Ahmet Kılıçaslan Aytar: LİBYA TUZAĞI

LİBYA TUZAĞI
Libya’da son bir hafta!
9 Mayıs’ta Libya Ulusal Ordusu lideri Haftar, Trablus’ ta Mitiga havalimanına ve sivil alt yapıya 100 den fazla füze fırlattı.
Türkiye Dışişleri, BM’in bu saldırıları görmezden gelmesini kabul edilmez olduğunu,
Ramazan ve COVID-19 salgını sırasında BM’nin kolektif sorumluluğunu yerine getirmemekle suçladı.

*
Haftar’ın amacının, Türk Büyükelçiliğine saldırılarını yoğunlaştırmak olduğunu,
Bu tür olayların tekrarlanması durumunda misilleme yapılacağını duyurdu.
Ulusal Ordu’dan Tümgeneral el Mismari ise Haftar ordusunun uluslararası sözleşmelere bağlılığına işaretle,
Diplomatik misyonların değil sadece teröristlerin bombalandığını söyledi…
BM gelişmeleri geçiştirdi…

*
Geçen hafta  Suudi Arabistan, Türkiye ve İsrail arasında,
Doğu Akdeniz’deki deniz sınırları ve münhasır ekonomik bölgeler konusunda gizli müzakereler yapıldığını iddia etti.
Ama iddia edilen Türkiye ile İsrail arasında herhangi bir anlaşmanın,
Kıbrıs’ın deniz sınırları ve münhasır ekonomik bölgeleri üzerinde olumsuz bir etkisi olacağı,
Özellikle petrol ve gaz aramalarında Kıbrıs ve İsrail’in mevcut antlaşmalarıyla çelişeceği açıktır.

*
11 Mayıs’ta Kıbrıs, Mısır, Fransa, Yunanistan ve BAE;
Türkiye’nin Kıbrıs sularında doğal gaz kaynakları arayışında,
” Yasadışı faaliyetlerini” ve “yayılmacılığını” eleştiren ortak bir bildiri yayınladılar.
İsrail bu açıklamaya katılmadı.
Gündemi Türkiye’nin siyasi iradesi çürütülüyor mu sorusu oluşturdu.

*
İki hafta önce, 27 Nisan’da Libya Tobruk merkezli hükümetin Ulusal Ordu’su lideri Halife Hafter,
BM arabuluculuğunda yapılan Suheyrat Anlaşması’nı reddetti.
Kendisini ülkenin lideri ilan etti.

*
2015’te Fas Suheyrat kentinde yapılan anlaşmaya göre;
Libya’da geçiş sürecini yönetmeye,
F.al-Sarraj’ın liderliğinde Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti görevlendirildi.
Ancak Hafter ve siyasi müttefikleri  Ulusal Mutabakat Hükümetinin Müslüman Kardeşlerle yürüttüğü ilişkilerden rahatsızdı.
Laik Libya istemiyle sahadaki girişimleriyle bu anlaşmanın yürürlüğe girmesini engellemeye başladılar…

*
Atatürk Türkiye’sinin reddedicisi Erdoğan,
Bugün Cihad ideolojisine meşruiyet ve tüm Sünni Arap’a hakim olma hedefinde,
Suriye’den sonra Libya’da da savaşıyor.
Söylemesi dahi üzüntü veriyor!
27 Kasım’da Türkiye, Müslüman Kardeşler ve Katar’ın yararına Libya’nın petrolü ve gazı için belirleyici savaşı başlattı.
Türk Silahlı Kuvvetleri Libya’dadır!
Müslüman Kardeşler milisleri ve  Uluslararası Hukuk’a aykırı olarak Suriyeli, Sudanlı çoğu cocuk yaşta terörist milisle birlikte F.al-Sarraj hükümetinin vekil gücüdür.
Halbuki Türkiye’nin bu riskli yatırımı; Küresel Sistem’in  ” Terörle Mücadele ” başlığında  önemli bir siyasi gerçeğini oluşturuyor…

*
Halife Hafter’in Suheyrat Anlaşması’nı reddetmesi,
Önce Tobruk parlamentosu başkanı Akile Saleh’in  girişimlerinin yükselen pozisyonundan kaynaklanıyor gibi göründü.
Hafter, Trablus’ta bir dizi yenilgi almış ve  destek kaybetmişti.
Rusya, Hafter’in konuyu askeri olarak çözemediğine,
Ocak’ta Berlin Konferansı’nda başlatılan barış sürecinin önünde durduğuna inanmaya başladı.
Tobruk’ta  Temsilciler Meclisi başkanı Akile Saleh ve Geçici Hükümet Başkanı Abdullah es-Sinni ile görüştü.
Onları yavaş yavaş Ulusal Mutabakat Hükümeti ile diyalogda öne çıkmaya teşvik etti.
Senaryo açıkça Hafter için kabul edilemezdi, o yüzden kendini Libya’nın hükümdarı olarak ilan etti…

*
Ve F.al-Sarraj’ın liderliğinde Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti,
Hafter ile diyalog kurmayı reddetti.

*
Nisan sonunda meclise sunulan Tobruk Hükümeti’nin siyasi yol haritası,
Libya’daki parlamenterler ile çalışan Rus uzmanlar tarafından hazırlanmıştı.
Akile Saleh’in yol haritasının hazırlanmasında Rus rolünü kabul etmesi,
Hafter’in 27 Nisan’da  ordu adına hareket eden iktidarı ele geçirdiği açıklamasından sonra geldi.

*
28 Nisan’da  Rusya Dışişleri Bakanı S. Lavrov,
Hafter’in aksine Libya Barış sürecine ivme kazandırmak için,
Libya’nın üç kilit bölgesini eşit olarak temsil edecek ortak hükümet organlarının kurulmasını amaçlayan,
Bir ulusal diyalog çağrısında bulunulduğunu söyledi.
Dış aktörlerden  bu yaklaşımı her şekilde desteklemelerini istedi.

*
Ancak “Hafter ile konuşmayı reddeden Sarraj’ı onaylamadık.
Hafter’in artık Libya halkının nasıl yaşayacağına tek başına karar vereceği açıklamasını da onaylamıyoruz.
Her iki şekilde  kalıcı bir uzlaşmaya elverişli değildir” açıklaması yaptı.
Eh işte, Rusya kendini Libya’da barış için çaba göstermiş saydı.

*
25 Nisan’da Fransa, Almanya ve İtalya dışişleri bakanları Libya’da acilen insancıl ateşkes sağlanması için çağrıda bulundu
7 Mayıs’ta ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü C. Robinson,
Moskova’nın Hafter’e verdiği desteğin “çatışmanın önemli ölçüde artmasına ve Libya’daki insani durumun kötüleşmesine” yol açtığını söyledi.

*
Halbuki Libya’da iç savaşta yer alan bir grup ülke,
19 Ocak’ta Berlin’de bir toplantıda BM silah ambargosunu desteklemek,
Ülkenin ihtilafında uluslararası karışıklığı durdurmak için anlaşmıştı.

*
Almanya, Libya’nın  “yeni Suriye” olmasını önlemek için çatışmayı sona erdirmenin bir yolunu bulmak istiyordu.
Çünkü Libya’nın Avrupa kıyılarında göç etmek için önemli bir geçiş ülkesi olması,
Almanya’yı Libya’yı istikrara kavuşturmaya ilgi duymasına neden oluyordu..
Berlin toplantısında Türkiye, Rusya, BAE, Mısır, Cezayir, İtalya, Fransa, İngiltere, ABD ve Çin temsilcileri de yer aldı.

*
Şubat 2011’de BM Güvenlik Konseyi, Libya’ya ve Libya’dan silah ve askeri teçhizat tedarikine dair silah ambargosu koymuştu.
Yaptırımlar hükümet karşıtı protestocuların insan haklarına yönelik sistematik ihlalleri nedeniyle Muammer Kaddafi  rejimini hedef alıyordu.
Yaptırımlar rejimi o zamandan bu yana üç kez değiştirildi.
Son olarak Temmuz 2016’da ülkelere; silah ambargosunu ihlal ettiğine inanılan Libya açık denizindeki gemileri denetleme yetkisi verildi.

*
Ancak baştan itibaren,
Silah ambargosu ihlallerinde görevlendirilen küresel bir uygulayıcının uzun süre devam etmemesi  zorluk oluşturdu.
Silah ambargosu ihlalleri farklı yönlerden geldi.
Yerel vekilleri adına müdahale eden devletler,
Ardından milisler ve kaçakçılar gibi devlet dışı gruplar,
Yasadışı silah ithal etmek ve satmak için resmi ambargoları deldiler.
Üstelik bu milislerin uluslararası ceza uyarıları ile caydırılması olası değildir…

*
Berlin Konferansına katılanlar da,
Çatışmaların önlenmesi için BM’nin uyguladığı silah ambargosunun delinmemesi gerektiğine vurgu yaptılar.
Berlin’de silah ambargosunun uygulanmasına yönelik vurgu,
Son yıllarda çoklu hava saldırısı kampanyalarının hedefi olan yerel nüfusun acılarını hafifletmek,
Dış müdahalenin sona erdirilmesi için çok  önemliydi.
Ama Berlin Konferansı katılımcıları “dostlar alış verişte görsün” edasındaydılar.

*
Nitekim Libya’da hâlâ Haftar’ın kuvvetleri, Rusya’nın dünya çapında gizli savaşlar yapan Wagner paralı askerlerinin silahlarından,
Sarraj’ı  destekleyen farklı silahlı gruplar ise Türkiye’nin verdiği silahlardan yararlanıyor.

*
Halbuki Berlin konferansındaki ülkeler, şöyle bir taahhüdü vurgulama ve kabul etme hakkına sahipti!
Silahlı çatışma veya Libya’nın içişlerine karışmaktan kaçınmak için;
Tüm uluslararası aktörler teşvik edilmeli,
Silah ambargosunun  uygulanmasından sorumlu tutulmalıydılar.

*
Tarafsız, uluslararası bir uygulama gücünün olmaması Libya İç Savaşı’nı karmaşık hale getiriyor.
Çünkü cihad  terörüyle  mücadele hâlâ  önemli bir küresel  siyasi gerçeği oluşturuyor…

15. 5. 2020

Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilicaslanaytar@gmail.com

Türker Ertürk; İSYAN MUHTIRASI

İSYAN MUHTIRASI

 

Strateji; bir devletin ulusal hedef ve amaçlarına ulaşmak için tüm ulusal güç unsurlarını organize eden ve ana hedeflere yönelten uzun soluklu yolun adıdır. Taktik ise stratejik hedeflere ulaşmak maksadıyla belirlenen alt hedefleri ele geçirmenin yoludur. Strateji ile taktik arasında fark değil, uyum aranır. Stratejik hatalar, taktik başarılarla giderilemezler. Daha da açık söylemek gerekirse; yanlış stratejiler, en yaratıcı ve en doğru gözüken taktiklerle bile asla ve kat’a düzeltilemezler.

 

Halen ülkemizi yöneten iktidar, kurucu ideolojimiz, Cumhuriyetimizin ilkeleri ve çağdaş uygarlık değerleri ile taban tabana zıt olan stratejisiyle Türkiye’yi felakete doğru istikrarlı bir biçimde sürüklemektedir. Ana hatlarıyla çağdışı “Siyasal İslamcı” ideoloji ve “Yeni Osmanlı” hayali ile şekillendirilen bu strateji nedeniyle Türkiye; ekonomisi iflas etmiş, hazinesi sıfırı tüketmiş, Ortadoğu bataklığına iliklerine kadar batmış, bölgesinde ve dünyada ötekileşmiş, Cumhuriyet tarihinde ilk defa demokrasiden çıkarılarak otokrasi sınıflandırılmasına sokulmuş, basın özgürlüğü ve insan hak ve hürriyetleri konusunda yapılan dünya sıralamasında Afrika cumhuriyetlerinden bile daha geriye düşmüştür.

 

Yanlış Stratejinin Suriye’deki Sonuçları

 

Bu yanlış strateji nedeniyle Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) eş başkanlık yapılmış, Suriye’de emperyalizmin vekâlet savaşına balıklama dalınmış ve ateşine odun taşınmış, ileride başımıza daha da büyük problem açacak olan 4 milyon Suriyeli ülkemize doluşmuş, güneyimizden PKK terör örgütünün uzantısı PYD tarafından kuşatılmamıza neden olunmuş, çok sayıda şehitler verilmiş ve milyarlarca dolar ekonomik kayba uğranmıştır.

 

Sadece güneyimizden kuşatılmışlığımıza son vermek için “Fırat Kalkanı”, “Zeytin Dalı” ve “Barış Pınarı” harekâtlarını denedik. Yani yanlış stratejinin yarattığı sorunları çözmek için üç taktik girişim yaptık ve ilk ikisinde askeri olarak çok başarılı olmamıza rağmen sorunu yine çözemedik. Çözebilmemize de imkân yok. Çünkü strateji hatalı!

 

Ne İşimiz Var Libya’da?

 

Bu yanlış strateji nedeniyle 15 Temmuz Darbe Girişimi oldu, Mısır’la papaz olduk, iç barışımız tarihimizde olmadığı kadar hassas durumda, Katar hariç tüm Arap ülkeleri ile kavgalı hale geldik, Doğu Akdeniz çanağında yer olan bütün ülkelerle problemimiz oluştu ve hepsi bize karşı birleşti. Libya’da taraf olduk ve savaşıyoruz. Antisemitizm içeren söylemler, İhvan seviciliği, Hamas aşkı ve diğer radikal İslami örgütlerle samimi ilişkiler; bu yanlış stratejinin ürünüdür. Bu yanlış strateji nedeniyle sadece Avrupa’da yaşayan Türk diasporasını bölüp parçalamadık. Aynı zamanda Bulgaristan’da yaşayan Türkleri de böldük. Bu yüzden ilk defa Türkler Bulgaristan’da üçüncü parti ve koalisyon ortağı olma şansını yitirdiler.

 

Ne işimiz var bizim Libya’da? Niçin Libya’da taraf olduk? Türkiye taraf değil, arabulucu olmalıydı. Bugün dünyada bu rolü Libya’da oynayabilecek en iyi durumdaki ülke; tarihi geçmişi nedeniyle Türkiye idi. Ama iktidar, çağdışı “Siyasal İslamcı” ideolojisinden kaynaklanan yanlış stratejisi nedeniyle Libya’nın sadece yüzde 6’sına egemen Trablus merkezli İhvan’a destek verdi ve vermeye de devam ediyor.  Bugün Libya’nın geleceği için iki seçenek var. Birincisi; Libya’nın fiili olarak yüzde 94’üne egemen olan Hafter’in Trablus’u da alarak ülkenin tamamına egemen olması. İkinci seçenek ise; ülkenin bölünmesi! Trablus’un ülkenin tamamına egemen olmasına imkân ve ihtimal yok. Ancak durumunu koruyarak ülkenin bölünmesine neden olabilir.

 

Libya’nın Bölünmesini mi İstiyoruz?

 

İktidar Suriye’de, Mısır’da ve Sudan’da İhvan’ı destekledi ama bu üç ülkede de İhvan kaybetti! Şimdi tüm gücüyle Libya’da İhvan’a destek veriyor. İhvan Libya’da da kazanamaz. Ancak Türkiye’nin yardımıyla direnerek Libya’yı böler. Türkiye olarak biz Libya’nın bölünmesini mi istiyoruz?

 

İktidar, geçen yıl Libya’nın coğrafi olarak sadece yüzde 6’sını kontrol eden Trablus yönetimiyle Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırlandırma anlaşması yaptı. Bu girişim prensipte doğruydu ama geç kalınmıştı, eksikti ve iç savaşı Trablus yönetiminin kazanacağı varsayımı üzerine kurulmuş ve kumar oynanmıştı.

 

Libya’da Gelişime Gebe Olan İki Olasılık Var

 

Evet, geç kalınmıştı. Çünkü iktidar, tüm uyarılara rağmen 2003’den bu yana bölge ülkeleri MEB’lerini ilan ederken ve komşuları ile sınırlandırma anlaşması yapıyorlarken, 16 yıl parmağını bile oynatmadı. Hatta oynatılsın diyenlere de cemaatle birlikte operasyon yaptı.

 

Evet, Trablus yönetimi ile yapılan MEB anlaşması girişimi eksikti; çünkü diğer bölge ülkeleri ile böyle anlaşmalar yapmadan sadece Libya’nın küçük bir bölümü ile yapmış olmak, sorunu çözmüyordu. Libya’da arabuluculuk yapmayarak, iç savaşta taraf olarak ve azdırarak bu ülkenin tekil yapısından yana tavır koymadığımıza ve destek verdiğimiz Trablus yönetiminin ise halen süren savaşı kazanmasına imkân olmadığına göre, Libya için karşımızda gelişime gebe iki olasılık kalıyor. Birincisi; Hafter kazanırsa, biz kaybedeceğiz ve yaptığımız anlaşmayı çöpe atacak. İkinci olasılığın gerçekleşmesi durumunda ise Libya bölünecek ama MEB paylaşımına esas olan sahil şeridi Tobruk yönetiminde kalacağı için bizim anlaşma kadük olacak.

 

Aldatıcı Taktik Girişim

 

İktidarın Trablus yönetimi ile yaptığı MEB anlaşması; esasında Libya iç savaşına taraf olarak müdahil olmamızı Türkiye’de halka milli bir olay olarak satma girişimiydi. Yani Türkiye açısından sonuç alıcı değil, Türkiye’deki kitleleri kandırmak için aldatıcı bir taktik girişimdi.

 

Bugün geldiğimiz yer itibarıyla, ne yazık ki iktidarın çağdışı ideolojisinden kaynaklanan ve halen sürdürdüğü bu stratejisi; Türkiye’nin güvenliği, bekası, iç barışı ve çıkarları için en büyük tehdittir. “Bizim aile 50 kişi götürür! Listemiz hazır” ve “Biz bir daha sokağa çıkarsak kimleri toplayacağız? Listelerden haberiniz var mı? Ailenizi nasıl koruyacaksınız?” sözlerini bir iki meczubun işi gibi görmek ve savcıları göreve çağırmak; olsa olsa tehlikeyi görememenin veya hafife almanın ifadesi olabilir. Hele hele bu resmi yok sayıp iktidarın kitleleri kandırmaya ve felaket sürecini saklamaya yönelik taktik girişimlerinin peşine düşmek ve reklamını yapmak; iktidara koruma desteği vermek ve halkı kandırmasında kolaylaştırıcı görevi icra etmektir.

 

Eksen Kayması

 

Hiçbir ilkesi ve değeri olmayan, devlet gücünü elinde tutan, makam ve rant dağıtma imkanı olan bir odağa karşı demokratik bir mücadele vermek gerçekten zor iştir, özellikle de uzun soluklu olarak. Zaman uzadıkça, beklentiler karşılanamayınca;  savrulmalar, eksen kaymaları ve mücadele edenlerin birbirine düşmesi görülür, görülüyor da zaten. İstanbul Barosu Başkanı Mehmet Durakoğlu; “Metin Feyzioğlu’nda ciddi bir eksen kayması var” diyor. Görüyorum ki; Türkiye’nin felakete sürükleniş resmine gözlerini kapatarak, iktidarın aldatıcı taktik girişimlerinin peşinde koşmaya çalışan ve iktidardan görev beklentisi içinde eksen kayması sendromu gösteren başkaları da var! Hem de geçmişte bedel ödemelerine ve mücadele vermelerine rağmen. Bir an önce vazgeçmeliler, bu çok yanlış olur! Tarihimizde ve özellikle Kurtuluş Savaşı ve Aydınlanma Devrimleri sırasında yaşadığımız örnekler var! Bunlardan ibret alınmalı!

 

Mustafa Kemal, 20 Eylül 1917’de Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) devam ederken, 7. Ordu Komutanı olarak Halep’ten İstanbul’a askeri ve siyasi bir rapor gönderir. 36 yaşındaki genç bir Mirliva (Tuğgeneral), Osmanlı Devletini yöneten en üst düzey iki yetkili olan Sadrazam Talat Paşa ile Harbiye Nazırı ve Başkomutan Enver Paşa’ya bir anlamda isyan muhtırası göndermiştir.

 

Atatürk Rozeti Takmakla Olmuyor

 

1919’dan önce olması nedeniyle, Nutuk’tan daha iddialı bir belgedir. Bu muhtırada Mustafa Kemal; Nutuk’ta olduğu gibi iktidardaki bir lider olarak değil, bir siyasi muhalif olarak duruşunu, bakışını, değerlendirmesini, söylemini ve isyanını ortaya koymuştur.  Mustafa Kemal bizzat kaleme aldığı muhtırada “…en büyük tehlike; her taraftan çürüyen muazzam saltanat binasının bir gün, birden bire ve hep birden içinden çökmesi ihtimalidir” durum tespitini yapmış ve  “…göz göre göre felakete sürüklenirken susamazdım!” demiştir.

 

Mustafa Kemal’in bu isyanı, kendisini Divan-ı Harbe (Savaş Mahkemesi) hatta idama kadar götürebilecek çok riskli ve cüretkâr bir harekettir. Ancak Mustafa Kemal, ölüm tehdidi karşısında susacak ve fikirlerini gizleyecek bir kişilik değildir.

 

“Atatürkçüyüm” demekle ve Atatürk rozeti takmakla olmuyor. Bugün tüm yurtseverlere düşen görev; ülkemiz felakete hızla sürüklenirken susmamak, savrulmamak, eksen kaymasına uğramamak ve bu mücadeleyi kişisel bir beklenti uğruna yapmamaktır.

 

Kerem Çalışkan’ın Remzi Kitabevi tarafından yayınlanmış olan “Mustafa Kemal’in İsyan Muhtırası” adlı kitabını okumanızı özellikle tavsiye ediyorum.

 

Türker Ertürk; DOST ATEŞİ VE KOZMİK ODA

DOST ATEŞİ: KOCATEPE VE KOZMİK ODA

 

Geçtiğimiz son iki cumartesi akşamı yayınlanan Halk TV’de Hulki Cevizoğlu’nun sunduğu Ceviz Kabuğu programında özellikle “Kocatepe’nin Batırılışı” ve “Kozmik Oda” konularında konuşulanlarla ilgili çok fazla sayıda insan beni aradı. Genel olarak; konuşulanların bir bölümünün doğru olmadığını, gerçeklik bağının zayıf olduğunu, üzüldüklerini, kızdıklarını ve içlerine sindiremediklerini söylediler. Arayanlar içinde 7. Deniz Kuvvetleri Komutanı Şehit Kemal Kayacan’ın kızı Fatoş Kayacan Hataylı da vardı ve babası Kayacan’ın programda başarısız gösterildiğini ve küçük düşürüldüğünü söyleyerek üzüntülerini ifade etti.

 

Esasında her iki programı da izleme şansını elde edememiştim. Geçtiğimiz Salı günü (5 Mayıs 2020), Zanka TV’de Ferit Atay’ın sunduğu “Sorguluyorum” programında “Kozmik Oda” konusu sorulduğunda özetle; “Kozmik Oda’ya girilmesine müsaade etmek büyük hataydı, ben Genelkurmay Başkanı olsaydım asla izin vermezdim” dedim. İlaveten; “Kozmik Oda’ya girilmesi ile isimleri deşifre edilen 848 kişinin öldürüldüğü iddialarının da inandırıcı olmadığını” ifade etmiştim. Hulki Cevizoğlu da geçtiğimiz cumartesi Halk TV’deki programı sırasında benim Zanka TV’de “Kozmik Oda” konusunda bu söylemlerimi eleştirmiş. Hulki Cevizoğlu’nun canı sağ olsun. Eleştiri demokratik bir haktır, gazeteci için ise bir görevdir.

 

ABD Başkanı Lyndon Johnson 

 

Bugün size bu köşede; 1974 Barış Harekâtı sırasında batırılan Kocatepe Savaş Gemimiz ile Kozmik Oda konusunun arka planını ve ne olup, ne olmadığını anlatmaya çalışacağım. Ama öncelikle rahmetli 7. Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan’dan bahsederek başlamak istiyorum. Kendisi Türk Deniz Kuvvetleri’nin efsane komutanlarından biri olarak bilinir ve öyledir de… Kıbrıs Barış Harekâtının zaferle sonuçlandırılmasının arkasındaki bir numaralı isimdir. Onu bir numaraya taşıyan sadece 1974 Barış Harekâtı sırasında yaptıkları değil, öncesinde yaptıklarıdır da aynı zamanda.

 

ABD Başkanı Lyndon Johnson tarafından, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı İsmet İnönü’ye, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini önlemek maksadıyla 5 Haziran 1964 tarihli bir mektup gönderilir. İnönü’ye gönderilen mektubun içeriğinde; Türkiye’nin NATO üyesi olan Yunanistan ile arasındaki gerilimin artması halinde, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik bir işgali karşısında NATO’nun bu işgale duyarsız kalabileceği ve Kıbrıs’a yapılacak müdahalede ABD silahlarının kullanılamayacağı belirtiliyordu. Yani Kıbrıs’a müdahale etmememiz için tehdit ediliyorduk. Ama Türkiye’yi Kıbrıs’a müdahaleden gerçekte alıkoyan durum tehditten ziyade, çıkarma yapacak harp silah ve araçlarımızın olmamasıydı. Çıkarma gemimiz ve çıkarma için özel olarak yetiştirilmiş birliklerimiz bile yoktu!

 

Şehit Komutan Kemal Kayacan

 

1964’de yaşanan ve biraz da gururumuzu kıran bu gelişmeler bize ders oldu. Kıbrıs Rum’unun ve Yunanistan’ın Enosis (Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi) idealinden vazgeçmeyeceğinin ve yine Kıbrıs’a müdahale etmek zorunda kalacağımızın bilinciyle hazırlıklara başladık. Çıkarma gemileri bu dönemde yapıldı. Berk Savaş Gemisi’nin inşasına 1967’de başlandı ve ardından Peyk Savaş Gemisi geldi. Berk, 1972 yılında hizmete girdi ve diğer yaptığımız çıkarma gemileri ile birlikte Barış Harekâtına katıldı. Peyk ise 1975’de hizmete girdi. Bugün MİLGEM’i yapabiliyorsak bilinmeli ki bu milli projenin temelleri o zaman atıldı. Emeklemeden, yürüme olmuyor!

 

Çıkarmayı yapacak olan Deniz Piyadeyi 1968’de Donanma Komutanı Kemal Kayacan, Gölcük’te tersanenin barakalarında kurdu. Eğitimleri ile bizzat ilgilendi ve her şeyini tedarik etti. 1974’de zaferi getirecek olan özel birliği o kurdu, o yetiştirdi. Daha sonra ikinci taburu kurdu ve her iki tabur da Mersin’e intikal ettirildi. 20 Temmuz 1974 sabahı, başlarında Dz. P. Yb. Neşet İkiz olduğu halde iki deniz piyade taburu “Allah Allah” sesleri ile harekâta başladı. Görevleri sadece kıyı başını tutmak ve arkadan gelecek olan kara birliklerinin üzerinden aşmasını beklemekti. Bir çıkarma harekâtında başarının yüzde 90’u sıfırdan kıyıya çıkabilmek ve kesif düşman ateşi karşısında kıyıda arkadan gelecek birlikler için tutunabilmektir. Ama arkadan gelecek birlikler gecikti. Çünkü başlarındaki Alay Komutanı Alb. Karaoğlanoğlu şehit edilmişti. Deniz Piyadeye, planda olmamasına rağmen emir verildi ve derinlikteki hedeflere Beşparmak Dağları eteklerine kadar sürecek harekât başarı ile icra edildi. O büyük kahramanları saygıyla selamlıyorum.

 

Kıbrıs Barış Harekâtının zaferle sonuçlandırılmasında tüm kuvvetlerin ve en kıdemsiz erinden en büyük komutanına kadar herkesin büyük katkısı var. Harekâtın çıkarma harekâtı olması nedeniyle “aslan payı Deniz Piyadenin ve sahile kapak atan çıkarma gemilerinin” dersek, yanlış olmaz. Bunun arkasında da zamanında gösterdiği vizyonla hiç şüphesiz Kemal Kayacan vardı. Kayacan emekli olduktan sonra, 1977-1980 tarihleri arasında CHP Ankara Milletvekili olarak da hizmet verdi ve 19 Temmuz 1992’de Göztepe-İstanbul’daki evinde teröristler tarafından şehit edildi.

 

Teknoloji, İki Ucu Keskin Kılıç Gibidir

 

Savaşta her türlü silahla yapılan ateşin amacı; düşman hedeflerine yönelmek ve onları etkisiz hale getirmektir. Niyet düşman olmasına rağmen, savaşlarda çeşitli nedenlerle donanmalar, ordular ve hava unsurları kendi silahları ile kendine zarar verebilirler. Kendi kuvvetleriniz tarafından düşman olduğu zannıyla açılan ateşe dost ateşi (friendly fire) diyoruz. Dost ateşlerinin planlama hatası, koordinasyon eksikliği, teknolojik yetersizlik, meteorolojik şartlar ve yanlış istihbarat gibi uzayıp giden birçok nedeni vardır.

 

Eğer dost ateşinden dolayı canınızın yanmasını istemiyorsanız, 3 önemli konuya yatırım yapmanız gerekecektir. Bunlar; eğitim, taktik ve teknolojidir. Fakat teknolojinin “İki ucu keskin kılıç” gibi olduğu unutulmamalıdır. Teknoloji arttıkça dost ateşine maruz kalma şansınız artar ama bunu engellemenin yolu da yine teknolojidir. Sonunda ne yaparsanız yapın, savaşın doğası gereği böyle şeyler olur ve yakın tarihte bile birçok örneği vardır.

İkinci Dünya Savaşı’nın (1939-1945) hemen başında, İngiliz denizaltısı Triton, diğer bir İngiliz denizaltısı olan Oxley’ı batırıyor. Yine İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikan uçak gemisinden kalkan uçaklar, kalktığı gemiyi bombalıyor. Birinci ve İkinci Körfez Savaşı’nda ve Afganistan’da ABD, İngiliz ve koalisyon kuvvetlerinin dost ateşi nedeniyle verdiği can kayıpları gerçekten çok ciddi boyutta! Bu örnekler, dost ateşi ile dünya harp tarihinde verilen kayıpların sadece bazılarıdır. Daha bu sabah (11 Mayıs 2020) hem de savaşta bile değil tatbikat sırasında, İran Donanması’nın Jamaran isimli firkateyninden atılan C-802 tipi güdümlü mermi, Konarak isimli kendi destek gemilerini vurdu. 19 ölü, 15 yaralı var!

 

Odaklanmamız Gereken Başka Konular Olmalı

 

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında Kocatepe Savaş Gemimizi kaybedişimizi ve 54 deniz şehidimizi dost ateşine verdiğimiz kurbanlar olarak hala yüreklerimizde hissediyor, anıyor ve acısını çekiyoruz. Gemimizi ve şehitlerimizi dost ateşi nedeniyle kurban vermemizin koordinasyon dahil birçok nedeni var. Tek bir nedene bağlı değil. Burada bunları sıralamak yararsız ve enerji tüketici olduğu kadar, yurtseverleri karşı karşıya getirici tartışmaları tetiklemekten başka hiçbir işe yaramaz.

 

Bu konu Türk Silahlı Kuvvetleri’nde tartışıldı, dersler çıkarıldı ve tedbirler alındı. Ama bu demek değildir ki bir daha asla ve kat’a dost ateşinden dolayı harp silah, araç ve gereç kayıpları olmaz veya şehitler verilmez. Savaşın ne yazık ki doğası budur!

 

Kocatepe de dâhil bu konular tabii ki her zaman konuşulabilir, buna bir engel yok. Ama ekonomimiz tam anlamıyla iflas etmişken, ülkemiz koşar adım felakete gidiyorken, iktidar bu gerçekleri ele geçirdiği medyanın yüzde 90’ı ile halktan saklarken, Halk TV’nin de içinde olduğu yüzde 10 civarındaki olan medyanın konuştuğu ve tartıştığı konular sanki bu olmamalıydı gibi geliyor, ne dersiniz?

 

Kötü Niyetli Dost Ateşi

 

Dost ateşinin en önemli kriteri iyi niyetli olmasıdır. Yani düşmana ateş ettiğini sanmak ama gerçekte dost kuvvetlere ateş etmiş olmaktır. Bir de kötü niyetli dost ateşi vardır. Yani dost olduğunu bile bile düşman muamelesi yapmak ve kasti ateş etmektir. Örneğin; Ergenekon ve Balyoz tipi kumpaslar kötü niyetli dost ateşiydi ve arkasında FETÖ ile AKP İktidarı vardı. Bu ateşin gerek Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, gerekse ülkemize verdiği zarar Kocatepe ile asla kıyas kabul etmez. Yüzde 10 oranında olan, ele geçirilememiş ama cezalarla “terbiye edilmeye çalışılan” medyada bunların konuşuluyor olması lazım gibi geliyor bize!

 

Geçmişte konuşmuş olmak yetmez. Bugün Ortadoğu bataklığına battıysak, ekonomik olarak iflas ettiysek, din istismarı tavan yapıyorsa, kadına şiddet vaka-ı adiyeden olmuşsa, anayasal hak ve özgürlükler çöp durumuna getirildiyse,  Cumhuriyet tarihinde ilk defa demokrasi sınıflandırılmasından çıkarılarak otokrasi ile yönetilen ülkeler sınıflandırmasına dahil edilmişsek; bunun nedeni Türkiye Cumhuriyeti’ne ve kurucu ideolojisine açılmış olan düşman niyetli dost ateşleridir. Bunları bıkmadan ve usanmadan geniş kitlelere anlatmak zorundayız.

 

Genelkurmay Başkanlığı Kozmik Odası; Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliği ve çıkarları ile ilgili “Çok Gizli” dereceli bilgilerin, evrakların, planların saklandığı yerdir. Girmeye yetkili şahıslar dışında bu odaya kimse giremez. Yetkili olanlar da kafasına göre girip çıkamaz. Girdiği zaman, içeride bulunduğu süre, hangi dokümanlar üzerinde ve hangi sayfalarında ne kadar süre ile çalıştığı bile kayıt altına alınır. Asla fotokopi, fotoğraf vs. çekilmez ve çektirilmez, hiçbir yolla kopyaları alınamaz. Gerçi bu kurallar, tüm ciddi ülkelerde böyledir.

 

Devletin Bir Kurumu Diğer Kurumuna Operasyon Yapmaz!

 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin namusu durumundaki Kozmik Oda’yı yetkisiz insanlara açtırarak; Türkiye’nin yaşamsal derecedeki en gizli bilgilerinin ortalığa saçılmasına, çarşı pazara düşmesine neden olmuştur. Bu durum ne Rusya’da ne Çin’de ne de bir NATO ülkesinde olabilirdi. Sanırım bu durum ancak kabile ülkelerinde olabilirdi!

 

Örneğin; ABD’de FBI (Federal Soruşturma Bürosu), NSA (Ulusal Güvenlik Ajansı) veya federal bir yargıç Pentagon’un (Savunma Bakanlığı) Kozmik Oda’sında arama yapamaz, buna müsaade edilmez. Böyle bir durum Almanya’da ve Fransa’da da olamaz. Devletin bir kurumu, diğer bir kurumuna operasyon yapmaz. Hele de o kurum ülkenin güvenliği ile ilgili en önemli kurumu ise!

 

Kozmik Oda’ya girilme isteği için somut delil ne? Neymiş? Bülent Arınç’a suikast planlanmış ve onun belgesi veya planı oradaymış! Böyle palavradan bir iddiaya kim inanır! Diyelim Arınç’a suikast planlanmış olsun, niçin Kozmik Oda’da belgesi veya planı olsun ki? Böyle bir garabet olabilir mi? İddia ciddi bulunursa; Genelkurmay Başkanı inceletir ve sonucu talep eden savcıya bildirir. Ama amaç başkaydı!

 

Zamanın Ruhu

 

Hiçbir olay, zamanın ruhundan koparılıp tek başına değerlendirilemez. Kozmik Oda’nın açılması talebi; Türk Yargısının tamamen FETÖ tarafından ele geçirildiği ve 5. Nesil Savaşın operasyon silahı haline geldiği dönemde yapılıyor. Amaç; Türk Silahlı Kuvvetleri’ni etkisiz hale getirerek Türkiye’de gerçekleştirilecek bir renkli devrim yoluyla rejim değişikliği yapmaktı. Karşılığında yapılması gereken; FETÖ’nün operasyon silahı haline gelmiş olan yargıyı yok saymak, Kozmik Oda’ya girişe hiçbir şekilde müsaade etmemek ve emrindekileri FETÖ operasyonlarına teslim etmemekti, vermemekti. Ne yazık ki İlker Başbuğ meseleyi anlamamıştı ve büyük resmi görememişti. Zamanın başbakanı Erdoğan da yargıyı yok sayarak Hakan Fidan’ı vermemiş, bilahare ona doğru gelen tehdidi savuşturmuş ve daha sonra yasal değişiklikler yapmıştı. Başbuğ’un bugün Kozmik Oda’yı açtırmasını savunuyor olması, meseleyi hala anlamadığının, büyük resmi hala göremediğinin çok açık delilidir.

 

Kozmik Oda’ya girilmesiyle isimleri deşifre edilen 848 kişinin öldürüldüğü iddiası da inandırıcı değil. Doğruysa, isim listesi nerede? Hadi diyelim ki “isim listesini gizli olduğu için açıklamayız” diyorsunuz. O halde Kozmik Oda’ya giren ve isimlerin deşifre edilmesine neden olan yargı mensupları için suç duyurusu yapın! Siz yapmadınız, yapamadınız ama siz kesin olarak bildiğinize göre, durumu Genelkurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı (MSB) da biliyor demektir. Bu durumu bildikleri halde suç duyurusu yapmıyorlarsa, bu hangi ağır suç kategorisine girer sizce? Umarım MSB ve/veya Genelkurmay Başkanlığı bu konuda bir açıklama yapar!

TÜRKER ERTÜRK

Ahmet Kılıçaslan Aytar; ŞİRKET DEVLETLERİNE DOĞRU

ŞİRKET DEVLETLERİNE DOĞRU
Ülkelerin bir numaralı önceliği, COVID-19 Halk Sağlığı krizini usulüne uygun çözmektir.
Ancak başka bir önemli sorun daha var.
Milyonlarca insan işini ve  yaşamsal tasarruflarını kaybetti.
Az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde  yoksulluk ve umutsuzluk hüküm sürüyor…

*
Herhangi bir ülkenin COVID-19 etkilerinden ekonomiye dönme yeteneğini,
1- Alınan tıbbî ve Halk Sağlığı önlemlerinin etkinliği,
2- Hükümetin ekonomik müdahalesinin doğası,
3- Hükümetin yukarıdaki eylemleri için kamu desteğini sürdürme becerisinin belirleyeceği bir dönem başlıyor.

*
“Eve Kapanma” hükümetlere,  küresel halk sağlığı krizini çözmenin tek yolu olarak sunuldu.
Hükümetler salgının  yıkıcı ekonomik ve sosyal etkilerine kayıtsız kaldı.
Koronavirüs güçlü mali çıkarlara ve yozlaşmış politikacılara;
Dünyayı kitlesel işsizlik, iflas ve aşırı yoksulluk sarmalına dönüştürmek için mükemmel bir bahane sundu!

*
Gerçek resim budur.
Dünya çapında evlere kapanıldı.
Zengin ülkelerde kıtlıklar oluştu, diğerlerinde yoksulluk patladı.
Her yerde milyonlarca insan umutsuzca aş ve iş bekliyor.

*
Mumbai’den İstanbul’a ya da New York’tan Milano’ya “Yoksulluk küreselleşti.”
Üretimler  durdu.
Asya ve Afrika’da açlık, ABD ve Avrupa’da kıtlık yaşanıyor.

*
COVID-19 salgını, korkuyu ve paniği;
Sofistike bir ekonomik manipülasyon süreci ile birleştiriyor…
Salgınla birlikte yoksulluk küreselleşirken,
IMF ve Dünya Bankası giderek daha geniş bir makro ekonomik gündemin parçası oluyor!

*
1970′ lerde petrol şokları yaşanırken ekonomilerin istikrarsızlığa düşmesini engellemek üzere,
1980 sonlarında “Washington Uzlaşması” yapıldı.
IMF ve Dünya Bankası; ön şart olarak yoksulluğun azaltılması için tasarladığı “Yapısal Uyum Programı”nı,
Afrika, Asya, Latin Amerika, Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinde uyguladı.
Bu ülkelerde ithalat serbestleşti: Finansal serbestlik sağlandı: Özelleştirmeler yapıldı: Kamu yatırımlarının azaltıldı.

*
Durmaksızın yapısal uyumun yoksulluğu azaltmada gerekli olduğu savunuldu.
1- Piyasa çarpıklıklarının azaltılması: Zenginlerin gelirlerinin düşmeye yoksulların gelirlerinin artmaya başlayacağı:
Sosyal yapıda uyum ve eşitliğin artacağı,
2- Yapısal uyumun  ekonomik büyümeyi arttırması halinde yoksullukla mücadelenin kolaylaşacağı savunuldu.

*
Yapısal uyum programları  uygulanan her ülkede sosyo-ekonomik yapıyı  etkiledi.
Dünya Bankası bir raporunda,
Mesela, Afrika ülkelerinin büyük bir kısmının, 40 yıl öncesine göre çok daha geride olduğu açıkladı.
Kıtadaki 48 ülkenin toplam yıllık geliri, bugün Belçika’nın yıllık gelirini ancak geçebiliyor!

*
Fakat yapısal uyum programları Dolar’ın hegemonyasını empoze etti.
Dolar cinsinden borcların artmasıyla birlikte, çoğu gelişmekte olan ülkede tüm ulusal para sistemi dolarlaştı.
Ağır kemer sıkma önlemleri gerçek ücretlerde çöküşe yol açtı.
Süpürücü özelleştirme programları uygulandı.
Alacaklılar adına uygulanan bu ölümcül ekonomik reformlar;
Ekonomik çöküşü, yoksulluk ve kitlesel işsizliği tetikledi…

*
Bugün yoksulluğu ve ekonomik çöküşü tetikleme mekanizması;
Farklıdır ve gittikçe karmaşıklaşıyor.
Şu anın Ekonomik Krizi,  COVID-19 salgınının mantığına bağlıdır:
IMF ve Dünya Bankası’nın ulusal hükümetlerle yapısal bir uyum kredisi üzerinde pazarlık yapmasının gereği dahi yoktur!

*
Çünkü COVID-19 salgınının yol açtığı şey;
Dünya ekonomisi yapısında “Küresel Uyum”u sarsmış olmasıdır.
Küresel Uyum bir anda düşmüş: Küresel çapta iflas: İşsizlik: Yoksulluk: Toplam umutsuzluk süreci tetiklenmiştir.

*
Ulusal hükümetlere  COVID-19 salgınından korunmanın tek çözümü olarak eve kapanma sunulmuş,
Kapanmanın yıkıcı ekonomik ve sosyal sonuçlarına bakılmaksızın politik bir fikir birliği haline gelmiştir.
Normalleşme sırasında da  ulusal hükümetlere uyum için,
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) yönergelerinin uygulanmasıyla yine baskı yapılacaktır.
Şimdi küresel çapta halkların  çöküşten kurtarılması söz konusudur.
Kapanmanın olası etkilerini yansıtmaya ya da analiz etmeye gerek yoktur.

*
ABD’de Wall Street, Big Pharma, Dünya Ekonomik Forumu ve Bill Gates Vakfı gibi,
Güçlü finansal kurumlar ve lobi grupları,
DSÖ’nün COVID-19 salgını ile ilgili ekonomik eylemlerini şekillendirmede yer alıyor!

*
Çünkü küresel anlamda mal ve hizmetlerin üretim ve tedarik hatları:
Yatırım faaliyetleri: ihracat ve ithalat: toptan ve perakende ticaret: tüketici harcamaları etkilenmiştir..
Buna karşılık, derhal toplu işsizlik küçük ve orta ölçekli işletmelerin iflası:
Satın alma gücünde çöküş: Yaygın yoksulluk ve  kıtlık oluşmuştur.

*
Böylece ekonomi, tarım ve imalat hizmetleri gibi tüm ekonomik faaliyet alanlarında,
Küçük ve orta ölçekli işletmeler istikrarsızlaşmış,
İşçilerin hakları ve işgücü piyasaları bozulmuş,
Dış borclar artmış,
AMA SONRAKİ ÖZELLEŞTİRMELER KOLAYLAŞMIŞTIR…

*
Yoksa, bu bir “Küresel Ayarlama” operasyonu muydu?
Ya da bütün bu sonuçlar bir “Küresel Ayarlama” operasyonuna mı dönüşecek?

*
Bu noktada “Küresel Ayarlama” nın ülkeler düzeyinde;
IMF ve Dünya Bankası’nın Yapısal Uyum programlarından,
Çok daha zararlı olduğunu söylemeye gerek yoktur…

*
Nitekim ülkeleri kurtarmak için IMF ve Dünya Bankası hazırdır.
IMF Başkanı K.Georgieva, ekonomik çöküşün nedenlerini ele almadan,
Dünya ekonomisinin durma noktasına geldiğini kabul ediyor!
“Halk Sağlığını korumak için DSÖ orada,  Dünya ekonomisinin sağlığını korumak için IMF buradadır ” diyor…

*
Peki ama K.Georgieva, dünya ekonomisini korumayı nasıl talep ediyor?
Ulusal ekonomiler pahasına mı?
Sihirli çözümü nedir?

*
Georgieva , “Genel kredi verme kapasitesini 1 trilyon dolara çıkarıyoruz”diyor.
İlk bakışta bu büyük cömertlik gibidir.
Ama hayali para denilen şey tam da  budur.
Ve bu “Size ödünç para vereceğiz ve ödünç verdiğimiz parayı bize geri ödeyeceksiniz” anlamına geliyor…

*
Sonra dolar cinsinden borc faiziyle birlikte kapitalizmin kasasına uçacaktır!
IMF açıktır; en fakir ve en savunmasız üyelerine borçlarını ödemesi için cömertçe borç sağlar.
“Düşük gelirli ülkeler ve gelişmekte olan orta gelirli ülkeler için,
Tam teşekküllü bir IMF programı gerektirmeyen,
Beherine 50 milyar dolara kadar borç verir.”
Paranın  nasıl harcandığına dair bir koşul yoktur.
Ancak bu para borç stokunu arttırır ve geri ödeme gerektirir
Ülkeler zaten cendere altındadır ve amaç alacaklıların taleplerine uymalarıdır…

*
Kapanma hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkeleri yoksullaştırıyor,
Ulusal ekonomileri tam anlamıyla yok ediyor.
Gelişmekte olan ülke hükümetlerinin IMF ve Dünya Bankası kurtarma operasyonuna karşı,
Sağlam bir duruş sergilemesi gerekiyor…

*
Peki bizi nasıl bir dünya bekliyor?
Şeytani bir “Yeni Dünya Düzeni” mi?

*
Zaten 2020’de yaşanan ekonomik krize ilave olarak,
Eşi benzeri görülmemiş bir mali kriz tüm seviyelerde ortaya çıkıyor.
Yüksek düzeyde işsizlik, gelişmiş ülkelerde vergi gelirlerinin durma noktasına gelmesi,
Son 2 ay boyunca, ulusal hükümetler giderek borçlanması…
Tüm hükümetler geri ödenemez borç altındadır.

*
Bu kriz sonunda devletlerin özelleştirilmesi hızlandıracaktır.
Giderek ulusal hükümetler “Büyük Paranın” kontrolü altında olacaktır.
Güçlü mali çıkarların gözetimi altında borçların toparlanması için,
Farklı ülkelerde hükümet düzeyinde tüm devlet yapısı fiili olarak özelleştirilecektir.
Sadece seçmenlerin çıkarlarına hizmet eden egemen hükümetler kurgusu korunacaktır.

*
İnsanlar vergilerini ödeyemiyor.
Kişisel borçlar çok yükselmiştir.
Birçok büyük şehir zaten iflasın eşiğindedir.
Bu yüzden özelleştirme için ilk aday belediyeler olacak,
Milyarderler belediye iştiraklerinden başlayarak bütün bir şehri satın almaya ikna edilecektir.

*
Zaten bir süredir ABD, önceliğini korumak,
Bir ülke veya ülke grubunun meydan okuyabileceği fikrinin aldatıcılığını göstermek durumundaydı.

*
Bu yüzden Ticaret Savaşları  ile küresel liberal ekonomiye yeni bir yön vermenin çabasını sürdürüyordu.
Ekonomik, politik, teknolojik ve askeri alan eğilimleriyle insani çabanın büyük ölçüde arttığı, mekanın devrildiği şu süreçte;
Kıyamet gibi dünya silah gücü karşısında “Güvenlik” konusunda yaşanan sorunları aşmak için;
Stratejik karar vermeyi  “Uzay’dan Alan Kontrolüne ” taşıyordu.

*
Şimdi  küresel neoliberal düzen küresel enformasyonel düzene çok daha kolayca dönüştürülecektir.

11. 5. 2020

ERDOĞAN VE ERNA SOLBERG
O bir reis ama bir başkan değil!
Televizyonda bile oynayamaz.
Başkanlık için gizlenmiş kötü özlemleri olan tehlikeli bir mazisever!
Halkının her gününün en iyi zamanını tekelleştiriyor, kendini tebrik ediyor ve yanlış bilgilendiriyor.
Bitmeyen performansları, COVID-19’un trajik arka planında sadece bir saçmalık…

*
Gerçek bir başkan olsaydı işler farklı olurdu.
Salgının geldiğini görebilirdik.
Yaşlıları hedef alamayacaktı.
Belki ölülerin çoğu hâlâ hayatta olabilirdi.

*
Diğer ülkelerin kayıtları bunu açıkça ortaya koyuyor.
Finlandiya, Güney Kore, Tayvan, Danimarka, Almanya, İzlanda, Yeni Zelanda ve Norveç!
Halklarını koruma konusunda övgüye değer başarı sağladılar…

*
Belki tesadüf ama  COVID-19’la mücadelede en başarılı ulusları kadınlar yönetiyor!
Tayvan’da Tsai Ing-wen, Danimarka’da Mette Frederiksen, Finlandiya’da Sanni Marin,
Almanya’da Angela Merkel, İzlanda’da Katrín Jakobsdottir, Yeni Zelanda’da Jacinda Ardern ve Norveç’te Erna Solberg!

*
Hepsi şefkatli, hepsi hazırlıklı ve açık, hepsi empatik iletişim kuruyor.
Bugün Norveç, Erna Solberg’i “Landetsmor- Ülkenin annesi” olarak selamlıyor..

*
Sanki böyle bir zamanda  koruyucu, yetenekli ve rahatlatıcı bir anneye özlem duyuluyor!
Ancak böyle bir spekülasyona başvurmak gerekmiyor.
Çünkü şanslı ülkeler onlarca yıl önce kadınları hükümete kabul ettikleri için adil ve öngörü sahibidirler…

*
Bu kritik dönemde anakronistik görünen şey;
Kendi kendini ağırlaştıran, sosyopatik erkek otokratların liderlik görevlerinde bulunmasıdır.
Türkiye’de Erdoğan, Brezilya’da Jair Bolsonaro, Belarus’ta Alexander Lukashenko,
Macaristan’da Viktor Orban, Rusya’da Vladimir Putin, ABD’de Donald Trump!

*
COVID-19 ile  karşı karşıya kalan bu güçlü erkeklerin hiçbirinin salgının gizemiyle ilgili bir bilgisi yoktu.
Zorbalık yapmayan, rüşvet vermeyen, sürülmeyen veya bombalamayan bir istilacı ile karşılaştılar.
Ve cehaletleri ve kibirlerini  insanlar ödedi…

*
Norveç, virüs geldiğinde iyi yönetilen bir hükümetin  neler yapabileceğini gösterdi.
Başarı ile başarısızlık arasındaki farkı;
Hazırlık, hızlı eylem ve salgının üstesinden gelmek için uygulanan tekniklerin belirlediğini ispat etti.

*
26 Şubat’ta Norveç Halk Sağlığı Enstitüsü ilk COVID-19 vakasını açıkladı.
Filyasyon ekipleri hemen virüsün ne kadar hızlı hareket ettiği izlenmeye aldı.

*
Otokrat erkek liderlerin ülkelerinden farklı olarak,
Norveç’te test uzmanları ve filyasyon ekipleri ilk andan itibaren iş başındaydı.
Sistematik olarak Norveç test talep eden herkesi test etti
Testi pozitif çıkanlarin tüm temasları izlendi ve onlarda testten geçti.

*
Dikkat çekici bir serilikte filyasyon ekipleri, virüsün rotasını izlemek için,
Anında test sonucunu veren bir araç kullandılar.
Vakalar bilinen temaslar olmadan çoğalmaya başladığında;
Filyasyon ekipleri virüsün farkında olmayan bir toplulukta otostop çekmeye başladığını,
Onu çevrelemenin ve kapatmanın hızlı olması gerektiğini biliyorlardı….

*
Norveç hükümeti salgına tepki olarak bulaşma merkezlerini yavaş yavaş kapattı.
Bildirilen ilk vakadan sadece iki hafta sonra 12 Mart’ta, Oslo ve ülkenin çoğu kapanmıştı.
O gün, COVID-19’un ilk Norveç kazası yaşlı bir adamın ölümü bildirildi.

*
Kapanışın yürürlüğe girmesinden beş hafta sonra,
Hükümet adım adım ilerleyerek kamu yaşamını tekrar açmaya başladı.
İlkokullar 20 Nisan’da açıldı…

*
Düne kadar Norveç, 195.192  test uyguladı.
8070 pozitif koranavirüs vakası kaydetti.
Diğer Avrupa ülkelerinden daha düşük, 218 kişi öldü.
Peki, Norveç’in bu başarısı nasıl açıklandı?

*
Uzmanlar, hükümetin erken ve derin hazırlıklarına işaret ediyor.
Ülkede ortaya çıkan ilk vakaya hemen yanıt verilmesi,
Bulaşıcılığın hızlı, sınırsız testine ve izlenmesine yanıt verilmesini sağladı.
Norveç’in sağlık sistemi tarafından desteklenen bu özenli çaba,
Devletin virüsün önüne geçmesini, hayat kurtarmasını ve salgını kısa sürede durdurmasını sağladı.

*
Ülkenin etkili refah sistemi, kapanış boyunca nüfusunu destekledi.
İşçiler 20 gün boyunca hükümetten tam ücret sonra maaşlarının yaklaşık yüzde 62’sini aldılar.
Karantina kaldırıldıkça fabrikalarda, mağazalarda ve işyerlerinde  işlerine dönecekler.
Hükümetin etkili ve iyi hedeflenmiş harcamaları sorunsuz geçişler sağlıyor.

*
COVID -19’un Norveç işgali, ulusal bir sorun ve küresel bir acil durumun parçası olarak görüldü.
Hiçbir zaman siyasallaştırılmadı.
Muhafazakâr başbakan Erna Solberg, sakin liderliği için muhalefet partilerinden bile yüksek notlar alıyor.
Çocuklar da onu seviyor.
Kriz sırasında, salgın hakkında gönderdikleri soruları cevaplamak için çocuklara ülke çapında iki basın konferansı verdi .
En başından beri onlara korkmanın iyi olduğunu söyledi.
Akıllı, çalışkan ve işbirlikçi bir lider olarak;
Çok partili bir parlamentonun korkutucu zamanlarda bile tüm insanlar için neler yapabileceğinin örneklerini verdi…

*
Norveç çok hızlı bir şekilde Avrupa’daki en düşük bulaşma oranına ulaştı.
Virüsle enfekte olmuş bir kişinin sadece bir tane daha enfekte edebileceği noktayı bastırmayı amaçladı ve başardı.

*
Türkiye’de ilk COVID-19 vakasının açıklandığı 11 Mart’tan 5 Nisan’a kadar geçen yaklaşık bir aylık sürede,
Erdoğan salgına karşı ekonominin işlerliğe,
Dolayısıyla kendi siyasi bekasına öncelik veren bir politika izledi.

*
Erdoğan’ın salgın karşısındaki tutumunun mükemmel bir örneği 3 ve 5 Nisan tarihlerinde yaşandı.
Reis 3 Nisan’da salgınla ilgili iki yeni önlem açıkladı.
İlki, İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana gibi metropollerin de bulunduğu 31 il, özel araçların giriş çıkışına kapatıldı.
İkincisi, daha önce 65 yaş üstündeki kişiler için getirilen sokağa çıkma yasağı 20 yaş ve altında olanlar için de uygulanmaya başlandı.

*
5 Nisan sabahı İçişleri Bakanlığı bir ek genelge yayınladı
20 yaş altındakilere getirilen sokağa çıkma yasağının gevşetildi.
Buna göre, 18-20 yaş arasında olup da kamuda, özel sektörde ve tarımda çalışanlar bu yasaktan muaf tutuldu.

*
İki gün içinde gerçekleşen bu gelgitler,
Reis’in COVID-19 krizini nasıl yönettiğini ana hatlarıyla teşhir eden bir örnek vakaydı.
Bu geri adım, hükümetin durumunun;
Geçinmek için her gün çalışmaya muhtaç olan 18-20 yaştaki gençlerin,
Bir süreliğine evde kalmalarının maddi maliyetini karşılamaya müsait olmadığını gösterdi.

*
Çünkü Erdoğan’ın, başlıca nedeni ekonomik kriz ve durgunluk olan seçmen memnuniyetsizliğini daha fazla artırmaya tahammülü yoktu.
İnsanlar evlerine kapatılarak açlığa mahkum edilirlerse,
İktidar partisi tabanında bunun doğuracağı öfke ve rahatsızlığın en hafif sonucu,
AKP içinden çıkan iki yeni muhalefet partisine yönelik teveccühün artması ve alternatif iktidar arayışları olacaktır…

*
Erdoğan ekonomi çarklarının ağır da olsa dönmesinin vazgeçilmezliği ile,
Salgına karşı etkili mücadelenin kısmi ve tedrici önlemlerle yürütülmesinin imkansızlığı arasında kaldı.
Bu ikircikli tutum Türkiye’nin salgına karşı gereken etkili önlemleri zamanında alamaması gibi son derece tehlikeli bir durum doğurdu.
Erdoğan’ın mesela, 3 Nisan’da ilan ettiği  sokağa çıkma yasağını 5 Nisan’da revize etmesi,
Bu krizi nasıl yönetemediği hakkında  yeterli ipuçlarını verdi.

*
Çünkü Erdoğan;
1- Sorumsuzluğun idaresinde bulunuyor.
2- Kriz yönetiminde siyasallaştırmadan medet umuyor.
3- Dünyadaki salgın durumunun Türkiye’dekine nazaran çok daha kötü olduğu söylemiyle savunma mekanizmasını işletiyor.
4- Şeffafsızlık politikası sayesinde, veri paylaşımının sınırlandırılarak salgının gerçek boyutlarının halktan gizliyor.
Böylece alınması gereken önlemler hususunda iktidar üzerinde oluşan kamuoyu baskısının sözde hafifletilmesini mümkün kılıyor!

*
Yahu Reis’in koca devleti, halkına maske dağıtmasını dahi başaramıyor…
Siyasete bilimden daha fazla inananlar, bilim olmadan kendilerine neyin çarptığını bile bilemeyecektir…

9. 5. 2020

Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilicaslanaytar@gmail.com

Türker Ertürk; İktidar Kumara Devam Etmek İçin Kredi Arıyor

İKTİDAR KUMARA DEVAM ETMEK İÇİN KREDİ ARIYOR

 

Ülkemizin ekonomisi denizcilerin deyişiyle, tam anlamıyla “dokuz oturak karaya oturmuş” ve iflas etmiştir. Zaten ekonomimiz, dümenini elinde tutanlar tarafından tüm uzman uyarılarına rağmen tehlikeli sığ sularda seyrediyor ve alarm sinyalleri veriyordu. Yani ekonomimiz için iflas sürpriz değil, beklenen bir gelişmeydi. Sanırım; bu iflasa yaşadığımız yer kürede tek şaşıran odak, iktidarın kendisi olmuştur.

 

Bu iflasın Korona Krizi ile uzaktan yakından bir ilgisi yok. Zaten ekonomik olarak iflas etmiş bir durumdayken bu krize yakalandık. Üstelik de savaş, doğal afet ve salgın hastalık gibi zor günlerde kullanılmak üzere ihtiyat akçesi olarak ayrılmış olan kaynaklarımızı bile çarçur etmiş ve sıfırı tüketmiş olarak!

 

Karne Sahtekârlığı

 

Ekonomi dışındaki alanlarda da ülkemizin durumu farklı değil. Aynı “Birleşik Kaplar Kanunu” gibi. Demokrasiden insan hak ve özgürlüklerine, hukuk ve adaletten iç barışa, eğitimden ahlaki değerlere, yolsuzluktan partizanlığa, beyin göçünden kadına yönelik şiddete, basın özgürlüğünden insani gelişmişliğe kadar iktidarın bütün notları çok kötü. Bırakın ite kaka bile sınıfı geçmeyi, bu notlarla normalde bir öğrenci okuldan bile atılır!

 

Eğer siz ekonomik iflasımıza şaşırdıysanız; aynı kötü bir öğrencinin kandırdığı ailesi gibi kandırılmışsınız demektir. Bazı kötü öğrenciler başarısızlıklarını gizlemek için yıl içinde karne notlarını sahtekârlık yaparak düzeltir ve ailesine öyle takdim ederler. Aileleri de çocuklarının başarılı olduğunu sanır. Ama yılsonunda gerçeklerle karşılaşınca aileleri çok şaşırır ve hayal kırıklığına uğrar.

 

İktidar da Karne Notlarını Değiştirdi!

 

Bir iktidarın da tıpkı bir öğrenci gibi notlarının yazılı olduğu bir karnesi vardır. Ama iktidar sahip olduğu gücü, kurumları ve ele geçirdiği merkez akım ve yandaş medya ile bu notlarını hep iyi gösterdi ve sizden sakladı. Halbuki durum kötüydü ve felakete doğru gidişimiz çok belirgindi. Gerçekleri size haber verenlere de düşmanlık etti ve susturmaya çalıştı.

 

İktidar, kötüye gidişin suçunu hep kendi dışındaki yerlerde aradı. Suçlu ya dış güçlerdi ya da bunlarla beraber hareket eden muhalefet! Hâlbuki bu kötü karnenin sorumlusu iktidar, onun çağdışı “Siyasal İslamcı” ideolojisi ve geçmişin aklı olan “Yeni Osmanlı” hayaliydi. Başarı şansı milyonda bir bile olmayan bu ideoloji ve hayalden beslenen iktidar; kurucu ideolojimize düşmanlık etti, toplumu birbirine düşürmeye çalıştı, sorgulayıcı aklı ve bilimi küçümsedi, dini iliklerine kadar istismar etti, liyakati yok saydı ve kurumları politize ederek çökertti.

 

Onların Doları Varsa Bizim de Allah’ımız Var!

 

Ayrıca; bazı şeylere sonradan ulaşıyor olmanın duygusuyla lüks, şatafat, saraylar, makam uçakları ile Üçüncü Hava Limanı ve Kanal İstanbul gibi akla ziyan düşmanlık projeleri derken, tüm dünya tarafından beklenen ama iktidar ve kandırdıkları tarafından beklenmeyen iflas geldi ve çattı.

 

Bugün için hazinemiz tamtakır, ekonomiyi çevirecek ve yakın dönemdeki dış borçlarımızı ödeyebilecek dövizimiz yok. Hani iktidar “Onların doları varsa bizim de Allah’ımız var” demişti ya! Madem Allah ile aranız sizin dünyevi sorunlarınızı çözebileceğini iddia ettiğiniz kadar iyi, söyleyin bize döviz versin. Vermeyeceğini kendileri de anladı ki harıl harıl borç para ve kredi arıyorlar. ABD başta olmak üzere Batı ülkelerine gönderilen maskeler, şirinlik yapma amaçlı ve kredi isteme girişimleri için ucuz manevralardı. S-400 de bu kapsamda depoya kaldırıldı, unutturulmaya çalışılıyor ve müşteri aranıyor.

 

Kimlerden Kredi Alınabilir?

 

İşin kötüsü; Türkiye’nin kredi alabileceği yerler artık son derece sınırlı. Bu haliyle, yani yapısal reformlar yapmayı taahhüt etmeden ve denetime rıza göstermeden, kimse para vermez. Bugüne kadar sürdürülen ekonomik politikalarla bu işin yürümeyeceğini, verilen kredinin geriye alınamayacağını, kredi verecek durumda olanlar biliyor.

 

Rusya zor durumda, paraları yok. İran da zor durumda, o da kredi arıyor. Çin, “Siyasal İslamcı” olan bu iktidara istediği krediyi vermez. AB’nin kriterlerini ise iktidar karşılayamaz. Zengin Arap ülkeleri ile zaten papaz oldular. Tek çare yine ABD ve IMF (Uluslararası Para Fonu) gibi görünüyor. Katar’a da öyle fazla güvenmeyin. ABD onay vermezse; Katar’dan da para gelmez. ABD bugün “evet” dese; yarın Suudi Arabistan Katar’ı ilhak eder. İktidarın Katar’la süren bugünkü organik ilişkisi bile ABD’nin onayı altında yapılıyor. ABD Merkez Komutanlığı’nın ileri üssü, Katar’ın başkenti Doha’da bulunuyor. ABD’nin Katar’da yaklaşık 15 bin kişilik askeri gücü var. Katar’ın silahlı kuvvetleri ise hizmetliler dâhil, 12 bin kişi.

 

 

Artık Gündelik Tavizler Yetmez!

 

İktidarın şu andaki durumu; kumar masasında bütün parasını kaybetmiş, moral olarak yıkılmış, sağlıklı düşünme yetisini kaybetmiş ama hala akıllanmamış bir kumarbaza benziyor. Çünkü parayı bulup, kaldığı yerden kumara devam etmek istiyor. Parayı bulabilmek için de önüne ne koyarlarsa imzalayacak durumda. Bu; ülkenin tapusu da olsa fark etmez. Artık krediyi verecek olanlar; Rahip Brunson’ın iadesi, bazı gazetecilerin serbest bırakılması, S-400’den vazgeçilmesi gibi gündelik sayılabilecek küçük tavizler peşinde değiller. Çok büyük siyasi tavizler peşindeler. Tarihimizde bunun örnekleri çok! Biliniz ki; emperyalizmin çıkarları için çocuklarımızı ölüme göndermek ve emperyalizmin şehitler tepesini çocuklarımızla doldurmak da bu tavizlerin içinde olacak.

 

Demem o ki; halen ülkemizi yöneten iktidarla esenliğe çıkabilmemize imkân ve ihtimal yoktur. İktidara demokratik yollardan muhalefet eden her şahıs, her dernek, her örgüt, her platform ve her siyasal parti çok değerlidir. Tüm gayretler, sağduyu ve hoşgörü; geçmişteki kırgınlıkların unutulması, iktidara karşı birlikteliğin sağlanması ve sürdürülmesi üzerine olmalıdır. Bu; aklın, çağdaşlığın ve yurtseverliğin gereğidir.

Türker Ertürk

Türker Ertürk; BU İLİŞKİYE AKILLAR ERMEZ,YÜREKLER DAYANMAZ

BU İLİŞKİYE AKILLAR ERMEZ, YÜREKLER DAYANMAZ!

 

İktidar ile emperyalizmin, iktidar ile egemen güçlerin, iktidar ile ABD’nin ilişkisini anlamak gerçekten zor. Anlayabilmek için öncelikle “Siyasal İslamcı” ideolojiye, çıkışından bugüne, tarihsel büyük resim içinde, sorgulayıcı bir bakış açısı ile bakabilmek ve değerlendirmek gerekir.

 

Bu ilişkinin çağdaş, eşit ve karşılıklı olmadığı kesin. Bu tip ilişkilerde emperyalizm Siyasal İslamcıları kullanıyor, çıkarları için kolayca ölüme gönderiyor, onlar vasıtası ile arzu ettiği coğrafyayı karıştırıyor, çağdaşlaşmasını engelliyor, bölüyor ve parçalıyor. Emperyalizm bazen de kendi yarattığı ama kontrolünü kaybettiği Siyasal İslamcı yapıları birbirilerine karşı kullanıyor ve birbirlerini boğazlatıyor. Bunları yaparken de kâh seviyor ve arkalarını sıvazlıyor, kâh aşağılıyor, hakaret ediyor, kâh da öldürüyor.

 

Kıble 6. Filo!

 

Bu ilişki bir yönüyle, çağdaş olmayan ve içinde şiddet barındıran bir evlilik ilişkisine benziyor. İmdat! Yetişin!” nidaları içinde yardım isteyen, yardım edildiğinde de “Ne karışıyorsun? Kocam o benim, döver de sever de!” diyen bir yaklaşıma sahip. Ama yine de verdiğimiz örnek tam olarak bu ilişkiyi anlatmak için yeterli değil! Bu ilişki daha çok; “Efendi-Köle”, hatta sorgulamanın zerresine bile ihtiyaç duymayan, sorgulama kazaen kulun aklına gelse bile buna günah olarak bakan bir “İlah-Kul” ilişkisine benziyor.

 

1969’da Dolmabahçe’de, sonradan “Kanlı Pazar” olarak adlandırılacak olan saldırıyı gerçekleştirmek için toplanan ve İstanbul Boğazı’nda demirli bulunan ABD’nin 6. Filosunu Kıble yaparak namaz kılanların zihinsel durumunu “İlah-Kul” ilişkisinden başka nasıl açıklayabilirsiniz ki? O gün, yurtseverleri, antiemperyalistleri ve aynı görüşte olmasalar bile kardeşlerini katledenlerin bir bölümü bugünkü iktidar içinde yer aldı, bir bölümü de bugünkü iktidarın rol modeli oldu. Bu gerçeği yok sayar, görmezseniz veya görmezlikten gelirseniz; bugün yaşadığımız felâketlerin nedenini anlayamaz ve problemi çözemezsiniz.

 

Konfüçyüs

 

Günümüzden yaklaşık olarak 2500 yıl önce yaşamış, hala tüm zamanların en iyi filozoflarından biri olarak gösterilen Konfüçyüs “Bildiğini bilenin arkasından gidiniz, bildiğini bilmeyeni uyarınız, bilmediğini bilene öğretiniz, bilmediğini bilmeyenden kaçınız” diyor. Ne kadar doğru bir söz! Bu veciz ve aynı zamanda insanlığın gerçekliğini ifade eden sözden hareketle; halen ülkemizi yöneten iktidarın arkasından gidilebilecek, uyarılabilecek, öğretilebilecek bir durumu yoktur. Kişisel olarak çare kaçmak olabilir ama ülke yönetimi söz konusu olunca iktidarı demokratik yöntemlerle yönetimden uzaklaştırmak, ülkemiz ve toplumsal iç barışımız için hayati öneme sahiptir.

 

Bektaşi Babasına iki testi şarap getirmişler. Getiren saki; “Baba Erenler bu iki testi şaraba bakınız. Hangisini beğenirseniz, size onu verelim” demiş.

Baba, testinin birini açıp tadına bakmış ve tereddüt etmeden; “Bana diğerini verin” demiş. Saki sormuş; “Baba Erenler, daha diğerine bakmadınız bile!”

“Bakmama gerek yok! Bundan daha kötüsü olamaz!” diye yanıt vermiş Baba Erenler. Emin olun, durum aynen budur! Türkiye bugünkü iktidardan daha kötüsünü görmedi ve göremez de!

 

Son Dönem ABD-İktidar İlişkileri

 

İktidar, Konfüçyüs’ün dediği gibi bilmediğini bilmediği için uyarılamaz da! Hatta; uyardıkça ters teper ve aksini yapar. Toplumsal barışımızı dinamitlemeye yönelik olarak üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilmesi, hiçbir gerekçesi olmadığı halde orman katliamı yapılarak üçüncü hava limanının inşa edilmesi, Atatürk Havalimanı pistlerinin parçalanarak katledilmesi, GATA’nın kapatılması ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sağlık imkanlarının yok edilmesi ve ülkemiz için tam bir düşmanlık girişimi olan Kanal İstanbul projesinde ısrar edilmesinin nedeni de bilmediğini bilmemek ve uyarıların tersini yapmaktır.

 

İktidar ile ABD’nin sadece son dönemdeki ilişkilerine şöyle bir bakalım. ABD;

 

  1. 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne tiyatro diyor ve iktidarın “Darbenin lideridir” dediği ve iade edilmesini talep ettiği Gülen’i koruyor,
  2. Parasını ödediğimiz F-35’leri vermiyor,
  3. “Rusya’dan alınan S-400’leri kullanamazsın, yakarım seni!” diyor,
  4. Terörist olarak nitelendirilen PKK’ya yardım yapıyor, PKK’nın uzantısı PYD’ye “müttefikim” diyor,
  5. Yenilir yutulur olmayan ve hakaret içeren mektuplar ve mesajlar gönderiyor,
  6. Rahip Brunson için Türkiye’deki yargı sürecini yok sayıyor, tehdit yağdırıyor, ambargo koyuyor ve papazını geri alıyor,
  7. İktidarın mal varlığı üzerinden şantaj yapıyor ve daha neler neler!

 

Sadece Ekonomiye Bağlanamaz!

 

Ama iktidar bunların hepsini hazmediyor, ABD’nin kuyruğundan ayrılmıyor ve üstüne üstlük kendi halkının maske ihtiyacını karşılayamamışken, ABD’ye Korona Salgını kapsamında mücadele için maske gönderiyor. Sonra öğreniyoruz ki; ABD de müttefikim dediği PYD’ye maske gönderiyor. Allah aşkına, nasıl bir ilişkidir bu?

 

“İktidar ekonomik olarak iflas ettiğimiz bir durumda Krona Krizine yakalandı, şu anda hazine tam takır, Ruslarda da para yok, bu nedenle her şeye rağmen ABD’ye şirinlik yapıyor, para dileniyor ve kredi istiyor” denilerek bu ilişki sadece ekonomiye bağlanamaz.

 

Siyasal İslam Yerli ve Milli Değil

 

Onurlu olmayan, karşılıklı güvene ve işbirliğine dayanmayan bu ilişkinin en başta ifade etmeye çalıştığımız gibi “İlah-Kul” arasında olabilecek türden bir görünümü var. Tabii ki bunun da arkasında ekonominin yanı sıra, tarihi, ideolojik ve psikolojik nedensellikler de var.

 

İktidarın Siyasal İslamcı bir ideolojisi var. Ama bu ideoloji yerli, milli ve İslam Dünyasına ait değil, emperyalizmin malıydı. Bugüne kadar da böyle oldu. İslam’ı politik bir silah olarak kullanma ve Müslümanları bu silahın kolayca sarf edilebilir cephanesi yapma fikri Almanlarındır. Hem Birinci Dünya Savaşı’nda (1914-1918) hem de İkinci Dünya Savaşı’nda (1939-1945) Almanya bu silahı çok defa kullandı. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı da bu kullanılmanın merkezindeydi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Siyasal İslam silahı ABD’nin eline geçti ve Soğuk Savaş (1945-1990) yıllarında tepe tepe kullanıldı. “Yeşil Kuşak” projesi, kuşak ülkelerinin radikalleştirilmesi ve Türkiye gibi laik olanların yumuşatılması bu kapsamda yer alıyordu. 1969’da 6. Filo’yu kıble yapanlar, yeşil kuşağın gereği olarak tedrisattan geçirilenlerdi. “Ilımlı İslam”; marka değeri aşınmış Siyasal İslam’ın ABD tarafından verilmiş yeni adıydı. Günümüzde Türkiye’yi yönetenler de bu bağlamda iktidara getirildi. Yani ABD-iktidar ilişkisinde böyle ideolojik ve tarihsel bir derinlik var.

 

Hilafetin Kaldırılmasını İngilizler İstemedi

 

Tabii ki Siyasal İslam’ı İngilizler de ziyadesi ile çok defa kullandı. Türkiye’de hilafetin kaldırılmasına en çok İngilizler kızdı ve muhalefet etti. Nereden mi biliyoruz? İngiliz arşivlerinden. Hatta bu gerçeği İngiliz belgelerine dayanarak iktidarın televizyonu olan TRT’de Murat Bardakçı açıklarken spikerin iktidar adına itiraz etmeye yeltenen ve ama bilgiden yoksun sonuçsuz girişimi izlenmeye değerdi!

 

İktidarın ABD’ye karşı sorgusuz sualsiz biat etmesinin bir anlamda rehin alınmasının arkasında psikolojik nedenler de var. Bakmayın siz iç kamuoyuna yönelik olarak zevahiri kurtarmak için yapılan “Ey Amerika!” gibi içi boş ve arkası olmayan dayılanmalara. Adamlar üzüm yemek için senin halkını kandırmak adına yaptıklarını hoş görürler.

 

Stockholm Sendromu

 

Bu ilişki biraz da Stockholm Sendromuna benziyor. Bu sendrom; ismini 1973’de, İsveç’in başkenti olan Stockholm’de yaşanan bir olaydan almaktadır. Banka soyguncusu tarafından 6 gün boyunca rehin tutulan bir kadın, saldırgana duygusal olarak bağlanır. Serbest kaldığında saldırganı savunmakla kalmaz, nişanlısını terk ederek kendisini rehin alan saldırganın hapisten çıkmasını bekler.

 

Bu sendromun ortaya çıkmasının nedeni; hayatta kalma içgüdüsüdür. Rehin alınan kurban, ihtiyaçları için kendisine baskı yapan kişiye bağımlı olduğunu hisseder. Saldırganın yaptığı küçük iyilikler kurbanın gözünde büyür, zamanla kurban kendisini saldırganın yerine koyup, olayları onun gözünden görmeye ve yaptıklarına hak vermeye başlar, ona bağlanır, saldırganın uyguladığı şiddeti ilişkiyi kaybetmemek adına göz ardı eder.

TÜRKER ERTÜRK

Türker Ertürk; DÜNYA BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ GÜNÜ KUTLU OLSUN

DÜNYA BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ GÜNÜ KUTLU OLSUN

Türker Ertürk; ÇÖZÜMÜ AÇIKLIYORUM

ÇÖZÜMÜ AÇIKLIYORUM…

 

Cumhuriyet tarihimiz boyunca Türkiye’nin yönetim şekli ilk kez “Otokrasi” olarak adlandırıldı. Habere göre; Almanya’da bulunan Bertelsmann Vakfı’nın Dönüşüm Endeksi’nde Türkiye için “Ilımlı Otokrasi” ifadesi kullanıldı. Raporda 137 ülke arasında 77’inci sırada yer alan Türkiye için “De Facto Diktatörlük” nitelendirilmesi yapıldı. “De Facto” ile Türkiye’de esasında demokratik gibi görünebilecek anayasal bir arka plan olmasına rağmen günümüzde iktidarın yarattığı fiili durum nedeniyle fiilen bir diktatörlük var denmek isteniyor.  Rapor “De Facto” ifadesi ile Türkiye’de iktidarın anayasayı, yasaları ve kuralları tanımaz bir durum yarattığının da altını çiziyor.

 

Bu rapora şaşırdık mı? “Hakkımız yendi! Gerçekte Türkiye’nin hakkı; dünyanın en demokratik ülkeleri arasında gösterilmektir” diyebiliyor musunuz?  Emin olun, torpil yapmışlar ve nezaketi elden bırakmamışlar. Çünkü Almanya’nın Türkiye üzerinden yaşamsal çıkarları var.

 

Kredi İçin Şirinlik Yapıyorlar!

 

“Ilımlı otokrasi” sınıflandırmasına iktidar da şaşırmadı. Otokrasi rotasında tam yol ileri gittiğinin kendisi de farkındaydı. İktidar, özellikle Batı’dan sadece hoşgörü ve bu durumu görmezlikten gelmesini istiyor. Türkiye’deki halkın maske işini halledememişken, maske üretim tesislerinin önünü halk alır veya yağmalar diye polis ekipleriyle kontrol altına alıyorken, yalakalık olsun diye başta ABD olmak üzere Batı ülkelerine maske gönderiyor ve şirin görünmeye çalışıyor. Neden mi? Türkiye’de kendisinin yarattığı zulmün, insan hak ve özgürlükleri ihlallerinin, hukuksuzlukların görmezlikten gelinmesini sağlamak ve iflas eden ekonomimiz ve tam takır hale getirilen hazinemiz için ne şartlarda olursa olsun kredi bulabilmek için!

 

Hani S-400’ler 20 Nisan’da aktif hale getirilecekti? Bugün 1 Mayıs 2020 ve bu konuda tam bir ölüm sessizliği var, hatta çıt yok diyebiliriz! Zamanında yazılarımızda ve ekranlarda “S-400’leri almak devlet aklının değil, tek kişilik bir kararın ürünüdür. Kullanamayacağız, alma kararını vermekle pişman olacağız, paramız ziyan olacak, satmak veya depoya kaldırmak zorunda kalacağız. Doğru karar, en baştan itibaren milli füzemizin geliştirilmesidir” demiştik ve nedenlerini anlatmıştık. Böyle bir analiz yaptık diye merkez akım medyada ve yandaş kanallarda nezaket ve ahlak duvarlarını delip geçecek şekilde saldırılar yaptılar. Şimdi bu saldırıları yapanlar utanıyor mu? İçlerinde haysiyetli ve ahlaklı hiçbir insan yok mu özür dileyecek?

 

S-400 İçin Müşteri Aranıyor

 

Şu anda 3 koldan, harıl harıl S-400’lere müşteri aradıklarını biliyor musunuz?  Bugün için Türkiye ekonomik olarak iflas durumunda ve dövizimiz yok. Daha geçen gün Dünya Bankası’ndan Korona Virüsü ile mücadele için 100 milyon dolar kredi aldık. Bu paraya mecbur kalmış olmamız bile tam anlamıyla iflas durumunda olduğumuzu gösteriyor. Lüks ve şatafatın, iş bilmezliğin, kamunun parasını saraylarla, makam uçaklarıyla ve yandaş müteahhitlere yönelik hazırladıkları danışıklı projelerle çarçur etmenin kaçınılmaz sonucudur bu!

 

Amerikalı Yahudi iş adamı David Rockefeller “Bana kazandığım ilk bir milyonun hesabını sormayın, daha sonra kazandığım her sentin hesabını verebilirim’’ diyor. Türkiye’de ise iktidarın çevresinden ayrılmayan, ihaleleri alan ve hala da almaya devam eden iş adamlarının istisnasız hiçbiri ne ilk milyonlarının ne de sonraki milyonlarının hesabını verebilir! İktidar da hesap vermez, veremez. Vermediği ve veremeyeceği için de ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaya devam etmek istiyor.

 

Sihirli ve Dinsel Bir Çözüm Yok!

 

Türkiye’de otoriter bir tek adam yönetimi var. Tüm otoriter yönetimler, yaptıkları hatalar ve yarattıkları içinden çıkılmaz durumlar için daima suçlayacakları birilerini ararlar ve sorunun esas nedeninin kendisi veya kendileri olduğunu içselleştiremezler. Bu suçlu; ya bizi kıskanan ve ilerlememizi istemeyen dış güçlerdir ya da bu dış güçlerle beraber hareket eden iç güçler, yani muhalefettir. Otoriter yönetimler yetkiye doymazlar, kendilerinin hatası sonucu karşılaştıkları her içinden çıkılamaz durumdan sonra daha fazla yetki talebinde bulunurlar. Eğer bir ülke bu sarmala girerse, sonu felakettir. “Şirket gibi yönetmek istiyorum” ifadesi de bunun sarmalın Türkiye versiyonudur!

 

Bazı insanlarımız ısrarla “Bunları anladık, biliyoruz. Çözüm ne? Bize onu söyle!” diyorlar. Esasında çözümü yazdım, her yazımda ip uçlarını da veriyorum. Bir burun oynatarak her şeyin düzelmesi gibi sihirli ve “Kadir Gecesi bir gün oruç tut, bütün günahların silinsin” gibi dinsel bir çözüm yok. “Hemen şimdi harekete geçelim, ülkemiz elden gidiyor, siz hala yazıyor ve konuşuyorsunuz, acele edin” şeklindeki yaklaşımlar duygusaldır, doğru değildir, akli ve bilimsel hiç değildir. Bilimsel çözümler uzun solukludur ama kesin sonuç verir.

 

Çözüm İki Safhalı 

 

Akli ve bilimsel çözümler için önce problemin ne olduğunun anlaşılması lazım.

Nobel ödüllü ünlü fizikçi Albert Einstein bir soru üzerine; “Dünyayı kurtarma görevini bana verseler ve bunun için 1 saatim olsa, 55 dakikasını anlamaya verirdim” diyor. Toplum içinde yaşadığımız problemin ne olduğunu anlama eşiğine çok yaklaştı. Mücadeleye inatla devam etmemiz ve taşın altına bir şekilde elimizi sokmamız lazım. 

 

Türkiye’yi tekrar çağdaş uygarlık rotasına sokmak ve felaket sürecini durdurmak için iki safhalı bir çözüme ihtiyacımız var.

Birinci safha; iktidarın gönderilmesidir. Bunun için kısır siyasi partiler çekişmesine girmeden, iktidara muhalif olan geniş kesimleri “armudun sapı, üzümün çöpü” diyerek ayrıştırmadan, “Geçmişte sen şöyle yapmıştın, hatta iktidara destek de vermiştin!” serzenişinde bulunmadan herkesi ama herkesi ve hatta muhalif tüm siyasi partileri kucaklamak gerekir.

İkinci safha ise Türkiye’nin rehabilitasyonu ve tahrip edilen kurumlarının onarılması safhasıdır. Bu safha, başka türlü birlikteliklere ihtiyaç duyar. Ama birinci safha aşılmadan ikinci safha için şimdiden saflaşmak, birinci safha için yapılması gereken birlikteliği bozar bizi felakete taşır.

Bugün 1 Mayıs 2020, İşçi ve Emekçilerin Bayramı! Yarın belki yarından da yakın bir gelecekte yandaş patron sevicisi, emperyalizm destekçisi, emek düşmanı iktidardan kurtulduğumuz, geçmişin acılarını yaşamayacağımız, milli bayramlarımızı iktidara rağmen kutlama endişesi içinde olmayacağımız, hakça, özgürce, adilce bir düzen içinde yaşayacağımız, barış içinde güzel günlere ulaşmak umudu ve inancı ile İşçi ve Emekçilerin Bayramını kutlarım.

TÜRKER ERTÜRK

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar; KORONAVİRÜS VE İKLİM

KORONAVİRÜS VE İKLİM

 

Enerji analistleri, iklim değişikliğine ilişkin artan uluslararası kaygının,
Küresel enerji girişiminin büyük bir yeniden yapılandırılmasıyla sonuçlanacağını varsaydılar.
Fosil yakıtlar yenilenebilir enerji kaynakları tarafından üstlenilecekken,
Petrol, gaz ve kömür küresel enerji denkleminde giderek marjinal bir rol oynayacaktı…

*
Uluslararası Enerji Ajansı, 2019’da  Dünya Enerji Görünümünün 2040 yılına kadar,
Gezegenin bir numaralı enerji ve kömür kaynağının yakıt karışımından büyük ölçüde yok olacağını,
Böylece yenilenebilir enerjilerin petrolün yerini alacağını tahmin etti.

*
Ancak koronavirüs salgınının bir sonucu olarak,
Şimdi bir kozmik geçişin gerçekleşmesi için artık 20 yıl daha beklemek zorunda kalınmayabilinir…
Uluslararası Enerji Ajansının en iyimser senaryosunda en az yirmi yıl sürmesi beklenen şey,
Koronavirüs  etkisiyle  dünya enerji denklemini yeniden şekillendirmesi sadece birkaç yıl alabilir.

*
Yakıt kullanımı ekonomik faaliyetlerle yakından uyumludur.
Koronavirüs dünya ekonomisinin çoğunu kapatmıştır.  
Başa çıkma mekanizmaları -sosyal uzaklaşma ve evde kalma gereklilikleri- enerji tüketimi üzerinde,
Büyük  etkilere sahip olduğundan,
Enerji denklemi kolayca yeniden şekillendirilebilir.

*
Nitekim bugünlerde aktivistler ve politikacılar sıkça büyük sonuçları olan şu soruyu soruyor.
Bir yıl sonra post-koronavirüs dünyasında küresel ısınmayı yavaşlatma savaşı hangi düzeyde olacak?

*
Bazıları koronovirüs salgınının, hükümetleri iklim değişikliği ile savaşmaya teşvik ettiğinden yanadır.
Bazıları da  küresel ekonominin canlandırılma acelesinin iklim sorununu uluslararası gündemden düşüreceğinden yana…

*
İyimserler, salgın ve iklim değişikliği ile birlikte mücadele etmenin;
“Yenilik ve bilim ile dünyanın birlikte çalışması” anlamında olduğunu söylüyor.
Koronavirüs insan hayatını aniden dönüştürürken,
Herkese iyi her türlü hasletin ve yaşamla ilgili unsurlara saygının erdemini göstermiştir.
Bu yüzden politika yapıcılar gelecekteki riskler karşısında daha ihtiyatlı olmak zorundadır, deniliyor…

*
İyimserlere göre politika yapıcılar;
Giderek uzmanların uyarılarına inanmaya daha meyilli,
Ve en kötünün asla gerçekleşmeyeceğini hayal etmeye daha az meyilli bir kimliğe bürünmektedir….

*
Üstelik kriz zamanlarında hükümetlerin insan sağlığı ve güvenliğini  sürdürmede kritik merkezi role sahip olduğu da görülmüştür..
Hükümetlerin de insan hayatında bu yeni hakimiyeti kabul etmesi,
Bu paralelde ulusal ve küresel ekonomileri de daha sürdürülebilir bir ayak izine kaydırmaları gerektiğine inanılıyor.

*
Toplumun da  hükümetlerini:
İster kilitlemeleri zorunlu kılsın, ister sıfır emisyona doğru agresif bir şekilde hareket etsin,
Ortak çıkarlar için kararlı davranma gücüyle nihai görevini yapması beklentisinde olması gerekiyor.

*
Bu noktada; Oslo Uluslararası İklim Araştırmaları Merkezi,
Mevcut kapanma sırasında kirliliğin önemli ölçüde azaldığını,
İyi bir  planlama ile 2020’nin küresel emisyonlar için en iyi yıl olabileceğini öngörüyor.

*
Ama kötümser bir anlatı da var:
Kötümserler kısa vadede kapatmanın çevresel faydalarını düşünmeye karşı uyarıyor!
Çünkü, emisyonlardaki azalmanın çok kısa ömürlü olacağı düşünülüyor.
Mesela, “Çin’de, kömürle çalışan birçok elektrik santrali kapandığı için Şubat’ta karbondioksit emisyonları yaklaşık yüzde 25 düştü,
Ama Mart sonuna kadar normale döndü” örneği veriliyor..

*
Kötümserler, 2020’de muhtemelen karbondioksit emisyonlarındaki düşüşün çok küçük olacağına,
Ama gezegenin termostatı olan atmosferik karbondioksit konsantrasyonlarının yükseleceğini öngörüyor,
İklim ile mücadele edilirken  koronavirüs salgınının  zaman alacağına dikkat çekiliyor..

*
Hükümet ve bankacıların siyasi olarak ekonomik büyümeyi başlatmak için,
Kısa vadeli alacakları umutsuz önlemlerin milliyetçiliği teşvik edeceği,
Bu yüzden ekonomik uyarıcıların,
Yoğun bir biçimde fosil yakıt endüstrilerini destekleyecekleri,
Ve yağmur ormanları gibi doğal kaynakları aramaya yeşil ışık yakacakları vurgulanıyor.

*
“Virüs ekonomik bir kriz yarattı.
İnsanlar gelecek nesiller için para ödemeye daha az istekli olacaktır” deniliyor.
Üstelik bu kötümser anlatı, aynı zamanda çevresel standartları ortadan kaldırarak,
Ya da  zorunlu kılmayı reddederek bürokrasi ile mücadeleye hazırlanıyor.
 
*
Bu noktada ABD Çevre Koruma Ajansı,
Salgın sırasında sanayiye yardım etmek için yürütme faaliyetlerinin çoğunu askıya aldığını duyurdu
Kongre’nin  2,2 trilyon dolarlık teşvik paketini, ülkenin kömür endüstrisinde bir kurtarma planına batırmaktan kaçındı.
2008 ekonomik krizi ardından Başkan Obama, yeşil yatırım ve daha sıkı çevre düzenlemesi için teşviklerle dolu bir teşvik paketi sunmuştu.
Fakat  şimdi ABD politikası farklıdır.
İklim eylemi adına ihtiyaç duyulan bir ekonomik kurtarma paketi hazırlamayı savunulamaz  görüyor.
Aktivistler öfkelidir ve çevre koşullarını kurtarmak için baskıyı arttıracaklardır…

*
Çin’de Merkez Komitesi’nin  kabul ettiği ekonomik paket herhangi bir iklim veya çevresel düzenlemeden bahsetmiyor.
Son haftalarda, kömürle çalışan yeni elektrik santrallerine verilen onaylarda artış oldu.
Tek iyi haber, güneş panelleri üretiminde bir patlama olduğudur..
Çin’in GCL Systems şirketi, her yıl mevcut küresel pazarın yarısı olan 60 gigawatt üretecek kadar panel üretebilen bir tesisi projelendirdi.

*
Avrupa’da daha fazla iyimserlik var.
İngiliz  aktivistleri, ortak insanlık için paylaşılan kırılganlıkta,
Doğal dünyayla daha yakın ve uyum içinde yeni bir enternasyonalizm yaratmanın,
Çok daha sürdürülebilir ve dayanıklı bir ekonomiye geçmenin hazırlığındadır.

*
Avrupa Birliği ise virüs salgını nedeniyle hazırladığı ekonomik teşvik paketinin;
Bütün üye ülkelerde 2050′ ye kadar karbon-nötr hale getirmeyi hedefleyen,
Yeşil Anlaşma politikasına uygun olacağını açıkladı.
Ancak hemen itirazlar geldi..
Çek Başbakanı A. Babis, Yeşil Anlaşma’nın virüsle savaşmaya konsantre olmak için terk edilmesini istedi;
Polonya hükümeti, AB’nin büyük karbon emisyonlarını cezalandıran emisyon ticaret planının  kaldırılması gerektiğini söyledi.
Avrupa Otomobil Üreticileri Birliği  planlanan karbondioksit emisyonu performans hedeflerinde erteleme çağrısında bulundu .

*
Türkiye Paris İklim Anlaşması’nı imzalayarak taahhütte bulunan ülkelerden biridir ama  anlaşmayı  henüz TBMM’den geçirmedi.
Bu anlaşma ile Türkiye 2030 için  sera gazı salınımlarını en az yüzde 21 oranında azaltma taahhüttünde bulundu..
Ancak Türkiye’nin son dönemde içerdiği yüksek karbon nedeniyle sera gazı salınımı yüksek olan kömüre dayalı enerji politikalarına yönelik yatırımlarını artırması,
Bu taahhüdü gerçekleştirme ihtimalinin sorgulanmasına neden oldu..
Üstelik kömürün değeri, çıkartılmasından taşınmasına ve yakılmasına kadar,
Her süreçte yol açtığı sorunlarla birlikte ele alındığında güneş ve rüzgar ile kıyaslandığında daha yüksek değildir.
Ayrıca kömürün hem çalışan sağlığı hem de çevre sağlığı açısından maliyeti çok yüksektir.  

*
Ancak Türkiye yenilenebilir enerji yatırımlarını da arttırdı.  
Bugün  elektrikteki kurulu gücün yüzde 7.7 si rüzgar, yüzde 5.5′ i ise  güneşten sağlanıyor
Ama hedefe ulaşılması için 2050’ye kadar kömür kaynaklı elektrik üretiminin sonlandırılması gerekiyor…

*
Bazı piyasa analistleri de koronavirüs şokunun,
Eski enerji politikalarını tarihin çöplüğüne sevk etmek için gereken şey olduğunu savunuyor.
Petrol fiyatlarının Mart’ta 18 yılın en düşük seviyesine düştüğüne işaretle,
Yılın ilerleyen dönemlerinde ekonomiler yükseldikçe düşük fiyatların talepte artış sağlayacağını,
Ancak düşük fiyatların birçok kuyuyu verimsiz kılacağını,
Yeni petrol ve gaz alanlarına yatırım yapmanın  kârının olmayacağını savunuyor.

*
Ancak küresel salgın felaketinin derinliklerinde,
Gelecek on yılların enerji manzarası hakkında ayrıntılı tahminler yapmak için henüz çok erkendir..
Bununla birlikte,  hâlâ devam eden salgının,
Dünyanın enerji tüketme biçiminde  dramatik değişimleri zorladığı,
Üstelik bu değişikliklerin çoğunun virüs evcilleştirildikten çok sonra bile devam edeceği görülmektedir..
Koronavirüs  insan için ölümcül, ekonomi için yıkıcı olduğunu kanıtlamıştır.
Acaba yaklaşmakta olan küresel iklim felaketini önlemekte bir yarar sağlayabilir mi?  

1. 5. 2020