Ahmet Kılıçaslan Aytar;YUNANİSTAN NORMALLEŞİYOR

YUNANİSTAN NORMALLEŞİYOR
 
 
Yunanistan küresel koronovirüs salgınını hafifletti, normalleşme sürecini başlattı.
Ancak ekonomik ve politik sistemde zor bir konumdadır.
2010 iflas travmasını hâlen yaşıyor.
Ülke yarı isyancı göçmenlerin işgali altındadır.
İşsizlik yine yükseliyor…

*
Salgının toplum ve ekonomide büyük kırılmalar oluşturduğu şu sırada,
Yunanistan, komşu Türkiye’yi  saldırganlık, düşmanlık ve yayılmacılıkla,
Ege ve Trakya sınırında vekalet savaşı vermekle,
Avrupa Birliği’ni (AB)  ise geri dönülmez bir şekilde birlik içinde anlaşmazlığa kaymış olmakla itham ediyor…

*
Ancak Yunanistan’ın salgın sonrası küresel ortamda,
“Bağımsız” bir ulusal devlet olarak ayakta kalması için;
Yoğun bir şekilde varoluşsal ve ulusal değerlerini herdem taze tutması gereği,
Uluslararası, siyasi ve stratejik ilişkilerde devrimci bir bakışa yönelmesi,
Yeni yöntemlerle hareket etme cesaretini toplamasının önemi vurgulanıyor…

*
Yunan siyasi elitlerine;
Birçok ülkedeki gibi kendi kendini tebrik eden yönetimlere, yöntemler ve taktiklere son vermesi,
Demokrasinin gerilemesini: İşlevsizliği: Yozlaşmış ve borç üreten bir kamu sektörünün ezici yükünü:
Siyasi partileri çevreleyen genel yetersizliği : Kendine hizmet eden kaos ortamını,
Artık görmeleri gereğinin mesajı veriliyor.

*
Bunu sadece cesur ve vatansever yurttaşların başarabileceğine,
Bir şekilde kararlı, istekli ve yetenekli lider grubunun oluşturulması durumunda;
Yunanistan’ın dar görüşlülüğü ve itaatkâr eğilimi terk edeceğine,
Nihayet radikal değişiklikleri benimseyeceğine işaret ediliyor…

*
Aksi taktirde,
Salgından normalleşmeye dönmeye başlayan Yunanistan’ın;
Avrupa’nın AET/AB deneyiminden kurduğu “federal birlik” düşü hızla çökerken,
Üye devletler kendilerini savunmak için Almanya liderliğinde Brüksel  Meclisi’ne karşı alt birlik grupları oluştururken,
Kendini imkânsız bir konumda bulacağı düşünülüyor.

*
Salgının, AB üyesi birçok ülkenin Brüksel Meclisine karşı direnişini hızlandırdığı,
Boğucu koronavirüsten sonra Almanya’nın emperyal davranışları ve baskısının,
Uluslarüstü AB’yi parçalamakla  tehdit ettiğine işaret ediliyor.

*
Yıllarca süren entegrasyonun;
AET/ AB yapısından önceki yüzyıllık ülkelerin Ulusal Egemenlik ruhunu bozmayı başaramadığı vurgulanıyor.
Sözde çıkış yolunda teknokratik fanteziler: gelecekte Avrupa Birleşik Devletleri fikrinin,
Asırlık farklılıkları ciddi bir teste dönüştürdüğü;
Ama Ulusal Egemenlik  düşüncesinin her zaman önemini koruduğuna dikkat çekiliyor.

*
Yunanistan politik sınıfının yetersizliği ve yolsuzlukları sayesinde 2010’da iflas etmişti.
Almanya’nın acımasızlığıyla daha da derinlere itildi.
Ekonomi iyice çöktü ve vatandaşları kemer sıkma talepleriyle perişan oldu.
O günlerin asla unutulmaması isteniyor.

*
AB’nin Yunanistan’ın kuzey sınırlarını mühürlediği,
Böylece Afro-Asya’lıların göç saldırılarıyla karşı karşıya  kalındığı,
Şimdilerde Türkiye’nin Yunanistan’ın egemenliğine karşı,
Sınır ötesi işgalci olarak sınıra ittiği belgesiz göçmenlerin  farkına varılması işleniyor.

*
Bütün bu arka plana karşı Yunan liderlerinin oyalanmaya daha fazla yer olmadığını anlamaları,
Çünkü AET / AB /  Trans Atlantik/ NATO modelinin çatlamakta olduğu,
Ulusal hedefleri yeniden tanımlamak ve ulusal dengeleri yeniden sağlamak,
Politik ve stratejik kaymaları uygulanabilir sağlam ittifaklara dönüştürmeye öncelik vermeleri isteniyor.

*
Son yıllarda Yunanistan, Türkiye ile daha yakın ilişkiler kurdu.
İsrail ise Doğu Akdeniz bölgesinde stratejik çıkarları olan tek ülkedir.
İsrail ve Türkiye arasındaki bu fark, Yunanistan’ın politika değişikliği umuduyla örtüştü.

*
İsrail’in yahudi devleti, bir çok ülke tarafından engellenmek isteniyor.
Bazı Arap ülkeleri, İran  ve Müslüman Kardeşler İslamcıları,
Köktenci nefretleriyle İsrail’e saldırmak ve yok etmek için  fırsat aramaktadır.

*
Bu noktada Yunanistan ve İsrail, yoğun güvenlik zorluklarıyla karşı karşıyadır.
Bölgesel güvenliği artırmada ortak hedefler paylaşılıyor.
Doğu Akdeniz’de düşman güç planlarını yenmek için  kapsamlı bir ittifaka yürünüyor…

*
Doğu Akdeniz’de İslamcı Türkiye’nin korsan faaliyetlerle bölgede sualtı doğal gaz keşiflerinde bulunması,
Yunanistan, İsrail ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ nin Türk korsanlığıyla mücadele etmeye dayanan,
Metodik bir İtilaf ekseni  oluşturmalarına yol açmıştır.
Doğu Akdeniz Ortaklığı, yeni tehditlere karşı “istikrar ve güvenlik girişimi” olarak ABD’nin güçlü ilgisini çekmiş,
Bölgede İslamcı aşırıcılığı tehdit olarak gören  Rusya, Çin de bu girişimi desteklemektedir.

*
Yunanistan ve İsrail arasında yakın ittifak,
Hem Yunan siyasi lobilerini güçlendiriyor,
Hem de iki ülkenin ekonomik ve savunma bağlarını önemli ölçüde genişletiyor.

*
Yunanistan’ın AB tarafından getirilen borcu yönetmesi ve en aza indirmesi için,
İsrail’ den gelecek yeni ekonomik yöntemlere ve fikirlere,
Keza Türkiye’nin düşmanlığı ve savaş tehditleriyle mücadele için savunma tekniklerine ihtiyacı bulunuyor.

*
Böylece İsraii savunmasını  Yunan egemen alanında genişletirken,
İki ülke aynı zamanda teknik ve kültürel işbirliği alanlarını da birbirlerine açacaktır.
Böylece farklı ittifaklar yoluyla “Önce Yunanistan”; tek geçerli seçenek olarak ele alınacaktır…

*
Bu sırada  Erdoğan’ın Libya Sarraj hükümeti ile,
Yunanistan’ın kıta sahanlığıyla örtüşen alanlarda hidrokarbon arama hakkı verdiğini iddia ettiği,
Bir deniz sınırı anlaşması imzalamasının ardından,
Atina’nın anlaşmanın “hükümsüz ve geçersiz” olduğunu açıklamasıyla Doğu Akdeniz gerginliği sürüyor.

*
Dün Türkiye, Doğu Akdeniz’de petrol aramak için yaptığı ruhsat başvurularını ilan etti.
Yunanistan Türkiye’yi derhal sorunlu gördüğü AB’ye şikayet etti.
Aynı gün  Erdoğan Ankara’da Fayez al-Sarraj ile görüştü.
Yapılan açıklamada, Türkiye ve Libya’nın Doğu Akdeniz’deki ikili ilişkileri “iyileştirmeyi” planladıkları söylendi…

*
“Sağlam duvarlar sağlam komşu yaratır” herkese rehber bir kıssadır….

5. 6. 2020

TÜRKER ERTÜRK; İKTİDAR LAF SALATASI YAPIYOR !

İKTİDAR LAF SALATASI YAPIYOR!

 

Geçen yazımızda ayrıntılarıyla anlatmaya çalışmıştık; bugün Türkiye’nin en büyük sorunu siyasi iktidardır. Tabii ki bu iktidar göreve başlamadan önce de Türkiye’nin birçok sorunu vardı. Ama iktidar, geçtiğimiz 18 yılda Türkiye’nin sorunlarını çözmediği gibi, daha da içinden çıkılmaz bir hale getirdi ve mevcut sorunlarımıza çok sayıda yeni sorunlar ilave etti.

 

Türkiye olarak sorunlarımızın her geçen gün daha karmaşık hale gelmesinin ve gündemimizde olmayan yeni sorunların mevcut sorun stokuna ilave olmasının kök nedeni; iktidarın çağdışı “Siyasal İslamcı” ideolojisi ile geçmişin aklı olan ve gerçekleşme şansı milyonda bir bile olmayan “Yeni Osmanlı” hayalidir.

 

İktidarı Vermemeyi Planlıyorlar!

 

İktidarın bu çağdışı ideolojisi ve hayali nedeniyle Türkiye’de devlet kurumları tahrip edilmiş, liyakatsiz kadrolar devletin içine doldurulmuş, Cumhuriyetin ekonomik değerleri haraç mezat satılmış ve yabancılaştırılmış, din istismarı tavan yaptırılmış ve Türkiye, istisnasız her konuda iflas ettirilerek felakete doğru sürüklenen bir duruma sokulmuştur. Bu durumdan çıkabilmenin tek yolu iktidarın değişmesidir.

 

Demokrasilerde veya demokrasisi kusurlu da olsa iktidarların sandıkla değişebildiği ülkelerde sorunları çözemeyenler gider, yerine sorunları çözme iddiasında bulunan ve halkı ikna edenler gelir. Ama halihazırda ülkemizi yönetenler; anti demokratik baskıcı uygulamalarla hem halkın iradesinin sandıkta doğru tecelli etmesinin önüne geçmeye çalışıyor hem de bunun bile yetmeyeceğini gördüğü için artık kaybedeceğini anladığı seçim sonuçlarını yok sayarak ve oldubitti yaratarak iktidarı vermemeyi planlıyor.

 

Umarım Değerlendirmem Yanlış Çıkar

 

Bu sadece bizim tespitlerimiz ve analizlerimiz değil. Üç aşağı beş yukarı bu analizler dış dünyada da yapılıyor, yazılıyor ve konuşuluyor. Esasında iktidar da bu algının topluma yerleşmesini istiyor! Muhalefet yapmanın ve iktidara karşı demokratik yollarla mücadele vermenin yararsız olduğu, iktidara biat etmenin ve teslimiyetin halkın bekası açısından şart olduğu izlenimini vermek için! Umarım bu değerlendirmem yanlış çıkar! Çünkü değerlendirmem doğru ise bu iç barıştan vazgeçmek demektir. Bu halk teslim olmaz, olmayacaktır, 18 yılın bilançosuna bakmak yeterlidir!

 

Daha da kötüsü; iktidar gerçeklikle bağını koparmış bir vaziyette hayal âleminde yaşıyor, kendisi gibi düşünmeyenlerle iletişim bağlarını koparmış, onları düşman olarak görüyor, uyarılarına sağlıklı düşünme yetisini kaybetmiş zihinlerin gösterebileceği yanıtları veriyor ve adeta laf salatası yapıyor.

 

Anlam Kıran

 

Laf salatası; kelime ve ifadelerin anlamsız ve karışık bir şekilde kullanılması anlamında olmakla birlikte, genellikle sağlıklı olmayan ruhsal durumun dışavurumunu tanımlamak için de kullanılır. Laf salatasına “anlam kıran sözcükler demeti” de denebilir. Dil bilgisi kurallarına uygun ve ilk bakışta anlamlı gibi gözükse de anlam bütünlüğü kopuk sözcüklerdir. Laf salataları; henüz konuşmayı tam öğrenememiş ama büyüklerine özenerek onların tavırlarını taklit ederken rastgele sözcüklerle cümleler kurmaya çalışan küçük çocukların konuşmalarına benzer.  

 

İktidarın muhalif düşünceye ve kendisine karşı somut verilere dayanarak yapılan eleştirilere ve uyarılara karşı yaptığı tek şey; laf salatasıdır! Yani rahatsız olduğu eleştirilere anlam kıran sözcükler demeti ile cevap vermek, hatta saldırmak, suçlamak ve karalamaktır. İktidarın laf salatasının olmazsa olmazları ise dinsel ve milliyetçi hassasiyetleri kaşıyan sözcüklerdir.

 

Bayrak İnmez, Ezan Dinmez, Vatan Bölünmez!

 

Örneğin; iktidara yolsuzlukların, devlet kurumlarına egemen olan partizanlığın, kafasında tüy bitmemiş yetimin ve öksüzün hakkını yiyenlerin, geçmediğimiz köprülere ödenen kamu kaynaklarının hesabını somut delillere dayanarak soruyorsunuz, yanıt olarak size “Bayrak inmez, ezan dinmez, vatan bölünmez” diyerek saldırıyor. Allah aşkına; “Bayrak insin, ezan dinsin, vatan bölünsün” diyen mi var? İktidar hem bayrağın inmesine ve vatanın bölünmesine neden olacak emperyalist projelerde taşeronluk yapıyor hem de “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali, kendi suçu üzerinden muhalefeti karalamaya çalışıyor.

 

“Kanal İstanbul” girişiminin ülkemiz için başta egemenlik, güvenlik, doğal çevre ve ekolojik denge olmak üzere tam anlamıyla bir düşmanlık projesi olduğunu bilimsel olarak anlatıyorsunuz, karşılığında “Çatlasanız da patlasanız da yapacağız” yanıtını alıyorsunuz. Referandumda hile yapıldığının kanıtlarını ortaya koyamaya çalışıyorsunuz, cevaben “Atı alan Üsküdar’ı geçti” deniyor. “Hırsızlıkların hesabı verilsin” diyorsunuz, yanıt çok net: “Tekbir, Allah-u Ekber”! “Çamlıca’da yapılan 63 bin kapasiteli camiye ne lüzum var, günde 5 vakit üzerinden yıllık doluluk oranı yüzde 1’i bile geçmeyecek” diyorsunuz, “Sen Allah’ın evine karşı mısın? İslam düşmanı mısın?” saldırısı ile karşı karşıya kalıyorsunuz!

 

Beyaz Nokta Gelişim Vakfı

 

Demokrasilerde, iktidarlar her konuda ama her konuda hesap verir ve vermek zorundadır da. Ama 18 yıldır Türkiye’yi yönetenler hesap vermiyor, vermek istemiyor, hesap veremeyeceği için de iktidardan ayrılmak istemiyor ve hesap sormak isteyenlere de laf salatası yaparak, dinsel ve milliyetçi hassasiyetler içeren anlam kıran sözcükler demeti ile saldırıyor, karalıyor ve hakaret ediyor.

 

İçinde “Anlam Kıran” kavramını da bulabileceğiniz Beyaz Nokta Gelişim Vakfı (https://www.beyaznokta.org.tr) tarafından hazırlanan “Kavram Mutfağını” (https://www.kavrammutfagi.com) incelemenizi tavsiye ederim. Ayrıca; E. Tbp. Alb. Op. Dr. Aytekin Ertuğrul’un Togan Yayınları’ndan çıkan “Türk Milletine Brifing” adlı kitabını da okumanızı öneririm.

 

Türker Ertürk; İHTİYACIMIZ OLAN,TARİKATMETRE VE LİYAKATMETREDİR !

İHTİYACIMIZ OLAN; TARİKATMETRE VE LİYAKATMETREDİR!

 

Bugün geldiğimiz durum itibarıyla; iktidar için iyi olan her şey Türkiye için kötüdür. Çünkü iktidarın bekası, çıkarları ve devamlılığı Türkiye’nin güvenliği, iç barışı ve menfaatleri ile çelişmektedir. Bu çelişkinin nedeni ise iktidarın çağdışı “Siyasal İslamcı” ideolojisi ve geçmişin aklı olan “Yeni Osmanlı” hayalidir. Bu çağdışı ideoloji ve hayal nedeniyle iktidar Türkiye’nin kurucu ideolojisine ve kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e düşmanlık etti, farklı seviyelerde de olsa bütün kurumlarını tahrip etti, devlet aklını yok etti, Ortadoğu bataklığına saplandık, ekonomimiz iflas etti, ülkemiz ilk defa demokratik ülkeler sınıflamasından çıkarılarak otokrasi ile yönetilen ülkeler sınıflamasına sokuldu ve ülkemiz her geçen gün bir önceki günü arar vaziyette, felâkete doğru sürüklenir hale geldi.

 

Biraz geriye çekilip büyük resme bakarsanız Türkiye’deki yangını görebilirsiniz. Bu yangının müsebbibi de siyasi iktidardır. 15 Temmuz Darbe Girişiminden önce dış basın “Türkiye’de darbe geliyor” dedi ve geldi. Şimdi de “Türkiye’deki siyasi iktidar sandıktan çıkacak sonucu kabullenmeyecek ve iktidarı vermeyecek” diyor. Siz değerli okurlarıma sormak istiyorum; “Dış basında yazılan bu yorum mesnetsizdir ve saçmadır” diyebiliyor musunuz? İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde yaşadıklarımız da bunun bir denemesi ve emaresi değil miydi? Eğer demokrasi içinde yaşamak istiyorsak; herkese düşen görev ve sorumluluklar var. Bu görev ve sorumlulukların en büyüğü ise iktidara düşüyor. Ama iktidar bırakın bu konudaki görev ve sorumluluklarını yerine getirmeyi; demokratik kazanımlarımızı tahrip ediyor, yok ediyor ve katlediyor!

 

Esas Görülmesi Gereken Büyük Resimdir

 

Üç kör adamı bir filin yanına getirirler. Her birini filin farklı bir yerine götürürler ve onlardan, elleriyle fili tutmalarını, sonra da tuttukları bu şeyin neye benzediğini tarif etmelerini isterler. Körlerden biri, filin kuyruğunu tutmuştur ve şöyle der: “Fil bir halata benziyor.” Bir diğeri, filin hortumunu tutmuştur ve şöyle tarif eder: “Fil, iri bir yılana benziyor.” Üçüncüsü ise filin dişlerini tutmuştur ve şunları söyler: “Fil, bir mızrağa benziyor.”

Bugün Türkiye’deki durum da aynen bu ibret verici hikâyede olduğu gibidir. Esas görülmesi gereken; büyük resim, yani iktidarın Türkiye’yi yangın yerine çevirdiği ve felakete doğru sürüklediğidir. Ne yazık ki; bir kısım çok değerli insanımız bu büyük resmi görmüyor ve kendini “Mavi Vatan, FETÖ, Libya, Suriye, Köprüler, Üçüncü Hava Limanı” gibi küçük resimlere hapsederek istemeden de olsa sanki “İktidar ülkemiz için iyi şeyler yapıyor” algısını yaratmaya çalışan ve arkasında iktidarın olduğu değirmene su taşıyor. Çok küçük bir bölüm ise büyük resme hiç dokunmadan, yazmadan ve anlatmadan küçük resimler üzerinden yazdığı yazılarla ve anlatımlarıyla iktidara yaklaşmaya çalışıyor ve görev bekliyor.

Karaoğlan

Daha önce “Mavi Vatan” isimlendirmesinin yeni olduğunu ama arkasındaki kavramın, konseptin ve doktrinin çok eski olduğunu bu köşede yazdım ve ekranlarda anlattım. Zaten aksini iddia etmek; Türk Deniz Kuvvetleri’nin ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kurumsal kimliğine ve geçmişine karşı yapılan cahilce ve megalomani içeren bir saldırı olur. Hatta “Mavi Vatan” konusunda 2002 öncesinde verilen mücadeleyi 2002 sonrasında verilenlerle kıyaslarsak; AKP döneminde ihanet çizgisini zorlayan sonuçlar çıkar.  

1973’de, Bülent Ecevit Kars’ın Susuz İlçesi’ni ziyaret ederken, gazeteci Barış Yarkadaş’ın aynı zamanda CHP üyesi olan babaannesi Şehzade Şahin Ecevit’e sarılarak “Bizi bu dar günlerden kurtar Karaoğlan” der. Etrafta gazeteciler de vardır. Ertesi gün gazetelerde bu haber çıkar, isim tutar ve o gün bugündür Ecevit’in adı “Karaoğlan” olarak kalır. Yoksa aslında Ecevit ve arkasındaki değerler hep vardı. Ama “Karaoğlan” ismi; halkla ilişkiler ve geniş kitlelere tanıtım açısından çok faydalı oldu. “Mavi Vatan” isimlendirmesi de böyledir. Yoksa deniz yetki alanları kavramı ve arkasındaki mücadele hep vardı. Hatta dünyada deniz yetki alanlarını “Mavi Vatan” veya benzeri bir tabirle isimlendirmiş dünya yüzünde başka hiçbir ülke yoktur.

Paralel Yapının Sorumlusu İktidardı!

“Mavi Vatan” isimlendirmesi; deniz yetki alanlarımızın ve buradaki yaşamsal çıkarlarımızın varlığı konusunda geniş kitlelerde farkındalık yaratması açısından çok faydalı olmuştur. Bu konuda tüm emeği geçenlere şükranlarımızı sunarız. “Mavi Vatan” mücadelesinden bahsederken sadece denizcilerden ve askerlerden bahsedersek; Türk Diplomasisine ve Türk Diplomatlarına çok feci bir haksızlık yapmış oluruz.

Türk Bürokrasisi içinde, 15 Temmuz Darbe Girişiminden sonra FETÖ olarak adlandırılan Gülen Cemaati’nin paralel yapı oluşturması asla kabul edilemezdi. Dünyanın hiçbir ülkesi böyle bir paralel yapılanmaya müsaade etmezdi. Ama iktidar bırakın müsaade etmeyi, bu yapıya yardım ve yataklık yaptı ve ülkemizin 15 Temmuz Darbe Girişimi ile karşı karşıya kalmasına neden oldu.

Akrabalık, Yakınlık, İmam Hatiplilik, Partizanlık

15 Temmuz Darbe Girişimi bir anlamda Kabakçı Mustafa ayaklanmasıydı. Böyle ayaklanmalar günümüzde çağdaşlıkla, hukukla ve demokrasi ile bastırılır; 31 Mart Ayaklanması kafasıyla değil. Eğer siz devlete paralel bir yapı kurmasına müsaade ettiğiniz bir yapıyı tasfiye ederken yerine başka bir cemaati koyuyorsanız; doğru bir yolda değilsiniz demektir. Bu nedenle; ihtiyaç olan asıl ölçme ve değerlendirme aracı TARİKATMETRE’dir. Yani devletin içinde başka bir otoriteye bağlılık duyan yapıların vücut bulmasına müsaade etmemektir. Bu resmi görmezlikten gelerek yalnız FETÖMETRE diyorsanız -ki sadece Türk Deniz Kuvvetleri’ne uygulandı ve uygulanıyor- sizin asıl niyetiniz iktidara yaklaşmak ve görev talep etmektir.

 

Ayrıca; tüm devlet kurumlarımız perişan vaziyette. İktidara yakınlık, parti referansı, akrabalık ve bir meslek okulu olan İmam Hatiplilik; devlet kurumlarına girmek, yetkili yerlere gelmek ve tepe yöneticileri olmak için yeterli hale geldi. Nitelik ve liyakat, devlet kurumlarımızdan kapı dışarı edildi ve partizanlık tavan yaptı. Türkiye Cumhuriyeti’ni böyle yaşatabilmek ve çağımızda iyi bir yere taşıyabilmek mümkün değil. Acilen LİYAKATMETRE’ye de ihtiyaç var. Bu isimde olmasa da tüm çağdaş ülkelerde bu tip ölçütler var.

 

Millet İttifakının Sürdürülmesi Elzemdir

 

Çözüm; bir önce iktidarı demokratik yöntemle sandıkta yenilgiye uğratarak göndermektir. Bunun için yapılması gerekenler ise yerel seçimler öncesi kurulan Millet İttifakını sürdürmek, mümkünse büyütmek, bozulması için iktidar tarafından belediyeleri başarısız kılabilmek adına yapılanlar da dâhil tüm kumpaslara karşı bu ittifakı savunmak ve kitlelere gerçekleri anlatmaktır.

 

Ayrıca; Cumhur İttifakının ve AKP’nin kendi içindeki çelişkilerini, rant paylaşım kavgalarını yakalamak, kullanmak, bıkmadan ve usanmadan halka anlatmak ve bu kapsamda Cumhur İttifakında yer almayarak muhalefet yapmaya çalışanlara ve yeni parti kuranlara saldırmamak da çözümün bir parçasıdır.

 

Duyguyla Değil, Akılla Kazanılır!

Mücadeleler ve savaşlar duyguyla değil, akılla kazanılır. Dünya tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Babacan’ın ve Davutoğlu’nun bugünlere gelmemizde büyük sorumlulukları ve hatta suçları var. Şimdi ikisi de parti kurdu. Asla desteklemek ve oy vermek zorunda değilsiniz. Geçmişteki sorumluluklarından dolayı affetmiyor bile olabilirsiniz. Haklısınız da! Ama şunu bilin ki; Cumhur İttifakında ve AKP tabanında büyük gedikler açıyorlar. İçeriden geldikleri için de açıkladıkları ve açıklayacakları bilgiler Cumhur İttifakı ve AKP için kapanması zor, ölümcül yaralara sebep oluyor.

 

Bu yüzden iktidar, ikisine de büyük düşmanlıklar yapıyor ve toplumu kamplaştırarak tabanını çözülmeye karşı konsolide etmeye çalışıyor. Bu nedenle enerjimizi, ülkemizi felakete doğru sürükleyenler için kullanmak lazım! Yoksa büyük resmi görmemiş, duygularımızın esiri olmuş ve istemeden de olsa iktidarın ekmeğine yağ sürmüş oluruz.

Ahmet Kılıçaslan Aytar; ALTIN

ALTIN

Küresel finans piyasaları kaos yaşıyor.
Yatırımcılar klasik güvenli barınaklara yöneliyor.
Altın kriz dönemlerinin güvenli sığınağıdır.
Getirileri hisse senetleri gibi varlıklarla ilişkilendirilmez, değerini tutma eğilimindedir.
Devalüasyondan kaçınmanın iyi bir yoludur.
Bu yüzden altın madenciliği hisseleri, altın fonları, külçe, sikke, altın para veya benzerleri;
Yatırımcının çeşitlendirilmiş portföyünü oluşturur.

*
Yine de altını güvenli bir sığınak olarak görmenin iki uyarısı vardır:
Birincisi, ekonomik gerilemenin başlangıcında altın fiyatları genellikle piyasanın geri kalanıyla birlikte düşer.
Bu altın satan yatırımcıların  hisse ve diğer varlıklardaki kayıpları dengelemesini sağlar.
Nitekim, altın Mart’ta piyasada paniğe yol açan koronavirüs salgınıyla iki haftada yüzde 12 düştü.
Sonra hızla yükseldi…
Salgın daha fazla piyasa paniğine neden olursa, aynı durum tekrar edebilir.

*
İkincisi, hükümetler aşırı krizler sırasında insanların altınlarını ele geçirebilir!
Geçmişte çarpıcı “El Koyma”  örnekleri vardır..

*
Biri, 1933’te büyük depresyon sırasında ABD’de gerçekleşti.
Franklin D Roosevelt hükümeti vatandaşlara tazminat verildiğini,
Dolayısıyla buna el koymadan ziyade bir millileştirme demenin daha doğru olduğunu iddia etti!
Ama 5 Nisan 1933’te bir Yürütme Emri ile ABD’deki altın sikke, külçe altın ve altın sertifikalarının biriktirilmesini yasakladı.
Vatandaşlarını altınlarını piyasa fiyatlarının çok altında satmaya zorladı.  
“El koyma” dan sonra hükümet;
1934 Gold Reserve Yasası’yla, ABD’deki tüm altın paranın sahipliğini Hazine’ye  devretti.
Hazine ve finans kurumlarının altın için dolar kullanması yasaklandı.
Çok daha yüksek olan yeni bir resmi altın oranı belirlendi .

*
O tarihte altın standardı dönemi yaşanıyordu.
Yani dolar değerli metalin tam miktarıyla satılıyordu.
Metali ele geçirmek;
Hükümetin ekonomiyi canlandırmak için daha fazla dolar basmasını,
Ayrıca döviz kurunu yükseltmek için uluslararası piyasalardan daha fazla dolar satın almasını sağladı…

*
Birçok altın sahibi, altına el koyma girişiminden rahatsız oldu.
Bazıları mahkemelerde mücadele etti.
Ancak hükümet durdurulamadı ve ABD’de altın mülkiyeti 1970’lere kadar yasadışı kaldı…

*
“El Koyma” 1959’da Avustralya hükümeti tarafından,
Para biriminin ya da kamu kredisinin korunması için tekrarlandı.
Hükümet vatandaşların altınlarını ele geçirmeye izin veren bir yasa koydu.
1966’da bu defa İngiltere hükümeti pounddaki düşüşü durdurmak için,
Vatandaşlarının dörtten fazla altın veya gümüş madeni paraya sahip olmalarını yasakladı.
Özel altın ithalatı 1979’a kadar engellendi…

*
Şimdi yine altına el konulur mu, diye soruluyor?
Evet, el konulabilir.
Umutsuz hükümetler umutsuz önlemler alabilir!

*
Dünya ekonomisi  hiperenflasyonist bir depresyona düştüğünde,
Sınırsız para baskısı para birimlerinin çökmesine,
Ardından değersiz kağıt para ile ölçülen altın fiyatının yükselmesine neden olabilir…

*
Bu noktada sorulması gereken ilk soru şudur:
Hükümetler, ekonominin ve para biriminin sorumsuzca yanlış yönetimine karşı,
Altınla korunan ihtiyat tasarruflarını neden cezalandırsın?

*
Credit Suisse, İsviçre’de banka ve finans şirketidir.
Küresel  finansal varlıklarını 360 trilyon dolar olarak tahmin ediyor.
Bu varlıkları; 85 trilyon dolarlık yüzde 24’ünü hisse senetleri,
100 trilyon dolarlı yüzde 28’ini tahviller,
35 bin ton altın veya 1.9 trilyon dolarlık yüzde 0.5’ini yatırım altını oluşturuyor.

*
Hisse senetleri yüzde 24 iken küresel varlıkların sadece yüzde 0.5’ini temsil eden yatırım altınları ile,
ABD hükümetinin neden para yaptığı,
Aynı zamanda altının fiyatını bastırarak hisse senetlerinin değerini artırabildiği sorulabilir?
Altın sahipleri cezalandırılırken hissedarlar neden zengin olmaları için destekleniyor?
Çünkü hükümetler, oy için daha yüksek  stokları açıkça destekliyor.
Ancak çok az yatırımcının altın tutması nedeniyle hükümetler, altın fiyatını düşürerek çok az oy kaybediyor!

*
Peki ama, hükümetler neden altını kısıtlayarak,
Para politikasının “İmkansız Üçlü” sü olarak bilinen;
1- Sabit döviz kurları belirlemek:
2- Sermayenin uluslararası sınırlar üzerinden serbestçe dolaşmasına izin vermek:
3- Bağımsız olarak faiz oranları belirleyebilmek ve para basabilmek:
Seçeneklerinden ancak ikisi arasında seçim yapması gerekliliğine,
Üçünü de aynı anda yapamayacakları bir duruma katlanıyor?

*
1930’larda, ülkeler genellikle altınla bağlantılı bu 3 değişkeni yani para politikasının kontrolünü feda ettiler.
Sistem gittikçe daha fazla baskı altına girdi.
Çünkü çok fazla yatırımcı altın için para ticareti yapıyordu.
ABD’nin daha fazla para basmak için para politikasını yeterince kontrol altına almasının bir yolu,
Altını ele geçirmek de dahil olmak üzere çeşitli sermaye kontrolleri uygulamaktı…

*
Bugün durum farklıdır.
Çünkü “Batı ekonomileri” serbest döviz kurlarına sahiptir.
Bu yüzden para politikası üzerinde kontrole sahiptirler.
Sermayenin serbestçe hareket etmesine izin verebilirler.
Bu bir kriz sırasında, altın gibi kontroller uygulamak zorunda kalmadan para basabilecekleri,
Ve faiz oranlarını azaltabilecekleri anlamına gelir…

*
Bugün hükümetlerin altın piyasalarına  karışması muhtemelen verimsiz olacaktır.
Yatırımcı kaygısını arttıracak,
Onları diğer değerli metaller gibi benzer özelliklere sahip varlıklara koşmaya teşvik edecektir.
Bu nedenle altın tutanlar geçmişte olduğundan daha güvenlidir.

*
Üstelik ülkelerin kendi para politikalarını kontrol ettikleri günümüzde bu tür bir hareket gereksizdir.
Altın muhtemelen bir kenarda güvenli bir sığınak olarak kalacak,
Ülkeler borçlarını azaltmak için rezervlerini satmak zorunda kalmadıkça bu olmayacaktır.

*
Ayrıca altın sahipliği artık küreseldir.
Mesela ABD’li yatırımcılar yasal olarak birçok ülkede altın depoluyor.
Kanada, Singapur, Avustralya, İngiltere ve İsviçre bunlardan birkaçıdır.
İsviçre, altının büyük bankalarda ve birçok özel bankada depolandığı önemli bir altın merkezidir.
Burada bankacılık sisteminin dışında önemli miktarda altın depolayan birçok özel kasa bulunuyor.

*
Bugün Amerikalıların altını ABD’ye geri göndermelerini istemek pratik değildir.
Birçok ülke böyle bir ülke ile işbirliği yapmaz.
Altınla ilgilenen saygın bir şirket, müşterinin ülkesinde vergi uyumlu olmayan müşteri fonlarını veya altınları kabul etmez.
 
*
İsviçre’de altına el koymak anayasaya aykırıdır..
İsviçre’de altın rafinerisi ve depolanması stratejik bir endüstridir.
Dünyadaki altın külçelerinin yüzde 70’i burada  rafine ediliyor.
Özel kasalarında depolanan altın her yıl önemli ölçüde büyüyor.
İstikrarlı siyasi sistem, hukukun üstünlüğü, demokrasi ve tarafsızlık buna katkıda bulunuyor.

*
ABD, 8 bin ton altın tutuyor.
Bu altın 1950’lerden beri resmi fiziksel bir denetime sahip değildir.
Hemen hemen tüm ülkeler aynı durumdadır.  
Kimse altınlarının resmi  fiziksel denetimini yapmıyor!  

*
Bir ülkenin altın stokunu denetlememesinin bir nedeni var;
Hepsi ne kadar altın tuttuklarını beyan ediyor,
İddia ettikleri altınları kamuya açık bir şekilde denetleme konusunda halklarına sorumludurlar!
Aslında hiçbirinin sahip olduklarını iddia ettikleri altınları yoktur!
Asla denetlenmemesinin tek nedeni de budur.

*
FED de dahil olmak üzere birçok merkez bankası resmi altın stokunu gizlice azaltmıştır.
Buna ek olarak, tüm merkez bankaları altınlarının büyük bir kısmını ödünç verir,
Ya da leasing yaparlar, aynı altını defalarca ödünç verirler…

*
Çin onlarca yıldır altın biriktiriyor.
Resmi stoğu 2 bin tondur.
Ancak gerçek varlıklarının bunun 10 katı üzerinde olduğu varsayılıyor.

*
Çin’in altın destekli bir yuan duyurması pek olası değildir.
Bunun için 20 bin tondan fazla altın beyan etmesi,
Daha sonra ABD’yi  8 bin ton altını olup olmadığını kanıtlamaya zorlaması,
Sonuçta saldırganlık alışverişlerine yol açması gerekir.

*
Bugün hükümetler, yüksek vergilendirme yoluyla,
Zenginlerin varlıklarına ulaşmanın çok daha basit yoluna sahiptir.
Devlet açıkları arttıkça, zenginlerin tüm varlıkları  vergilendirilebilir…  

*
Yine de hem yasal hem lojistik olarak son derecede zor bir iş olmasına rağmen,
Bazı hükümetlerin vatandaşlarının altınlarına el koymaya çalışması mümkündür.
Çünkü altın piyasasının merkez üssü Çin ve Doğu’ya taşınıyor.
Bu, doların ve Euro’nun düşüşünü hızlandıracak,
ABD ve AB pozisyonlarını ve ekonomilerini önemli ölçüde zayıflatacaktır…
İddia budur.

30. 5. 2020

Ahmet Kılıçaslan Aytar; B;R İNSANI ÖLDÜRMEK TÜM İNSANLIĞI ÖLDÜRMEKTİR

BİR İNSANI ÖLDÜRMEK TÜM İNSANLIĞI ÖLDÜRMEKTİR *
Hükümetler  koronavirüs salgınına yanıt olarak insanları evlerine kilitledi.  
Böylece hükümetlerin politikasının maliyeti; yaşam, özgürlük ve ekonomi adına çok pahalıya geldi.
Acaba hayat kurtarmak için bu politika değer miydi?

*
Bazıları hükümetlerin benimsediği kilitleme politikasını kararlı biçimde eleştiriyor.
Bunlar koronavirüs salgınını küresel bir histeri olarak tanımlıyor.
Mesela Prof. Neil Ferguson, Londra Imperial College Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı Okulundandır.
SARS ve MERS, pandemik influenza, Ebola ve ZIka gibi yeni ortaya çıkan patojenlerin,
Coğrafi yayılımının matematiksel modelleri uzmanıdır.
Ya da İsrailli hekim, araştırmacı ve bilim adamı Yoram Lass’ da  bu söylemlere katkı veriyor…

*
Onların anlatısına göre tarihin en büyük salgınlarından biri sosyal ağlardır!
Sosyal ağlar kısa bir sürede insanların beynini yıkamış,
Yaratılan korku ve endişe ile gerçek veriler gözden kaçmış,
Neticede insanlar sosyal ağların yarattığı  tüm malzeme karşısında  korkunç bir histeriye kapılmışlardır…

*
İddianın sahipleri bu duruma,
Bireyleri ya da bireylerin niyetlerini değil belirli bir davranışı temel alan etkili iletişime;
Olumlu geri bildirimlerin,
Ya da kartopu etkisi olarak bilinen şeyin neden olduğunu iddia ediyor.

ABD’de Başkan D.Trump, Brezilya Cumhurbaşkanı Jair Bolsonaro, İsveç Başbakanı Stefan Löfven,
Coronavirüsü “Küçük bir grip” olarak addettiler ve ciddiye almadılar.  
Ancak  hükümetler bu sonuçla karşılaşınca seçmenlerinden korktular.
Ve acımasız önlemlere başvurdular.
Bu acımasızlıktan etkilenen bireyler birbirlerini beslerken, daha da histerik oldular.
Sonuçta kartopu irrasyonel bölgeye ulaşıncaya kadar büyüdü, büyüdü…

*
Bu bölgede endişe halindeki insanlar körleşmiştir.
Halbuki sayılara ve verilere bakmayı önemseyenler;
Yaşadıklarının grip salgınından başka bir şey olmadığı görmektedir!

*
Anlatıya göre koronavirüse bağlı ölümleri gösteren sayılar sahtedir!
Çünkü çoğu insan koronavirüsten ölmüyor.
Ölümleri kaydedenler sadece etiket değiştiriyor.
Hasta metastatik kanserden, lösemiden, kardiyovasküler hastalıktan ya da demanstan öldüyse,
Ölüm nedeni koronavirüs olarak etiketleniyor.
Ayrıca, enfekte olmuş kişilerin sayısı da sahtedir, çünkü testlerin sayısına bağlıdır.
Ne kadar çok test yapılırsa, o kadar çok enfekte  insan sayılıyor…

*
Halbuki tek gerçek sayı toplam ölüm sayısıdır.
Sadece koronavirüs değil, tüm nedenlerle ölümlerin sayısı!
Bu sayılara bakıldığında, her kış aşırı ölüm oranı olarak adlandırılan bir durumla karşılaşılıyor.
Çünkü kış aylarında kimsenin umursamadığı düzenli, mevsimsel grip salgınlarında ortalamaya göre daha fazla insan ölüyor.
Üstelik koronavirüs çok hızlı geliyor ancak  çok hızlı da  gidiyor.
İnfluenza dalgası geçmesi üç ay sürerken koronavirüs bir ay sürüyor!

*
Şimdi hükümetlerin aldığı önlemler yüz milyonlarca insan acı çekmesine yol açacaktır.
Gelişmekte olan ülkelerde birçok kişi açlıktan,
Gelişmiş ülkelerde birçoğu da  işsizlikten ölecektir.
Bu alınan önlemler nedeniyle koronavirüsten daha fazla insanın öleceği anlamına geliyor…

*
Ama insanların beyinleri yıkanmiştır, korkuyorlar.
Hükümetler de…

*
Bilim insanları, dünya domuz gribinden etkilendiğinde,
İnsanları kilitlemenin enfekte olmuş insanların sayısını değiştirmeyeceğini,
Ancak enfeksiyon oranını değiştirebileceğini vurgulamıştı.
Enfeksiyon oranını değiştirmek ya da eğriyi düzleştirmek ise hastanelerin çöküşünü engelleme gayretidir, denilmişti!
Yani kilitlenmeler insanların güvenliği üzerinde olumlu bir etki yapmamıştır!

*
Diğer bir  gözlem  bazı ülkelerin koronavirüs salgınında diğerlerinden daha fazla acı çekmesiyle ilgilidir.
Orta Doğu’da virüs  gerçekten çalışmadı.
Çünkü  orada genç bir nufus ve farklı bir iklim bulunuyor,
Ama Avrupa’da  50 derece ve ABD’nin kuzeydoğusunda 50 derece enleminde virüs daha canlıdır.
İtalya dünyadaki en yaşlı nüfusa sahiptir.
İtalyanlar ağır sigara içerler ve sosyal insanlardır, sarılıp öpüşürler!
Rakamlara bakıldığında 2017’de  25 bin İtalyan grip komplikasyonlarından öldü.
Bugün koronavirüsten yaklaşık 30.000 kişi öldü…
Bu ikisi karşılaştırılabilir sayılardır ve karşılaştırılabilir rakamlar için bir ülke mahvedilemez…

*
1950’lerde Asya gribi,
1960’larda Hong Kong gribi yaşandı.
Bunlar bu salgın hastalıktan daha kötüydü.
2009’da koronavirüs ile tamamen aynı domuz gribi vardı.
Hiçbir aşı yoktu ve çok korkutucuydu.
Tüm dünyaya yayıldı.
Milyonlarca insan enfekte oldu.
Binlerce insan öldü.
Fakat kilitlenme yoktu, acıtıcı hiçbir önlem alınmadı.
Çünkü insanların bu saçmalıklara dikkat edecek zamanları yoktu…  

*
Şimdi koronavirüs, herhangi bir grip virüsü gibi Batı Avrupa’ya veda ediyor.
Aynı şey Orta Doğu’da…
ABD’yi daha sonra konuşmak gerekiyor.

*
Ama hiçbir şey insanların yaşamlarının işbu yıkımını haklı çıkaramaz.
Bu inanılmaz….
Deniliyor…

26. 5. 2020

Ahmet Kılıçaslan Aytar; REALPOLİTİK

REALPOLİTİK
ABD, Başkan B.Obama’yı  dünyaya umut dolu, biraraya getirici, düşünceli, zeki ve yetenekli bir adam olarak sundu.
Ancak B.Obama’nın görev süresi sona erdiğinde boyası döküldü.
Şimdilerde bölücü, palavracı ve bir soytarı olarak tasvir ediliyor…

*
Obama göreve başlarken;
“ABD’nin Asya’dan Afrika’ya, Amerika’dan Yakın Doğu’ya kadar sadece demokrasiyi desteklemeye devam edeceğini” ilan etti.
Ancak dönemi sonunda;
ABD’nin dış politika ve güvenlik hedeflerini ve tehditleri :
Amerikan askerlerinin geri dönüşlerini :
Artan radikal dinci hareketleri ve terörü:
“Asia Pivot” politikasıyla  ikili güvenlik ittifaklarını güçlendirmeyi :
“Trans-Pasifik” politikasıyla ticaret ve yatırımların genişletilerek demokrasi ve insan haklarını geliştirmeyi :  
Rusya’nın saldırganlığını:
Siber tehditleri ve iklim değişiklikleri politikalarını ve daha nicesini,
Başaramadığı tarihe not olarak kaydedildi…

*
Döneminde uluslararası ilişkiler tek taraflılık veya iki taraflılığın ötesine geçti.
Ülkeler pragmatizm ile belirli konularda kendilerine müttefik gördükleri, işlemsel koalisyon kurdukları bir durum oluşturdu.
Geleneksel aktörler, küçükler daha büyük bir rol oynamaya çalıştıkları için güçlerini önemli ölçüde kaybetti…
ABD, güçsüz ülkelere yaptığı  savaş harcamalarının masraflarını dahi kaldıramaz hale geldi…

*
Bugün birçok ülkede, Yüksek Yoğunluklu Konvansiyonel Manevra Savaşı yaşanıyor.
Ekonomik rekabetten istihbarat operasyonlarına,
Dünyanın en kritik iletişim hatlarına odaklanan tam vekalet savaşı ve ayaklanmalara kadar,
II. Dünya Savaşı’nı dahi gölgede bırakacak mücadeleler veriliyor…  

*
ABD dünyanın en zengin, en büyük teknolojisi ve askeri gücüdür.
Ama bu karmaşa karşısında dört ana açmazı yaşıyor:

*
1- Düşük başarı olasılıklı askeri merkezli stratejiler seçme eğiliminde olması gerekiyor.
2- Bilişsel engeller, iç sorunlar ve ev sahibi ülke hükümetindeki kullanıcı-müşteri zorluklarıyla kaybedilen stratejileri değiştirmekte yavaş kalıyor..
3- Savaştan yorulduğu için çekilmeyi seçtiğinde, pazarlık asimetrileri başarılı geçişleri ya da müzakereleri engelliyor.
4- Bir çok kriz oyalanmaya ve gecikmeye bırakılıyor…

*
Bu yüzden son onbeş yirmi yılın jeopolitik eğilimleri;
Mesela Avrasya’da da önemli devletlerin etki alanlarını yeniden oluşturmakta olduklarını gösteriyor.
Jeopolitik eğilimler değişirken mevcut dünya düzenine ve düzenin mimarı fakat açmazlar içindeki ABD’ye meydan okunuyor.

*
Elbette Washington bazı güçlerin emellerini sınırlayabilir.
Ancak Rusya, Çin ve İran’ın emellerini engelleyebilmesi için sadece birkaç seçeneği bulunuyor…  

*
Batı, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle dünyanın etki alanları kavramının ötesine geçtiğini umdu.
Mesela Avrasya’nın büyük ülkelerinin kendi jeopolitik etkilerini genişletmek için bölgelerini oymayacaklarını düşündü.
Ancak etki alanları tarih boyunca takip edilen inatçı bir kavramdı…

*
Nitekim birkaç büyük Avrasya devleti, kıta üzerinde daha büyük bir jeopolitik etkiye ulaşmak istiyor.
Mesela Çin, Asya-Pasifik’teki adalar ve Güneydoğu Asya’daki komşuları üzerinde tartışmasız bir kontrol elde etmeye çalışıyor.
Kemer ve Yol Girişimi aracılığıyla etkisini yakın çevresinin çok ötesinde Orta Doğu’ya yaymayı planlıyor.

*
Hindistan, Çin’in Asya’daki yükselen gücünden endişelidir.
Güney ve Güneydoğu Asya’da etki alanı arıyor.
Coğrafi konumu, ekonomik ve askeri potansiyeli ile bölgede önemli bir rol oynamayı,
Hint-Pasifik stratejisinin anahtarı olan Kemer ve Yol Girişimi’ne rakip konsept olarak konumlanmayı mı öngörüyor?

*
İran, yaptırımlar ve diğer davalarla yüklü olsa da,
Enerjisel olarak jeopolitik etkisini genişletme gündemini sürdürüyor.
ABD ve Batı tarafından sert bir şekilde bastırılsa da,
Hem doğrudan veya geniş Şii milisleri ağı aracılığıyla hegemonik bölgesel dürtüsünden,
Hem de İslamcı mesajını yayma umudundan vazgeçmiyor….

*
Türkiye, Atatürk’ün kurduğu rejimden  Müslüman Kardeşler hamisi rolüne değişti, neredeyse bir ailenin devleti oldu.
Suriye, Kuzey Irak, Libya’da ve Türk-İslam ülkelerinde bu ideoloji doğrultusunda yoğun olarak yer alıyor.
Etki alanını  Müslüman Kardeşler ideolojisiyle  yaratmayı amaçlaması bütün dünyayı korkutuyor.
Akdeniz’de Libya-Türk sınırlarını çizerek Doğu Akdeniz Enerji Girişimi’nin deniz hakları üzerinde hak iddia etmesi şaşkınlığı yaşanıyor.  
Ailenin İslamcı emperyal hırslarını önlemek,
Aşırılık yanlısı Arapların Türkiye ile müttefik olmalarını engellemek çok büyük önem arzediyor.

*
Rusya, Avrasya’daki etkisini öncelikle eski Sovyet uzayda genişletmeye çalışıyor.
Moskova bu alanları  münhasır etki alanı olarak kabul ediyor.
Avrasya Ekonomik Birliği ve Kolektif Güvenlik Anlaşması organizasyonunun oluşturulması,
Rusya’nın topraklarını yakından bağlantılı askeri ve ekonomik müttefikler ile kuşatmak jeopolitik amacını yansıtıyor…

*
Bu ülkelerin artan jeopolitik faaliyetlerinde hepsinin bir  ortak noktası bulunuyor.
Hepsi unutulmayan imparatorluk özlemlerinin sonucunda kendi sınırları boyunca değişik krizler yaşıyor.
Türkiye, jeopolitik öneme sahip Karadeniz, Balkanlar, Akdeniz, Güney Kafkasya ve Suriye-Iran ile sınırlıdır.
Batı, Türkiye’nin Müslüman Kardeşler etiketi ile kurduğu ittifaklarından dolayı Türkiye’yi baskılıyor.
İran’ın İslam Devrimine dayalı agresif dış politikası, sınırları boyunca değişen jeopolitik durumu yansıtıyor.
ABD; Afganistan ve Irak’taki Amerikan askeri varlıklarını korumak için sık sık  operasyonlar yaparak İran’ı zayıflatmayı öngörüyor.

*
Benzer argümanlar Hindistan, Rusya ve Çin için de geçerlidir.
Her üçü de sınır ötesi değişen belirsizliklere karşılık verirken,
Aynı zamanda dış politika hırslarını geçmiş ihtişamın özlemi etrafında inşa ediyor…

*
Etki alanları arayışı, kaydedilen tarih boyunca önemli bir faktördür.
Bir başka faktör coğrafyadır ki;
Avrasya ülkeleri çoğunlukla kıtasal güçler olduğundan,
Siyasal elitlerinde; toprak istilası, ticaret yollarının kesilmesi benzeri sürekli bir paranoya yaşanıyor.

*
Son yüzyılda, ABD Avrasya’da nüfuz alanlarının yaratılmasına karşı sürekli savaştı.
Her zaman başarılı olmadı…
Mesela, Soğuk Savaş döneminde Macaristan (1956) ve Çekoslovakya’daki (1968) isyanlardan geri durdu.
Benzer bir rahatsızlığı, 2008’de  Rusya’nın Gürcistan’ı işgal ettiği ve 2014’te Ukrayna krizinde de yaşadı.

*
Ama her zaman sert jeopolitik gerçeklik ile dış politikasındaki istisnacılık arasında gezinmeye yüklendi.
Realpolitik, Amerikan siyasi kuruluşu tarafından çok aşağılanmış olsa da hâlâ hükmünü sürdürüyor.
Çünkü ABD aktif olarak nüfuz alanlarını oymaya çalışan Avrasya devletleriyle karşı karşıya olduğu için,
Değişen koşullara uyum sağlamak zorundadır…

*
Bu noktada yeni gerginliklerin daha da artması muhtemel olsa da,
ABD yeni silahlar üretmek çabası ve operasyon alanını uzay olarak belirlemesinden başka,
Hâlâ Avrasya aktörlerinin nüfuz alanlarını genişletmesini sınırlandıracak birkaç dış politika seçeneğine sahiptir.

*
Birinci seçenek:
Hindistan’ın, Çin’in Pakistan’daki nüfuzunu artırma ve askeri gücünü Hint Okyanusu’na genişletme çabalarından korkması halidir.
Hindistan kuzey ve kuzeybatıdan istikrarsız bir Orta Doğu ve ekonomik olarak fakir bir Orta Asya ile sınırlıdır.
Bu yüzden zengin Güneydoğu Asya bölgesi ve bunun sonucunda Pekin ile rekabet; Hindistan’ın  dış politika önceliğini temsil ediyor.
ABD dış politika karar vericileri ise hırslı “Bir Kemer Bir Yol Projesini” kontrol altında tutmak için,
Hindistan’ın Çin’e karşı direncini kullanmaya hazırdır…

*
İkinci seçenek:
Ankara’nın Suriye ve Libya’daki askeri faaliyetleri ve Moskova’nin Libya ve Suriye’de karşı tarafta olmasının rahatsız edici ilişkileridir.
Bu ilişkiler üzerinden ABD ve Batı, Türkiye ile daha yakın ilişkiler kurabilir.
Türkiye’nin Rusya’dan Karadeniz’in militarizasyonu,
Güney Kafkasya’daki toprak çatışmaları,
Balkanlar’daki politikalar gibi bir dizi konuda ayrışması da göz önüne alındığında,
Müslüman Kardeşlerden boşanmanın gayretinde olan Türkiye’nin de Amerikan desteğine ihtiyacı bulunuyor…

*
Ancak ABD; Çin, Rusya ve İran’ın isteklerini sınırlamak için çok az dış politika seçeneğine  sahiptir.
Her üç ülkede ABD’nin Avrasya’daki etkisini sınırlamak için motive olurken birbirlerine daha da yaklaşıyor..
ABD dış politikalarında bir öncelik olmaktan çıkınca da yeniden ortaya çıkan geniş kapsamlı farklılıkları da paylaşıyorlar…

23. 5. 2020  

Efendim, dünyanın yaşanan bütün eski bayramları güzeldi.
Bu Ramazan Bayramı artık yaşanacak tüm bayramların “İyi” olmasına yol açsın.
Anahtarı sizdedir.
Aşk olsun, Sevgi olsun, Paylaşım ve Dayanışma olsun, elbette başka dilekleriniz de olsun.
İyi olsun…
Size ve insanlığa kutlu olsun.

Türker Ertürk; YAYCI OLAYININ ARKA PLANI

YAYCI OLAYININ ARKA PLANI

 

Esasında bu topa girmeyi düşünmüyordum. Çünkü bırakın iktidar kanadını, muhalif kanatta yer alan ama Amiral Yaycı hakkında çok olumlu düşünen insanları ve hatta bana çok yakın bazılarını bile söyleyeceklerim ve yazacaklarım üzecek ve hayal kırıklığı yaratacaktı. Gerçekler ne yazık ki sevimli değil! Ama sessizliğim gözden kaçmamış olacak ki; bana ulaşan çok sayıda insan bunun sebebini sordu, bu olayı benim değerlendirmemden duymak istediklerini ifade ve ısrar etti ve hatta eğer susarsam bunun Türkiye’ye karşı ihanet olacağının da altını çizdi.

 

Aman Allah’ım! Ne akla ziyan iddialar, ne kadar çok ayağı yere basmayan savlar, iyi niyetli olsa bile yanlış bilgi ve kabul üzerine inşa edilen komplo teorileri üretildi! Buna ilaveten az sayıda da olsa belli kişiler tarafından yapılan menfaat odaklı zorlama yorumlar okuduk. Yaycı’nın şık olmayan, onur kırıcı, devlet aklından uzak, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gelenek ve göreneklerini bir defa daha tahrip eden bu görevden alınma sürecini tasvip etmek mümkün değil. Bunun dışında bu süreci FETÖ’den Mavi Vatan’a, Libya’dan Swap anlaşmasına, AB’den ABD’ye, emperyalizmin direktifine boyun eğilmesinden Yunanistan’ın sevindirilmesine ve torpido teli ihalesine kadar bağlayan geniş yelpazede muhtelif iddialar var!

 

Görevden Alınmasının Nedeni

 

Yaycı’nın görevden alınmasının yalın tek bir nedeni var; o da Hulusi Akar’ın Yaycı’yı TSK içinde istemiyor, onu kendi otoritesine ve TSK’nın hiyerarşik sistemine karşı tehdit olarak görüyor olmasıdır. Geçen yıl, askeri bir şura özelliğini kaybetmiş ve siyasallaşmış olan Yüksek Askeri Şura’da (YAŞ) Yaycı terfi ettirilmeyerek hem ikaz edildi, hem de bir şans verildi; daha düşük bir profil sergilemesi, medyatik olmaması, medyayı bazı gazeteciler üzerinden manipüle etmemesi ve hiyerarşik düzenin dışına taşmaması için!

 

Esasında; AKP Genel Başkanı ikisini de seviyor ve tutuyor. İkisi de Erdoğan’ın adamı. Ama birisi ötekini istemiyor ve kendine yönelik tehdit olarak değerlendiriyor. Yaycı da geçen YAŞ’tan bu yana istenen düzelmeyi göstermeyince, bardağı taşıran son damla ile birlikte Erdoğan tarafından Akar’ın talebine istinaden görevden alındı. Yaycı medyayı kullanarak ve manipüle ederek kamuoyu baskısı ile durumsal üstünlük sağlayıp tekrar görevine iadeyi sağlamaya çalıştıysa da başaramadı. İki ay sonra emekli edileceğini anlayınca, çareyi istifa etmekte buldu.

 

Hulusi Akar Daha Vazgeçilmez

 

Erdoğan, tuttuğu iki isim arasından Akar’ı tercih etti ve diğerinden şimdilik vazgeçti. Çünkü Hulusi Akar daha vazgeçilmezdi. Akar’ı vazgeçilmez kılan ise 15 Temmuz Darbe Girişimi öncesi, sırası ve sonrasında yaptıkları ve yapmadıklarıydı. O dönemin gri bir dönem olduğunu, aydınlatılmasının kasti olarak iktidar tarafından engellendiğini çok net olarak biliyoruz.

 

Yaycı akıllı, sosyal ağı ve irtibatları geniş olan, iyi öğretim almış, kendini yetiştirmiş ama ele avuca sığmayan, ihtirasları gem vurulacak gibi olmayan ve öfkesini kontrol etmekte çok ciddi sorunlar yaşayan birisi. Geçmişte öfke kontrolü yüzünden başı çok ciddi biçimde ağrımış, yasal olarak belaya da girmiş ama büyükleri “Akıllı çocuktur, düzelir” değerlendirmesiyle kendisini kollamışlar ve korumuşlar.

 

Gücünü Erdoğan’dan Alıyordu!

 

Yaycı, rütbesinin ve görevinin gerektirdiği gücün çok ötesinde bir güç kullanıyordu. Bu gücü de Erdoğan’dan alıyordu. Onun makamına randevusuz girebilen tek asker olduğu biliniyor. Bu gücü nedeniyle; bırakın astları ve emrinde görev yapanları, üstleri ve amirleri bile Yaycı’dan çekiniyorlardı.

 

Yaycı’nın böyle bir yüksek profil çizmesinden, medyayı da yönlendirerek komutanlarını gölgede bırakmasından, özellikle Türk Deniz Kuvvetleri’nde ne yapılmışsa ve yapılıyorsa Yaycı yapmıştır algısının yaratılmasından Hulusi Akar başta olmak üzere tüm komutanları memnuniyetsizdi.

 

Adnan Özbal FETÖ’cü mü?

 

Şimdi gelelim FETÖ, Mavi Vatan ve Libya konularına. Bir an için Yaycı gidince FETÖ ile mücadelenin duracağını kabul edelim. Yaycı, FETÖ ile mücadelenin sadece Deniz Kuvvetleri’ndeki bacağını temsil ediyor. Deniz Kuvvetleri’nin personel sayısı ise tüm askeri, polisi, jandarması, yargısı ve diğer bakanlıkları da hesaba katarsanız yüzde 1 bile değil. Ayrıca; Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özbal ve Donanma Komutanı Koramiral Ercüment Tatlıoğlu FETÖ’cü mü? Yaycı’nın yerine Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı’na bakacak olan ve FETÖ’nün kumpasları ile acı çekmiş ve hapse atılmış olan Tümamiral Yankı Bağcıoğlu FETÖ ile mücadeleyi durdurup, yardım mı edecek? Göreceksiniz; bugüne kadar FETÖ ile mücadelede ne yapıldıysa, bundan sonra da aynen devam edecek.

 

FETÖ’nün Yaycı’ya sıra dışı bir düşmanlık yaptığı ve ölümle tehdit ettiği doğru. Ama bunun en büyük nedeni FETÖ’nün Yaycı’yı ihanetçi olarak görmesidir. En azından, bir dönem flört edilmiş gibi. 2014’de yayınlanan “Deniz Kuvvetleri’nde FETÖ şeması” başlıklı haberde 60 isim yer alıyor ve bunlardan birisi de “C.Y.” kısaltması ile Yaycı’nın olduğu iddiası. O isimlerden 59’u 15 Temmuz sonrası ya tutuklanmış ya da kaçmış.

 

FETÖMETRE

 

Yaycı’nın kız kardeşinin eşi; 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne aktif ve önde gelen isimlerden olarak katılan Sahil Güvenlik eski Komutanı Hakan Üstem. Tabii ki bu akrabalık Yaycı’nın FETÖ’cü olduğunu göstermez. Yaycı’nın 15 Temmuz’da Marmaris’te Erdoğan ile aynı otelde olduğu ve gece 23:30’da otelden ayrılış yaptığı tesadüfü de var. Yaycı aynı zamanda FETÖ’cülerin tespiti açısından başarılı bir çalışma olan FETÖMERE’nin de mucidi. FETÖ’cülerle hem meslekte iken hem de istifa ettikten sonra mücadele etmeme rağmen; FETÖMETRE çalışmasını ben bu kadar başarılı hazırlayamazdım.

 

Yaycı; aynı zamanda bazı çevreler tarafından maksatlı olarak Mavi Vatan konseptinin, kavramının, doktrininin mucidi ve kahramanı olarak da gösteriliyor. Bu doğru değil! “Mavi Vatan” ismi; yeni olmasına ve halkın gündemine girişi de son zamanlara denk gelmesine rağmen kavram olarak çok eski. Deniz Kuvvetleri’nin asıl ve birincil görevi; Türkiye Cumhuriyeti’nin denizlerdeki hak ve menfaatlerinin korunmasıdır. Bu; Mavi Vatan demektir. Bunun içinde Kara Suları, Bitişik Bölge, Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge gibi hukuki kavramlar ve farklı egemenlik haklarına sahip alanlar var. Bunun halk tarafından kolayca anlaşılması için Mavi Vatan adlandırılması yapıldı. Yoksa; uluslararası hukukta böyle bir adlandırma yok! 1979’da Deniz Harp Okulu’ndan mezun olurken, mezuniyet tezim “Kıta Sahanlığı” idi. Yani; Mavi Vatan!

 

Yaycı Giderse Mavi Vatan Biter!

 

“Yaycı giderse Mavi Vatan öksüz kalır, en güçlü savunucusunu kaybeder” yaklaşımı; hem geçmişimize saygısızlık ve vefasızlık, hem de Türk Deniz Kuvvetleri kurumsal kimliğini yok saymak, küçümsemek ve geride kalan komutanları aşağılamaktır.

 

Geçmişte, şimdiyle kıyaslanmayacak derecede güçlü, daha dirençli ve daha bilinçli şekilde Mavi Vatan mücadeleleri verilmiştir. 1976’da araştırma gemimiz Hora’yı çatışmayı göze alarak savaş gemilerimizin korumasında Ege’ye göndermemiz, 8 Haziran 1995’te Yunanistan’ın 31 Mayıs 1995’te aldığı “Karasularını 6 milden 12 mile çıkarma” kararını uygulaması durumunda bunu “Savaş nedeni” (Casus Belli) sayacağımızı ilan etmemiz ve 1996’da Kardak Adasına çıkmamız; geçmişte Mavi Vatan konusunda gösterilen hassasiyetlerden ve hamlelerden sadece bazılarıydı. Ama o zamanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi ve kurucusu Atatürk ile kavgalı olmayan ve günümüzle kıyaslanamayacak derecede yerli ve milli olan siyasi iktidarlar, komuta yapısı tahrip edilmemiş Genelkurmay ve “Monşerler” mobingi ile büyük ölçüde tasfiyeye uğramamış ve nitelikli diplomatlarını kaybetmemiş güçlü bir Dışişleri Bakanlığımız vardı.

 

Halkı Kandırmak İçin Bahaneydi

 

Yaycı’nın başarı hanesine yazılanlardan bir diğeri de Libya ile yapılan Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırlandırma mutabakat muhtırası. Bu girişim prensipte doğruydu ama geç kalınmıştı, eksikti ve iç savaşı Libya’nın coğrafi olarak sadece yüzde 6’sını kontrol eden Trablus yönetiminin kazanacağı varsayımı üzerine kurulmuş ve kumar oynanmıştı. Geç kalınmıştı; çünkü iktidar 2002’den beri Mavi Vatan konusunda parmağını bile oynatmamıştı. Eksikti; çünkü MEB ilan edilmeden yapılan sınırlandırma anlaşmasının hukuki durumu şüpheliydi. Ayrıca; sadece bir ülkenin bir parçası ile anlaşma yapmak yetmiyordu. Libya ile yapılan MEB mutabakat muhtırası; iktidar açısından Libya iç savaşına İhvan lehine müdahil olabilmek ve Türkiye’de halkı kandırmak için bir bahaneydi.

 

Libya’da Türkiye olarak yapmamız gereken; iç savaşa müdahil olmamak, tarafsız kalarak arabulucu olmaktı. Türkiye’nin çıkarları ve güvenliği bunu gerektiriyordu. Askerler ve Dışişleri Bakanlığı, koordineli olarak iktidara bunu önermeliydiler, iktidarın İhvan’ı desteklemek için aradığı bahaneyi değil. “Trablus yönetimi Birleşmiş Milletler (BM) tarafından tanınıyor, bu yüzden destekledik” bahanesi de inandırıcı değildir. O zaman soruyoruz; “Niçin BM tarafından tanınan Suriye yönetimini niye desteklemediniz de Suriye’nin terörist olarak gördüklerini desteklediniz?”

 

Ayrıca; niçin BM tarafından tanınan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni değil de BM tarafından tanınmayan KKTC’yi destekliyoruz? Çünkü ülkemizin ve Kıbrıs Türkünün çıkarları bunu gerektiriyor, değil mi? Demek ki “BM tanıyor” savı bir bahane! Asıl olan; ülkemizin çıkarları ve güvenliği olmalı, iktidarın çağdışı “Siyasal İslamcı” ideolojisi ve bu kapsamda İhvan’ı desteklemek değil!

 

Biraz da Akıl Verenlerin Gazına Geldi

 

Yaycı, bir bölümü ile kendi yarattığı durumun, bir bölümüyle de çeşitli maksatlarla destekleyenlerin esiri oldu. Erdoğan açısından kendini vazgeçilmez gördü, medya ile yönlendirerek, kamuoyu desteği ile baskı yaparak hedefine ulaşacağını sandı, hatta Soylu gibi istifasının da kabul edilmeyeceğini değerlendirdi. Ama büyük resmi göremedi. Akar’ın daha vazgeçilmez olduğunu biraz da kendini gaza getirenler yüzünden kıymetlendiremedi.

 

Yaycı bundan sonra süreci iyi yönetir ve sessiz kalırsa, Erdoğan kendisine görev verir. Bu başdanışmanlık da olabilir, büyükelçilik de! Son dönemde dışarıdan atanan büyükelçilere bakınca, hepsine uzak ara 10 kafa çeker.

 

Kişiye Sadakat Olmaz!

 

Mehmet Metiner tweet mesajında “Cihat Yaycı’nın istifa haberi doğrudur. Kendisi ile konuştum. Dediği şudur; İstifam asla Cumhurbaşkanına tepki değildir. Ona olan sadakatim ömrüm boyunca devam edecektir. Bana asılsız iddialarla kumpas kuranların gerçek yüzleri ortaya çıkacaktır” demiş.

 

Kişilere sadakat; monarşilerde yani tek adam yönetimlerinde olur.  Demokratik rejimlerde sadakat ülkeye, ulusal ve evrensel değerlere olur. Cumhurbaşkanına, başbakana, komutana ve amire bağlılık olur. Ama bu bağlılık şartlıdır. Anayasaya, yasalara, ulusal ve etik değerlere bağlılığını kaybeden kişiye bağlılık duyulmaz ve bağlar koparılır.

 

Ramazan Bayramınızı kutlar, geçmişten gelen kırgınlık, ayrılık ve dargınlıklarımızın yerini ülkemizi ve milletimizi aydınlık yarınlara taşıyacak en büyük güce; barışa, birlik ve beraberliğe bırakmasını dilerim.   

Türker Ertürk

İADD 19 MAYIS AÇIKLAMASI

Değerli Atatürk ve Cumhuriyet Sevdalıları,sevgili genç arkadaşlarım

Bugün 19 Mayıs 2020

Atatürk’ü Anma,Gençlik ve Spor Bayramı.

Büyük kurtarıcımız Mustafa Kemal’in Samsun’da başlattığı kutsal yürüyüşün 101.YIlı

Bugün ,20 Haziran 1938 yılında çıkarılan bir yasayla Atatürk’ün her yaşta Türk gencine armağanı ‘Gençlik ve Spor Bayramı.

19 Mayıs 1919

Bu tarih,yurdumuzu yabancı işgalinden kurtarmak için O’nun önderliğinde ,uluşca girişilen ‘Kurtuluş Savaşı’nın ateşinin yakıldığı gündür.

Değerli yurtseverler,

Dünü iyi değerlendirmeden bugünü yeterince anlayamaz,yarınları kestiremeyiz.

O nedenle, o olağanüstü dönemi zamanın ruhunu da irdeleyerek ,büyük önderimizin, her alanda tam bağımsızlık,ulusal egemenlik ve özgürlük konularında yola çıkarken ki ideolojisini, düşünce ve tasarılarını, bu yıldönümünde de hatırlamada ve hatırlatmakta yarar görüyorum.

Şimdi zaman tünelinde kısa bir yolculuk yaparak 1919 yılına gidelim.Osmanlı Devleti emperyalist güçler ve yerli işbirlikçilerle çok ağır koşullar altında ezilmiş,hakkında Ölüm Fermanı çıkarılmış,adeta bir sisler bulvarında rotası belli olmayan bir istikamete sürükleniyordu.İşte tarihin en karanlık bir döneminde Samsun’da henüz 38 yaşında olan  bir yıldız parladı.

Mustafa Kemal Paşa,16 Mayıs 1919’da  karargahını oluşturan yakını 18 arkadaşıyla İstanbul’dan ayrıldı.İngiltere’de inşa edilen ve o sırada 41 yıllık olan eski  Bandırma isimli yük gemisi,kaderini Karadeniz’in hırçın sularına bırakarak ,19 Mayıs’ın o sisli puslu sabahında binbir zorlukla Samsun’a ulaştı. Anadolu topraklarına ayak bastığı bu ilimizde Mustafa Kemal’i tören kıtası değil, gergin bir ortam bekliyordu.

Samsun’a Ordu Müfettişi olarak giden Mustafa Kemal’in düşünce,tasarı ve idealleri ile O’nu Anadolu’ya göndermeye karar veren Osmanlı Hükümetinin beklentileri arasında hiçbir benzerlik yoktu.Kısaca görevi Rumlarla Türkler arasındaki gerginliği gidermek,halkı yatıştırmak,ilişkileri düzeltmek ve İstanbul’u gelişmelerle ilgili bilgilendirmekti.Onun gündeminde ise yabancı işgalcilerin ve yerli işbirlikcilerin saldırganlıklarına karşı bir direnişi örgütlemek ,  kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesini başlatmak vardı.

Mustafa Kemal Paşa  Samsun’a ayak bastığında , 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıktım.Memleketimizin vaziyet-i umumiyesi ‘şöyle idi diye başladığı Nutku’nu hatırlayalım.Ülkemizin emperyalistlerce dayatılan SEVR antlaşması yüzünden kaç parçaya bölündüğünü ve bölen emperyalistleri hatırlayınız.  Ve hemen o günlerde Mustafa Kemal Paşa’mızın  ülkenin diri güçlerine yayınladığı Amasya Tamim’ini yeniden okuyunuz.: ‘Vatanımızı ,milletin kendi azim ve kararı kurtaracaktır.’

Ve dönün bir de şimdi  emperyalizimle işbirlikçi iktidarlar zamanında vardığımız yürek burkucu duruma bakınız.   101 yıl sonra üzülerek görüyoruz ki: Bundan 100 yıl önce, 23 Nisan 1920 ‘de devreye giren ,önce  kurtuluş savaşını yöneten ,daha sonra da Türkiye Cumhuriyetini kuran ve Mustafa Kemal’in en büyük eserim dediği TBMMeclisi’nin  bugün artık hiçbir işlevi kalmamıştır.

Özellikle son 18 yıldır Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e ve onun kurduğu laik,çağdaş,demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne saldılar yoğunlaşmakta ,Cumhuriyet kazanımları ya satılmakta ya da içi boşaltılmaktadır.Son dönemde Ata’mızın kendi el yazısıyla vasiyeti olan ve Cumhuriyetin ekonomi modelini ortaya koyan  İş Bankası’ndaki  hisselerini hukuku çiğneyip hazineye devretmeye ,ipotek altına almaya çalışıyorlar.Eğitim  sisteminde yapılan köklü değişikliklerle akıl ve bilimden yoksun ,düşünmeyen,sorgulamayan sanat ve spordan uzak  kindar ve dindar bir gençlik yaratılmakta, halk kutuplaştırılmakta, Yurtta Barış Dünyada barış şiarı bir tarafa itilerek komşularımızla tüm ilişkilerimiz kopma noktasına gelinmiş, ülke içinde hak,hukuk ve adalet kavramı yok olmuşsa:  demek ki  tarihimizden ders alamamışız. Oysa toplumların geleceği tarihi doğru okumaktan,tarihten ders almaktan geçer.

İçinde bulunduğumuz korana pandemi dönemi: ulus devletinin,sağlıkta ,ekonomide ,siyasal alanda,eğitimde,tarımda tam bağımsızlık politikasının   önemini yani  Büyük Önderimiz Atatürk’ün bilim ve akıl önderliğinde kurduğu Türkiye Cumhuriyet ideolojisinin  ne kadar önemli olduğunu  bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Cumhuriyet döneminde kurulan sağlık alt yapısının,kurumlarının  ve o senelerde  kurulan Üniversitelerde yetişen değerli hocalarımız ve onların yetiştirdiği öğrenciler sayesinde ülkenin bu kadar kötü yönetilmesine rağmen sistemin hala nasıl çalıştığını hepimiz görmekteyiz.

Sevgili genç arkadaşlarım,

Artık dünyada ve ülkemizde hiçbirşeyin  eskisi gibi olmayacağı aşikardır.Bunun için Kurtuluş Savaşı’mızın hangi şartlar altında kazanıldığını,Büyük Önderimiz M.K.Atatürk’ün önderliğinde çağdaş,demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl kazanıldığını ve O’nun Cumhuriyeti korumak ve daha ileri noktalara götürmek için siz genç kuşaklara emanet ettiğini hiçbir zaman unutmayınız.

Bugün yine Türkiye’mizin tek kurtuluş yolunun Atatürk’ün çizdiği yol haritası olduğunu her zaman hatırlayınız.Çünkü:

-Atatürkçü olmak demek :çağdaş,demokratik ,laik ve sosyal hukuk devletini savunmaktır.

-Atatürkçü olmak demek : eşit özgürlükçü,emeğe dayalı bir düzeni savunmaktır.

-Atatürkçü olmak demek:yurtta barış dünyada barış ilkesini savunmaktır.

-Atatürkçü olmak demek:fikri hür vicdanı hür,irfanı hür nesiller yetiştirecek ve içinde bulunduğumuz çağı yakalayacak  bir eğitim sistemini savunmaktır.

-Atatürkçü olmak demek : yaşadığın doğaya ,çevreye,toprağına,insanına  sahip çıkmak demektir.

-Atatürkçü olmak demek: sevgi,dayanışma,birleştirici ve yapıcı dili kullanmaktır.

Ve en önemlisi Atatürkçü olmak demek :bilimin ve aklın öncülüğünde hareket etmek demektir.

Atatürk Gençliği’nin bu ilkeler ışığında , 19 Mayıs ruhuyla Büyük Önder’imizin başlattığı aydınlanma hareketini sürdürerek O’nun kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne ve kazanımlarına sahip çıkacağına olan inancımız tamdır.

İngiltere ADD olarak, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma,Gençlik ve Spor Bayramını en kısa zamanda tekrar egemenliğin kayıtsız şartsız millete geçeceği bilinciyle kutlar, bağımsızlığı ve Türkiye Cumhuriyet’inin yaşaması için her zaman tek bir ışık kalana kadar aydınlanma ışığı olacağımıza bir kez daha söz veririz.

Jale Özer

İngiltere ADD Başkanı

 

 

 

 

Türker Ertürk; BİZ KAZANACAĞIZ,ÇÜNKÜ AKIL BİZDEDİR

BİZ KAZANACAĞIZ, ÇÜNKÜ AKIL BİZDEDİR!

 

 

Samsun; Milli Mücadelemizin başladığı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından başlatıldığı yer. Bu güzel ve kutlu şehri Milli Mücadelemizin 101’inci yılını idrak ederken, saygıyla selamlıyorum.

 

19 Mayıs; esasında onurlu, hür ve bağımsız bir şekilde yaşama hakkı elinden alınan bir milletin örgütlü bir mücadeleye başlamasının adıydı. Anadolu’nun birçok yerinde, işgale ve yok oluşa itiraz eden çoban ateşleri yakılmıştı. Eğer bunlar örgütlenemez ve bir çatı altında birleştirilemeseydi; kısa zaman içinde emperyalistler tarafından söndürülecekti. İşte 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın niyeti; bu çoban ateşlerini harlamak, yenilerini yakmak ve birleştirmekti.

 

Vahdettin Su Katılmamış Haindi

 

Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a Padişah Vahdettin ve İngilizlerin onayı ile gitti. Görevi ise işgale karşı direnişi kırmak ve çoban ateşlerini söndürmekti. Ama onun kafasında tam aksini yapmak vardı! İngilizler, Mustafa Kemal Paşa’nın gerçek niyetini anlayınca geri çağrılmasını istediler. Arkasından idam fermanı bile geldi! “Mustafa Kemal vatanı kurtarmak için Vahdettin tarafından Anadolu’ya gönderildi” iddiası; Cumhuriyet ve Aydınlanma Devrimleri ile travmalı hale gelen ve sağlıklı düşünme yetisini kaybeden bir zihniyetin cahilce, şerefsizce ve ahlaksızca söylemiş olduğu bir yalandır.

 

Vahdettin, su katılmamış bir haindi ve İngilizlerin merhametine sığınmıştı. Vahdettin öyle bir İngilizcidir ki; İzmir’i İngilizlerin işgal edeceklerini sanarak, Nisan 1919’da bir Heyeti Nasiha (Nasihat Heyeti) oluşturup Ege Bölgesine göndermiş, bu heyetle halkı işgale hazırlamış, dahası İzmir’de direnişi örgütleyen Nurettin Paşa’yı görevden alıp İngilizci İzzet Paşa’yı İzmir’e atamıştır. Vahdettin’in tek derdi vardır; saltanatını kurtarmak.

Gözüm Sakarya’da, Kulağım İnebolu’da!

Milli Mücadelemiz, Samsun’dan başladı. Çünkü; Anadolu’nun düşman tehdidi açısından nispeten tek emniyetli cephesi burasıydı. 1917’de Bolşevik Devrimi olmuş, Çarlık Rusya’sı yıkılmış, Sovyetler Birliği kurulmuş ve artık kuzey komşumuz emperyalist şer cephesinden ayrılmıştı. Eğer Çanakkale geçilseydi, belki de tarih başka türlü tecelli edecekti.

 

Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nden silah ve cephane başta olmak üzere lojistik yardımlar aldık. Karadeniz’in kuzey limanlarından güneye 300 bin ton silah ve malzeme taşındı. Türk Denizcileri ve Karadeniz insanı olmasaydı, Kurtuluş Savaşı kazanılamazdı. Atatürk “Gözüm Sakarya’da, kulağım İnebolu’da” derken; bu gerçeğin altını çiziyordu.

 

Haklı Kavganın Arkasında Mustafa Kemal Vardı

 

Karadeniz insanının Milli Mücadelede verdiği destek şöyle şiirleştirilmiş:

 

İlyas, Temel, Süreyya, Hatçe, Ümmü, Gülizar

Bir yastığa baş koyup bir tetiğe basarlar

Kavganın haklı olanı erkek dişi bilmiyor

Bütün halk birlik olmazsa kavga haklı olmuyor.

 

Bu birliğin arkasında, Mustafa Kemal vardı.

 

Atatürk, Samsun’dan sonra Amasya’dadır ve 22 Haziran’da yayınlanan genelgede “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ortak açıklaması yapılmıştır. Buradan da açıkça bellidir ki Mustafa Kemal, mücadeleyi halka dayanarak yapacaktır. Önce Erzurum, sonra Sivas kongrelerini toplar ve 27 Aralık’ta Milli Mücadelenin merkezi yapmayı planladığı Ankara’ya gelir. 23 Nisan 1920’de, yani Samsun’a ayak basışının 11’inci ayında ise TBMM’yi açar.

 

Osmanlı Gelişimi Iskalamıştı

 

Atatürk, başından beri mücadelesini halka dayandırdı ve TBMM’yi Milli Mücadelenin ve Cumhuriyetin temel taşı yaptı. Çünkü Atatürk; aydınlanmacıydı, çağdaştı, Osmanlı’nın niçin hasta adam olduğunun, parçalandığının, yıkıldığının teşhisini doğru yapmıştı.

 

Osmanlı, hemen yanı başında bulunan Avrupa’daki gelişimin ve değişimin dışında kaldığı için hasta adam oldu, geri kaldı ve parçalandı.  Rönesans, reform, aydınlanma ve sanayi devriminin yaşandığı, monarşilerin, yani tek adam yönetimlerinin yıkılarak halkın temsilcilerinin bulunduğu parlamentoların en üst kurum olduğu özellikle 18’inci yüzyıldan sonra gerçekleşen akılcı ve bilimsel düşünce sistemine geçilen dönemi Osmanlı ıskalamıştı.

 

Alınması Gereken Kafa Yapısı İdi!

 

Osmanlı geri kaldığını fark etti, ama teşhisi doğru yapamadı. Gelişmişlik farkını yaratan kafayı değil, o kafanın ürünlerini alarak onlara yetişeceğini sandı. Alınması gereken ise kafa yapısı idi. Atatürk’te bu farkındalık vardı. Bu nedenle başından itibaren ortak aklı öne çıkarmaya ve mücadeleyi halka dayandırmaya çalıştı.

 

Türkiye, Milli Mücadelemizin 101’inci yılını idrak ederken ekonomik iflas ve beka sorunu başta olmak üzere birçok alanda çok zor günler yaşıyor. Nedeni ise bir asır önce çıkılan çağdaşlaşma ve aydınlanma yolundan ve rotasından sapmamızdır. Bu sapmada başat sorumluluk; çağdışı kafaya ve geçmişin aklına sahip olan iktidardadır.

 

Atatürk’e Borçluyuz!

 

Yozgat’tan dönen Ethem ve ordusu Ankara’da gerek halk, gerekse Meclis tarafından büyük bir sevinç ile karşılanır. İsmet Paşa, Ethem’in Ankara’ya dönüşünü şöyle anlatır:

 

“Ethem Bey’in kuvvetleri Yozgat’tan Ankara’ya geldikten sonra, Ankara çarşısında ve Ankara’nın etrafında büyük panayırlar kuruldu. Yozgat’tan sürdükleri koyunları halkın gözü önünde satmaya başladılar. Olup bitenleri hüzünle seyrediyor, fakat bir şey yapamıyorduk. Atatürk’le beraber bir müfrezesini teftiş ettik ve muvaffakiyetlerini selamladık. Oradan ayrılırken Atatürk’e sordum: ‘Her biri pürsilah, tepeden tırnağa silahlı. Bunun kendilerine verdiği güven ve büyüklük duygusu ile herkese tepeden bakıyorlar. Bugün memlekete hakim olan kimdir? Bunlar mı, biz miyiz?’ Beraber yürüyorduk, Atatürk biraz durdu, düşündü ve şu cevabı verdi: ‘Biziz, akıl bizdedir’ ’’. Bugün de biziz, çünkü akıl bizdedir.

 

Newton; “Daha ileriyi görebildiysem; bunu omuzlarından baktığım devlere borçluyum. Bu devlerden biri Galileo, diğeri ise Kepler” demiş. Bugün biz de ileriyi görebiliyorsak ve ülkemiz her şeye rağmen çağdaş uygarlık yolunda ciddi bir mesafe kat edebildiyse; bunu omuzlarından baktığımız Türk Dünyasına, mazlum milletlerin ve İslam dünyasının en büyük devi Atatürk’e borçluyuz.

 

Bu duygu ve düşüncelerle 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramımızı kutlarım.

TÜRKER ERTÜRK

19 MAYIS 101 YAŞINDA

İNGILTERE ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ 19 MAYIS ATATÜRK’Ü ANMA, GENÇLİK VE SPOR BAYRAMINI CANLI YAYINDA KUTLUYOR

-19 MAYIS 101 YAŞINDA-

Bir ulusun ulus olmasının en önemli özelliklerinden birisi de ortak tarihe, ortak yazgıya sahip olmasıdır. Türkiye halkı, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde 19 Mayıs 1919 tarihinde dönemin emperyalist güçlerine karşı ya istiklal ya ölüm anlayışı ile Kurtuluş Savaşı’nı başlatmış, 30 Ağustos 1922 tarihinde büyük bir askeri başarı göstererek bir mucize yaratmış ve vatana sahip çıkmıştır.

İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği olarak bu sene, korana pandemisi şartları yüzünden 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’mızı digital ortamda canlı olarak halkımızla kutlayacağız.

Bu gecemizin çok değerli onur konukları ve sanatçıları bizlerle birlikte olacaktır.

• Doç. Dr. Orhan Çekiç: Gedik Üniversitesi Öğretim Üyesi
• Türker Ertürk: E. Amiral, Araştırmacı Yazar
• Gülsin Onay: Devlet Sanatçısı, Piyanist
• Mustafa Kemal Ulusu: 43-44. Dönem Türk Futbol Fed. Başkanı
• Dilek Livaneli: Dünyanın En iyi 50 Öğretmeni arasında ilk Türk öğretmen
• Hoş Seda Klasik Türk Müziği Korosu
• Melek Yalçın-Özgür Tandoğan
• ONUR
• Önem ve Dilara Karabay

Çok yoğun bir program içeren canlı kutlamamıza 18:50’den itibaren Zoom aracılıyla bağlanabilirsiniz.
• LINK: https://us02web.zoom.us/j/83842426281

PROGRAM 19:00’DA BAŞLAYACAKTIR.

19 Mayıs 2020 Salı akşamı hep birlikte 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’mızı büyük bir çoşkuyla hep birlikte kutlamaya davet ediyoruz.

Saygılarımızla,
İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği Yönetim Kurulu