- fazla problem çıkarmadan-gitti.  Davutoğlu Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmesi sonrasında ,5 Mayıs günü yaptığı Basın toplantısında; ‘Ayrılmasının kendi tasarrufu olmadığını’ söyledi. İktidardaki AKP nin Genel Başkan’ı olan Ahmet Davutoğlu,’kendi tasarrufu olmayan bir biçimde, partisi iktidarda iken ve Parlamento’da bir güven oylaması da olmaksızın nasıl ayrıldı Başbakanlık görevinden ?

AKP ve onun içinden çıktığı Saadet Partisi, partinin Genel Başkanı Rahmetli Necmettin Erbakan’ın ifadesi ile ‘İmamet Usulü’ ile yönetilen partiler. Bu hareketin temelleri esas olarak Milli Görüş çizgisinin partileşmesi yoluyla ortaya çıktı. Müslüman Kardeşler hareketinin Almanya’da örgütlenmesini esas alarak kurulan Milli Görüş, 14 yıldan beri Türkiye’de iktidarda. Bu nedenle, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ‘kendi tasarrufu ile değil’ fakat İmamet usulü gereği,’İmam tasarrufu’ ile görevden alınmasında şaşılacak bir yan yok.

  Davutoğlu bir hayal adamıydı

Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık yapan Prof. Davutoğlu ‘Stratejik Derinlik-Türkiye’nin Uluslararası Konumu’ adlı kitabı okunmadan kolayca değerlendirilebilecek bir politikacı değil. Kitaptaki fikirler, Davutoğlu tarafından hayata ne kadar uygulandı bilinmez, ancak bugüne ait olmayan bir hayal deryasından çıkarılmış. Orta-Doğu, Balkanlar,Kafkasya, Merkezi Asya’da yer alan geniş bir coğrafya ‘Osmanlı Hinterlandı’ olarak tanımlanıyor ve bu bölge halkları ‘Ah Osmanlı, Neredesin..’ diye feryad ediyor. Ahmet Davutoğlu’nun bu hayalini Başbakan olarak yaptığı son konuşmasında, Katar’da aşka gelerek son kez yinelediğini görüyoruz. Orta-Doğu’da 100 yıl önce kurulan Skyes-Picott devletler sisteminin yıkılacağını söyleyen Davutoğlu;’Bir Parantezi kapatıp bir başka parantezi açacağız’ diyordu. Kimin adına konuştuğu pek belli olmayan Davutoğlu’nun bu açıklamasından iki gün sonra ‘kendi parantezi’ kapandı.

Davutoğlu başkaları için de bir hayaldi.

‘Bir göründü,bir yok oldu Kerem Misali’.

Öncelikle Batı ülkeleri için. Batı’da Davutoğlu daha önce yaptığı Dışişleri Bakanlığı nedeniyle, Erdoğan Rejimi içinden çıkabilecek en ‘reasonable’ Başbakan tipi olarak görüldü. Batı normlarına yakın açıklamalar yapan, arasıra ‘açılım’ söylemini dile getiren, demokrasi ve çok kültürlülük edebiyatını kullanan, kısaca sevimli bir  politikacı olarak kabul edildi. Herkes Erdoğan yerine Davutoğlu ile görüşmeyi tercih ederdi.

Davutoğlu, Türkiye’deki muhalefet için de bir hayal olarak kaldı.Haziran seçimlerinde iktidar kuramayan AKP Genel Başkanı Davutoğlu, bu sonuçlardan elde edilebilecek gerçeğe en yakın senaryolar olan AKP-CHP yada AKP-CHP-MHP gibi koalisyon umutlarının yeşermesine neden oldu. Erdoğan’ın müdahaleleri olmasaydı,neredeyse gerçeğe dönüşebilecek bu umutlar yok artık. Davutoğlu’nun gıyabında seçilecek yeni Başbakan’ın ‘kim’ olabileceğinden çok ‘ne’ olabileceği konuşuluyor şimdi.  Hanedandan biri olur diyenler var. Bir Postacı olur diyenler var. En sadık adam olur diyenler var. Bunun cevabını almak için; Salt Saraydan haber sızdırmak için Hürriyet’te maaş ve köşe verilen Abdulkadir Selvi’nin yazılarını beklemek zorundayız.

Mahir Tan      LondraPosta-Londra

Belçika Polisinden Saatte125 km yapan aracın lastiğine ateş.

Sığınmacılara sonunda ölümde geldi

Belçika- Fransa’nın İngiltere’ye açılan Deniz Limanı Dünkirk’te  Belçika Polisi’nin İngiltere’ye kaçak yollardan girmeye çalışan bir gurup sığınmacıya ateş açması sonucu  1 kşi öldü 4 kişi de yaralandı. Yaklaşık iki yıldan beri süren Fransa ve Belçika sahillerindeki deniz limanları çevresindeki ‘Sığınmacı Krizi’ ilk kez olarak polis ile yapılan bir silahlı kovalamaca ve ölüme yol açtı. Belçika-Fransa sınır bölgesi olan Lille- Turnai çevresindeki A16  Karayolu üzerinde İngiltere Plakalı bir araca Belçika Polisinin ateş açması sonucu lastikleri patlayan bir Audi otomobil yol üzerinde zincirleme bir kazaya neden oldu. Bölgede yayın yapan  ‘La Voix Du Nord’ (Kuzey’in Sesi) adlı online gazetenin verdiği bilgilere göre ; İngiltere’ye gitmek üzere Dunkirk lmanında  bekleyen bir TIR kamyona Irak kökenli kaçak sığınmacıların bindikleri polise bindirildi. Polisi görünce İngiltere Plakalı bir Audi otomobile geçen kaçaklar Liman çevresinden geçen A16 otoyolu üzerinden Fransa topraklarına kaçtılar. Saatte 125 km hız yapan Audi yi izleyen Belçika Polisi yolda otomobile ateş açtı. Yolda lastikleri patlayan kaçakları taşıyan araba bir dizi araca daha çarparak zincirleme kazaya yol açtı.

‘Polis hakkında soruşturma’

1 Kişinin ölümü 4 Kişinin yaralanması ile sonuçlanan kovalamaca hakkında Polis yetkilileri ile konuşan ‘La Voix Du Nord’ gazetesi, Fransa topraklarında Belçika Polisinin yaptığı silahlı kovalamaca sonrasında önemli bir krizin baş gösterdiğini belirtiyor.  Arada sınır bulunmayan Belçika-Fransa arasındaki A 16 Otoyolu bölgedeki en çok araç geçen yollardan biri. Belçika polisinin gazeteye yaptığı açıklamada Fransız Polisine durumun bildirildiği ileri sürülmesine rağmen ; Terör ilişkili olmayan bir kovalamacada anayol üzerinde polisin ateş açma yetkisinin olup olmadığı ciddi bir tartışmaya yol açtı. Benzeri durumlarda Polis’in başka yolculara zarar vermemek amacıyla takip ve ateş açmak yerine, anayol üzerindeki araçları ‘yol kestirme’ suretiyle durdurduğu bildiriliyor. Audi marka İngiliz plakalı aracın saatte 125 km hız yaparken lastiğinin patlamasına yol açan Belçika Polisinin ateş açmasının ‘ölüme sebebiyet vermek’ suçunu oluşturacağı ve politik bir krize yol açacağı ileri sürülüyor.

Mahir Tan               LondraPosta-Londra 

 

 

Türker Ertürk; Davutoğlu’nun gitmesi birşey değiştirmez

DAVUTOĞLU’NUN GİTMESİ BİR ŞEY DEĞİŞTİRMEZ

Dün (4 Mayıs 2016); yurtdışına gidiyordum ve THY’nin uçağıyla seyahat ediyordum. Her zaman yaptığımı yaptım, önümdeki koltuğun arkasında bulunan THY’nin magazin dergisi olan Sky Life’ı elime alıp inceledim.

İncelemeye başladığım; Sky Life adlı derginin Mayıs sayısı idi. Bu nedenle,19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramımız hakkında, ne yazılıp ne yazılmadığını görmek istedim. Dergiye biraz da korkarak baktım. Çünkü; 14 yıllık AKP iktidarında her kurumumuzun başına geldiği gibi, THY’nin ve dergisinin de sicili bozulmuştu!

Bozulmanın esas nedeni; yandaşlıktı, liyakatsizlik ve niteliksizlikti. Ondan da daha önemlisi; “Siyasal İslamcı” ideoloji ve “Yeni Osmanlıcı” dünya görüşü üzerinden yapılan yönetici atamalarıydı.

Geçen ay da, Nisan ayı olmasına rağmen, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımıza dergide nasıl yer vermediklerini anlatmıştım. Böyle bir şeyin; değil dünyada, herhangi bir milli hava yolunda olmasını, özel hava yollarında bile olamayacağını örneklerle yazmıştım.

Türkiye’nin kurtuluşuna ve kuruluşuna yol açan mücadelede 19 Mayıs’ın önemi ülkemiz açısından yaşamsal değerde olmasına rağmen, THY’nin dergisinde bu olaydan ve Atatürk’ten bahseden bir paragraflık bir bilgi bile bulamadım. Bu, masumane görülebilecek bir atlama değildir.

Bugün iktidarda bulunanlar; ülkemizin kurucu ideolojisine, milli değerlerimize, kahramanlarımıza, çağdaş dünyanın bir parçası olmamızı sağlayacak olan “Aydınlanma Devrimleri”ne karşıdırlar.

Kadına şiddetin, tecavüzlerin ve çocuk istismarının artmasının nedeni bile, halen iktidarda bulunun zihniyetin kadının cinselliği üzerinden inşa etmeye çalıştığı ahlak anlayışıdır.

Davutoğlu’nun gitmesi, bir başkasının gelmesi bir şey değiştirmez. Bugün iktidarda bulunan zihniyet gitmelidir. Bu zihniyet; ülkemiz için başlı başına bir güvenlik sorunudur.

Her gelen ve yüreğimizi dağlayan şehitlerimizin, açılan hendeklerin, terörizmin şehirlere inmesinin nedeni de bu zihniyetin yanlış ve kökü dışarda politikalarıdır. Asıl gönderilmesi gereken, bu zihniyettir.

Saygılar sunarım

TÜRKER ERTÜRK

Nurullah Aydın; Halkın doğruları lidere söylemekten korktuğu rejim.

Nurullah AYDIN

5 Mayıs 2016-ANKARA

 OTORİTER REJİM VE DEMOKRASİ

 Çağdaş sistemlere ulaşmak için büyük mücadeleler verildi. Demokrasi, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, eşitlik, özgürlükler anlam kazandı.

Her siyasi kesim kendine göre bir bakış ve anlayışa sahiptir. O gözlükle olanları değerlendirirler.

Önemsedikleri, kullandıkları sözcüklerle ayrışırlar.

Demokratik rejim; kuvvetler ayrılığına dayalı bağımsız yargının varlığı ile sağlıklı işler.

 Herkesin eşit olmadığı, kişi sınıf ve zümrenin ayrıcalıklı olduğu bir rejim; sömürünün despotizmin egemen olduğu rejimdir.

 Ayrıcalıklı dokunulmaz kişiler toplumların kan emici mikroplarıdır.

 Diktatörlüklerde; halk doğruları lidere söylemekten korkar.

Demokrasilerde ise; liderler doğruları halka söylemekten korkar.

 Demokrasilerde; ayrıcalıklı kişi, sınıf, zümre yoktur. Kanun önünde herkes eşittir.

Demokrasilerde-hukuk devletinde; suç işleyen milletvekilinin dokunulmazlığı yoktur. Dokunulmazlık; kürsü dokunulmazlığıdır. Yani sadece meclis kürsüsündeki konuşmalarından dokunulmazdır.  Kayıp trilyon davaları sanığı cumhurbaşkanı değil memur bile olamaz.

 Hırsızlık, terör örgüt üyeliği, kalpazanlık, rüşvet, zimmet, görevi kötüye kullanma gibi suçlardan yargılananlara dokunulmazlık, çağdaş demokratik sistemlerde sözkonusu değildir.

 Siyasetçi, sandıkta halka hesap verir düşüncesi, sadece Türkiye’ye özgü yaklaşımdır.

 Demokrasilerde; cumhurbaşkanı da, başbakan da, bakan da milletvekili de yargılanır.

Ülkeler, yönetildikleri siyasi rejim dikkate alınarak dört gruba ayrılır.

– Tam demokrasiler…

– Kusurlu demokrasiler…

– Hibrit- Karma rejimler…

– Otoriter rejimler…

 

Gerçek demokrasi sınıflandırmada;

Bölünme özgürlükleri yok,

Devletin kurumlarını altüst etmek yok.

Yürütme; yasamaya ve yargıya hiçbir şekilde müdahale etmez.

Protesto hakkına, yaşama hakkı kadar önem verilir.

 

Halkın yönetime katılım durumuna,

Kadın-erkek eşitliğine,

Basın ve ifade özgürlüğünün olup olmadığına,

Siyasi partiler arasındaki fırsat eşitliğine,

Demokrasi kültürünün yerleşip yerleşmediğine,

Sivil toplum örgütlerinin gücüne bakılır.

 

Türkiye; Okuma kültürünün gelişmediği, seçilmişlerin, bürokratların, iş adamlarının yargısal bağışıklığa sahip olduğu bir ülkedir.

 

Özgürlük, insan hakları gibi demokrasi de; yozlaştırılmaya, suistimal edilmeye uygun kavramdır.

 

Oy’la gelenler; demokrasiyi, amaçlarına varmak üzere bırakıp otokrasiye bir nevi kişisel monarşiye veya plütokrasiye tek kişi yönetimine dönüştürebilirler.

 

Toplumun suç işleme özgürlüğü yok ama toplumu yönetenlerin ve milletvekillerinin suç işleme özgürlüğü var diyen bir rejimin, demokratik rejim olduğundan bahsedilemez.

 

Anayasayı yasaları kendi amaçları için kullanan siyasetçilerin ayrıcalıklı olduğu rejim demokratik rejim değildir.

 

Türkiye; kurum ve kurallarıyla işleyen Demokratik bir rejime kavuşmalıdır.

Türkiye; hukuk devleti olmalıdır.

 

Ayrıcalıkların olmadığı, kanun önünde herkesin eşit olduğu, bağımsız yargının sıradan vatandaşın güvencesi olduğu hukuk devleti işlerlik kazanmalıdır.

 

Aydınlar; halkı bilinçlendirmelidir. Halkın sağduyusunun sesi yükseltilmelidir.

 

Günün Sözü: Mikrop gibi sinsice kavramları tersyüz edenlere aldanma.