AHMET KILIÇASLAN AYTAR;OLASILIKLAR

OLASILIKLAR
Birkaç haftadır COVID-19 salgınının olası küresel sonuçları tartışılıyor.
Farklı görüşler olsa da çoğu durumda salgın;
Dünyayı maddi olarak değiştirecek bir biçimleyici olarak tanımlanıyor.

*
Önceki salgınlara, dünya savaşlarına, küresel ekonomik krizlere ve kimi tarihi olaylara benziyor.
Bu konuda kapsamlı bir anlaşma vardır ama karşıt görüşler de bulunuyor.
Salgın yeni tarihi eğilimler yaratacak mıdır?
Mevcut eğilimleri hızlandıracak mıdır?
Ya da salgının biçimlendireceği yeni dünya düzeni nasıl olacaktır?

*
Salgının sonuçlarıyla ilgili  tartışmalar pratik değerdedir.
Bu yüzden tartışmaların salgının yönetilme çabalarıyla birlikte yürümesi gerekiyor.

*
Çünkü kararların uzun vadeli etkisini anlamak,
Tehditleri ve fırsatları tanımlamak,
Gerçeği şekillendirecek eylemleri kolaylaştırmakta hayati önem taşıyor…

*
COVID-19 salgını;
Orta Doğu’da güçler arasında artan stratejik rekabet:
Bölgesel ayaklanmalar:
Fiziksel sınırları bulanıklaştıran küreselleşme;
Dünya düzenini değiştiren bilgi devrimi ile karakterize edilen bir zamanda başladı.

*
Gerçekliği üç biçimde etkiledi.
1- Rakip küresel ve bölgesel oyuncuları, mevcut düzenin kırılgan yapısını değiştirebilecek şekilde tutum almaya zorladı.
2- Normal yaşam tarzını bozdu, böylece önemli olaylara ve gelişmelere yol açtı.
3- Halk sağlığında, ekonomilerde ve sosyal etkileşimlerde yıkıma neden oldu.

*
Bu çerçevede dört gelecek olasılığı bulunuyor…

*
1- Geçici bir duraklama ardından önceki eğilimlere dönüş olabilir:
Çoğu ülke 2020 yazında virüsün yayılmasını kontrol etmeyi başarır.
Büyük ekonomilerin bazıları salgın öncesi duruma benzer bir faaliyet seviyesine geri döner.

*
Çin; teslimat hizmetleri ve uzaktan çalışmaya önem vererek büyürken,
Tedbiri elden bırakmadan 2020’nin sonlarına doğru kriz öncesi yaşama döner.
Avrupa, Afrika ve Orta Doğu ülkelerine virüs hakkında bilgi ve yardım sağlar,
Stratejik yatırımlarla bu alanlardaki etkisini güçlendirir.
Rusya Orta Doğu’da ve diğer alanlardaki fırsatlardan yararlanır.
Avrupa ülkeleri ise AB’ye yönelik ciddi eleştirileriyle krizin zorlu sonuçlarının üstesinden gelmeye çalışır.

*
ABD; Kasım’da cumhurbaşkanlığı seçimlerine odaklanır.
Sonuç büyük önem taşımaktadır.
Başkan Trump seçim kampanyasında Çin’i salgından sorumlu tutar,
Amerikalı askerleri enfeksiyondan ve tehditlerden korumak ve seçim şansını arttırmak için,
Irak, Suriye ve Afganistan’dan çekmenin kararını verebilir.

*
Salgın Orta Doğu’nun, yönetişim ve işlev boşlukları, işsizlik, yolsuzluk, eşitsizlik, enerji ve dış yardıma bağımlılık gibi,
Temel sorunlarını şiddetlendirmiştir..
Rejimler ayaktadır ama yaygın popüler protestolar kesinlikle devam eder.
Bölgedeki tüm güçler yükselişten kaçınmaya çalışır,
Ancak İsrail ortaya çıkan tehditleri ya da isyancı grupların faaliyetlerini ortadan kaldırmak için,
Suriye, Lübnan ve Gazze Şeridi’nde  saldırılarda bulunmaya devam eder.
İran, bölgesel hakimiyet ve nükleer güç anlamında meydan okumaya devam edecektir.

*
2- Mevcut düzen kaosa ve şiddet içeren çatışmalara dönüşür:
Bir ila iki yılda aşı geliştirilmeden önce COVIT-19 salgını kontrol altında olmayacaktır.
Dünyanın büyük ekonomileri kriz öncesi seviyelerinden çok uzaktır.
Küresel oyuncular krizden zarar görürken, dünya düzenine kaos hakim olur…

*
Bu durumda ABD küresel statüsünü kaybeder ve federalizmi sorgulanmaya başlar.
Keza Çin ve Rusya’da salgın boyutunun ilan edilenden çok daha büyük olduğu anlaşıldığında,
İki ülke de krizden kurtulmayı başaramaz.
Avrupa’nın merkezinde ise küresel bir gıda krizi, milliyetçi şiddet dalgaları ve çatışmalar yaşanır,
BM, AB gibi uluslararası işbirliği mekanizmaları çöker.

*
Böyle bir durum, Orta Doğu’da  büyük nüfuslu şehirlerde ve mülteci kamplarında,
Geniş bir insani krizle yeni bir bölgesel ayaklanma dalgasına ve hükümet sistemlerinin çökmesine yol açabilir.
Suriye’deki savaş yeniden başlayabilir.
Hizbullah, devlet mekanizmasının çöküşü ardından Lübnan’ın kontrolünü ele geçirebilir.
İran’da rejim ve halk arasında şiddetli çatışmalar olabilir.
Filistin Otoritesi yerel özerk varlıklara ayrılabilir.
İslam Devleti veya başka bir cihat örgütü bu  karışıklıklardan ortaya çıkabilir,
Irak, Suriye, Sina Yarımadası, Libya, Yemen ve Suudi Arabistan’ın geniş bölgelerini kontrol edebilir.

*
3- Çin liderliğinde  liberal olmayan bir dünya düzeni kurulması;
Önleyici tedbirlere rağmen, COVID-19 salgınının yeni dalgaları,
2020’nin sonuna kadar,  belki  daha uzun süre ölümlerin devam etmesine yol açabilir.
Bu koşullarda, dünyadaki çoğu insanın günlük rutini değişir.
Sosyal uzaklaşma, çevrimiçi çalışmaya geçme, teslimatlara güvenme, toplu taşıma ve kalabalık yerlerden kaçınmalar yaşanır.

*
Çin virüs salgınıyla başa çıkmakta başarılıdır.
Zaten Çin’in erken toparlanması ile  ABD’ de kriz yönetimi sürecinde devam eden sorunlar ve geç toparlanması arasında,
Önemli bir boşluk doğmuştur.
Bu durumda ABD’de başkanlık seçimlerini Kasım 2020’de yapmak zor olur,
Çünkü sonuçların meşruiyeti hayati kararları engelleyebilir…

*
Bu noktada Çin, COVID-19 salgını ile mücadelede kendisini dünya lideri olarak sunmak için geniş bir kampanya yürütmektedir.
Uzun vadede, her biri kendi kimliğine sahip güçlü ve ayrı egemen ulus devletlere dayanan,
Liberal olmayan bir dünya düzenine yol açacak pozisyona ulaşmak için ABD’nin zayıflığından faydalanabilir.
Böyle bir düzende, her devlet komşularının kimliğine ve egemenliğine saygı duyar.
Herkes barış içinde yaşar ve birbirleriyle ticaret yapabilirler.
Ancak böyle bir düzen evrensel bireysel ve sivil haklar fikrini reddeder.
Ulus devletleri uluslararası kurumlara tercih eder.
Böyle bir dünya düzenini Rusya’da destekler…

*
Orta Doğu ülkeleri, salgını ele almak  konusunda farklılıklar göstermektedir.
Çin’in desteğiyle  İran, Mısır, Ürdün, Irak , Körfez ülkeleri, Gazze ve Batı Şeria salgın ile mücadelede başarılı olunur.
Ancak Yemen, Libya ve Suriye savaş bölgelerinde büyük bir insani kriz ortaya çıkacaktır.
Bu düzende uluslararası toplum, İran’ın nükleer gelişme konusundaki meydan okuyan hareketlerini görmezden gelir.

*
4: ABD, liberal dünya düzenini korumak için uluslararası çaba gösterir:
Covıd-19 salgınlarına karşı, en az 2020 sonuna kadar dünya çapında önleyici tedbirler alınır.
Bununla birlikte Haziran ve Temmuz 2020’de Çin’in aslında büyük ölçüde bulaşma ve ölümleri gizlediği rapor edilir.
Bu raporlar Çin liderliğinde bir krize ve Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping ve yandaşlarının istifasına yol açar.
Aynı zamanda birçok ülke, dünya üretiminin merkezi olarak Çin’e dayanan tedarik zincirinden vazgeçer.

*
Bu varsayımların tümünde ağırlık merkezi ABD’dir
Buna göre Kasım 2020’de başkanlık seçimini Demokrat aday açık ve kesin bir zafer kazanmıştır.
Seçimin ardından ABD Sağlık Bakanlığı geliştirilen bir aşıyı onaylar.
Böylece ABD inisiyatifini yeniden kazanır.
Ocak 2021’den itibaren Batı liberal demokrasileri dünyanın salgınla başa çıkmasına,
Ekonomik bunalımın üstesinden gelmesine,
Liberal düzenin korunmasına,
Bölgesel çatışmaların çözülmesine yardımcı olacak ortak bir çaba gösterir.

*
Bu olasılıklarda iki ana değişken;
COVID-19 salgınlarının kontrol edilme derecesi,
Virüsün nasıl ele alındığı ile ilgili ekonomilerde devam eden hasarın derinliğidir.
Bu olasılıklar tamamen varsayımsaldır.

*
Ancak güçler arasındaki rekabet,
Krizi ele almanın en etkili yolunun anlatımını şekillendirmek için ortaya çıkan mücadele etrafında devam edecektir.

*
Doğu’nun nüfuz etme eğilimi devam edecek ve hatta hızlanacaktır.
Ulus devletler, salgın le başa çıkmada genel olarak etkili yolları nedeniyle güçlenecektir.
Dünya tamamen değişmeyecek, ancak daha az özgür olacak,
Acil durum önlemleri ve müdahaleci denetim mekanizmaları devam edecektir.

*
Daha fazla işsiz ve daha yoksul olan daha az refahın tadını çıkaracak,
Daha az küresel olunacak, daha az uçulacak, evden daha çok çalışılacaktır…

27. 4. 2020

Türker Ertürk; ŞANSSIZLIĞIMIZ İKTİDARDAKİLER !

ŞANSSIZLIĞIMIZ İKTİDARDAKİLER!

 

Korona Virüsü salgınına halen Türkiye’yi yöneten iktidarla yakalanmış olmamız, gerçekten çok büyük bir şanssızlık. Sakın ola ki bu iktidarı geçmiş iktidarlarla kıyaslamayın! “Onlar da ne hatalar yaptı, buralara gelmemizde onların da büyük suçu var” derseniz, tabii ki haklısınız. Ama bugünkü durum çok farklı. Bugünkü iktidarı dünden farklı kılan özellikler;

 

  • Çağdaşlıkla, akılla ve bilimle sorunu olması,
  • Evrensel ve ulusal ilkeleri ve değerlerinin hiç olmaması,
  • Cumhuriyet’le ve onun kurumları ile hesaplaşma içinde olmasıdır.

 

Şu anki iktidarın yönetimi altındaki Türkiye, Osmanlı’daki I. ve II. Meşrutiyet’ten daha da geridedir. Çünkü Meşrutiyetle, Osmanlı monarşisinin başındaki padişahın, yani Tek Adamın yetkileri sınırlandırılmış ve halkın temsilcilerinin bulunduğu Meclis-i Mebusan’a devredilmiştir.

 

Refahı Cennette Vadediyorlar

 

Bugünün Türkiye’sinde ise TBMM’nin yetkileri Allah’ın lütfu olan 15 Temmuz Darbe Girişimi, KHK’lar ile muhaliflere yapılan mıntıka temizliği ve adil ve dürüst olmayan 16 Nisan 2017 Referandumu ile Cumhurbaşkanına verilmiştir. Bugün Cumhurbaşkanına kuvvetler ayrımını yok sayarak verilen yetkiler, meşrutiyet dönemlerindeki Osmanlı Padişahlarında bile yoktu! Bu durum çağdaşlıkla, demokrasi ile bağdaşmaz. Tüm çağdaş, demokratik veya çağdaşlaşma, demokratikleşme yolunda ilerleyen ülkelerde en üst kurum; halk temsilcilerinin bulunduğu meclislerdir. Maalesef artık bizim ülkemizde durum böyle değil.

 

Bu yönetim biçimiyle ve iktidarın sahip olduğu zihniyetle Türkiye’nin sorunlarını çözebilmesine, dertlerine deva bulabilmesine, ekonomik olarak kalkınabilmesine, halkına refah sunabilmesine imkân yoktur.  Ancak ülkemiz ve milletimiz için kin ve nefret üretebilir, şehitler tepesini çocuklarımızla doldurabilir, fakir olan ekonomimizi daha çok fakirleştirebilir. Ama iktidarın Allah’ı var, size öteki dünyanın cennet köşesinde refah ve mutluluk vaat ediyor.

 

İhtiyacımız Olan Ortak Akıl

Monarşiler yani “Tek Adam” yönetimleri insanlığın geçmiş dönem aklının ürünüdür ve bugün için çağdışıdır. 21. Yüzyılda insanlığın çok sayıda olan, girift ve her geçen gün daha da karmaşık hale gelen sorunlarını “Tek Adam” yönetimleri ile çözebilmek mümkün değildir. Çağımızın ihtiyacı olan; uzlaşmaya dayanan ortak akıl ile problem çözümüne yönelik olarak niteliğe dayanan birleşik aklı esas olan çoğulcu parlamenter demokrasidir.

 

Bugün ülkemiz, demokrasinin olmazsa olmazı olan kuvvetler ayrımı, denge ve kontrol mekanizmaları yok edilmiş fiilen “Tek Adam” yönetimi altındadır. Böyle bir sistemde danışmanların ve bakanların görevi Cumhurbaşkanının ne kadar iyi düşündüğünü, ne kadar başarılı olduğunu söylemekten, ülkesinin ve milletinin çıkarları ve güvenliği ile çelişse bile Cumhurbaşkanına sadakatlerini sürdürmekten ibarettir. Başka şansları yoktur. Yoksa sistem dışına itilirler!

 

İnsan Aynı Anda İki Şeyi Yapamaz

 

Çağımızda “Tek Adam” yönetimlerinin bilimsel olarak da başarılı olmasına imkân yoktur. “Tek Adam” yönetimlerinin, genel olarak tüm kararları en tepeden tetikleyerek başlatan ve sürecin her safhasına müdahil olan bir karakteri vardır. Bilimsel çalışmalar göstermektedir ki; insan aklı aynı anda iki şeyi yapamamaktadır. Hâlbuki Türkiye, aynı anda bırakın iki şeyi, çok şey yapmak, planlamak ve öngörmek zorundadır.

 

Örneğin; Korona Virüsü Salgını! Bu krizin gerçekte üç cephesi var. Birincisi insan sağlığı yani salgının durdurulması, kontrol altına alınması ve hastalananların tedavisidir. İkincisi ekonomiktir. Üçüncüsü ise Korona Krizi sonrası dünyanın artık eski dünya olmayacağı gerçeğinden hareketle, yeni riskleri ve belirsizlikleri karşılamak ve doğabilecek fırsatları, kullanılabilecek hazırlıkları şimdiden yapmak ve uygulamaya koymaktır.

 

Niye Dünya Yedincisiyiz?

 

İktidarın bırakın ülkemizin diğer sorunları ile de aynı anda uğraşabilmeyi, sadece Korona Krizi’nin yarattığı ve yaratacağı üç cepheyle aynı anda uğraşabilecek imkân ve kabiliyeti bile yoktur. Olmadığını da her an her icraatlarında görüyoruz.

 

Halen dünya üzerinde, yaklaşık olarak 8 milyar nüfus ve 200 devlet var. Türkiye, nüfus olarak dünyanın yüzde biri, devlet olarak da iki yüz devletten biri. Ama Korona Virüsü salgını vaka sayısında iktidarın açıkladığı resmi rakamlara göre ilk yediye giriyor ki iktidar kendini başarılı göstermek için vaka sayısını ve Korona Virüsü salgınından ölenlere başka ölüm nedenleri yazarak gizlediği halde.

 

Tsunami Geliyor

 

Türkiye’yi ilk yediye sokan neden; iktidarın yeterli süre önceden haberi olduğu halde gerekli önlemleri almamasından, özellikle Umre Ziyaretine izin vermesinden, dönenlere ciddi olarak karantina uygulaması yapmamasından, sığınmacıları hijyenik olmayan şartlarda Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarına yığmasından ve sonra geriye taşımasından, toplu ibadetleri zamanında yasaklamamasından ve ilk anda uygulanması gereken şok sokağa çıkma yasağını uygulamamasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca 10 Nisan 2020’de, gece yarısına iki saat kala sokağa çıkma yasağı ilan edilerek yaşanan rezaleti ve kitlelere Korona Virüsü bulaştırılmasını da üzerine ilave edebiliriz. Allah’tan Türkiye genç nüfusu ile bu tür salgınlara dayanıklı sayılır. Avrupa gibi yaşlı bir nüfusumuz olsaydı, bu iktidarla millet kırılır, ölümlerde dünya birincisi olurduk.

 

Bu iktidara rağmen düşe kalka, oramızı buramızı parçalayarak ve normalin üstünde can kaybı da vererek, bir şekilde bu salgından çıkacağız çıkmasına ama arkadan bu dönemi bile aratacak ve rahmetle andıracak bir tsunami geliyor. Gelişmiş ve zengin ülkeler bile bir yandan Korona Virüsü salgını ile uğraşırken, diğer yandan öncü dalgaları hissedilen ve yaklaşmakta olan büyük ekonomik tsunami için hazırlanıyorlar ve tedbir almaya çalışıyorlar. Ekonomistlerin söylediğine göre yaklaşmakta olan ekonomik şok dalgası 1929 Ekonomik Buhranından beri yaşadıklarımızın en büyüğü olacak. II. Dünya Savaşı sonrası yaşananları ve 2008 Ekonomik Krizini ise çok geride bırakacak.

 

İktidar Krizi Fırsata Çevirme Peşinde

 

İktidar bırakın Türkiye’yi bu krize hazırlamayı, halen içinde olduğumuz krize bizi kefen paramızı yani zor günler için ayrılmış ihtiyat akçesini bile tüketmiş olarak soktu. Şu anda iktidar, ekonomik olarak tam anlamıyla iflas durumunda ve günü kurtarma telaşı içinde. Bir yandan da “Bu krizi nasıl 15 Temmuz Darbe Girişimi gibi fırsata çeviririz” derdinde.

 

Dünya aynı 19. Yüzyıl’da yaşanan Sanayi Devrimi gibi bir kırılma ve evirilmenin eşiğinde. Osmanlı, 15. Yüzyıl’dan itibaren başlayan Rönesans, reform, aydınlanma ve siyasi devrimlerin dışında kaldı. Bunun doğal sonucu olarak da Sanayi Devrimini ıskaladı. Bu nedenle geriye düştü, yarı sömürge oldu, parçalandı ve yıkıldı.

 

Dünya Yeni Bir Devrimin Eşiğinde

 

Bugün de Korona Krizinin tetiklemesi ile hızlanacak olan “Yapay Zekâ” veya “Sanal Dünya” şeklinde adlandırılabilecek bir devrimin eşiğindeyiz. Sanayi Devrimi’nden önce işgücünün yüzde 90’ı tarımda çalışırdı. Şu anda gelişmiş ülkelerde tarımda çalışan insan gücü yüzde iki. Bugün sanayide ve hizmette çalışan insan gücü, çocuklarınızdan itibaren işlerini kaybedecekler. İşlerini daha çok otomasyona, işçisiz ve ışıksız çalışan fabrikalara, robotlara, yapay zekâlara, torunlarınızdan itibaren de inorganik ve organik birliktelik içinde olan başka bir insan yapısına devredecekler. İktidar bu işin farkında mı? Eğitimden teknolojiye ve bilime bu değişimi yakalayacak çalışmaların içinde mi? Tabii ki hayır! Aynı Osmanlı kafasında olduğu gibi ülkemizin bu gelişimi ıskalamasına neden olacaklar. Aynı Osmanlı gibi!   

 

Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde 19 Mayıs 1919’da başlayarak verilen kurtuluş mücadelesi, Cumhuriyet’le bu mücadelenin siyasi olarak taçlandırılması ve sonrasındaki Aydınlanma Devrimleri ile geçmişte ıskalananların yakalanmaya çalışılması esasında gelişmişlik farkına son vermek için yapılan bir kuantum sıçramasıydı. Bugün Atatürk’e, onun yarattığı çağdaş kurumlara ve Aydınlanma Devrimlerine karşı gerçekleştirilen saldırılar ise ama bilinçli ama bilinçsiz olarak Türkiye’yi Osmanlı’nın akıbetine taşımaktadır.

TÜRKER ERTÜRK

Ahmet Kılıçaslan Aytar; KOMŞUMUZ İRAN

KOMŞUMUZ İRAN
Washington ve Tahran gerilimi, bir dünya salgını sırasında bile patlamaya hazırdır.
Geçen hafta, 11 İran gambotu Basra Körfezi’nde ABD gemilerine tehlikeli bir şekilde yaklaştı.
Çarşamba günü, İran İslam Devrim Muhafızları Kolordusu ilk kez bir askeri uyduyu dünyadan 425 km.deki yörüngesine oturttu.

*
ABD, “Noor” adlı iki aşamalı uydunun “Ghased” adlı şimdiye kadar bilinmeyen bir sistemle uzaya konulmasını,
İran’ın nükleer silah taşıyabilen kıtalararası balistik füzeler geliştirmesine yardımcı olabileceğinden endişelendi.

*
Donanma’nın kendini savunma konusunda harekete geçme yetkisi olsa da,
Başkan Trump “ABD Deniz Kuvvetleri gemileri taciz edilirse, İran gemilerini vurun” talimatı verdi.
İran ” Zorbalık yapmak yerine, koronavirüs bulaşmış güçlerinin üyelerini kurtarmak için çaba göster” dedi.

*
İran’da koronavirüs salgınından 500 bin kadar insanın etkileneceği öngörülüyor.
Ancak İran’ın her zaman açık bir hedefi, bunun için bir stratejisi bulunuyor.
Ve İran askeri maceracılığına hız kesmeden devam ediyor.
Irak’taki ABD hedeflerine saldırılar planlıyor.
Yemen’de salgınla mücadele için ateşkes çağrılarına uymuyor ve Husileri silahlandırıyor.

*
ABD’nin yaptırımları ya da askeri varlığının artmasıyla ilgili ciddi potansiyeli vardır.
Yine de İran caymıyor, geri çekilmiyor.
Bu durum çeşitli nedenlere dayanıyor.

*
İran  engellenmelere ve zayıflıklarına rağmen,
Rejimin etkili biçimde hayatta kalması ve bölgesel çıkarları için;
Nükleer gündemi tutuyor, bölgesel fırsatları kolluyor ve tehditlerini sürdürüyor.

*
Komşuları olan diğer oyunculara kıyasla bölgesel oyunun nasıl oynayacağını kesinlikle biliyor.
Hırsları gerçekleşene kadar beklemekte sabırlıdır, son derece kararlı ve pragmatiktir.
Stratejisini yeni zorluklara karşı ustaca  uyarlayabiliyor.

*
ABD İran’ın vekil güçlerini geri itmek için hava savunmasını bölgeye taşımasına rağmen,
İran’ın, askeri strateji söz konusu olduğunda Irak’taki ABD hedeflerine yönelik planlı saldırıları,
Pervasız ideolojik fanatik olmaktan çok jeopolitik bağlamda güçlü anlayışını  gösteriyor.

*
İran amacına ulaşmak için ne gerekiyorsa feda etmeye hazırdır.
Bu yüzden ABD, topraklarını doğrudan savunmadığı bir durumda;
İran’ın saldırganlığına güçlü bir tepki vermek,
Uzun süren asimetrik çatışmalarda  dayanıklı kalmak,
En az Amerikan askeri kaybına bile tolerans eksikliği göstermek zorundadır.
Bu yüzden “Sonsuz savaş” propagandası yapıyor.

*
Sonsuz Savaş konseptiyle katılımını gerekli asgari askeri operasyonlarla sınırlandırıyor.
İran ise kendi nüfusunun gereksinimlerini kısıyor;
Hayatı gözden çıkarılmış çok sayıda Iraklı, Afgan ve Pakistanlı milislerinin desteğiyle savaşıyor…

*
İran, Kasım Süleymani gibi liderlerin hayatına  mâlolsa da,
Saldırılarıyla ABD’yi bölgeden kovmaya olan bağlılığını gösteriyor.
ABD Irak’ta giderek istenmeyen bir konuma gelirken,
İran, Irak’ta ABD işgaline karşı savaşan Mehdi Ordusu lideri Muqtada Sadr’ı  silahlandırıyor.
İlerlemek için koronavirüs salgını tehditini dahi kullanıyor.

*
ABD’nin Suriye’den Irak’a taşıdığı birliklerin çekilmesi olası olmasa da,
Muhtemelen öngörülebilir bir gelecekte savunmada kalacaktır.
İran’ın da ihtiyacı olan tek şey budur.

*
İran, ABD’nin seçim yılında ve özellikle bir salgının ortasında;
Yurtdışına artan bağlılığına sekte vuracak şiddet göstermeye istekli değildir.
Zaten koronavirus, ABD donanmasını zorluyor.
Irak ve Suriye’deki çok sayıda  vekil milisleri yürüyen bir biyolojik tehlike olarak görev yapıyor!
İran ABD’nin sınırlı misilleme hava saldırılarına, şiddetli provokasyonlara yanıt olarak koronavirüs silahını kullanıyor…

*
Üstelik İran, amaçları doğrultusunda ilerlemek için ihtiyacı olduğu nakit akışını almaya devam ediyor.
Bu nakit; rejimin reddi ya da ülkenin kötü tıbbi bakımı sayesinde İranlı yetkililerin virüse yakalanmasıyla hiçbir şekilde engellenmiyor.
Avrupa’nın insani yardım sağlama istekliliği:
Avrupalı, Çinli ve Ruslarla işlerini sürdürmek:
ABD tarafından sağlanan sivil nükleer feragatler:
Çeşitli ülkelerin yaptırımları atlatma konusundaki kabulü:
ABD’nin bu yaptırımları kaldırma konusundaki isteksizliğinin getirdiği ekonomik baskıyı dengeliyor.
Ayrıca yasadışı yatırımlara, uyuşturucu kaçakçılığına ve organize suç programlarına dayanan,
İran gölge ekonomisi, istikrarlı bir gelir kaynağı olmaya devam ediyor….

*
İran, devrimini ihraç etmek,
Levant’ın ötesinde varlığını Akdeniz’e taşımak konusunda net bir hedef ve strateji avantajına sahiptir.
ABD, İran’ın nüfuzunu geri almakla ilgilendiğini iddia ederken, bunun ne anlama geldiğine dair hiçbir görüş ortaya koymuyor.

*
Rejimi içeriden devirecek bir iç darbe olasılığı yok gibi görünüyor.
İran ideolojisini ve sosyal yardımı geri almak için,
Diğer büyük bölgesel aktörlerle yakın işbirliği, ideolojik katılım ve finansal, istihbarat ve teknolojik kaynaklar gerekiyor.
Ama  ABD şu anda böyle bir projeye yatırım yapmaya istekli görünmüyor.

*
Karşılaştığı birçok zorluğa rağmen,
İran devrimi ve rejimi, tüm muhalefet hareketlerini başarıyla etkisizleştiriyor.
Ayaklanmalara Ayetullah Humeyni’nin kurduğu gönüllü milis teşkilatı  Besiç,
Ya da devlet idaresinde merkezi bir rol üstlenen İran İslam Devrimi Muhafızları Kolordusu karşı koyuyor.
Bu iki güç engellere rağmen çok zorlu, disiplinli, agresif ve silahlıdır; bir makine gibi işliyor.
*
Bu noktada İran, ABD’nin iç bölünmelerini,
Herhangi bir dış politika stratejisini şekillendirmedeki tutarsızlıklarını da kendi lehine kullanıyor.
ABD’nin kendi güvenlik açıkları hakkında açıkladığı bilgilerden yararlanıyor.

*
Bu faktörlerin birleşimi, Washington’dan çıkan görünüşte zorlu retoriklere rağmen,
İran’ın sert tavrını göstermekten kaçınmadığını gösteriyor.
ABD’nin herhangi bir planı yokken İran stratejisi kazanıyor.

25. 4. 2020

Ahmet Kılıçaslan Aytar; SALGIN VE AHLAK


SALGIN VE AHLÂK

 

Erdoğan, COVID-19 salgını ile mücadelede hedeflenen tarihi açıkladı.
“Titizlikle yürütülen çalışmalar olumlu sonuç vermeye başladı.
Ramazan Bayramı’nda  milletçe çifte bayram yapacağımızı umut ediyoruz” dedi…

*
Hükümetler karantinayı sonlandırmak için aciliyet gösteriyor.
Polis devlet politikalarını dayatmadan,
Ekonomiye onarılamaz zarar vermeden,
Benzeri görülmemiş COVID-19 salgınının neden olduğu  halk sağlığı sorunlarını aşmanın yolu aranıyor…

*
Böyle bir deneyin sonuçları henüz bilinmiyor.
Ama çoğu ülkenin ekonomisini durma noktasına getirmenin devasa etkilerine karşı trilyonlarca dolar basamayacağı biliniyor.
Bu ülkelerin üretim ve faaliyet eksikliğinden kurtulması için rezervlerine dalmaları ya da IMF’den kredi almaları gerekiyor.
Buysa liderlerin kendileri için yarattığı karmaşadan kurtulmak için yıllarca yavaş büyüme ve yüksek işsizlikle karşılaşacakları anlamına geliyor.

*
Ama COVID-19’dan iyileşen insanların koruyucu bağışıklık geliştirip geliştirmediğini söylemek için de henüz çok erkendir.
Bu çalışma sonuçlanıncaya kadar, tekrar maruz kalmaktan kaçınmak için her türlü önlem alınmalıdır.
Kilitlenme sona erdiğinde her zamanki gibi işe geri dönmek akıllıca olmaz.
Büyük kayıplar yaşanıyor ve öncelikle  bu salgının tümüyle öğrenilmesi gerekiyor.
Virüs sürveyansı için hızlı ve erişilebilir testlere ihtiyaç bulunuyor.
Ciddi komplikasyon riski olan insanların nasıl korunacağı dikkatlice planlanmalıdır.
Hayati hizmetlerden ödün vermeden küçük salgınları içerecek mantıklı stratejilere ihtiyac bulunuyor…

*
Bu noktada hem liderler, hem vatandaşlar için olumsuz yan etkilerin olduğu böyle ödünleşmelerin ardındaki mantığı daha iyi anlamak,
Gerekirse eleştirmeye yardımcı olabilecek ahlâki  teorilere başvurmak gerekiyor.

*
Ahlâk teorilerden biri, İtalyan keşiş ve filozof Tommaso d’Aquino’nun  “Çift Etkili Doktrin” idir.
d’Aquino 1225-1274’te yaşadı ve bilgi felsefesi, metafizik, siyaset ve ruhun ölümsüzlüğü konularında skolastik düşünceye  katkı sağladı.
Hristiyan teolojisine yaptığı katkılarla Katolik Kilisesi’nin uluları arasına yükseltildi.
Öğretileri teolojinin temeli olarak kabul edildi ve Katolik Kilisesi’nin resmi görüşü durumuna geldi
1914’ten bu yana onun görüşlerini tartışmak, günaha girmekle eş anlamlı kabul ediliyor…

*
“Çift Etkili Doktrin”; ölüm veya diğerlerine fiziksel, psikolojik ya da ekonomik zararlar gibi normal olduğu düşünülen yan etkilere sahip eylem türlerine,
İzin verilip verilmeyeceği ile ilgili ahlaki değerlendirmelerde uygulanıyor.

*
Doktrin iyi ya da kötü sayılabilecek bir eylemin ahlaki yönden onaylı sayılması için dört şart sıralıyor.
1- Eylemin kendisi, sonucundan bağımsız şekilde bakınca ahlaki olarak iyi mi veya ne iyi ne kötü mü?
2- Eylem yapılırken niyet iyi bir sonuca ulaşmak mıydı?
3- İyi etki, kötü etki tarafından değil eylem tarafından mı üretilmiştir?
4- İyi etkide elde edilen iyinin ahlaki ağırlığı, kötu etkide ortaya çıkan kötülüğün ahlaki ağırlığından fazla mıdır?

*
Doktrini anlamak için;
Savaş alanlarında ve acil servislerde tıbbi müdahale öncelikleri olan,
Hastanın yaşama şansı, durumunun aciliyeti gibi unsurlara dayanan “Triyaj” belirleme sistemi örnek alınıyor.
Ve şöyle bir  kabus salgını senaryosu resmediliyor.

*
Hazırlıksız hastaneler, hasta akımından bunalmıştır.
En kritik vakalar için mekanik ventilatörler gibi kaynaklar yetersizdir.
Sağlık personeli de hastalanmaktadır.
Bu yüzden personel tedaviden yarar göreceğini düşündüğü kritik hastaların tedavisini önceliklendirmeye yönlendirilmiştir.
Çünkü böyle bir durumda “triyaj” prosedürlerini uygulamaktan başka seçenek yoktur…

*
Bu her zaman yaşlılar olmasa da, çoğu zaman yaşlı olmayan ama ciddi tıbbi durumları olan bazı kritik hastaların,
Hayatta kalmaları için gerekli seviyede kan-oksijen tedarikini sağlayacak,
Ventilatör entübasyonunu sürdürebileceği yoğun bakım ünitelerine kabul edilmeyebileceği anlamına geliyor!

*
Bu eylem, müdahaleci entübasyon prosedürlerinden önce hastanın hayatta kalma olasılığının diğerlerinden daha az olduğu varsayımı ile yapılıyor.
Artık  “o”  kesinlikle ölecektir!
O’nu bir kenara bırakmak ve “palyatif bakım”da öldüğünde; kasıtlılık, hatta ihmalkâr bir cinayet vakası mı olacaktır?

*
Çift etkili doktrine göre; böyle bir karar tıp uzmanları tarafından dikkatli şekilde verildiğinde, yanıtının “hayır” olması gerekiyor.
Evet, ölümün “o’nu” bir kenara bırakmanın etkisiyle olduğu söylenebilir.
Ya da “o’nun” yoğun bakım tedavisine nazaran palyatif bakıma alındığı için yaşama şansının sınırlandırıldığı da söylenebilir.

*
Ama öngörülebilir olsa da, o’nun ölümü amaçlanan etki değildir.
Ancak bu tür ölümlerin sayısı, hayatta kalma şansı olduğu düşünülen yoğun bakım alan kişilerin sayısına göre orantısız olmamalıdır.
Çünkü amaç, kıt kaynakları sadece durumu stabilize edilecek ve muhtemelen iyileştirilecek olanlara odaklanmaktır.
Dolayısıyla bu tür triyaj prosedürüne izin verilir…

*
Şimdi bunu, bir doktorun  yaşlı ve kritik bir hastasına  gizlice ötenazi yaptığı durumla karşılaştırınız.
Doktor, bu hastasına kendisini öldürmesi halinde daha fazla ve daha değerli hayatları kurtaracağına ikna edebilir.
Çünkü doktor  bu durumda daha sonra hayatta kalma şansı olduğunu düşündüğü genç hastalara odaklanabilecektir.
Yine de amacı; amacına bir araç olarak başkalarını öldürmektir.
Çift etkili doktrine göre, bu masum bir insanın kasıtlı olarak öldürülmesidir ve bir cinayettir.

*
Afet triyaj prosedürleri, ön cephedeki sağlık personelini çabucak tüketebilir.
Sağlık personelini normal tıbbi durumlarda asla yapmayacakları acı verici seçimlerde bulunmasına neden olabilir.

*
Ancak kükümetlerin acil durum bildirimi ve fiziksel uzaklaştırma önlemleri;
Enfeksiyon yayılmasını kontrol altına almak,
Hastanede yatış oranlarını halk sağlığı sisteminin bunalmış olmadığı ve bu tür prosedürleri uygulamaya zorlanmadığı seviyelerde tutmak içindir.
Amaç, enfeksiyon bastırılana veya aşı geliştirilene kadar bu çerçevede kalmaktır,
Hiçbir hükümet  kilitlenmeleri ve sosyal mesafeleri zorlamak için henüz yasal araçlar geliştirmemiştir.

*
İkinci bir ahlak kuramı da “Faydacılık” tır.
Felsefede faydacılık hem iyinin teorisi hem de doğrunun teorisidir.
İyinin teorisi olarak faydacılık refahcıdır.
İyi en fazla faydayı sağlayandır ve burada fayda zevk, tatmin veya bir nesnel değerler listesine göre tanımlanır..

*
Uzun vadede katı fiziksel uzaklaşma ve kilitlenme önlemleri almak, ekonomik ve sosyal maliyetler hakkında sorular doğuruyor.
Faydacılar bu durumun bir ahlaki hesap dengelenmesi olarak düşünülmesini istiyor.
Sadece COVID-19 enfeksiyonu ile kaybedilen yaşamların değil,
Çoğunlukla yaşlılar için ölümcül olan bir hastalığa kaybedilen yaşam yıllarının sayısını,
Kilitlenme ve sosyal uzaklaşmayla “Bir bütün olarak toplum refahı”nın düşmesinin düşünülmesi de istiyor.

*
Bir ülke için kilitlenme ve sosyal uzaklaşma “bir bütün olarak toplum refahı”nın düşmesine yol açıyor.
İşlerinde uzaktan çalışamayan, işsiz kaldıklarında yeterli güvenlik ağına sahip olmayan,
Hatta açlık çekecek olan yoksulların tercihlerinin hesaba katılması gerekiyor.

*
Bütün ülkeler, COVID-19’un yayılma olasılığıyla karşı karşıya ve hastaneleri baskı altındadır.
Hükümetler, bu yayılımı kontrol altına almak,
En savunmasız kişilerin çıkarlarını korumak,
Geçim kaynakları tehdit altında olanlar için refah güvenliği ağını güçlendirmek zorundadır.

*
COVID-19 salgınında kaç ulusun mücadele ettiğini düşünmek dahi korkutucudur.
Ancak Türkiye, en azından adil bir halk sağlığı sistemi için ödünleşme ve seçimlerinde;
Ahlakı, kamu mantığı ile değerlendirebilecek,
Yasal olarak korunan seçilmiş bir Bilim Kurulu avantajına sahiptir.

23. 4. 2020

ÇOCUKLAR VE YAŞLILAR

             Çocuklar ve yaşlılar

 

Bugün Cumhuriyet’in kuruluşunun 100.yılı.

O güzel günde doğanlarımızdan parmakla sayılacak kadarı kaldı.

Peki Cumhuriyetin 70.yılında doğanlar ?

Giderek ve hızla azalan sayıda 70 lik insanımız var

Dünya’nın Batı yakasında yönetimler bu akışı hızlandırmaya çalışıyorlar.

Bugün 1923 Cumhuriyeti denince ilk kala gelen ülke, ona karşı savaşan İngiltere başta geliyor.

Bugün hastane ölümünde 823 ile rekor kıran İngiltere garip bir açıklama yaptı.

Kızaktaki başbakan Dominiq Raab’ın açıklamasına göre önümüzdeki yıl başına kadar bir yavaşlama ve aşı bulunması olasılığı çok düşükmüş.

 Anlaşılan, cenaze levazımatçıları ve huzurevleri bir altın yıl yaşayacak.

Daha 8 ay var önümüzdeki yıl başına.

İngiliz Başbakanı bu arada bir aşı bulunamayacağını nasıl bu kesinlikle biliyor?

Keza, Fransa ve İtalya yöneticileri de ‘yaşlılar dışarı çıkmasın’ diyerek yaşlı ölümlerine davetiye çıkarıyor. Zira, çoğu insan için bir başka yılbaşı’ olmayacak.

ABD ise Trump’ın son açıklamasına göre ‘İran’a ateş emri verdim’ diyerek  daha toptancı bir politika izliyor. Trump’ın ne kadarı palavra bilinmiyor ama, niyeti ortada.

İngiltere,ABD,İtalya,Fransa’nın açıklamalarında anlaşılan aşı yapmayacakları.

Bu fırsatı yaşlılar aleyhine kullanacakları.

Yaşlılar yanında bir başka mahkum kategorisi de Çinliler.

Çin, ölü sayısının 6 ya indidiğini açıkladığı gün Batı’nın azgın mesajları hızlandı.

23 Nisan Çocuk Bayramınız kutlu olsun.

 

Mahir Tan                LondraPosta-Londra

Türker Ertürk; KİŞİLER,OLAYLAR VE FİKİRLER

KİŞİLER, OLAYLAR, FİKİRLER

 

1900-1986 yılları arasında yaşayan, ilk nükleer denizaltı olan Nautilus’u bizzat tasarlayan, politik çıkışları, geleceğe yönelik öngörüsel yaklaşımları ile düşünce, duygu ve ilkeleri özlü sözlerle (aforizma) açıklama yeteneğine sahip Amerikalı Amiral Hyman George Rickover şöyle diyor; “Küçük insanlar kişileri, normal insanlar olayları, büyük insanlar ise fikirleri tartışırlar”.

 

Bilim insanları, felsefeciler ve yazarlar tarafından oldukça kabul gören ve çokça referans yapılan bu özdeyişte insanın küçük, normal ve büyük olması durumu ile kastedilen; insanın zihin durumu yani akıl çapı durumudur.

 

Mücadele Halka Dayanılarak Yapılacaktır

 

Bugünkü yazımızda; bir fikri, bu köşeye sığdığı nispette huzurunuza getirmeye çalışacağız. Tabii ki bu fikirden bahsederken bugün 100. yılını idrak ettiğimiz TBMM’nin açılışından, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı gibi olaylardan ve bu olaylara önderlik etmiş olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten de bahsedeceğiz. Olaylardan bahsedişimizin nedeni; anlatmaya çalışacağımız fikrin somutlaşmış tezahürleri olduğu içindir. Atatürk’ten söz edecek olmamız ise sarı saçlı ve mavi gözlü bir kişiden bahsediyor olmamız nedeniyle değil, onun Aydınlanma, çağdaşlaşma, akılcı ve bilimsel düşünce, ortak akıl ve egemenliğin halka verilmesi gibi fikri tezahürlerin yaşadığımız topraklarda ete ve kemiğe bürünmüş hali olmasındandır.

Mustafa Kemal daha İstanbul’dayken kararlıdır; kurtuluş mücadelesi halka ve halkın temsilcilerinden oluşacak meclise dayanılarak yapılacaktır. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışından itibaren bunu hızla gerçekleştirmeye çalışır. Bunun ilk emaresini 22 Haziran 1919’da yayınlanan genelgede “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” açıklaması ile verir. Arkasından Erzurum ve Sivas Kongrelerini gerçekleştirir, 27 Aralık 1919’da milli mücadelenin merkezi yapmayı planladığı Ankara’ya gelir ve 11 ay sonra 23 Nisan 1920’de TBMM açılır. Sakarya Savaşı’nın sürdüğü en zor günlerde bile Meclis’i kapatmak veya işlevsizleştirmek aklına gelmemiştir.

Bu Bayram, Esasında Egemenliğin Bayramıdır!

Bugün kutladığımız bayramın adı; Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’dır. Burada çocuk derken kast edilen, bayramın sadece çocuklara ait olması değildir. Buradaki vurgu; bayramın yarınımız olan çocuklarımıza armağan edilmesi, yani geleceğimizin taçlandırılmasıdır.

Bugün kutladığımız bayram; gerçekte ulusal egemenlik bayramıdır. Ulusal Egemenlik ise halkın kendi tercihini yapabilme ve seçeneklerini üretebilme gücüdür. Halkın geçmişte böyle bir gücü yoktu. Geçmişte padişahlar, imparatorlar, krallar ve sultanlar egemenliğin Allah’ta bulunduğunu, kendilerinin Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve temsilcileri olarak bu egemenliği kullandıklarını söylerlerdi. Bu egemenlik gücüyle padişahların verdiği emirler, çıkardığı kanunlar ve yayınladığı fermanlar Allah’ın verdiği hükümler olarak kabul edilirdi ve tartışılamazdı.

Alınması Gereken Kafa Yapısıydı!

Geçmişte, Osmanlı da dahil yerkürenin hemen hemen tüm tepe yöneticileri (padişah, imparator, kral, sultan) hikmetinden sual olunmaz ve tartışılmaz şekilde böyle bir egemenlik gücünü kullanırdı. Ama insanlığın düşünsel evriminin bir ürünü olarak ortaya çıkan Aydınlanma ile birlikte, egemenliğin kaynağı gökten yere indirildi ve onun gerçek sahibine, halka verildi.

Bu gelişmeler Osmanlı’nın hemen yanı başında olan Avrupa’da yaşandı. Tabii ki kolay olmadı! İçeriğinde Rönesans, reform, hümanizm (insan odaklılık), siyasal devrimler, aydınlanma, sanayi devrimi, akılcı ve bilimsel düşünce dönemine geçiş de vardı. Osmanlı, bunların hepsini ıskaladı ve çağdaşlıkta çok geriye düştü. Başta padişahlar olmak üzere Osmanlı’yı yönetenler çok geriye düştüklerini fark ettiler ama sorunun kaynağına dair teşhisleri ve buldukları çözümler yanlıştı. Çünkü onlar egemenliğin kaynağını gökten yere indiren, akılcı ve bilimsel düşünce dönemine geçen kafanın ürettiklerini alarak farkın kapanacağını ve Avrupa’ya yetişeceklerini sandılar. Hâlbuki alınması gereken o kafanın ürettiklerini değil, o üretimi sağlayan kafa yapısıydı.

 

Egemenliğin Kaynağı Kim?

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’te bu farkındalık vardı ve teşhisi doğruydu. 19 Mayıs’ta mücadeleye başladığı günden itibaren yaptığı tüm hamleler, buna yönelik oldu. 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ise çağdaşlığa, Cumhuriyet’e, halkın kendi seçeneklerini üretebilme gücü olan demokrasiye ulaşmayı hedefleyen stratejinin ilk ve en büyük adımıydı.

Eğer birileri “Egemenlik Allah’ındır” diyorsa, esasında “Egemenliği onun adına ben kullanacağım, benim dediklerimi yapacaksınız, benim söylediklerim Allah’ın söyledikleridir, bana itiraz edemezsiniz ve beni tartışamazsınız” demek istiyordur.

İnsanlık Bedel Ödedi!

İnsanlık uzunca bir dönem acı çekerek, kan dökerek ve ağır bedeller ödeyerek, tüm kusurlarına rağmen bugün için en iyi yönetim modeli olan demokrasiye ulaştı. Artık egemenliğin kaynağı ilahi güçler ve onların yeryüzündeki tartışılmaz temsilcileri olan tek adamlar değil, milletti ve halktı.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” derken; egemenliğin kaynağının artık Allah olmadığını, egemenliği gökten yere indirdiklerini, egemenliğin kaynağının millet olduğunu, yani onun çıkardığı yasaların ve uygulamaların tartışılabileceğini söylemek istedi ve demokrasiye giden yolu açtı!

Egemenliğin Sınırları Var

Egemenliğin kaynağının millet olması demek; sandıktan çıkanın her türlü herzeyi yemesi, kafasına göre ülkeyi idare etmesi, çalması, yolsuzluk yapması, hukuku yok sayması ve bildiğini okuması demek değildir.  Egemenliğin kaynağının millet olması demek; iktidarın kullandığı bu egemenliğin sınırlarının olması demektir. Bu sınırlar; o ülkenin kurucu ideolojisidir, anayasasıdır, hukuktur, milletin temsilcisi olan Meclis’tir, insan hak ve özgürlükleridir.

Bugün Türkiye olarak yaşadığımız sorunların asıl nedeni ise insanlığın düşünsel bir evriminin sonucu olarak ortaya çıkan egemenliğin kaynağının kim olduğu, egemenliği halk adına kullananların sınırlarının neler olduğu, Cumhuriyet, Meclis’in üstünlüğü, demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, kadın erkek eşitliği, pozitif bilimin yaşamda tek yol gösterici olması gibi kavramlar konusunda kafası karışık, hatta yer yer bunlara düşmanlık eden bir zihniyet tarafından yönetiliyor olmamızdır.

 

Bayramımız Kutlu Olsun!

 

Sizce bu zihniyet kazanabilir mi? İmkân ve ihtimal yok! Milyonda bir bile şansları yok! Bu halleri ile sadece ülkemize acı çektirirler, mutsuzluğun kaynağı olurlar ve bizi çağdaş uygarlık yolunda biraz daha geriye düşürürler, o kadar! Sonunda kaybedecekler, göreceksiniz. Bundan şüpheniz bile olmasın. Karanlıkların aydınlığı, geçmişin aklının çağdaş aklı uzun dönemde galebe çaldığını tarih kaydetmedi.

 

Sakın halkımızı da hafife almayın. 1930’lu yılların Almanya’sı iktidarlarına iki yılda teslim oldu! Almanlar hala bu utancı yaşıyorlar!  Halkımız baskıya, zulme, sansüre, hukuksuzluğa, tarihte eşi ve benzeri görülmemiş partizanlığa ve ekonomik sıkıntılarına rağmen 18 yıldır direniyor, teslim olmuyor, Cumhuriyet’e, egemenliğine, bayramlarına ve değerlerine sahip çıkıyor. İnanmıyorsanız, camdan dışarı bakın!

 

Bugün 100.yılını idrak ettiğimiz Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun. Bu bayramın; yarattığı etki ve rol model olması itibarıyla ulusal sınırlarımızın ötesine taşan ve mazlum milletleri kucaklayan bir anlamının da olduğunu hatırlatmak isterim.

Türker Ertürk

23 NİSAN ÇOCUK VE MİLLİ EGEMENLİK BAYRAMI KUTLU OLSUN

İNGİLTERE ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ 23 NİSAN AÇIKLAMASI

 

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Kuruluşunun 100.Yılında:

Bugün , dünyada antiemperyalist mücadelenin kalesi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 100.yılını büyük bir onur,çoşku ve gururla  kutluyoruz.

Büyük Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk önce meclisi devreye sokar, bu meclis kurtuluş savaşını yönetir, daha sonra da Türkiye Cumhuriyeti’ni kurar.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’mizin açıldığı 23 Nisan 1920, ulusumuzun babadan oğula geçen saltanatla yönetilme şeklini yıkıp, yerine yönetim yetkisinin ve hakkının millete geçmesini sağladığı çok önemli bir gündür. Milletimiz bu hakkını ,yurdumuzu ele geçirmek isteyen dış düşmanlara ve bunlarla iş birliği yapma gafletine düşmüş olan padişahlık yönetimine karşı savaşarak kazanmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir “diyerek meclisin iradesini ortaya koymuştur. Bu anlayış dayatma zihniyetini reddeder.Burada  ne padişaha, ne tek adamlık siyasete ,ne de diktatöre yer vardır. Bu yüzden dir ki 23 Nisan 1920 Meclisi demokrasinin taşlarının atıldığı siyasi bir devrim olarak kabul edilir . Bu meclis ,Mustafa Kemal Atatürk’ün  önce Amasya Tamimi ile başlattığı,Erzurum ve Sivas Kongre’lerinde pekişen ‘MİLLİ EGEMENLİK ‘ şiarini 23 Nisan 1920’de resmileştirmiştir.

 Sevgili çocuklar:

“Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şey bekliyoruz.’’diyen Ata’mız ,23 Nisan’ı  toplumumuzun geleceği ve ülkemizin güvencesi olan çocuklara   armağan ederek , sizlerin  ulusal egemenlik kurallarına sahip çıkmanızı istemiştir. Yaşamınızın her döneminde,pusulanız  her zaman Ata’mızın  gösterdiği akıl ve bilimin ışığındaki yol haritası olmalıdır.Bunu hiçbir zaman unutmayınız.

İngiltere ADD olarak, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’mızın  100 yılını en kısa zamanda tekrar egemenliğinin kayıtsız şartsız millete geçeği bilinciyle kutlar, bağımsızlığı ve Türkiye Cumhuriyet’inin yaşaması için her zaman tek bir ışık kalana kadar aydınlanma ışığı olacağımıza bir kez daha söz veririz.

Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve 100 yıl öncesindeki Gazi Meclisi’nde görev alan vatanseverleri saygı, minnet ve şükranla anıyoruz.

İngiltere ADD Başkanı Jale Özer ve Yönetim Kurulu Üyeleri. 

 

 

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar; KOMŞUMUZ RUSYA

KOMŞUMUZ RUSYA

 

 

Koronavirüs salgını, Avrupa ve ABD’den sonra Rusya’yı da etkiliyor.
Ve Rusya’nın zaten güvensiz ekonomik istikrarını tamamen çözme potansiyeli taşıyor!

*
Rusya ekonomisinin kayıplarını tahmin etmek henüz mümkün değildir.
Ancak tahminler sıfıra yakın yıllık GSYİH büyümesinden yüzde O,5’lik en iyi senaryoya kadar değişiyor.
2020 sonuna kadar ekonominin yüzde 9’a kadar küçüleceği öngörülüyor.

*
Rusya, dünya ekonomisinin büyüme temposunun yavaşladığı 2019’u stagnasyonla (durgunluk) geçirdi.
2018’de GSYH büyüme yüzde 2.2 di, 2019’da  %1,1.
Sabit sermaye yatırımları 2019’da yüzde 0,7 arttı, bir yıl önceki artış yüzde 5,1 idi.  
Bir yıl öncesine göre 2019’da sanayi üretimi yüzde 2,5 daraldı.
Aynı dönemde yük taşımacılığında yüzde 4,4 : Yüksek teknolojiler sektöründe yüzde 14: Otomotivde yüzde 14,6 daralma kaydedildi.

*
Çin’de 2020’ye girildiğinde ekonomik büyüme yüzde 6 idi.
OPEC ve OPEC dışı ülkelerin üretimi kısma nedeniyle petrol fiyatları Rusya için uygun seviyedeydi.
Ancak doğal gaz piyasasında durum farklıydı; Avrupa’da gaz fiyatları 2019’da yüzde 30’dan fazla azalmıştı..
ABD’nin Moskova’ya karşı yeni yaptırımlar uygulaması ihtimali vardı….

*
Bu yüzden  Rusya’nın 2020’de ekonomik istikrarı en büyük öncelikti.
Şimdi koronavirüs salgını ekonomiye büyük bir darbe vurursa;
Rusya’nın iktidar seçkinleri zarar görecektir.

*
Rus siyasi seçkinlerinin yönetim yetkisi halktan kaynaklanmıyor.
Batı’nın aksine Rusya’da güç, ordudan güvenlik kurumlarına kadar değişen kurumlardan sağlanıyor.
Rus siyasetçisi için popülaritenin fazla bir önem yoktur.
Ama Ruslar için önemli şey  istikrarlı bir ekonomidir…

*
Devlet Başkanı Putin ve müttefiki siyasi gruplar, 2024’ün ötesinde iktidarda kalmayı planlıyor.
Bu hedefe ulaşmaları için vaadedilen ekonomik istikrarın sağlanması önemlidir.
Salgının Rus ekonomisine verebileceği zararın bu potansiyeli yok etmesinden endişe ediliyor.

*
Nitekim, her ne kadar Putin ayda 13.000 ruble (175 $) işsizlik ödeneği vaat etse de,
Bu kendi hesabına çalışan ya da küçük ve orta ölçekli işletmeler için çalışan milyonlara uzanmıyor.
Onlar kendilerini savunmak zorundalar.
Rus elitleri ve nüfusun geri kalanı arasındaki ekonomik eşitsizlik,
Özellikle Rusya’nın önde gelen muhalefet figürü Aleksei Navalny’ni takip eden,
3,5 milyon kişi için giderek daha belirgin hale geliyor…  

*
Ama salgının Rusya üzerindeki etkisi sadece ekonomik değildir.
Hükümetin salgına  tepkisi Rusya’nın hazırlıklılığını ve siyasi sisteminin etkinliğini göstermek için bir fırsat olabilirdi.
Ancak üst düzey liderliğin bu büyüklükte bir meydan okuma için hazırlıksız olduğu görüldü.

*
Salgın Rusya’nın küçük nüfuslu uzak bölgelerini de, büyük nüfus merkezleri ile birlikte vurdu.
Ancak ülkenin yetersiz ulaşım bağlantıları ve tıbbi kaynak eksikliği,
Moskova’nın uzak bölgelerde salgını kontrol etmesini çok zorlaştırdı.  
Ölüm oranları kontrol edilemedi, Çin ve Avrupalı  ülkeler ile çarpıcı bir zıtlık oluştu.
Halbuki Rusya, nüfus merkezlerini ayıran geniş alanların virüsün yayılmasını sınırlayacağını iddia ediyordu!

*
Salgın, çok az dikkat çeken başka bir sorunu daha ortaya koydu:
Rusya’daki bölgeler ve cumhuriyetler, Moskova ile herhangi bir koordinasyon olmadan koronavirüse yanıt verdiler.
Bu örüntü, merkez ve federal bölgeler arasındaki çok yıllık güvencesiz ilişkiler sorununu ortaya çıkardı.
Bazı bölgeler, mesela huzursuz Kuzey Kafkasya, açıkça Moskova’yı by-pass etti ve orantısız önlemler aldı…

*
Bu eğilim, federalleşme ile büyük ölçüde unutulmuş bir sorunu vurguladı.
Salgını etnisitesi Rus olmayan uzak bölgelerde;
Sadece coğrafi mesafeler değil, yerel liderlerin kendi çıkarlarına hizmet etme arzusu nedeniyle kontrol edilmesi son derece zor oldu.

*
Böylece koronavirüs salgını Rus iktidar elitlerinin gücünün dayandığı tüm öncülleri sarstı.
Rus liderliği için 2020’yi daha da zahmetli yapacak Moskova’nın başlattığı diğer önemli gelişmeleri ön plana çıkardı.  

*
Birkaç ay önce, Rusya’nın siyasi sistemi oldukça istikrarlıydı.
Putin’in 2024’te Devlet Başkanı olarak devam etmesine izin verilmesi ile sonuçlanacak anayasa değişikliği önerilmesiyle  durum değişti.
Putin’in gücünün genişlemesinden memnun olacak kesimler bile bu radikal gelişmenin olası uzun vadeli sonuçları hakkında endişe belirtiyor.

*
Rus halkının da anayasanın önceliğine olan inancı zayıflıyor.
Rusların çoğu önerilen anayasal değişikliklerinin,
Aslında üst düzey Rus liderliğinin, istikrar bahanesiyle ama kendi gücünü pekiştirmek için,
Putin’in görev sürecini 2036’ya kadar genişletmeyi tasarladığı,
Uzun zamandır planlanan bir kurgu olduğuna inanıyor.
 
*
Rusya’nın ekonomisi ve etkisi, sadece devam eden koronavirüs krizinden değil,
Aynı zamanda Suudi Arabistan ile olan petrol fiyat savaşından da etkileniyor.

*
Salgının petrol talebindeki düşüşe yol açtığı sırada,  
Petrol Üreten Ülkeler Örgütü (OPEC) ve OPEC üyesi olmayan ülkeler (OPEC+) petrol üretim limitleri konusunda anlaşmaya varamadı.
Petrol bolluğu oluştu…

*  
Rusya 2016’dan bu yana 13 güçlü OPEC+ grubun gayri resmi lideridir.
OPEC’in lider üreticisi Suudi Arabistan ile birlikte petrol fiyatlandırmasında etkilidir.
Putin, Washington’u ve Riyad’daki en önemli müttefiki arasına bir kama sürerek,
Rusya’yı küresel enerji politikasında baskın bir oyuncu haline getirmeyi planlıyor.

*
Çünkü Rusya’da fosil yakıtlar ve enerji ihracatı, toplam ihracatın yüzde 64’ünü oluşturuyor
Petrol ve gaz sektörü, toplam devlet harcamalarının yüzde 46’sını karşılıyor ve GSYİH’ya yüzde 30 oranında katkıda bulunuyor
Suudi Arabistan’da petrol sektörü ise krallık gelirinin yaklaşık yüzde 85’ini, ihracat kazançlarının yüzde 90’ını ve GSYİH’nın yüzde 42’sini oluşturuyor.

*
Şimdi Rusya, 2020 ve sonrasında birbirine bağlı üç uzun vadeli gelişme ile karşı karşıyadır.
Birincisi; Koronavirüs pandemisi ülkenin sosyal sözleşmesini test ediyor.
İkincisi; Rusya’nın siyasi istikrarı Putin’in önerdiği anayasa değişiklikleriyle sorgulanıyor.

*
Üçüncüsü; Petrol piyasalarındaki bolluk, ABD şeyl petrol endüstrisini kırılma noktasına getirmiştir.
Kullanılmamış petrol rezervlerini teminat olarak kabul eden bankalara geri ödeme yapamadıkları için ABD’li şeyl petrolcüleri iflas edecektir!
Bu karambolün Rusya’yı ne kadar memnun edeceği ise bilinmiyor…
 
21. 4. 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

Türker Ertürk;AHLAKİ ÇÖKÜNTÜNÜN NEDENİ NE ?

AHLAKİ ÇÖKÜNTÜNÜN NEDENİ NE?

 

Ne yazık ki ülkemizde ve özellikle de AKP’nin iktidarda bulunduğu son 18 yıllık dönemde genel bir ahlaki çöküntü var. İçinde hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, yalan söylemek, adam kayırmak, sözünün sahibi olmamak, anayasaya, yasalara ve kurallara uymamak, başkalarının haklarına saygı göstermemek, kamu malını çalmayı bir uyanıklık olarak görmek, kadına şiddet, cinsel taciz, tecavüz ve sübyancılığın da olduğu bu listeyi daha da uzatmamız mümkün.

 

Bu değerlendirmeye ülkemizde hemen hemen her dünya görüşünden insan katılıyor. “Hayır, ülkemizde ahlaki çöküntü yoktur” diyen bir tek kişi bile yok. Yani bu ahlaki çöküntü hastalığının ülkemizde var olduğu ve son yıllarda giderek arttığı kabul ediliyor ama nedenleri ve tedavisi üzerindeki görüşler farklı.

 

Devamlı Din Pompalanıyor

 

Dünyada ahlaki çöküntü olarak adlandırılan ve içinde hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, kadına yönelik şiddet gibi suçların yer aldığı listelerde ülkemizin karnesi hem iyi değil hem de yıllara göre daha da kötüleşiyor.

 

Ahlaki çöküntünün birçok nedeni olabilir. Bunun teknik olarak ayrıntılı incelemesini uzmanlarına bırakalım. Ama yine de ahlaki çöküntünün tavan yaptığı, giderek daha da kötüleşmeye devam ettiği bu dönemin en büyük özelliklerinden bahsetmemiz gerekirse; iktidar tarafından topluma devamlı din pompalanıyor, anayasa yok sayılarak laiklik dilimleme siyaseti ile aralıksız şekilde aşındırılıyor, ekonomik imkanı iyi olmayan ailelerin çocuklarının neredeyse ezici bir çoğunluğu dini eğitime mecbur ediliyor, görünen ibadet ve baskıcı tedbirler arttırılıyor, çağdaş, akılcı, sorgulayıcı ve bilimsel eğitim ve öğretim yerine dindar ve kindar bir eğitim ve öğretim peşinde koşuluyor ve toplumun ahlaki olarak durumu ters orantılı olarak devamlı kötüye gidiyor.

 

Korku ve Şiddetle Olmaz!

O zaman şapkayı önümüze koyup düşünmemiz lazım; “Tek başına dinle ahlaki değerler yüceltilebilir ve ahlaklı bir toplum yaratılabilir mi?” diye. Ne yazık ki cevabımız “Hayır!”. Bu net ve kesin değerlendirmeyi nasıl mı yapıyoruz? Öncelikle bin bir acıyla dolu ve ders alınması gereken insanlık tarihine bakarak! Ortaçağ’da her şey dindi. Din; bilim, sanat ve felsefe dâhil tüm alanları esir almıştı. Ama bu dönemde ahlaki değerler yükselmedi, tam aksine düştü. Çok acı çekildi ve insanların din adına oluk oluk kanları aktı. İnsanlık bugünkü medeniyet çizgisine bu zorlu dönemi aşarak ulaşmış olsa da bu tüm insanlığın o dönemi aşabildiği ve bugün bu medeniyet çizgisini yakaladığı anlamına gelmiyor.

 

Din inanç ve itikat sınırları içinde kalırsa, ahlaklı bir toplum yaratılmasına katkı sağlar. Ama tek başına hayır! Dini baskıyla, korkuyla, bedene yönelik fiziki şiddetle hem bireysel hem de toplumsal ahlakı sağlama düşüncesi, insanlığın geçmiş dönemdeki aklının bir ürünüydü. Korku ile ahlaka yönelik caydırıcılık, uzun dönemde mümkün değildir. Çevrenize bakın; küçük yaştan itibaren korku ve şiddet kültürü içinde büyütülen insanların ahlaki çizgisinin pek de iyi durumda olmadığını göreceksiniz.

 

Kısas ve İbret Değil, Islah Esastır!

 

İnsanlığın gelişimi, aynı insanın gelişimi gibidir. Korkutarak, kol keserek, kırbaçlayarak, falakaya yatırarak ve asarak ahlakı sağlama düşüncesi, insanlığın çocukluk dönemi aklının ürettiği kavramlardır. Yine bu dönemin aklına göre esas olan kısas ve ibrettir ve kadın cinsiyeti üzerinden bir ahlak anlayışı vardır.

 

Aydınlanma ile birlikte gelen ve hala evirilmeye devam eden akılcı ve bilimsel düşünceye göre; ahlak insan merkezlidir ve sevgi odaklıdır. Asla insan bedenine yönelik şiddet söz konusu olamaz. Kısas ve ibret değil, ıslah esastır. Kadının cinsiyeti ahlaki normlar içine girmez. Kadının saçının veya diz kapağının üstünün gözükmesi ahlaksızlık olarak yorumlanamaz, onun bireysel özgürlüğü içindedir.

 

Ahlaksızlık Nedir?

 

Ahlaksızlık; sahte imza atmaktır, yalan söylemektir, kamu malını çarçur etmektir, ihalelerden komisyon almaktır, liyakati yok saymak, partizanlık yapmak, bir devlet görevlisi olarak değerli hediyeler kabul etmektir. Eğer bir toplumda kadının cinsiyeti üzerinden ahlak anlayışı inşa edilmiş veya edilmeye çalışılıyorsa; burada ahlaksızlık tavan yapar.

 

Türkiye’deki ahlaki çöküntünün bir numaralı müsebbibi iktidardır. Çünkü iktidar, insanlığın geçmiş dönemdeki yani Ortaçağ’da kalan ahlak anlayışını günümüzde yeniden inşa etmeye çalışıyor ve özellikle içini hurafelerle doldurduğu eğitim sistemi ile genç zihinleri kirletiyor. Sonuç ortada!

 

Çağımızın Değişmeyen Tek Kuralı

 

Halbuki çağımızın değişmeyen tek kuralı değişimdir. Doğal olarak ahlaki normlar, suç ve ceza kavramları, eğitim ve öğretim yöntem ve metotları, ekonomi, bilim ve teknoloji de değişiyor. Artık bu değişimin dışında kalanların yaşamasına ve varlığını devam ettirmesine imkan vermeyecek bir gelişimin içindeyiz. Geçmişin aklı ile günümüzün sorunlarını çözebilmek mümkün değil. Bu sorunlar, 20 yıl önce karşılaştığımız sorunların aynısı olsa bile! Çünkü bilim sürekli ve hızla değişiyor.

 

Tüm zamanların en ünlü bilim insanı Albert Einstein, 1942’de Oxford Üniversitesi Fizik Bölümünde hocalık yapmaktadır. Bir gün üniversite yerleşkesinin bahçesinde dolaşırken bir asistanı yanına yaklaşır ve sorar; “Hocam bu sene son sınıflara soracağımız fizik sorusu geçen sene sorduğumuz sorunun aynısı değil mi? Bu doğru olur mu?”.

 

Albert Einstein, asistanının suratına bakar ve “Sorduğumuz soru geçen yılkinin aynısı olmasına aynısı ama yanıtı aynı değil” diye cevap verir. Einstein’in 1942’de vermeye çalıştığı bilimsel farkındalığın hiç değilse 2020’de bizde de ders alınacak bir karşılığı olmalı!