Ahmet Kılıçaslan Aytar; ‘Teröristler Arası’ Vekaleten Savaş mı ?

 

VEKÂLET SAVAŞI İLE TERÖRLE MÜCADELE

İslamcı IŞİD terör örgütü Kilis’e yönelik roket saldırılarıyla can alıyor, halkta korku ve panik oluşturuyor.

Örgütün imamları, Suriye’de kontrollerinde olan Bab, Mınbıc, Cerablus  camilerinde okudukları Cuma hutbelerinde Gaziantep, Nizip, Karkamış ve Kilis’in, IŞİD’in en büyük hedefleri arasında olduğu duyuruyor.

Alttan alta bu merkezlerdeki halkın çok yakında mülteci konumuna düşeceği ve IŞİD’in Türkiye’de yeni bir boyuta evrileceği öne sürülüyor…

Türkiye, Kilis’e yapılan roket saldırılarına İŞİD’in mevzilerine yönelik İncirlik’ten belirli aralıklarla havalanan İHA’lar, sınırda konuşlandırılmış Fırtına obüsleri ve çok namlulu roketatarlarla sözde yanıt veriyor, çünkü İŞİD pikabı çoktan yer değiştirmiş oluyor!

*

Bu sırada Moskova’da Dışişleri Bakanı S.Lavrov, BM Suriye Özel Temsilcisi S.de Mistura ile bir aradadır.

Düzenlenen basın toplantısında “Türkiye’nin Suriye topraklarını bombalaması Rusya’yı endişelendiriyor.

Güvenli bölgenin oluşturulması için çağrılar yapılıyor.

Kara harekâtı hazırlıkları çağrısı haberleri geliyor.

Biz, teröristlerin silah ve insan kaynağı ile beslendiği kanalların kapatılmasın öneminin altını çizdik.

Bu bağlamda Rusya, aktif bir şekilde transit olarak kullanılan Türkiye-Suriye sınırının kapatılmasını acil görev olarak görüyor” diyor.

Aslında gelişmelerin sadece Suriye yönünü gösteriyor…

Ama arka planda,Türkiye’de İslamcı AKP hükümeti, Kürtlerin tasfiyesini gerçekleştirmeden iktidarının tamamlanamayacağı bir noktadadır.

Ne ki, Suriye ve Irak’ta devam eden iç savaş PKK’nın besleneceği koşulları sağlıyor.

Devlet ile sürdürdüğü savaşın zayıf tarafı olan PKK mücadelesinde asimetrik yaklaşım sergiliyor.

Üstün olan devletin zayıf taraflarından yararlanarak onun devasa gücünü alt etmek için beklenmeyen, önlenemeyen ya da tercih edilmeyen yöntemler, silahlar ve teknolojiler kullanıyor.

Nitekim PKK geniş bir coğrafyanın dağında, kırında, şehirinde eylem yapma kapasitesiyle bu mücadelenin uzun ve yıpratıcı olacağını gösteriyor.

PKK’nın kaos yaratarak halk üzerinde kontrol sağlamak ve devlet otoritesinin yerini alarak toprak koparma hedefi, Türkiye için ciddi bir güvenlik açığı oluşturuyor.

Üstelik devletin terörle mücadeleye tahsis edebileceği kaynakları da sınırsız değildir…

*

Halbuki hegemonya sadece devletin kaba kuvvetiyle değil,bu gücün kabullenilmesini öngören ahlakî ve entelektüel argümanlarla beraber vücud buluyor.

Bu devlet gücünün hayatiyetini sürdürebilmesi için sadece top,tank ve tüfeğe değil meşru gerekçelere de ihtiyacı bulunduğu anlamına geliyor.

Yani kaba kuvvetin yanı sıra devletin ince gücünü de harekete geçirmesi gerekiyor.

Ancak hegemonik güç dünya kamuoyunun tepkisini çekiyor, o yüzden devletin ince gücünün başarı şansının olup-olmadığı tartışılıyor…

*

Nitekim AKP hükümeti de yeni bir “Terörle Mücadele Eylem Planı”nı doğrultusunda terörle mücadele sürdürüyor.

Ancak ilgili plan doğrultusunda;

“Psikolojik Unsur” başlığında Millet ile Devlet arasındaki farkların kalkması için birleştirici anlayışın geliştirilmesi,

“Komşu Ülkelerle Ortak Ruh” başlığında Ortadoğu’da kardeşlik süreci için birleştirici ruhun  geliştirilmesi,

“Yasal ve İdari Düzenlemeler” başlığında yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesi,

“Ekonomik Destek” başlığında bölge ekonomisinin tahkim edilmesi,

“Kapsamlı Demokratik Reform Süreci” başlığında bütün bu reformların yeni Anayasa doğrultusunda çıkarılması ve daha bir dizi fikrî tezler öngörüsü;

Tüm inceliklerine rağmen, terörle doğrudan mücadele eden polisin ve askerin edilgen ve pasif konumunu değiştirmiyor.

Yollarda denetimlerin artırılması, karakolların kalekollara dönüştürülmesi vb. hamleler sadece savunmacı karakteri besliyor…

*

Bu yüzden Türkiye, PKK terör örgütüyle mücadelesinde bir türlü hedeflerine ulaşamıyor.

Mücadelenin başarıya ulaşması çabasıyla hava gücü kullanımında ve sahada askerle, polisle kendini bir tansiyon merdiveninde tırmanır buluyor.

Geniş ve görünür bir şekilde işe bir kere giriştikten sonra devlet itibarı zedeleniyor.

Karar vericiler fazlaca muhteris emellere ulaşma umuduyla kaynakları yığmak zorunda kalıyor.

*

Bir süredir Gaziantep sınırında Kilis ve Kargamış’a atılan roketler ve türlü saldırılarla birçok insan hayatını kaybederken ya da evinden, aşından, işinden olurken;

Bu mağduriyetlerin neden yaşandığını, kimin  çıkarının beslendiği  benzeri sorular havada uçuşuyor.

Güney sınırlarının çok rahat kullanıldığı bu süreçte,

Yoksa AKP; Suriye’de güvenli bölgenin oluşturulması için İŞİD mevzilerini bombalıyor görünürken, karşılığını Kilis’te, Gaziantep, Nizip, Karkamış’ta mı ödüyor?

*

Yoksa iş bu kadar basit değildir de;

Yoksa AKP; İŞİD terör örgütünün Kilis’te atılan roketlerle güney sınırının insansızlaştırılması ve terörle mücadele politikalarının daha rahat ve itirazsız uygulanmasına yönelik bir adım mı atıyor?

Yoksa, halkın bölgeyi terk ederek bölgenin boşaltılmasını, insansızlaştırmayla askeri bir bölgenin oluşturulmasına mı çalışılıyor?

Yoksa, bu bölge giderek İŞİD terör örgütüne mi tahsis edilecektir?

Yoksa, devlet İŞİD terör örgütünü PKK terör örgütü ile olan mücadelesine vekil mi ediyor?

Nasılsa Türkiye, ABD ile birlikte kirli planlar ve komplolar düzenler ve türlü destekle Suriye’yi ele geçirmek üzere dünyanın dört yanından bölgeye getirdikleri paralı askerlerden oluşan İŞİD ve El Nusra  gibi radikal örgütler halinde organize edilmiş bir ordu ile çok kanlı bir vekâlet savaşı yürütmemiş midir?

*

Böyleyse AKP hükümetinin PKK terör örgütü ile mücadelesindeki politikalarını tahkim etmek için İŞİD terör örgütü eliyle sınır bölgelerini vurması ve bu bölgeleri insansızlaştırmaya çalışması;

Sonra, iş açığa çıktığında “paralel yapı”örneğinde olduğu gibi “PKK ve İŞİD iki terör örgütü birbirini vuruyor” biçiminde işi gargaraya götürmek ve o saate kadar buna göz yummak potansiyeli,

Sayısız mahzurlarıyla birlikte kabul edilemez  ve açık bir vatan hainliğidir…

5.5.2016

Ahmet Kılıçaslan Aytar 

bülent esinoğlu

Bülent Esinoğlu; Bölgede İpler ABD nin elinde..

Halep ve bölgenin geleceği…

Bülent ESİNOĞLU

Suriye tarafından Kilis yerleşim bölgesine roketler düşmese, kimsenin Suriye’de neler olduğu konusunda bir kaygısı olmayacak.

Oysa Suriye, bilhassa da Halep’in ortaya çıkardığı yeni durum, bölgenin kaderini belirleyeceği gibi, dünya dengelerini de değiştirecek sinyaller veriyor.

Suriye konusunda, birçok eksik ve yanlış yargı oluştu. Bu yargılar, konuya Türkiye’nin çıkarları açısından bakmayı bulanıklaştırdı.

Birinci yanlış yargı; Rusya ile ABD anlaştı. Kürt Koridoru kurulacak.

İkinci ve tehlikeli yargı; Suriye rejimi katildir. Suriye ile YPG, PYD ve PKK’ya karşı işbirliği yapılamaz.

Bu yargılar, Suriye’deki Amerikan varlığını gizler niteliktedir. ABD’nin yapıp ettiklerini ve Türkiye’nin Amerika yanında yer almasını makul gösteren yargılardır.

Bölgede Rusya’nın varlığı eften püften bir varlık olduğu geçtiğimiz süreçte ortaya çıkmıştır.

Bölgenin ipleri hala Amerika’nın elindedir. Hem İncirlik’ten kalkan uçakların bombalaması nedeniyle, hem de PYD, YPG ve PKK’yı kara gücü olarak kullanması nedeniyle…

Bu güce, bu günlerde, intikal eden 250 Amerikan Rambo’sunu da ilave etmek gerekir.

Gelelim asıl mesele olan Halep’e…

Halep’te, Suriye devletine karşı savaşan, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan tarafından desteklenen, Ahrar-ı Şam ve El Nusra gibi terör örgütleri, Suriye devletinin PYD ve YPG ile savaşmasının da önünde ki temel engeldir. Suriye devleti kendisine ait bir kenti tekrar alsa, PYD terörü ile de savaşması kaolaylaşacaktır.

Türkiye ve Suriye’nin çıkarları koridora karşı birlikte karşı koymalarıdır.

Bunların da ötesinde, Amerika, elverişli ve kullanışlı DAEŞ örgütünü bölge ülkelerine karşı bir araç olarak kullanmaktadır. Kilise atılan roketlerin arkasında Türkiye’yi Suriye bataklığına çekme oyunlarını da yok saymamak gerekir.

Nitekim Joe Biden’in, Irak ziyaretinde, yaptığı açıklamalar, bölgenin yeniden sınırlarının ve rejimlerinin belirlenmesini Amerika tarafından belirleneceğinin işaretlerini veriyor.

Amerika, Türkiye ve Suudi Arabistan sayesinde, bir taş ile birkaç kuşu birden vurmaktadır.

Birinci kuş; Türkiye/Rusya ilişkilerini onarılamaz şekilde bozmuştur. Türk/Rus ilişkilerinin düzelmesi için; Türkiye’nin Halep’te Suriye devletine karşı savaşan terör guruplarına verdiği desteği çekmesi gerekir.

İkinci ve daha önemli husus ise; Amerika’nın, Türkiye ve Suriye’nin karşı durmasına rağmen, Suriye’nin kuzeyinde, bir İsrail koridoru açmakta kararlı olmasıdır.

Türkiye bu koridoru dağıtmak için müdahale ederse, Türkiye Suriye karşı karşıya gelecek. Yani Rusya Türkiye karşı karşıya gelecektir.

Bu durum sadece Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaz, aynı zamanda Rusya’yı da istikrarsızlaştırır.

Davutoğlu’nun dün El Cezire televizyonuna verdiği demeçte, gerekirse Suriye’ye gireriz ifadesi birçok gelişmeyi içinde barındırıyor.

Demirtaş’ın Amerika seferlerinin sıklaşması, Amerikalı yetkililerinin bölgeye olan ziyaretlerinin olağan dışı artması, alınmış bazı kararların uygulamasının yerinde takibine benzemektedir.

Siyasal iktidarın derhal Suriye siyasetini değiştirmesi gerekir. Yok eğer şimdiye kadar takip edilen yolda gidersek, Rusya ile savaş halinin içine düşeriz.

4.5.2016, bulentesinoglu@gmail.com

Londra’ya ilk Müslüman Belediye Reisi ..

    Dünya Başkentine Belediye Başkanı

5 Mayıs’ta  İngiltere’de Yerel İdare Seçimleri yapılıyor. Kuşkuya yer yok ki en önemli seçim bölgesi  Londra Büyükşehir. Londra ‘da seçim sonucu İngiltere’yi olduğu kadar Avrupa’yı ve Dünyanın çok büyük bir bölümünü ilgilendiriyor. Dünya’da Süper liberalizmin temsilcisi Muhafazakar Parti iktidarı altındaki İngiltere’nin Başkenti Londra’da Sosyal-Demokratik bir seçim manifestosu ile yola çıkan İşçi Partisi adayı Sadık Khan’ın alacağı sonuç merakla bekleniyor.Belediye evlerinde büyümüş,ucuz tren ve otobüslerle okula gidip gelmiş, devlet okullarında ve üniversitelerinde okumuş bir işadamı Sadık Khan. Seçim Manifestosunda ‘Kaybetmek üzere olduğumuz bu değerler için mücadele edeceğim. Londra genç öğrencilerin,işçilerin,tüm halkın güven ve rahat içinde yaşayacakları bir kent olacak yeniden’ diyerek başladığı Seçim çalışmaları dönemini en yakın rakibi Muhafazakar Parti adayının 12 Puan önünde tamamladı. Yarın büyük bir sürpriz olmazsa Sadık Khan, Londra’nın ilk Müslüman Belediye Başkanı olarak kentin yönetimine geliyor.

   Sadık Khan’ın rakibi Kim ?

Londra’ya bir Müslüman adayın Belediye Başkanı seçilmesini önlemek Muhafazakar Parti ve İngiltere’deki güçlü Yahudi Lobisinin seçim çalışmalarını yönlendiren dürtü oldu. Başta BBC olmak üzere medyanın çok büyük bir bölümünün katıldığı İşçi Partisi, Başkan Jeremy Corbyn, Eski Londra Belediye Başkanı Ken Livingstone aleyhinde yürütülen ‘uydurma’ Yahudi düşmanlığı kampanyası seçimin son gününde doğrudan  doğruya İşçi Partisi adayı Sadık Khan aleyhinde Müslüman karşıtı bir linç hareketine dönüştü. Seçim kampanyasının son günü olan 4 Mayıs günü BBC ve Medya önünde İşçi Partisi aleyhinde konuşturulan Londra’daki Yahudi Toplumunun Başhahamı Efraim Mirvis; ‘İşçi Partisi lideri Jermy Corbyn ve liderlerini anti semitism ile suçladı.

5 Mayıs günü yapılacak Belediye seçimlerinde Londra Büyükşehir Başkanlığı için aday gösterilen Sadık Khan,aleyhdeki çok yoğun medya kampanyasına karşın son gün yapılan kamuoyu anketlerinde rakibi Muhafazakar Zac Goldsmith’in 12 Puan önünde gösterildi. Herşey Londra’da bir ilkin gerçekleşeceğini ve bu kente bir Müslüman’ın Belediye Başkanı olabileceğini gösteriyor.

LondraPosta- Londra

 

a-Londra

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Davutoğlu bu ‘parantezi’mi açıyor ?

TOPRAK SATIŞI VE KENT DEVLETLERİ KONFEDERASYONU

Tarih boyunca Ortadoğu ve İsrail- Arap savaşlarını bölgenin kıt su kaynakları ve tarım toprakları tetikledi.

Halbuki Orta Doğu’nun büyük bir kısmı artan nüfus, kötü yöneticiler, çarpık ekonomik teşvikler, altyapıyı tahrip eden savaşlar gibi kronik sorunlardan dolayı susuzlaşıyor…

İran’ın su kaynaklarının yüzde 70’i kurumuştur.

Mısır’da hidrolik kabus denilen yükselen deniz seviyeleri sadece kıyı şehirlerini su altında bırakmıyor, Nil Deltası su havzasını da kirletiyor.

Gazze’de deniz suyu girişi ve kanalizasyon sızıntısı sahil havzalarının yüzde 95’ini insan kullanımına kapatmıştır.

Yemen’de kişi başına günde bir litreden daha az su düşüyor.

Suriye’de yüzbinlerce yasadışı kuyunun tamamı kurumuş, antik sulama sistemleri çökmüş, yeraltı su kaynakları kuruyup tarım alanları çatlak çöllere dönüşmüştür.

Irak’ta Fırat Nehri’nin sularının yakında yarıya ineceği öngörülüyor.

İran Körfezi’nden gelen deniz suyu Şattülarap’ı yukarı itiyor ve tuzlu su balıkçılığı, hayvancılığı ve ekinleri tahrip ediyor.

*

Ama İsrail koruma, geri dönüşüm, yenilikçi tarım teknikleri, ileri teknoloji  ve deniz suyunun arındırılmasıyla su içinde yüzüyor.

Ancak daha çok su ve tarım toprağı, jeopolitik ve itikadî nedenlerle İsrail’in; su kaynaklarının bulunduğu Golan Tepeleri, Batı Şeria ve Gazze’yi işgal altında tutması İsrail- Filistin ile İsrail- Suriye arasında  esas sorunu oluşturuyor.

Golan Tepeleri, Batı Şeria ve Gazze’nin işgali Suriye ile İsrail arasında iki ülkenin azınlıkları sayılan Filistinliler ve Kürtler sorununu da körüklüyor.

*

Üstelik İsrail, Tevrat Yesu Bab’ta ki “Ayağının tabanının basacağı her yeri size verdim.

Sınırınız çölden ve Lübnan’dan büyük ırmağa Fırat ırmağına kadar Hitti’lerin bütün diyarı ve gün batısına doğru büyük denize kadar olacaktir “ayetinin gereğini yapıyor.

Böylelikle ABD ile birlikte ilgili toprakları ele geçirerek bölgedeki yer altı ve yer üstü kaynaklarına da sahip oluyor.

Öyle ki, Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) bir milli bir proje olmaktan çıkarak, “İsrail’in Arz-ı Mev’udu” olarak görülüyor…

*

Nitekim Türkiye; IMF, Dünya Bankası ve AB müktesabatına uyum sağlamak üzere  yabancılara toprak edinme hakkı tanımıştır.

4 Ocak 2002’de Kamu İhale Kanunu: 9 Ocak 2002’de Endüstri Bölgeleri Kanunu: 27 Şubat 2003’te Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun: 5 Haziran 2003’te Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu…

*

Derken özellikle İsrail; Güneydoğu Anadolu’da Urfa’da, GAP ve Ceylanpınar’da ve Kuzeydoğu Anadolu’da büyük araziler kiralamış ya da satın almıştır.

Gürcistan Ahıska sınırında Posof Türközü sınır kapısı, Çıldır Aktaş sınır kapısı, Nahçıvan ve İran sınırında Iğdır Dilucu sınır kapısı ve Ermenistan sınırında Kars Akyaka sınır kapısı civarı bölge topraklarının yüzde 20’si yabancılara satılmıştır.

Yüzde 30 toprağı satılmış olan Akyaka’nın gayrı resmi olarak şu anda Ermeni toprağında olduğunu dikkatinize sunmak gerekiyor…

Türkiye’de maden şirketleri yoluyla elden çıkanlar dahil yabancı mülkiyetine geçen toprakların 100 bin kilometrekareyi bulduğu ileri sürülüyor.

Bu Türk vatan topraklarının yüzde 13’ünün yabancı mülkiyetine geçmiş olduğu anlamına geliyor…

*

İsrail ve ABD benzer bir planı Irak Kürdistan Bölgesinde de yürütüyor.

Nitekim ABD Kara Kuvvetleri Komutanı Ray Odierno, Irak’ta Şiiler ile Sünniler arasında bir uzlaşıya varmanın çok zor olduğunu ve tek çözümün bölünme olabileceğini boşuna söylemiyor.

Ya da Başkan Yardımcısı J. Biden, ” ABD’nin Irak’taki toprak bütünlüğü politikasının değişmediğini ancak Bağdat’taki BM görevlilerinin uluslararası toplumun Irak’ın bölünmesini nasıl karşılayacağına dair bir çalışma yürütmekte olduğu ” açıklamasının da bir karşılığı bulunuyor…

*

İşte, geçen hafta Irak Kürdistan Bölgesi Enerji Komisyonu Başkanı Şirko Cevdet,

“Kürdistan Bölgesi’nin yüzölçümü 78 bin 836 kilometrekaredir.

Bunun 41 bin 597 kilometrekaresi ya da Kürdistan Bölgesi topraklarının yüzde 53’ü yabancı petrol şirketlerince satın alındı.

Kürdistan Bölgesi hükümetinin kendi topraklarından çıkarılan petroldeki hissesi yüzde 20, petrol şirketlerinin payı ise yüzde 80 oldu.

Satılmayan yerler kentlerde ve köylerdeki yerleşim alanlarıdır” açıklamasında bulunuyor…

*

Bu suretle bir süre önce “Bağımsızlık Kürdistan halkının doğal hakkıdır. Son gelişmelerin ardından artık şunu saklamayacağız;

Kürdistan’ın nihai hedefi bağımsızlıktır.Bağımsızlık referandumuna gideceğiz ve Kürdistan halkının kararına saygı duyacağız” diyen,

Fakat mevcut konjoktürde referandum kararıyla pek zorlu bir durumda kalan Irak Kürdistan Bölgesi lideri Mesut Barzani’nin önü açılıyor.

*

Çünkü Barzani,

Birincisi; Eğer Kerkük’ü Kürdistan bölgesi içine alan ve böylece ekonomisi kendine yeten bağımsız bir Kürdistan kurguluyor- idiyse;

Bu hem ABD’nin konfederatif Irak argümanını reddetmesine hem de Irak, İran, Rusya, Çin  gibi muhaliflerin elini güçlendirmesine yol açacak, bu durumda ise Kürdistan’ın tanınması çok zorlu olacaktı.

Ayrıca Rusya, Kırım ilhaki için mevcut uluslararası konjonktürde “Bağımsızlık Referandumu-Deklarasyon”larla ilgili süren tartışmalardan hareketle, BM merkezinde adalet ve ulusal çıkarlara saygı ilkelerine dayalı yeni bir küresel statü ve bunu belirleyen yeni bir uluslararası hukuk talebinde devam edecekti.

İkincisi; Barzani eğer Kerkük ve diğer tartışmalı bölgelerde askeri varlığını tutarak sadece Kürdistan bölgesinde bağımsızlık ilanını kastediyorsa,

Bu defa da Kürdistan ekonomisini ayakta tutabilmek için yaşanılan kaosu gerekçe gösterecek ve Irak Anayasasını ihlal etmek pahasına Kerkük petrollerinin satışına devam edecekti ki,

Bu durum da Kürdistan ve Irak arasında sorunlu tartışmalı bölgelerin uluslararası platforma taşınması sonucuna ulaşılacaktı.

*

Şimdiyse neo-liberalizmin ulus devlet kurumuyla sahip olunan toprak parçasının ötesinde, insanın ve toplumsal yapının da yönetilmesi,refah ve gelişime ortak edilmesi iddiası sürdürülüyor.

Artık sömürgecilik insandan geliştirip tüm dünyaya işliyor ve  yeni hayat tarzını ulus devletlerin ötesinde dizayn ediliyor.

İşte ABD emperyalizmi, askeri gücünü yedekte tutuyor ve etkili ekonomik ve siyasi gücü ile sınırsız bir dünyayı ya da tek bir pazarı oluşturmayı hedefliyor.

Orta Doğu’da feodal grupların etkin gücünü giderek kent devletlerine çevirmeye çalışıyor.

Mülkiyet konusu kişisel haklardan siyasi haklara dönüşürken,küresel ekonominin güvenlik sağlayacağı kimi petrol üreten, kimi su kaynaklarının sahibi, kimi ekilebilir tarlaları olan kent devletlerini öngörülüyor.

*

Türkiye’de de stratejik öneme sahip kurumlar, madenler, limanlar, elektrik ve suyun özelleştirilmesi ile birlikte,

Enerjiden haberleşmeye, tarımdan sanayiye kadar tüm alanlarda yeniden yapılanma süreci  sürüyor.

Bu alanlardan devletin çekilmesi,bu alanların küresel serbest piyasalara bırakılması ve yabancıların toprak edinmesi, eleştiri ile sınırlanmanın çok ötesinde öneme sahip bulunuyor.

Çünkü toprağın ele geçirilmesi ekonomik, siyasi ve kültürel bağımsızlığın elden çıkarılması anlamına geliyor.

Bizde Büyük Atatürk “Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk edilemez” diyor…

*

Bu noktada Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun yad’edilmesi gerekiyor.

O, “Tekrar Saraybosna’yı Şam’a, Bingazi’yi Erzurum’a, Batum’a bağlayacağız.

Size şimdi apayrı ülkeler gibi gelebilir ama, bundan 110 yıl önce Yemen ile Üsküp aynı ülkenin parçalarıydılar ya da Erzurum ile Bingazi.

Bunu dediğimizde bize ‘yeni Osmanlıcı’ diyorlar.

Bütün Avrupa’yı birleştirenler yeni Romacı olmuyor, Orta Doğu coğrafyasını birleştirenler yeni Osmanlıcı oluyor…

Geçen yüzyıl bizim için bir parantezdi. Bu parantezi kapatacağız ” diye heyheylenirken;

*

Meğer Osmanlı Devletinin yıkılması ve halifeliğin kaldırılmasıyla başsız ve karmakarışık kaldığı düşünülen İslam ülkelerini ümmet anlayışıyla güçlü kentler üzerinden devletler konfederasyonunda oluşturmayı hedefliyor;

Türk vatanı üzerinde neoliberal ABD emperyalizmince temin edilmiş bir adam olarak irticaî- bölücü tiynetini sergiliyormuş!

3.5.2016

Ahmet Kılıçaslan Aytar

Türker Ertürk; Yüzyıllık parantezi kapatıp,BOP u kuracakmış..

ALLAH AKIL FİKİR VERSİN

 Başbakan Davutoğlu, Katar’ın başkenti Doha’da gazetecilere; “Ya Kut’ül Amare kazanacak ya Sykes-Picot. Bütün meselemiz, bölgeyle bütünleşmek. Esed rejimi ve Mısır darbesiyle rüzgar değişti. Gün gelir, Kut’ül Amare ruhu kazanır” dedi.

Değerli okurlarım; Başbakan Davutoğlu tarafından söylenen bu sözler için söylenebilecek en iyi söz, alakasızlığı ve mantıksızlığı en iyi ifade eden “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı” atasözüdür.

Davutoğlu’nun tarihi bilgiden ve derinlikten yoksun bu yanlış değerlendirmesinin arkasında yatan esas neden; “Siyasal İslamcı” ideolojisi ve “Yeni Osmanlıcı” hayalidir. Bu çağ dışı dünya görüşü ve geçmişin aklı ile yapılan değerlendirmelerin yanlış olması kaçınılmazdır. Bu aklın üreteceği çözümler; ülkemize ve bölgemize felaketten başka bir şey getirmez.

Mal Bulmuş Mağribi Gibi!

Hiç aklınıza geldi mi; “Durup dururken Kut’ül Amare seviciliği nereden çıktı?” diye. 14 yıl aklına gelmesin ama bugün, birden bire, Kut’ül Amare’yi hatırla! Hiçbir şey, durup dururken olmaz. Bu hatırlama ve mal bulmuş mağribi gibi bu başarıyı sahiplenmek, Ortadoğu bataklığına iyice girebilmenin tarihsel referansı için gereklidir.

Durup dururken bir anda ortaya çıkan Kut’ül Amare seviciliğini, Katar’da kurulan askeri üssümüzü ve Suudi Arabistan öncülüğünde “Teröre Karşı İslam İttifakı” adıyla kurulan koalisyonu bir arada değerlendirirseniz anlamlandırabilirsiniz.

Sünni İttifakı

Riyad’da kurulan merkezden yönetilecek ittifakta İran’a yer verilmemesi, hemen dikkati çekiyor. ABD’nin ittifaka sıcak baktığı, hatta arkasındaki fikir babası olduğu biliniyor. İttifak için Riyad’dan gelen ilk açıklamanın; “İttifak yalnızca IŞİD’i değil, tüm teröristleri hedef alacak” şeklinde yapılmış olması; “Hizbullah’ı, Suudi Arabistan da dahil, körfez ülkelerinde bulunan Şiileri, Irak’ta bulunan Şii milisleri ittifakın hedefleri kapsamına alıyoruz” anlamındadır. Yani bu ittifak; Ortadoğu Bölgesinde emperyalist hegemonyaya direnen Şiilere karşı, Sünni ittifakıdır.

Türkiye’nin bugün için Basra Körfezi’nde koruyacak bir çıkarı olmadığı halde, niçin Katar’da üs kuruyoruz? Katar’da kurulan üs, ülkemizin çıkarlarının gereği asla değildir. Bu üs; Batı’nın çıkarlarına hizmet için kurulmuştur. Kafasında tüy bitmemiş yetimin bile hakkı olan vergi gelirleri ile oluşturulan kamu kaynakları; emperyalizmin çıkarları uğruna, çarçur edilmektedir. Bu da, halkın gözünden hamaset ile kaçırılmaktadır.

Kıbrıs Türkü’nün ve Türkiye’nin yaşamsal çıkarları açısından Kıbrıs’taki askeri varlığımızı istemeyenler, niçin Katar’da Türk Askeri olsun istiyorlar? Bizim çıkarımıza olsa, isterler mi sanıyorsunuz?

Baltacı Devirleri Geçti

Hem, size ne Kut’ül Amare’den! Bu zafer; sizin beğenmediğiniz İttihatçıların zaferi. Bu başarının bir numaralı mümessili Halil Paşa, İttihatçı. 34. Padişah II. Abdülhamit’e karşı isyan etmiş, dağa çıkmış,1908 Meşrutiyet Hareketi içinde yer almış. Aynı zamanda, Atatürk’ün silah arkadaşı. Daha da önemlisi; Halil Paşa İngilizlerin 1 milyon sterlinlik rüşvetini elinin tersiyle itiyor ve “Baltacı devirleri geçti, bu İngilizler İttihatçıları hiç tanımamış” diyor.

Halil Paşa, Kut’ül Amare Zaferi’ni kazandıktan sonra askerlerine Arslanlarım, Bugün Türklere şeref-ü şan, İngilizlere kara meydan…” diye sesleniyor. Hani Osmanlı? Size hiçbir bakımdan benzemiyor!

Yüzyıllık Parantezi Kapatacağız

Davutoğlu, Doha’da gazetecilere yaptığı açıklamada; “Sykes-Picot’yla kurulan yüzyıllık parantezi kapatacağız” diyor. Sadece bu söz bile; “Biz iliklerimize kadar taşeronuz” demektir.

Sykes-Picot ile kurulan düzen; tam 100 yıl önce, emperyalizmin o zamanki iki büyük gücü olan İngiltere ve Fransa tarafından tesis edilmişti. Ama köprülerin altından çok sular geçti. İngilizler ve Fransızlar güç kaybetti ve bölgeden çekildi. İsrail kuruldu, Sovyetler Birliği dağıldı.

Artık tek kutuplu dünya düzeninin lideri konumunda olan ABD, bölgede yeni bir harita çizmek istiyor. Yüz yıl önceki emperyalist düzenin liderleri İngiltere ve Fransa’nın kurduğu düzenin parantezini kapatıp, yeni parantez açmak istiyor. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), bunun adı. Ortadoğu Bölgesini; etnik, dinsel ve mezhepsel olarak daha küçük siyasi yapılara bölmek istiyor. Bölgede; Türkiye’den de parça kopararak, Kürt devleti kurmak istiyor. Ama Ülkemizin Başbakanı çıkıp, Türkiye’nin de ırzına geçileceği yeni parantezden bahsediyor ve sahipleniyor. Allah akıl ve fikir versin, ne diyeyim!

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

 

Şikayet edeceğine git Moskova’dan İskender al..

 

                Şikayet edeceğine, git Moskova’dan al

          Hem IŞID hem PKK için; İSKENDER

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bağlaşık olduğumuz NATO ülkeleri ve ABD’nin Terörle mücadele konusundaki tutumu hakkında geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamalar bir çaresizliğin değilse bir tepkinin ifadesi; ‘NATO ve Müttefiklerimiz bize parasıyla bile silah satmıyorlar’.

NATO ülkeleri ve ABD nin, Türkiye’nin ülke içinde ve Güney sınırlarında ciddi olarak terör saldırısı altında bulunduğu bir dönemde, Cumhurbaşkanı’nın ‘Bize parasıyla bile silah satmıyorlar’ tepkisine muhatap olmalarını gerektirecek davranışları hangileridir. Söz konusu olan muhtemelen,Türkiye ile ABD silah firmaları arasında geçtiğimiz yıl tamamlanan ancak kongreler tarafından onay verilmeyen  ‘akıllı bomba’ ve sığınak delen bombalar’ anlaşması olmalı. Son ayların bir başka gelişmesi de ABD’nin PYD üzerinden PKK ya doğrudan gelişmiş piyade silahları, omuzdan atılan füzeler gibi Türkiye’yi gerçekten yakından ilgilendiren silahları veriyor olması. Erdoğan’ın söylemek istediği şey eğer ; ‘Müttefiklerimizin ihanetine uğradık’ demek ise, Cumhurbaşkanı TAM ÜZERİNE BASMIŞTIR.

    Rusya, Suriye’ye bile İSKENDER verdi

İskender Rusya’nın 2015 içinde geliştirdiği ve bu yıl fiilen devreye soktuğu Orta Menzilli füzelerin adı. 500 km menzili olan ve hareketli rampalardan atılan İskender, Rusya’nın, NATO nun Doğu Avrupa, Polonya ve Baltık ülkelerinde yaptığı yığınak hareketine bir cevap olarak önce Rusya’nın Batı topraklarına sevkedildi. Ancak NATO kaynaklarında bile ‘kategorisindeki en etkili silah olarak’ tarif edilen İskender, Rusya Savunma Bakanlığı kaynaklarının bildirdiğine göre; Suriye’ye de teslim edildi. 500 Km menzil içinde-direk isabet- isteyen hedeflere karşı kullanılan ve sığınak delme özelliğine sahip olan İskender füzelerinde hedef üzerindeki hata payı 10 metre olarak belirlendi. Bunun yanında Rusya tarafından Suriye ordusuna da teslim edilen omuzda taşınan radar sistemleri de şehir savaşlarında ve açık arazide saklanmış terörist hedeflere karşı başarı ile kullanılıyor.

    Moskova’daki Güvenlik konferansına neden katılmadınız

27-28 Nisan günlerinde Moskova’da yapılan Terörle mücadele ve Uluslararası Güvenlik Konferansına Türkiye katılmadı. Katılmama gerekçesi ne olursa olsun, 80 ülkenin resmi temsilci seviyesinde katıldığı bu büyük konferansta, tam olarak Türkiye’nin ihtiyacı olan konular gündeme geldi. ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri tarafından boykot edilen Moskova Güvenlik Konferansına ‘katılmayan’ Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kuşkuya yer yok ki ‘NATO bize parasıyla bile silah satmıyor’ yakınmasından daha farklı şeyler söylemesi gerekiyor.

Cesaretiniz varsa , Rusya’dan alacağınız silahlarla terörü bitirirsiniz…

Mahir Tan        LondraPosta-Londra

Bülent Esinoğlu; NATO güvenlik değil, güvenliğimizi tehdit eden örgüt..

Sana silah satmayanlara sen niye İncirlik’i veriyorsun?

Bülent ESİNOĞLU

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “NATO’da beraber olduğumuz ülkeler, parasıyla bile silah satmıyorlar.” Dedi.

İşte Türkiye’nin Batı ile ittifakının temel çıkmazı burasıdır. Güvenlik işbirliği denilen NATO’un üyeleri gerçekte dostumuz değildirler.

Peki, bizim hiçbir işimize yaramayan “NATO’da, ne işimiz var sorusuna kim cevap verecek?

Bu sorunun cevabı; Türkiye’nin kaderini belirleyen bir cevap olacaktır.

“Parasıyla bile silah satmıyorlar”, keşke gerçek bundan ibaret olsaydı.

Çin’den uzay savunma silahları teknolojisi almak istiyorsunuz, NATO ülkeleri size izin vermiyor. Amerika size izin vermiyor. İhaleleri iptal ettiriyorlar. Ve başka bir yerden de silah alamıyorsunuz.

Milli silah sanayi kuralım diye yola çıkıyoruz. Demek ki savunmamız şimdiye dek milli değilmiş.

Özelleştirme yağmasında, Kırıkkale silah fabrikalarını kapatırsanız olacağı buydu.

İran, Suriye Rusya’dan s-300 alıyor. Biz alamıyoruz. İzin yok.

Patriotları kiraya veriyorlar. Gene de aklımız başımıza gelmiyor.

Ne zaman ki, PKK ile birlikte Amerikan silahları Nusaybin’de boy gösteriyor, bizim gerçek ihtiyacımızın, ne olduğu ortaya çıkıyor.

Batının ve Amerika’nın bizi silahsız bırakması, bizi kendilerine daima bağımlı kılmak içindir. Size silahı parasıyla dahi satmayanlara, İncirlik Üssünü verirseniz, atom silahlarını İncirlik Üssüne doldururlar. Ve sizi dünya süper güçlerinin açık hedefi haline getirirler.

Güvenlik işbirliği anlaşmasının en büyük kandırmacası burasıdır.

Bizim NATO’cu subaylarımız, NATO yönetiminde bizim de oy hakkımız var derler, NATO savunması yaparlar. Hadi canım sende…

Ağzınıza bir parmak bal çalarak, sizi bir kez daha kandırırlar. NATO’da kararları Amerikan çokuluslu şirketleri verir.

Kandırmacanın içinde kandırma…

Tam da silaha ihtiyacımız olduğu dönemlerde; Amerika bize gizli istihbarat anlaşmaları önerir. Ya da PKK ile savaşmayın sevişin diye telkinde bulunur.

Amerika ile imzalanan her istihbarat anlaşması CIA’nın Türkiye’de biraz daha özgürleşmesi anlamına gelir. Suriye kalkışmasında, Amerika ile İstihbarı Füzyon Anlaşması yapmıştık. Ne oldu dersiniz?

Amerika sayesinde artık güney komşumuz yok. Kuzey komşumuzu zaten imha etmiştik.

Amerika bizi herkes ile düşman eder sonra da silah vermez. Bu strateji ile Türkiye’yi yönetmeye devam eder.

NATO artık Türkiye için bir güvenlik işbirliği anlaşması değil, güvenliği tehdit eden bir örgüttür.

Neden biz dostumuzu veya düşmanımızı kendimiz belirleyemiyoruz?

Neden Rusya ile savaş halinde olmayı tercih ediyoruz da, bize savunmak için dahi silah satmayanları dost kategorisine koyuyoruz?

NATO’nun anatomisini bilmeden bu soruya cevap veremeyiz. NATO aslında, ne Amerikan halkının, ne de Avrupa halklarının güvenliğini sağlayan bir örgüttür. NATO çok uluslu Amerikan şirketlerinin güvenlik örgütüdür. Dünyayı yöneten 12 büyük tekelin güvenlik örgütüdür.

Çokuluslu şirketlerinin finans sisteminin dünyadaki güvencesidir. Dünya zenginlerinin bekçisidir.

Kapitalist-emperyalizmin güvenliğini sağlayan örgüttür.

NATO’dan ayrılmak için önce, içimizdeki çokuluslu şirketler ile işbirliği yapan bizim zenginlerin ikna edilmesi gerekir.

Onların çıkarları, çokuluslu şirketlerin çıkarlarıyla bütünleşiktir. Güvenlikleri de bütünleşiktir.

Bize savunmak için silah satmayanlar, içerideki işbirlikçileri vasıtasıyla, başkalarından da silah teknolojisi aldırtmayanlar, bizi savunmasız bırakarak, Amerika’ya bağımlı olmazı sağlayanlardır.

Türk milletinin silahla imtihanı budur.

Rusya ile düşmanlık oyununun altında da bu yatar. İran ile düşmanlığın körüklenmesi bundandır.

Yunan savaş uçakları her gün hava sahamızda cirit atarken, Rus uçağı 17 saniye sınır ihlali etti diye düşürenlerin, kim olduğunu artık söylemeye gerek var mı?

1.5.2016, bulentesinoglu@gmail.com

Hitler’den Filistine sevgilerle …

                   Hitler’den Filistine sevgilerle….            

                                   Haavara (Transfer)

Haavara İbranice’de transfer anlamını taşıyor. Bu kelime şu sıralarda İngiltere’de ciddi bilim adamları ve tarihçilerin en çok araştırdıkları ve örttüğü gerçekleri ortaya çıklarmak için çabaladıkları bir tarihsel dönemi simgeliyor. İngiltere’de gündemin birinci haberi olan Ken Livingstone ve Anti-Semitizm tartışmasında da ‘Haavara’ tayin edici bir öneme sahip. Zira Haavara yada transfer 1933 yılında Nazi İktidarı ve Başbakan Adolf Hitler ile World Siyonist Organizationu arasında imzalanan ve 1938 yılına kadar uygulanan bir anlaşmanın adı. Bu anlaşma Nazi iktidarına kurtulmak istediği Yahudi nüfustan en kestirme yoldan onları İsrail’e yollayarak kurtulma, Siyonist İsrail devletine ise en çok ihtiyacı olan Paralı Yahudi nüfus transferi olanağı sağlamaktadır. 15 ağustos 1939 tarihinde imzalanan anlaşma 1937 ve 38 yıllarında iki kez Adolf Hitler tarafınmdan bizzat görülmüş ve onaylanmıştı.

Haavara anlaşmasına göre Almanya’da yaşayan Yahudiler bir Alman Bankasında açılan hesaba para yatıracak ve bu paralar Tela Aviv’de kurulan Haavara şirketi tarafından Filistin’e transfer edilecekti. Alman Malı olmak şartıyla, Tarım,inşaat malzemesi,iş makinaları ve gübre gibi malların satıldığı Yahudi göçmenler 1933-1938 yılları arasında Filistin’e yerleştirildiler. Nazi bankası tarafından Filistine bu amaç için gönderilen para 900 bin dolar olmuştu. Ancak Dünya Yahudi örgütlerine bağlı çok sayıda Yahudi yazar ve tarihçi tarafından eleştirilen bu anlaşma, ‘pratik’ bir anlayışa sahip olan World Siyonist Organisation tarafından yıllarca uygulandı ve çok sayıda Yahudi nüfus Filistin’de Nazi Parasıyla kurulan yerleşim merkezlerinde İsrail’i geliştirdiler. Kuşkuya yer yok ki Almanya’dan Filistine gitmek için izin alabilen Yahudiler, bol paralı Yahudi iş adamları ve özellikle bankerlerdi.

    Yahudi lobisini çıldırtan bu gerçekler

Haavara anlaşması ve Almanya’daki Yahudi örgütlerinin Hitler rejiminin ilk yıllarında Nazilerle yaptıkları anlaşmalar büyük ölçüde savaş sonrasında Yahudi lobileri tarafından hasıraltı edildi. Özellikle Batı ülkeleri tarafından Nazi Almanya’sının ve bankalarının Boykota tabii tutulmalarına rağmen Yahudi örgütlerinin Hitler ve Nazilerle ittifak yapmaları ‘tarih kayıtlarından’ silinmeye çalışıldı. Nazi’lerin ve Hitler rejiminin gerçekte programında olan Yahudi Katliamları ve sonunda 6 milyon Yahudi’nin öldürülmesine yol açan holacoust esas olarak 1939 yılında Polonya’nın işgali ile başlamıştı.

Londra’nın Eski Belediye Başkanı Ken Livingstone’un İngiltere’de Medya tarafından hedef seçilmesi ve İşçi Partisi içindeki 80 Yahudi milletvekili tarafındanda desteklenen ‘cadı avı’nın gerçek sebebi ‘haavara’, artık daha fazla hasıraltında saklanamayacak gibi görünüyor.

Mahir Tan     LondraPosta-Londra

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Dünya’yı değiştirebilecek tek güç

 

DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE 1 MAYIS

Dünya her zamandan daha şiddetli ve kanlı çatışmalara sahne oluyor.

Müdahale edilmemesi durumunda nükleer silah sahibi güçlerin dünya savaşına yol açacağı bir durum arzediyor.

Bu yıl 1 Mayıs, dünyayı yok etmekle tehdit eden emperyalist militarizm eğilimine karşı emekçilerin, öğrencilerin ve gençliğin küresel savaş karşıtı hareketini inşa etmek amacı taşıyor.

  1. yüzyılda girişilen savaşlar yaklaşık 100 milyon insanın hayatına mal olmuştur.

O zaman Marksistler, bu savaşların kapitalist sistemin yapısal çelişkilerinden ve giderek küreselleşen ekonomi ile günün şartlarına uymayan ulus-devlet sistemi ve toplumsallaşmış üretim ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkilerden doğduğuna işaret ediyordu…

Kapitalist sistemin 2008’de patlak veren çöküşü, emperyalist güçlerin hem dünyayı yeniden paylaşma yönündeki yağmacılıklarına, hem de emekçilere yönelik şiddetli saldırılarına ivme kazandırdı.

Şimdilerde şirket ve mali sektör seçkinleri egemenliklerini sürdürme çabasıyla en temel demokratik hakları bir yana atıyor, doğrudan güce ve şiddete başvuruyor…

İşte ABD, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana sonu gelmeyen ve tırmanan bir dizi küresel çatışmaya önayak oluyor.

Mali aristokrasi kapitalizmin uzatılmış çöküşünü kendi tek kutuplu nüfuzu altındaki dünyada şiddet ve işgaller yoluyla dengelemeye çalışıyor.

Dünya egemenliği yöneliminde hiçbir bölgesel rakibe izin verilmeyeceği bir politika yürütüyor.

11 Eylül olaylarından yararlanan ve terörle mücadeleyi başlatan Bush yönetimi, Afganistan istilasını 21.yüzyıl savaşlarının birincisi olarak adlandırmıştı.

Ne ki, terörle mücadelenin ABD egemenlerinin dünyanın her bir parçasını kendi çıkarlarına tabi kılmak için başlattıkları küresel bir saldırı anlamına geldiği bugün çok açık anlaşılıyor…

ABD’nin çevresinde diğer büyük emperyalist güçler de yağmadan alacakları payların peşinde koşuyor…

Sınırsız yalanlar ve ikiyüzlülük ile meşrulaştırılan terörle mücadele, Ortadoğu’da ve Orta Asya’da bir milyondan fazla insanın ölüme yol açmış, milyonlarca insanı evsiz sığınmacılar haline getirmiştir.

Sürekli bir savaş çağı yaşanıyor.

Ortadoğu’da Suriye, Irak, Libya, Yemen, Filistin’de askeri tırmanma:

Suudi Arabistan’ın İran Körfezi’ndeki askeri yığınağa katılımı:

İran’a yönelik ABD-İsrail tehditleri:

Baltık ve Karadeniz arasındaki bölgede ABD ve NATO’nun silah sistemleri ve asker konuşlandırması:

Ukrayna ile Donbass Ayrılıkçı Hareketi arasında savaşın tırmanma potansiyeli:

Rusya’ya yöneltilmiş ekonomik yaptırımlar:

Türkiye ve Rusya arasında Karadeniz Havzası ve Kafkasya gerginliği:

Güney Çin Denizi stratejik su yollarında ABD militarizasyonu:

ABD-Kuzey Kore gerginliği;

Terörü sona erdirmek şöyle dursun sürekli genişleyen bir şiddete, kişisel tehlikeye ve küresel istikrarsızlığa yol açıyor…

Halbuki dünyada bu suça ve çılgınlığa son verebilecek tek toplumsal güç uluslararası işçi sınıfıdır.

Bu cümleden olarak emperyalizmi yenilgiye uğratabilecek olan şey,

Rusya’daki Putin yönetiminin milliyetçiliği ve nükleer savaş tehditleri ya da Çin’deki oligarşik egemen sınıfın manevraları değil,

İnsanlığın devrimci siyasi mücadelede örgütlenmiş ezici çoğunluğudur.

Ama tırmanan küresel felâket tehlikesine rağmen ortada kayda değer savaş karşıtı bir protesto ya da gösteri bulunmuyor.

Halbuki uluslararası işçi sınıfı, yüzyıl öncesinden çok daha güçlü devasa bir toplumsal güçtür.

Bu gücün emperyalizme karşı mücadelesi toplumsal eşitsizliğe, yoksulluğa, kitlesel işsizliğe, polis şiddetine ve diktatörlüğe karşı mücadelesi için öncelikle örgütlenmesi, harekete geçirilmesi ve ona siyasi bir önderlik sağlanması gerekiyor…

1 Mayıs Türkiye’de de Emek ve Dayanışma Bayramı olarak İşçi ve Memur Konfederasyonu’ndan işçiler, memurlar, öğrenciler ve gençlik tarafından kutlanıyor.

Onlar Türkiye’nin özgün ulus devlet karakteri çerçevesinde sömürüsüz, baskısız, insan onuruna yaraşır bir yaşam için Sosyal Adalet, Eşitlik, Bağımsızlık ve Sendikal Hakları için alanlarda toplanıyor.

Büyük Atatürk, ” Türkiye halkı îrken, dînen ve kültürel olarak birleşmiş, birbirine karşılıklı hürmet ve fedâkarlık hisleriyle dolu, gelecekleri ve menfaatleri ortak sosyal bir topluluktur ” ifadesiyle Sosyal Adaleti:

” Kanunlar önünde mutlak eşitlik, hiçbir ferde, aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir cemaate imtiyaz tanımayan yurttaşları halktan ve halkçı kabul ederiz ” ifadesiyle Eşitliği:

” Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun istikbâlden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkîinden yüksek bir muameleye lâyık sayılamaz” ifadesiyle Bağımsızlığı gösteriyor ve Türkiye ulus devletinin özgün karakterini açıklıyordu.

Bugün alanlarda toplanan yüzbinlerce emekçi ve emekçi dostu insanın bu çerçevedeki coşkularında elbette çok samimi olduklarına,

Atatürk’ ten sonraki süreçte yokedilen devrimler ile sosyal adalet, eşitlik ve bağımsızlık hedeflerinde birleştiklerine,

Türk Devriminin gerçeği ve tarihsel rolünü reddeden burjuva sınıfına karşı dengelenmeyi öngördüklerine,

Yeniden  sosyal adalet, eşitlik ve bağımsızlığın tesisi için sendikal haklarını isteyeceklerine,

Bu yolla dünya emekçilerinin küresel savaş karşıtı hareketleri inşa etmek amacına katılacaklarına inanmak istiyoruz.

Çünkü endüstriyel demokrasi dünyada ve artık Türkiye’de de işçilerin yönetime katılması, işçi katılımının sağlanmasıyla yürüyor.

Emekçilerden yeni üretim teknikleri ve artan rekabette verimliliğin sağlanmasını teminen daha fazla fiziksel emek talep ediliyor.

Bu nedenle emeğin yaşamda ve  işyerinde  enformasyon ve iletişim ihtiyaçlarının sağlanması, tecrübe ve yeteneklerin açık kullanımı, çabayı teşvik, doyum sağlama ve mütemadiyen eğitimi gerekiyor.

Bunun için Türkiye’de yüzde 12 olan sendikalaşma oranının Avrupa’da ki, yüzde 70- 90 arasında makûl seviyeye çıkarılması gerekiyor.

Günümüz endüstriyel demokrasisinde sosyal adalet, eşitlik, bağımsızlık temini için sendikal hak’lar bu anlama geliyor.

Sendikalar bu hakların varlığından doğuyor…

Üstelik burjuva ya da siyasal iktidar kavgası yürüten kesimler güçlüdür.

İşleri; bölmek ve yönetmektir.

Bu suretle  işçileri ya da sendikaları yedekliyorlar.

Sendika liderleri bir yüzüyle işçiye ekmeği gösterirken diğer yüzüyle o kesimin aktörlerine bakıyor…

İşte TÜRK-İŞ; kamu işyerleri emekçilerinden sivil ve askeri bürokrasi egemenliğine gelebilecek  tehditleri engelliyor.

DİSK; Bir zaman önce sermaye ve hükümetlerin güdümünde TÜRK-İŞ’ten, eğitim programları işçi sınıfı bilincinden uzak eleştirileriyle  ayrılmış, sınıf ve kitle sendikası tezindedir.

Ne ki sınıfsal yaklaşımını kaybetmiş, sermaye ile uzlaşmış ve üyelerine bir takım haklar sağlama noktasında sıkışmıştır.

Ya da HAK- İŞ; sendikaların sol ya da sağ eğilimine tepki ya da doğrudan islami misyona yöneliktir.

Bugün  hükümet desteği ile  Anadolu tüccarı, zanaatkârı, imalatçısının büyüttüğü sermayenin emekçilerini devletin ekonomisi alanından çekiyor ve istediği siyasi alanın hizmetine sunuyor…

Çünkü Türkiye  Devriminin zayıflatılması suretiyle büyüyen burjuva sınıfı, emekçiyi bölmüş ve zayıflatmıştır.

Uluslararası sermayenin AB, Dünya Bankası gibi kurumları ve ulusal sermayenin TUSİAD, TİSK, TOBB gibi kurumlarının desteğiyle iktidar olan AKP emek piyasalarını esnetmek görevindedir.

İşçinin alımı, işten çıkartma, ücret, çalışma süresi ve sosyal güvencesinin esnetilmesini sağlıyor.

1 Mayıs’ ta Türkiye alanlarında sendikaları çatısı altında toplanan yüzbinlerce emekçinin, öğrenci ve gençliğin;

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın her geçen gün artan ” Hak benim, hukuk benim, devlet benim ” iddiasına karşın,

Türk işçisini temsilen sosyal adaleti, eşitliği, bağımsızlığı ve sendikal haklarını istemeleri,

Ama öncelikle Türkiye Devriminin gerçeği, Hak’kın anonimleşmesi gereğinde paylarına  düşeni yapmaları gerekiyor.

Bu çerçevede 1 Mayıs kutlu olsun.

1.5.2016

Ahmet Kılıçaslan Aytar