Türker Ertürk; KİŞİLER,OLAYLAR VE FİKİRLER

KİŞİLER, OLAYLAR, FİKİRLER

 

1900-1986 yılları arasında yaşayan, ilk nükleer denizaltı olan Nautilus’u bizzat tasarlayan, politik çıkışları, geleceğe yönelik öngörüsel yaklaşımları ile düşünce, duygu ve ilkeleri özlü sözlerle (aforizma) açıklama yeteneğine sahip Amerikalı Amiral Hyman George Rickover şöyle diyor; “Küçük insanlar kişileri, normal insanlar olayları, büyük insanlar ise fikirleri tartışırlar”.

 

Bilim insanları, felsefeciler ve yazarlar tarafından oldukça kabul gören ve çokça referans yapılan bu özdeyişte insanın küçük, normal ve büyük olması durumu ile kastedilen; insanın zihin durumu yani akıl çapı durumudur.

 

Mücadele Halka Dayanılarak Yapılacaktır

 

Bugünkü yazımızda; bir fikri, bu köşeye sığdığı nispette huzurunuza getirmeye çalışacağız. Tabii ki bu fikirden bahsederken bugün 100. yılını idrak ettiğimiz TBMM’nin açılışından, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı gibi olaylardan ve bu olaylara önderlik etmiş olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten de bahsedeceğiz. Olaylardan bahsedişimizin nedeni; anlatmaya çalışacağımız fikrin somutlaşmış tezahürleri olduğu içindir. Atatürk’ten söz edecek olmamız ise sarı saçlı ve mavi gözlü bir kişiden bahsediyor olmamız nedeniyle değil, onun Aydınlanma, çağdaşlaşma, akılcı ve bilimsel düşünce, ortak akıl ve egemenliğin halka verilmesi gibi fikri tezahürlerin yaşadığımız topraklarda ete ve kemiğe bürünmüş hali olmasındandır.

Mustafa Kemal daha İstanbul’dayken kararlıdır; kurtuluş mücadelesi halka ve halkın temsilcilerinden oluşacak meclise dayanılarak yapılacaktır. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışından itibaren bunu hızla gerçekleştirmeye çalışır. Bunun ilk emaresini 22 Haziran 1919’da yayınlanan genelgede “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” açıklaması ile verir. Arkasından Erzurum ve Sivas Kongrelerini gerçekleştirir, 27 Aralık 1919’da milli mücadelenin merkezi yapmayı planladığı Ankara’ya gelir ve 11 ay sonra 23 Nisan 1920’de TBMM açılır. Sakarya Savaşı’nın sürdüğü en zor günlerde bile Meclis’i kapatmak veya işlevsizleştirmek aklına gelmemiştir.

Bu Bayram, Esasında Egemenliğin Bayramıdır!

Bugün kutladığımız bayramın adı; Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’dır. Burada çocuk derken kast edilen, bayramın sadece çocuklara ait olması değildir. Buradaki vurgu; bayramın yarınımız olan çocuklarımıza armağan edilmesi, yani geleceğimizin taçlandırılmasıdır.

Bugün kutladığımız bayram; gerçekte ulusal egemenlik bayramıdır. Ulusal Egemenlik ise halkın kendi tercihini yapabilme ve seçeneklerini üretebilme gücüdür. Halkın geçmişte böyle bir gücü yoktu. Geçmişte padişahlar, imparatorlar, krallar ve sultanlar egemenliğin Allah’ta bulunduğunu, kendilerinin Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve temsilcileri olarak bu egemenliği kullandıklarını söylerlerdi. Bu egemenlik gücüyle padişahların verdiği emirler, çıkardığı kanunlar ve yayınladığı fermanlar Allah’ın verdiği hükümler olarak kabul edilirdi ve tartışılamazdı.

Alınması Gereken Kafa Yapısıydı!

Geçmişte, Osmanlı da dahil yerkürenin hemen hemen tüm tepe yöneticileri (padişah, imparator, kral, sultan) hikmetinden sual olunmaz ve tartışılmaz şekilde böyle bir egemenlik gücünü kullanırdı. Ama insanlığın düşünsel evriminin bir ürünü olarak ortaya çıkan Aydınlanma ile birlikte, egemenliğin kaynağı gökten yere indirildi ve onun gerçek sahibine, halka verildi.

Bu gelişmeler Osmanlı’nın hemen yanı başında olan Avrupa’da yaşandı. Tabii ki kolay olmadı! İçeriğinde Rönesans, reform, hümanizm (insan odaklılık), siyasal devrimler, aydınlanma, sanayi devrimi, akılcı ve bilimsel düşünce dönemine geçiş de vardı. Osmanlı, bunların hepsini ıskaladı ve çağdaşlıkta çok geriye düştü. Başta padişahlar olmak üzere Osmanlı’yı yönetenler çok geriye düştüklerini fark ettiler ama sorunun kaynağına dair teşhisleri ve buldukları çözümler yanlıştı. Çünkü onlar egemenliğin kaynağını gökten yere indiren, akılcı ve bilimsel düşünce dönemine geçen kafanın ürettiklerini alarak farkın kapanacağını ve Avrupa’ya yetişeceklerini sandılar. Hâlbuki alınması gereken o kafanın ürettiklerini değil, o üretimi sağlayan kafa yapısıydı.

 

Egemenliğin Kaynağı Kim?

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’te bu farkındalık vardı ve teşhisi doğruydu. 19 Mayıs’ta mücadeleye başladığı günden itibaren yaptığı tüm hamleler, buna yönelik oldu. 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ise çağdaşlığa, Cumhuriyet’e, halkın kendi seçeneklerini üretebilme gücü olan demokrasiye ulaşmayı hedefleyen stratejinin ilk ve en büyük adımıydı.

Eğer birileri “Egemenlik Allah’ındır” diyorsa, esasında “Egemenliği onun adına ben kullanacağım, benim dediklerimi yapacaksınız, benim söylediklerim Allah’ın söyledikleridir, bana itiraz edemezsiniz ve beni tartışamazsınız” demek istiyordur.

İnsanlık Bedel Ödedi!

İnsanlık uzunca bir dönem acı çekerek, kan dökerek ve ağır bedeller ödeyerek, tüm kusurlarına rağmen bugün için en iyi yönetim modeli olan demokrasiye ulaştı. Artık egemenliğin kaynağı ilahi güçler ve onların yeryüzündeki tartışılmaz temsilcileri olan tek adamlar değil, milletti ve halktı.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” derken; egemenliğin kaynağının artık Allah olmadığını, egemenliği gökten yere indirdiklerini, egemenliğin kaynağının millet olduğunu, yani onun çıkardığı yasaların ve uygulamaların tartışılabileceğini söylemek istedi ve demokrasiye giden yolu açtı!

Egemenliğin Sınırları Var

Egemenliğin kaynağının millet olması demek; sandıktan çıkanın her türlü herzeyi yemesi, kafasına göre ülkeyi idare etmesi, çalması, yolsuzluk yapması, hukuku yok sayması ve bildiğini okuması demek değildir.  Egemenliğin kaynağının millet olması demek; iktidarın kullandığı bu egemenliğin sınırlarının olması demektir. Bu sınırlar; o ülkenin kurucu ideolojisidir, anayasasıdır, hukuktur, milletin temsilcisi olan Meclis’tir, insan hak ve özgürlükleridir.

Bugün Türkiye olarak yaşadığımız sorunların asıl nedeni ise insanlığın düşünsel bir evriminin sonucu olarak ortaya çıkan egemenliğin kaynağının kim olduğu, egemenliği halk adına kullananların sınırlarının neler olduğu, Cumhuriyet, Meclis’in üstünlüğü, demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, kadın erkek eşitliği, pozitif bilimin yaşamda tek yol gösterici olması gibi kavramlar konusunda kafası karışık, hatta yer yer bunlara düşmanlık eden bir zihniyet tarafından yönetiliyor olmamızdır.

 

Bayramımız Kutlu Olsun!

 

Sizce bu zihniyet kazanabilir mi? İmkân ve ihtimal yok! Milyonda bir bile şansları yok! Bu halleri ile sadece ülkemize acı çektirirler, mutsuzluğun kaynağı olurlar ve bizi çağdaş uygarlık yolunda biraz daha geriye düşürürler, o kadar! Sonunda kaybedecekler, göreceksiniz. Bundan şüpheniz bile olmasın. Karanlıkların aydınlığı, geçmişin aklının çağdaş aklı uzun dönemde galebe çaldığını tarih kaydetmedi.

 

Sakın halkımızı da hafife almayın. 1930’lu yılların Almanya’sı iktidarlarına iki yılda teslim oldu! Almanlar hala bu utancı yaşıyorlar!  Halkımız baskıya, zulme, sansüre, hukuksuzluğa, tarihte eşi ve benzeri görülmemiş partizanlığa ve ekonomik sıkıntılarına rağmen 18 yıldır direniyor, teslim olmuyor, Cumhuriyet’e, egemenliğine, bayramlarına ve değerlerine sahip çıkıyor. İnanmıyorsanız, camdan dışarı bakın!

 

Bugün 100.yılını idrak ettiğimiz Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun. Bu bayramın; yarattığı etki ve rol model olması itibarıyla ulusal sınırlarımızın ötesine taşan ve mazlum milletleri kucaklayan bir anlamının da olduğunu hatırlatmak isterim.

Türker Ertürk