Türker Ertürk; KİMSESİZLERİN KİMSESİYDİ YA ŞİMDİ ?

KİMSESİZLERİN KİMSESİYDİ, YA ŞİMDİ?

 

Türkiye Cumhuriyeti; insanlığın düşünsel evriminin bir ürünü olan Aydınlanma ilkeleri ve bizzat Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından “Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir” şeklinde ifade edildiği gibi çağdaş fikirlerin üzerine inşa edilmiştir. Ama Ortaçağ devleti olan Osmanlı’da durum böyle değildi! Osmanlı zamanında ülkenin tamamı padişahın mülküydü! Üzerinde yaşayan insanlar da kulları! Yani devlet demek, padişah demekti! Zaten padişaha da “Devletlum” diye hitap edilirdi.

 

Eşitlik, kardeşlik, özgürlük, vatan ve millet gibi kavramlar Osmanlı’da yoktu! Bunlar insanlığın düşünsel evriminin bir ürünüydü. Osmanlı bu fikirlere düşmanca bakardı ve bu fikirlerin peşinde olanları hain olarak yaftalar, takibata uğratır, sürgün eder, zindanlara atar ve katlederdi.

 

Abdülhamit Kafasıyla Olmaz!

 

Yaşadığımız topraklarda “Vatan, Millet ve Hürriyet” gibi kavramları bilinçli olarak ilk defa kullanan aydınımız; Namık Kemal’di. Eserlerinde bu kavramlara yer verir ve işlerdi. Bu yüzden Namık Kemal, II. Abdülhamit tarafından hain ilan edildi, sürgüne gönderildi ve 48 yaşında yaşamını Rodos’ta kaybetti, daha doğrusu öldürüldü. Eğer rol modeliniz II. Abdülhamit ise vatan ve millet gibi kavramlar sizin için ancak istismar konusudur, gerçekte bu kavramlara inanmıyorsunuz demektir. 

 

“Benim büyükelçim, benim askerim, benim valim, benim polisim, benim hâkimim, benim savcım” söylemleri; çağdaş olmayan, Cumhuriyeti içselleştirmemiş bir Ortaçağ kafasının ürünleridir. Olması gereken; “Milletin ve devletin büyükelçileri, askerleri, valileri, polisleri, hâkimleri ve cumhuriyetin savcılarıdır”.

 

Evet, 18 yıllık AKP İktidarı döneminde “iki ileri bir geri” taktiği ile ne yazık ki Cumhuriyetimizin kazanımları çok ciddi şekilde tahrip edildi. Artık iktidar, çıkardığı ve çıkarmak istediği kanunlarla “kimsesizlerin kimsesi” olan Cumhuriyet idealini, “zalimin, ezenin, güçlünün, zenginin, patronun ve suçlunun kimsesi” olan çağdışı bir yapı haline getirmeye çalışmaktadır.

 

Patronların İnsafına Terk Ediyor!

 

Korona Virüsü salgınının ekonomik yıkıcı etkisini hafifletmek için tüm dünya devletleri ekonomik paketler açıklıyor, karantina uygulamaları nedeniyle çalışamayan ve evde oturanların işten çıkarılmasını ve ücretsiz izne gönderilmesini yasaklıyor, emekçisine ve halkına parasal destek veriyor. Türkiye’deki iktidar ise halkın önüne mendil açıyor ve para istiyor, işçisinin ve emekçisinin ücretsiz izne çıkarılmasının önünü açmak ama grev gibi hak taleplerinin önünü kapatmak için yandaş patronlarının isteğini yerine getirerek kanun çıkarıyor. Yani kimsesizleri ezmeye çalışıyor ve patronların insafına bırakıyor!

 

Daha geçen gün çıkardığı ve kamuoyunda “Af Kanunu” olarak bilinen “7242 Sayılı, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’’ ile her türlü melaneti işlemiş suçluları kanun kapsamına alıyor ama düşünce, ifade ve basın özgürlüğünden kaynaklanan suçları af ve indirim kapsamı dışında bırakıyor.

Hukuki, İnsani ve Ahlaki Olmalı

Bugün geldiğimiz yer itibarıyla iktidarın emir ve komutayla çıkarttığı kanunlar bizatihi haksızlığın ve zulmün araçları haline gelmiştir. Her devletin kanunları var, kabile devletlerinin bile! Günümüzden yaklaşık olarak 4 bin yıl önce Mezopotamya’da yaşamış olan Babil Kralı Hammurabi’nin de kanunları vardı! Kanun yapmak mesele değil! Esas olan; kanunları hukuki, insani ve ahlaki yapabilmektir.

Merak ediyorsunuzdur; “Kanunun hukuki ve insani olanını anladık da ahlaki olanı nasıl oluyor?” diye! Nasıl mı oluyor, şöyle oluyor! Kamu İhale Kanunu Mayıs 2018 itibarıyla, 16 yıllık dönemde 186 defa değişmiş. 187 ayda 186 kez kanun değişmiş. Ortalama olarak, her ay bir defa. Son iki yıldaki değişiklikleri de üstüne ilave edersiniz.

Temizlik Önemli

Şimdi soruyorum; sizce niçin değişmiştir? Bu değişikliklerin nedenini ahlaki olarak izah edebilir misiniz? Dünyanın neresinde böyle bir kepazelik olmuştur? Ben size niçin olduğunu söyleyeyim. İhaleyi adresine teslim edebilmek, avantayla lavantayı kolaylaştırabilmek, kamunun yani sizin yani kafasında tüy bitmemiş yetimin ve öksüzün hakkı olan paraları yandaşlara aktarabilmek için!

Gerek kişisel, gerekse toplumsal anlamda temizlik gerçekten çok önemli. Bunlar; fiziksel, ruhsal ve zihinsel temizliktir. Fiziksel temizliğin ne kadar önemli olduğunu bu günlerde yaşadığımız Korona Virüsü salgını ile daha iyi anlıyoruz ve uzmanlar bunun önemini her gün anlatıyorlar. Kişisel temizlik, sadece el yıkamak değildir. Çağdaş bir insan, her gün en az bir defa banyo yapabilmeli! Kılığı, kıyafeti, yaşadığı evi, çevresi, şehri, ilçesi ve köyü de temiz olmalı.

En Önemlisi Zihinsel Temizlik!

Ruhsal temizlik de aynı öneme sahip. Dinler, dinsel ritüeller, dualar ve meditasyonlar insanın ruhsal temizliğine yöneliktir. Örneğin abdest almak; fiziksel temizliğe yönelik değil, ruhsal temizliğe yönelik bir ritüeldir. Gerçekte fiziksel temizliğe yönelik olsaydı “Su bulamaz isen elini toprağa sür sonra elini yüzüne sür ve sonra kollarını sıvazla” denir miydi? Bu bir ruhsal temizlik ritüelidir. Tüm İbrahimî dinlerde var. Hristiyanlardaki vaftiz töreni de ruhsal temizlik için yapılan bir ritüeldir. Katoliklerde su serpilerek, Ortodokslarda kişi suya batırılıp çıkarılarak yapılır. Burada su, ruhsal temizlik ritüelinin bir aracıdır. Musevilikte de vardır. Hatta antik Mısır’da, Sümer’de, antik Yunan’da ve Roma’da da vardı! Hindu dininde Ganj Nehri’nde yıkanmak da fiziksel temizlik için yapılmaz. Ama ritüelleri niçin yaptığınızı bilmez ve amaca yönelik konsantre olamaz iseniz, ruhsal temizliği asla sağlayamazsınız. Tabii ki ruhsal temizlik için başka yol ve yöntemler de vardır.

En önemli temizlik ise zihinsel temizliktir. Zihin temiz değilse; diğer iki temizlik soldaki sıfır gibidir, kişi ve toplum için önemini kaybeder. Bugün için beşeriyetin geldiği zihin durumu; akılcı ve bilimsel olma durumudur. Burada akılcılıkla kastedilen diyalektik ve sorgulayıcı düşünme, bilimsellikle kastedilen ise pozitif bilimdir.

İktidarın Zihni Kirli

Siyasal dincilik, mezhepçilik, din üzerinden kimlik tanımı, hastalıkların, deprem, sel ve yangın gibi felaketlerin Allah tarafından verilen cezalar olduğu ve dinsel ritüellerin felaketlere deva olduğu düşüncesi insanlığın geçmiş dönemine ait zihin durumudur. Günümüzde bu zihin durumu ile çağı yakalayabilmek, çağdaş ve teknolojik ürünler üretebilmek, devamlı değişen ve evirilen dünyaya ayak uydurabilmek, sorunlarını çözebilmek mümkün değil.

Ne yazık ki ülkemizi yöneten iktidar, beşeriyetin bugün ulaştığı zihin durumunda değil. Yani zihni kirli. Çünkü iktidar, doğru olduğunu sandığı “Siyasal İslamcı” bir ideolojinin ve “Yeni Osmanlı” denen ve geçmişin aklını temsil eden bir hayalin peşinden var gücüyle gidiyor ve Cumhuriyetin kazanımlarını yok etmeye çalışıyor. Bu kafayla esenliğe çıkabilmek, birlik ve beraberliğimizi devam ettirebilmek, hatta Korona Virüsü salgınını asgari can ve ekonomik kayıpla atlatabilmek mümkün değildir.

Ahmet Kılıçaslan Aytar; SUÇLU AYAĞA KALK

SUÇLU AYAĞA KALK

Millet bireyin iradesiyle değil; akıl, din, dil, hukuk, ahlak, estetik, ekonomi ve fen bileşenlerinden varolan millî  kültürün oluşturduğu topluluktur.
Son birkaç on yılda!  
Ulus devlet kurumuyla sahip olunan toprak parçasının ötesinde;
İnsan ve toplumsal yapının da yönetilmesi,
Refah ve gelişime ortak edilmesi söz konusu oldu.
Milletlerin  yeni hayat tarzı ulus devletlerin ötesinde dizayn edilmeye başlandı.

*
Son birkaç on yılda!
Siyaset ve ekonomi sıralaması ekonomi ve siyaset sıralamasına dönüştürüldü.
Ekonomi ve siyaset; daha rafine, rasyonel, bürokrasisi oturmuş,
Finans sisteminin belirleyici olduğu, hukukun finans sistemi üzerine inşa edildiği yapılar oluşturdu.
Devletler bu dönüşümü sağlamak üzere kendi milletlerinde dahi ayıklama yaptılar…
 
*
Küreselleşme hızlı ekonomik büyüme ve refah getirdi.
Ama dünya genelinde nüfusun, kültürlerin ve ekonomilerin artan bağımlılığını temsil etti.
Şimdi küreselleşme; liberal ticaret ve seyahat ile COVID- 19 salgınına katalizör oluyor…

*
Çoğu insan, uzmanlaşmayı ve uluslararası ticareti savunan küreselleşmiş bir topluluğa hevesliydi.
Gelişmekte olan ülkeler için büyüme beklentileri dışa dönük bir ticaret rejimi yoluyla büyük ölçüde arttı.
2007’de küresel ihracatın değeri 1950’nin 20 katından fazlaydı.
Ekonomik entegrasyon ve dışa dönük ticaret rejiminden yararlanan;
Güney Kore, Çin ve Japonya hızla büyüdü.
Refah devletine dönüştüler.

*
Küreselleşmenin ülkelerdeki eşitsizliği artırdığını gösteren eleştiri ve iddialara rağmen,
Ampirik kanıtlar, küreselleşmenin zengin ve fakir ülkelere benzer şekilde fayda sağladığı teorik temeli destekledi…

*
Birbirine bağımlı devletlerin dünyası!
Paylaşılan riskler ve insanların kendilerini krizlerden ayıramayacağı bir sistemi gerektiriyordu.
Ancak insanların sınır ötesi mal ve hizmetlere serbest ulaşımının getirdiği kazançlar;
Dengesizlikleri ve kırılmaları ortaya çıkardı.
İlişkili tehlikeler ihmal edildi;
Küreselleşme 2008 mali krizi, çok sayıda savaş, mülteci ve iklim değişikliği krizlerinde sıkıntılar yaşadı.

*
Küresel ticaret dengesizliği en önemli sorun oldu.
ABD 1980’lerden bu yana sürekli cari işlemler açığı verdi.
Japonya, Güney Kore ve Çin fazla verdi.
Ticari dengesizlik, ABD-Çin ticaret savaşının zirveye ulaşmasıyla bir dizi çatışmaya yol açtı…

*
Orta Doğu savaşıyordu.
Arap Baharı dünyaya Cihadçı Müslüman Kardeşler örgütünü ve ideolojisini bela etmiş, Doğu ve Batı ayrışıyordu.
Afrika kaldırılamıyor, Latin Amerika kanıyor, Avrupa yarınları üzerinde tartışıyordu.
ABD ve Çin, en son COVID-19 için birbirlerini suçlayan agresif söylemleri değiştirirken,
Ticaret savaşının sonu için bir gelecek hâlâ öngörülemiyor…

*
Dünyanın en büyük iki ekonomisi 2018′ den beri daha az işlem görüyor.
Bu yüzden küreselleşme için iyimserlik azalmıştır.
ABD’de serbest ticaret ve göçe karşı artan korumacılık küreselleşmeyi aşındırmıştır.
İnsanların müreffeh bir küreselleşmiş topluma olan inancı tahrip edilmiştir.

*
Kasım’da Çin’de ortaya çıkan pandemi, zaten kırılgan küresel sistemi iyice sarsmış bulunuyor.
Neredeyse ekonomileri ve küreselleşmeyi  tamamen durdurmaya yazıyor.
COVID- 19, bir zamanlar refahın büyük bir itici gücü olan insanların ve metaların liberal akışını durdurdu.
Sayısız insanın hayatını mahvedebilecek geniş bir devinime dönüştü.  

*
Medya, salgını gerçeğe uygun raporlar ve virüsü tutma şansı sunan açık uyarılarla yakından takip ediyor.
Ama politika yapıcılar çok az özen gösteriyor!

*
23 Ocak’ta  Davos’ta  Hong Kong Borsası CEO’su  hükümetleri, kurumları, hastaneleri ve medyayı;
Yaklaşmakta olan bir salgın hakkında uyardı!
Çin ve sonra İtalya’daki yıkım bile çoğu politika yapıcıyı telaşa sokamadı…  

*
Mesela, 30 Mart’a kadar çoğu Avrupa ülkesi virüsün yayılmasını engellemek için kapandı.
25 Mart’ta Avustralya halka açık toplantıları sadece iki kişiyle sınırlandırdı,
Yeni Zelanda izolasyon başlattı…
ABD eyaletleri, 250 milyondan fazla insan için evde kalma emri verdi.
Ülkeler sınırlarını kapattı, havayolları şirketleri uluslararası uçuşların çoğunu kaldırdı.
Şimdi küreselleşme geri çekilirken pandemi hâlâ hızlanıyor!

*
Ve insanlar artık şu soruyu sormaktan kaçınamıyor, asla kaçınmamaları gerekiyor…
Küreselleşmede yanlış giden neydi?

*
Çok taraflı işbirliğinin güçlendirilmesi refahın sürdürülmesi için gereklidir.
Ama bugün küreselleşme birçok konuda sorunludur.  
Bu noktada neredeyse bir asır önce  Büyük Buhran’dan alınan dersler;
Küreselleşme karşıtlığının ve korumacılığın durgun ekonomik büyümeye karşı panzehir olmadığını kanıtlamıştır.

*
Çünkü uluslararası ticaret ve kaynakların harekete geçirilmesi,
Gelişmekte olan ülkelere büyüme için güçlü bir ivme,
Düşük maliyetli ithal mallara sahip gelişmiş ülkelerdeki tüketicilere de fayda sağlıyor…

*
Kaosun temel nedeni eski uluslararası organizasyonların yanı sıra zayıf küresel yönetişimde yatıyor.
Nitekim virüs salgını sırasında,
Mesela, “Riskleri belirleyerek, hafifleterek ve yöneterek acil durumlara hazırlanmayı” amaçlayan Dünya Sağlık Örgütü (WHO),
Somut önlemleri uygulama yetkisine sahip değildi ve egemen ülkelere yalnızca tavsiye verebiliyordu.

*
Bu yüzden WHO’nun COVID-19 yanıtı yetersiz oldu.
Çin yeni virüsü doktorların müdahalesinden üç hafta sonra 31 Aralık’ta WHO’ya bildirdi.
Çin, Wuhan şehrini kapatmak için acımasız önlemler aldıktan sonra bile,
WHO Ocak’ta  yeni bulaşıcı hastalıkla mücadele etmek için yararlı ve acil önerilerde bulunmadı.

*
Elbette  WHO tek suçlu değildi!
Bunun yerine, zayıf ülkeler arası işbirliği ve uluslararası kurumların yetki eksikliği belki de en fazla sorumluluğu taşıyor.

*
Bazı politikacılar, 11 Mart’ta bir salgın ilan eden WHO’yu suçlayabilirler.
Yine de WHO hastalık için bir dizi önlem aldı.
11 Şubat’ta WHO Genel Direktörü Ghebreyesus salgını;
“Bu virüs çok tehlikelidir ve 1 numaralı halk düşmanıdır. Ama böyle muamele görmüyor” ifadesiyle değerlendirdi.

*
Çünkü miyopik gönül rahatlığı ve ekonomik büyümenin gereğinden fazla takip edilmesi politika yapıcıları kör etmişti,
Bu durum küresel salgını kaçınılmaz kılıyordu…

*
Bugün, artan sayıda vaka ve ölümün arkasında, milyonlarca insan hastalıktan veya geçim kaynaklarından zarar görüyor.
Ama politikacılar profesyonellerden gelen tavsiyeleri göz ardı etmeye ve komplo teorilerine tutunmaya devam ediyor.
Başkan D.Trump, WHO için ABD fonlarının askıya alındığını açıkladı.
Doğrusu bu tür organizasyonları zayıflatmak yerine güçlendirmek için harekete geçmesi gerekiyordu!

*
Küreselleşme suçlu değildir
Suçlu; bilime dayanan birleşik mesajlarla güçlü uluslararası organizasyon ve etkili işbirliği mekanizmalarının eksikliğidir.
Şimdi, uluslararası toplumun parçalanmış sistemi kurtarmak,
Küresel krizleri çözmek,
Uluslararası kuruluşların acil durumlarda liderlik rolünü güçlendirmek için mevcut çerçeve üzerinde düşünmesi gerekiyor.

*
Mesela, WHO mevcut pandemide liderlik etmeli,
Ülkeler ise WHO tavsiyelerine dayanan ciddi politikalar uygulamalıdır!.

*
Dünya elbette bu pandemiyi yenecektir.
Ancak küresel yönetişimi geliştirmek için adımlar atılmazsa,
COVID-19 küreselleşmeyi harap eden son pandemi olmayacaktır.  

17. 4. 2020

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar; SAHİPSİZLİK

SAHİPSİZLİK
Koronavirüs salgınıyla insanlık bir felâket yaşıyor..
Vaka sayısı 2 milyon kişiyi aştı, yaklaşık 26 bin insan hayatını kaybetti.
İnsanlar hem can’dan hem mal’dan oluyor…

*
Dünya Sağlık Örgütü hastalığın yükselme trendinde olduğunu,
Temel ihtiyaçları sağlayan sektörler dışında tüm sektörlerde çalışmanın durdurulmasını,
Uygulanacak iyi karantina ve sıkı izolasyon yöntemlerinin hastalığın yayılmasını engelleyebileceği öngörüyor.

*
Bu bir fırsattır!
Belki kaybedilmiş birşeyler yeniden hatırlanıyor.
İnsanlar başka insanların yaşam hakkını, insana sevgi ve saygıyı yükseltiyor…
   
*
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, 25 Mart’ ta virüs felaketi ile mücadeleye yoğunlaşmak için,
Küresel bir ateşkesin en kısa sürede başlaması çağrısı yaptı:
“Silahlı çatışmaları tecrit altına almalı ve hep birlikte hayatlarımız için gerçek savaşa odaklanmalıyız” dedi.

*
Birçok ülke ordusunu koronavirüs gibi bir görünmez düşmanla savaşa yönlendirdi..
Askerin yeni bir sorumlulukla, bu büyük yeni savaşı kolay değildir.
Askere ya büyük bir yük ya da büyük bir fırsat veriyor.
Fırsat; ulusların birbirleriyle ortak çıkarlar bulmasına kapının aralanmasıdır….

*
BM çağrısının ardından bazı silahlı gruplar tek taraflı ateşkes ilan ettiğini duyurdu.
Bunların çoğu karşı taraftan da olumlu yanıt aldı ve bir süreliğine de olsa çatışmalar durdu.
Ancak bazı bölgelerde ateşkes ya sadece sözde kaldı ya da çok kısa sürdü.

*
Bu, herhangi bir büyük askeri gücün henüz büyük ölçekte barışmak istemediği anlamına geldi.
Virüsle ilgili endişelere rağmen, birçok kişinin savaşları beklemeye almakta tereddütte olduğu görüldü.;

*
Bu noktada birçok  sağlık ve yardım grubu Suriye ve Libya’ya dikkat çekiyor.
Pazar günü Suriye’nin 29, Libya’nın yalnızca 35 vakası,
Fakat bu ülkelerin komşularında 150 binden fazla vaka,
Mesela Lübnan’da 600, Türkiye’de 60 binden fazla vaka vardı…

*
Çünkü Orta Doğu’da süregelen çatışmalar;
Bu iki ülkede  koronavirüsü test etmeyi,
Ya da etkilenebilecek kişilere temel hizmetleri vermeyi imkansız kılıyor…

*
2005’te BM,”koruma yükümlülüğü” prensibini kabul etti.
2011′ den itibaren Libya ardından Suriye bu prensibin uygulandığı yerler oldu.  
Bugün bu ülkeler harap ve fakirdirler…
Ama insan her yerde insan, insanoğlu cihanşümuldur.

*
Libya’da 2011’de M. Kaddafi’nin devrilmesinden bu yana devam eden iç savaş meşruiyet krizine yol açtı.
Uluslararası tanınırlıkta Trablus’ta F.al-Sarraj hükümetinin Ulusal Anlaşma Ordusu (GNA) ile K Haftar’ın Ulusal Ordusu (LNA) arasında  iç savaş yaşanıyor.
Bu yüzden BM Güvenlik Konseyi’nin 2011’de Libya’ya yönelik  1970 sayılı silah ambargosu kararı sürekli ihlal ediliyor.

*
Çünkü Kambersiz Düğün Olmuyor!
Türkiye Trablus’ taki hükümetle tartışmalı bir Akdeniz anlaşması imzaladı.
Ve Libya iç savaşının merkezi oyuncusu oldu.

*
Milli İstihbarat, İrlandalı bir terörist komisyoncusu  Al-Mehdy al-Haraty ile anlaştı.  
Haraty, aşırılık yanlısı ve TSK ile güçlü bağlantıları olan birkaç bin Özgür Suriye Ordusu savaşçısını Trablus’ta işe aldı.
Ayrıca SADAT, eski El Kaide ve İŞİD’çi  Müslüman Kardeşler gönüllü milislerinden oluşan,
TSK’nın eğittiği büyük bir birliği de Libya’ya gönderdi.

*
Suriye’de Şam hükümeti batı Suriye’yi, Türkiye kuzeyi ve ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri doğuyu kontrol ediyor.
Savaştan kaçan ülke içinde veya dışında yaklaşık 10 milyon yerinden edilmiş Suriyeli de var.  

*
Türkiye’nin hem Libya hem Suriye’deki  birlikleri ve vekil güçleri;
Tank karşıtı roketler ve insansız hava araçları da dahil olmak üzere düzenli bir silah sistemiyle teçhiz edilmiştir.  
Türkiye Libya’ya mütemadiyen bu birliklere lojistik sağlıyor.
Türk ordusu düzenli olarak ülkeye gemi yükleri gönderiyor.
Herkes Türk gemilerini durdurma ve bu teslimatlara son verme çabası veriyor…  

*
Türkiye, dün İdlib ile ilgili Moskova’da varılan anlaşmaların bir kısmını yerine getirmeye çalışırken,
İlde sadece silahlı militanların değil, sivil nüfusun da direnişi ile karşı karşıya kaldı.
TSK, Tahrir el-Şam (HTŞ)  terör örgütünün protestocu destekçileriyle M4 Halep-Lazkiye karayolunda arbede yaşadı.  
Silahsız sivil kıyafetli insanlar da Rus ve Türk ordusunun ortak devriyelerinin geçişini engelledi.  
Protestocuların bu tür kararlı eylemleri, TSK’yı aşırılık yanlısı gruplarla tam teşekküllü askeri operasyonlara sürükleme potansiyeli gösteriyor.
Yine dün, ABD; TSK’nın bulunduğu alanın ve  Deir ez-Zor ile Hasak eyaletlerinin göğünde beşinci nesil F-35A Lightning II avcı uçağını test etti.
Suriye Sağlık Bakanlığı ülkede dört yeni virüs enfeksiyonu vakası duyurdu.
Toplamda 29 kişinin hastalandığını, iki kişinin öldüğünü açıkladı!

*
Dün Libya, Abu Grain bölgesinde şiddetli çatışmalar devam etti.
K.Haftar’ın Libya Ulusal Ordusu bir Mi-35 savaş helikopterini kaybetti.
Libya’daki savaş sırasında Haftar ordusu, hem Kaddafi döneminden hem de Çekya ve Belarus’tan satın alınan saldırı helikopterlerini kullanıyor.
Haftar kuvvetleri  daha önce Trablus’ta Ulusal Anlaşma Hükümeti ordusunun bir Mirage F-1 ve iki hafif L-39ZO saldırı uçağını düşürmüştü.
Şimdi Ulusal Anlaşma hükümeti ordusu Türkiye’de Bayraktar Grubunun SİHA ve İHA’larını kullanıyor.
Libya Sağlık Bakanlığı dün toplamda 35 virüs vakası bildirdi!

*
Milyonlarca Suriyeli ve Libyalı virüs felaketiyle karşı karşıya ama yanıtsızdır.
Dünya Sağlık Örgütü Libya ve Suriye’de  virüsün farklı grupların savaşta olduğu ve hükümete konu olmayan bölgelere girmesi durumunda,
Bir kabus öngörüyor.
Halk sağlığı yetkilileri için veri eksikliği sorunun giderilemeyeceği anlamına geliyor.

*
Soytarı Padişah!
Padişah Çıplak!
Çıplak Padişah!
Çııpp- laaak!
15. 4. 2020

 

Türker Ertürk; ERDOĞAN’IN VELİAHTI KİM OLACAK ?

ERDOĞAN’IN VELİAHTI KİM OLACAK?

 

İstifa; kişinin çalıştığı işten, görevden, makamdan veya hizmetten kendi isteği ile ayrılmasıdır. Tarih boyunca, farklı görünüşlerde de olsa, hep var olmuştur. Her istifanın arkasındaki koşullar ve nedenler farklıdır. Gurur, sağlık, ailevi, ülkenin veya kurumun yüksek çıkarları, beklentinin karşılanmaması ve anlaşmazlık gibi pek çok nedenle olabileceği gibi, utanç veya “Bizans Oyunları” gibi başka hesapların gereği olarak da istifa edilebilir. Ayrıca istifaların, diğer adıyla kendi isteği ile görevden ayrılmaların nedenleri her zaman göründüğü ve size takdim edildiği gibi değildir.

 

Tarihten örnekler vererek başlayalım. Osmanlı Padişahı II. Murat, 1444 yazında tahttan çekilerek, yani bir anlamda padişahlık görevinden istifa ederek tahtı ve Osmanlı Devletinin yönetimini II. Mehmet’e bıraktı. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet olarak anılan II. Mehmet tahta ilk çıktığında 12 yaşındaydı, babası II. Murat ise 39 yaşında.

 

Yerinde Siz Olsanız Bırakır mıydınız?

 

Siz II. Murat’ın yerinde olsanız, 12 yaşında bir çocuğa devleti teslim eder miydiniz? Tabii ki, II. Murat da teslim etmedi! Rum asıllı Zağnos, etrafındaki devşirmelerle birlikte darbe yaptı ve baba II. Murat iktidardan uzaklaştırıldı. Daha sonra Türk soylu Çandarlı Halil Paşa ile yapılan karşı darbeyle II. Murat tekrar iktidara getirildi. Ama son gülen Zağnos oldu ve Fatih, 19 yaşında tekrar padişah yapıldı. İstanbul’un fethinden sonra ise Çandarlı Halil Paşa katledildi.

Resmi tarihimizde bu olay şöyle kaydedilmiştir: Baba II. Murat, doğuda ve batıda barışı sağlar ve tahttan 12 yaşındaki oğlu II. Mehmet lehine çekilir. Daha sonra savaşın baş göstermesi üzerine, çocuk babasına şu meşhur sözü söyler; “Eğer sen padişahsan geç ordunun başına, yok eğer ben padişahsam emrediyorum, ordunun başına geçeceksin!”. Takdir sizin. Hangisine inanırsanız!

İstifa Ediyorum

ABD’nin 37. Başkanı Richard Nixon, görev süresi bitmeden 9 Ağustos 1974’de istifa etti. Etmeseydi de süreç başlatılmıştı ve görevden alınacaktı. Suçu ise ABD’nin o zamanki ana muhalefet partisi olan Demokrat Parti’nin genel merkezini dinletmek için operasyon yapmak, operasyonda suçu ve suçluları elindeki devlet gücünü kullanarak örtbas etmeye çalışmaktı. Günümüzde Türkiye’deki iktidar, Nixon’un yaptıklarını rahmetle andıracak ve solda sıfır bırakacak nitelikteki operasyonların daha da alasının yüzlercesini muhalefete ve muhalif düşünceye karşı devamlı yaptı ve yapıyor. Allah’larına şükür, şimdiye kadar istifa etmeleri gerekmedi.

 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 20. Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay, 3 Aralık 1990 tarihinde istifa etti. Torumtay, Birinci Körfez Savaşı’nda (2 Ağustos 1990-28 Şubat 1991) zamanın cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın talimatı ile Türkiye’nin hazırlıksız, donanımsız, güvenliği ve çıkarları ile çelişen bir şekilde ABD’nin yanında Irak topraklarına girmesine ve Ortadoğu bataklığına sokulması girişimine karşı çıktı ve son raddede tepki olarak istifa etti. Torumtay istifa mektubunda; “İnandığım prensiplerle ve devlet anlayışımla hizmete devamı mümkün görmediğim için istifa ediyorum” dedi.

 

Torumtay Engelledi Ama Ardılları Kolaylaştırdı

 

Turgut Özal’ın yurtsever ve sorumluluk sahibi tepkiler nedeniyle beceremediğini bugünkü iktidar becerdi ve ülkemizi Ortadoğu bataklığına soktu. Torumtay’ın zamanında dik durarak engellediği girişimlere, makamında oturan ardılları dik duramadığı ve yurtsever cesaretleri olmadığından bırakın sessiz kalmayı, kolaylaştırıcı bir görev icra ettiler.  

 

Geçtiğimiz yıl, İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın kardeşi Jo Johnson hem bakanlıktan hem de parlamentodan istifa etti ve siyaseti bıraktığını açıkladı. Jo, istifa açıklamasında “Aileme sadakatle ülkemin çıkarları arasında kaldım” dedi. “Eğer göreve devam edersem ve aileme, yani ağabeyime sadakat gösterirsem, ülkemin çıkarları aleyhine davranmış olacağım” demek istedi ve bu çelişkiyi yaşamamak için mecbur olmamasına ve kamuoyundan bir tepki gelmemesine rağmen istifa etti.

 

Sadakat Kime ve Neye Olur?

 

Jo Johnson, ağabeyi sayesinde yani akrabalık ilişkileri nedeniyle siyasette yer edinmiş biri de değildi. Ağabeyinden önce parlamentoya giren, bir önceki Başbakan Theresa May de dâhil üç farklı başbakanın altında bakanlık yapan Jo Johnson, akrabalık ilişkileri nedeniyle, siyasi kazanımlarından onurlu bir şekilde vazgeçti ve ilkeli bir insan ve siyasetçi olduğunu gösterdi.

Yanlışları ve eleştirilebilecek yanları olsa da demokratik rejimlerde bağlılık yani sadakat; ülkeye, millete, demokratik, ulusal, insani ve evrensel ilke ve değerleredir. “Tek Adam” rejimlerinde ise sadakat her hal ve şartta lideredir. “Tek Adam” rejimlerinde liyakatin zerre kadar önemi yoktur. Esas olan sadakat ve yoluna kurban olma kültürüdür. Bu sadakat çok keskin olarak ülkenin ve milletin çıkarları ile yaşamsal derecede çatışsa bile!

Sokağa Çıkma Yasağı Direktifini Cumhurbaşkanı Verdi

Geçtiğimiz Cuma (10 Nisan 2020) Türkiye olarak tüm dünyaya nasıl rezil rüsva olduğumuzu ve o güne kadar Korona Virüsü salgını ile mücadele konusunda yapılanların yanlış bir kararla nasıl çöpe atıldığını bire bir yaşayarak gördünüz. Bu kararın arkasında hiç şüphesiz ki; Bilim Kurulu’na rağmen Saray var! Uygulanmasına iki saat kala açıklanan sokağa çıkma yasağı kararının tek kişiye ait olduğunu iktidar partisi dâhil tüm dünya biliyor. Zaten İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da “Sayın Cumhurbaşkanımızın da talimatı ile 30 Büyükşehir ve Zonguldak ilimizde sokağa çıkma yasağı ilan edildi” diyerek, bunu teyit etti.

 

Süleyman Soylu, yaklaşık olarak iki gün sonra (12 Nisan Pazar günü) aynı saatlerde ise içinde “Hayatımın sonuna kadar Sayın Cumhurbaşkanıma sadık kalacağım” sözü de bulunan istifasını sosyal medya hesabından yayımladı ve “Öngöremedim. O geceki eleştirileri de hakaretleri de kabul ediyorum” diyerek, sadakatini ve kendini lideri için ateşe attığını gösterdi.

 

Tek Adam Yönetimlerinde İstifa Olmaz!

 

Bu hamle; esasında liderinin yaptığı çok ama çok büyük bir hatanın sadakat ve feda kültürü kapsamında üstlenilmesi ve veliaht olma yarışında açık ara öne çıkma girişimiydi. Gerek siyasette, gerekse bürokraside çok açık ve ağır faturası olabilecek bir lider veya amir hatasının mahiyette bulunanlardan birisi tarafından üstlenilmesi asla karşılıksız kalmaz ve mutlaka mükâfatlandırılır.

 

Diğer taraftan; “Tek Adam” rejimlerinde istifa olmaz, görevden alma ve azil olur.  Nitekim; Ulaştırma Bakanı Cahit Turhan’ın istifa edeceği haberi saraya ulaşınca, gece yarısı Cahit Turhan görevden alınmış ve istifa etme inisiyatifi kendisine verilmemişti.

Süleyman Soylu Açık Ara Önde

İktidar partisi içinde Erdoğan’a veliaht olma yarışının olduğunu bilmeyen yok, tüm dünya âlem biliyor. Öne çıkan iki isim ise Süleyman Soylu ve damat Berat Albayrak. Korona Krizi öncesine kadar az da olsa daha öne çıkan isim Soylu idi. Soylu’nun önde olmasının nedenleri ise İçişleri Bakanlığı görevinde, özellikle terörle mücadelede çok başarılı olduğu algısını yaratması, Erdoğan’ı her yerde cengaverce savunması, Berat Albayrak’ın ise çok kötü bir bakanlık performansı göstermesi, halk ve parti örgütünde sevimli ve samimi bulunmayan davranışları ve malum nedenlerle aile içinde oluşup dışarıya sır verilmemeye çalışılan gönül kırıklığıdır.

Süleyman Soylu, geçtiğimiz Pazar günü yaptığı istifa hamlesi ile zaten önde olduğu bu yarışta farkı arttırmış ve açık ara öne çıkmıştır. Soylu’nun yaptığı bu hamleyi Sağlık Bakanı Fahrettin Koca da yapabilirdi. Ama o, böyle bir yarışta olmadığı için yeniden bakan olmanın ötesinde bir kazancı da olamazdı.

Süleyman Soylu istifa hamlesini yaparken resmi görüyordu, istifası kabul edilse ve bakanlığı kaybetse bile Erdoğan’ın yine açık ara veliaht koltuğuna oturacağının farkındaydı. İstifası saray tarafından kabul edilmeyip bakanlıkta kalınca, bu durum Soylu için bir nevi kaymaklı ekmek kadayıfı oldu. Veliaht hesapları ve yarışı şimdilik böyle ama yarının neler getireceği belli olmaz. Gelecekte Erdoğan sonrası liderliği için yarışılan AKP’nin var olmaya devam edip edemeyeceği bile belli değil!

Ahmet Kılıçaslan Aytar; LİDERİN ÖNEMİ

LİDERİN ÖNEMİ
Koronovirüs pandemisi dünyada ciddi toplumsal sorunlara yol açtı.
Benzeri görülmemiş bir gerçeklikle;
Hükümetlerin halk sağlığı tehlikesinin geçmesini beklemeden,
Alacakları önlemleri planlamaya başlamaları gerekiyor.

*
Birçok ülkenin GSYİH’ nın önemli unsurları yok oldu.
İşsizlik büyük ölçüde arttı.
Şimdi devletler bu şoklarla başa çıkmak, büyük mali müdahalelerde bulunmak zorundadır.

*
Çok miktarda paranın söz konusu olduğu bu durumda;
Israf ve kötüye kullanımdan kaçınmak için önceden ve süreç boyunca kritik değerlendirmeler yapılmalıdır.
Öncelikle bir ülkeyi farklı da olsa normal bir ekonomiye döndürmeye,
Ne tür müdahalelerin yardımcı olunabileceğini belirleyecek yönetimlere ihtiyaç vardır…

*
Bu noktada, ABD öyle bir küresel örüntü oluşturmuştur ki;
Her tehdit sona erdikten sonra “President of the United States” ve partisi daha  fazla güç kazanıyor!

*
Çünkü ABD “kalıtsal bir servet ve güç aristokrasisine” ait bir ülkedir.
Zenginler, büyük şirketlerinin muazzam zenginlikleri ve kontrolü sayesinde;
Siyasal, kültürel ve entelektüel güçlerin tüm resmi kurumları üzerinde tamamen egemendir.
Bu yüzden Amerika güçlü bir merkezi hükümetin buyruğunda;
“Zengin azınlığı çoğunluktan korumak ilkesi üzerine kurulmuştur” temelindeki anayasasından yükseliyor.

*
Zenginler monarşiden kaçınmak için birbirini dengeleyen üç ayrı yönetim alanı;
Yasama, yürütme ve yargı oluşturmuştur.
Bu alanları özel mülkiyet, özel sözleşmeler ve bilumum çıkarlarında mütemadiyen kendilerini koruyan,
Nesilden nesile geçen hizmetkârlarıyla doldurmuşlardır.
Bu plütokrasidir.

*
Üstelik benzeri görülmemiş zenginliğin yoğunlaşması uluslararası bir olgudur.
Bu gerçeğin çıkarımı ise sosyal eşitsizlik patlamasının tesadüfî bir süreç olmayışıdır.
Uzun zamandır plütokrasinin sömürüsü ulus devletin ötesinde dizayn ediliyor.
Asker; şirket kârını korumak için dünya genelinde sürekli savaşı savunuyor.
Ana akım medya; Amerikan oligarşisinin resmi propaganda kanadından başka bir şey değildir.
Sendikalar; tipik kaba ve bozuk biçimleriyle işçilerin muhalefetini bastırmak için şirketler tarafından besleniyor…

*
Sonuçta her tehditten sonra “President of the United States” daha fazla güç kazanıyor.
Woodrow Wilson, bir icra emri ile Kongre’nin yerini aldı, ABD’yi  I.Dünya Savaşına sürükledi. Demokrasi ve Barış ile anılıyor.
Franklin Roosevelt, 1924 Büyük Bunalımı  ve II. Dünya Savaşı’nda demokrat çoğunlukla birleşti, bugünün refah devletinin temelini attı.
Harry Truman, Kongrenin rızası olmadan Kore’ye asker gönderdi. Savunma Bakanlığını ve CIA’yı kurdu, plütokrasiye devletin kontrolünü sağladı.

*
Her defasında Başkanlık yetkilerinin genişlemesi Amerikan başkanının statüsünü değiştirdi.
Hem özgür dünyanın hem de partinin lideri olarak,
Federalizm kavramı altında Kongre, yargı ve devletlerin rollerini değiştiren tarihi atamalar yapıldı.

*
ABD’de söz konusu olan şey;
Kriz zamanlarında Başkan’ın liderliğine duyulan ihtiyaç değil,
Krizden sonra asla tamamen ortadan kaldırılmayan varsayılan güç modelidir.
ABD koronovirüs pandemisi ardından dünyanın güç modeli olmaya devam edecektir.

*
Bu noktada Avrupa farklılıklar gösteriyor.
Pandemiden önce Fransa Cumhurbaşkanı E. Macron ekonomik konularda değişimin savunucusuydu.
AB’nin dünya meselelerindeki rolünü vurguluyor,
Doğu Akdeniz’de Fransız varlığını güçlendirmeye,
Gelecekte Avrupa’nın iç içe geçmişliğine inandığını,
NATO’nun Rusya ve Çin’e geleneksel rekabeti çizgisinde iddialı bir stratejik doktrini öneriyordu.

*
Pandemi Macron’un planlarını askıya aldı.
Çünkü pandemi tüm Avrupa kıtasında tahribata devam ediyor.
Şimdi Macron, Almanya’nın direnmesine rağmen virüs ve tahribatı ile mücadele için dayanışma çağrısında bulunuyor;
Ortak bir Avrupa borç ihracını destekliyor…

*
Avrupa borç krizi Almanya’nın AB içindeki siyasi hakimiyetini hatırlatıyor.
Almanya’nın kemer sıkma politikaları;
IMF’nin Avrupa özel sektörünün borçlarının yapılanmasına ve  kurtarma operasyonlarına dahil edilerek kritik kararlar almasına öncülük etti.
Oyun Alman ekonomi alanında oynanırken, Fransa’nın AB’deki rolü o sırada gölgede kaldı.
2017’de E.Macron’un cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte,
Macron ülkesinin soluk ihtişamını canlandırmaya kararlı görünüyor.

*
AB ve Euro’nun geleceği için Almanya Başbakanı A.Merkel, mali kompakt ve kurallar çerçevesinde düşünüyor.
Macron ise  daha esnektir.
Daha fazla yatırım ve sürdürülebilir büyüme gösteren bir Avrupa öngörüyor.
Merkel’i temel reformlarını kabul etmeye ikna etmemiş olsa da,
Avrupa vizyonu ve bunu gerçeğe dönüştürmenin arzusundadır.

*
Koronavirüs pandemisi Avrupa’yı sarsarken,
Macron durumu bir savaşa benzeterek AB’nin virüse karşı dayanışması çağrısı yapıyor.
İtalya gibi ihtiyacı olan Avrupa ülkelerine destek sağlayacak bir borçlanma aracı olan koronabonds fikrini destekliyor.
İtalya, İspanya, Portekiz, Slovenya, Yunanistan, İrlanda, Belçika ve Lüksemburg liderleriyle birlikte, koronabondları savunan bir mektup imzaladı.

*
Almanya koronavirüs pandemisinin Avrupa ekonomisi üzerindeki etkisinin aciliyetini kabul etmekle birlikte,
Entegrasyonu derinleştiren koronabondlar gibi fikirlere direniyor…
Virüsten etkilenen AB ülkelerinin krizden çıkmaları için “Yeni Marshall Planı” olarak tanımlanan paketin,
Ancak Merkel gibi deneyimli bir politikacının yönetimi altında yaşama geçirilebileceği ifade ediliyor.

*
Bu durumda E.Macron’un hem pandemi sırası ve sonrasında Avrupa dayanışması hem de diğer jeopolitik hırslarının,
Avrupa’yı etkileyip etkilemeyeceği öngörülemiyor.
Avrupa’da halk sağlığı krizi birçok alanda eşi görülmemiş bir belirsizliğe neden oluyor…

*
Pandemi başta ABD olmak üzere zengin ülkelerin trilyon dolarlık parasal genişlemesine,
Negatif faizle devletlerin bu paraya kolay erişimini sağladı.

*
Türkiye’de  İslamcı Erdoğan iktidarı pandeminin yol açtığı belirsizliğe;
Yetersiz döviz rezervi, yüksek nakit döviz ihtiyacı, çiddi bütçe açıkları ve yüksek döviz borçlarıyla yakalandı.
Türkiye’nin dünya borsalarındaki hisse senetleri toplam değeri yüzde 20 azaldı ve 70 trilyon dolara düştü.

*
Yıl içinde vadesi gelen yaklaşık 172 milyar dolarlık dış borcun çevrilmesi gerekiyor.
İhracat, turizm, lojistikte  tüm döviz girdilerinin durması,
Dolar kurunun 6,7’lere çıkması,
Küresel itibar kredibilitesi son derece düşük Erdoğan’ın döviz ihtiyacını nasıl karşılayacağı,
Ekonomi çarklarını nasıl döndüreceği sorusunu gündeme getirdi.

*
Türkiye’nin ABD Merkez Bankası’nın önderliğinde sınırsız nakit imkanı,
Ya da IMF’in, ABD hazine kağıdı olmayan ülkelere de  dolar likiditesi sağlama olanağından yararlanması,
Ya da yüksek faizle borçlanması mümkündür.

*
Küresel Liberal Düzen, pandemiden sonra da gelişerek devam edecektir.
Ama İslamcı  Erdoğan, IMF’ye başvurulmasına sıcak bakmıyor.
Çünkü IMF’ den borç almak Erdoğan’ın uyguladığı, her alanda birçok  politikadan dönüş olacaktır.
O şimdilik para basıyor.
Para basmak çözüm olabilir ama bunun nasıl yönetileceği önemlidir.
Bütçeye gelecek  hasar, “kırk katır mı kırk satır mı” deyimini hatırlatıyor.

*
Atatürk,”Toplumsal gelişmenin de, çürümenin de temelinde yöneticilerin tavırları yatar” diyor.

13. 4. 2020

 

Türker Ertürk; ESAS SORUN AKIL ÇAPIMIZ !

ESAS SORUN AKIL ÇAPIMIZ!

 

Geçtiğimiz Cuma günü (10 Nisan 2020) dünya âleme rezil rüsva olduk. Düşünebiliyor musunuz; Korona Virüsü salgınının yayılmasını durdurabilmek için geç vakitte sokağa çıkma yasağı ilan edip detayları eş zamanlı olarak açıklamayarak herkesi sokağa çıkaran ve salgının azmasına neden olacak düşüncesizliğin arkasında bizi yöneten iktidar var. Bu düşüncesizce kararın arkasında bir devlet aklı yok, kurumlar arasında eşgüdüm yok, bilim yok!

 

10 Nisan akşamı Korona Virüsü salgınının Türkiye’de yayılması açısından zirve olmuştur, göreceksiniz. Bunu bize emperyalizm mi, dış güçler mi yaptı? Hayır, iktidarda bulunan iç güçler yaptı! Tabii ki kötülük olsun diye yapmadılar ama kararlarının arkasında devlet aklı ve bilim olmayınca -iyi niyetli bile olsalar- sonuçları itibarıyla kötülüğe dönüşüyor.

 

“Çok Üzgünüm, Bunun Bedeli Olacak!”

 

O kadar alelacele ve tek başına bir karar alındı ki; devlet kurumlarının ezici bir çoğunluğunun dahi haberi ve karara dair hazırlığı yoktu. Hatta 16 milyon nüfusu olan İstanbul’un Büyükşehir Belediye Başkanının bile haberi yoktu! O da bizim gibi TV haberlerinden öğrendi sokağa çıkma yasağının kısa bir süre sonra başlayacağını! Böyle bir şey dünyanın hangi çağdaş ülkesinde olmuştur veya olabilir? İktidara bağlı olarak çalışan ve iktidar tarafından atanan Bilim Kurulunun bile haberi yoktu! Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Tevfik Özlü de isyan etti ve “Çok üzgünüm, bunun bedeli olacak” dedi.

 

Sorun sadece Korona Virüsü salgını olsa, eyvallah! Ortadoğu bataklığına batışımızdan Moskova’daki aşağılanmamıza, geçmediğimiz ve kullanmadığımız Yap-İşlet-Devret projelerinde her yıl kaptırdığımız kaynaklarımıza, ekonomik iflasımıza, Cumhuriyetin oluşturduğu ve bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz ama yok edilen kurumlarına, ekonomik değerlerine ve sosyal devlet ilkesinin tamamen yok edilmesine kadar her şeyden sorumludur iktidar.

 

İktidar Bu Kavramlara Düşman

 

Bugün Türkiye’nin her zamankinden daha çok demokrasiye, çok sesliliğe, ortak akla, sorunlarımızın çözümünü sağlayacak yetkin birleşik akla ihtiyacı var. Ama iktidar, insanlığın yarattığı düşünsel evrimin ürünü olan bu kavramların tamamına açıkça söyleyemese de düşmandır.

 

Bu zor süreçte her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var. Ama ne yazık ki, birlik ve beraberliğimizin önündeki en büyük engel iktidarın bizatihi kendisidir. İktidar, her vesile ile ayrımcılık ve partizanlık yapıyor ve kendisi gibi düşünmeyen, Korona Virüsü salgınından ülke olarak asgari can ve ekonomik kayıpla çıkmak için fikir üreten ve yol gösterenlere düşmanlık ediyor.

 

Zihinsel Temizlik, Fiziksel Temizlikten Daha Önemli!

 

Daha da kötüsü; aynı 15 Temmuz Darbe Girişimi’nde olduğu gibi, halen içinde yaşadığımız bu zor durumu fırsata çevirmeye, halkın iktidara yönelik oldukça azalan, hatta yerlerde sürünen desteğini tersine çevirmeye çalışıyor ve bu maksatla muhalefet partilerine ait belediyeleri başarısız göstermek için operasyonlar yapıyor, oy verenleri cezalandırmaya gayret ediyor. Bildiğiniz gibi Korona Virüsü ile mücadelede en önemli iki şey; sosyal izolasyon ve hijyen yani fiziksel temizlik. Hatta bunlardan da daha önemlisi zihinsel temizlik ama bu da iktidarda yok.

 

  1. Yüzyılın önümüze koyduğu karmaşık sorunları çözebilmek, her gün hızla gelişen dünyada var olabilmek, özellikle Korona Krizi sonrasında oluşacak radikal değişikliklere ayak uydurabilmek için hem kişisel hem de devlet olarak büyük bir akıl çapına ihtiyacımız var.

 

Biyolojik Olarak Gelişmez

 

Günümüzde esas sorun; biraz da akıl çapı sorunudur. Bireysel olarak akıl çapı durup dururken, yaş ilerledikçe ve biyolojik olarak gelişmez. Hatta, bireysel aklın içine ne kadar çok bilgi doldurursanız doldurun, çapı büyümez. Bireysel olarak akıl çapının gelişimi, küçük yaştan itibaren bireye yatırım yapmayı gerektirir.

 

İnsan spor yaparsa vücudu ve adaleleri gelişir. Bir insana baktığınızda vücudunun, adalelerinin geliştiğini ve fiziksel olarak güçlü olduğunu ilk anda bile gözlemleyebilir ve anlayabilirsiniz. Ama bir insanın akıl çapının büyük olup olmadığını ilk bakışta anlayamazsınız.

 

Bilim Egemen Kafa, Sorgulayıcı Akıl

 

İnsan beyni; ortalama 1,5 kg ağırlığında, 1260 cm³ hacminde ve yaklaşık olarak 86 milyar nörona sahiptir. Doğuştan ve genetik farklılıkları saymazsanız, üç aşağı beş yukarı tüm insanlardaki biyolojik beyin kapasitesi birbirine yakındır. Ama gelin görün ki, zaman içinde farklılıklar oluşmaya başlar. 21. Yüzyılda bu farklılığı yaratan en büyük etmen; beyne küçükken erken yaşlarda -aynı bilgisayarlarda olduğu gibi- doğru işletim sistemini kurabilmektir.

 

Bu işletim sistemine “bilim egemen sorgulayıcı akıl” diyebiliriz. Bu işletim sisteminin telif hakkı yoktur, insanlığın tümüne aittir ve açık kaynaktır. Herkes kullanabilir. Ama ne yazık ki gerçekte bu böyle olmuyor.

 

Ezberciden Mucit Çıkmaz!

 

Eğer genç bir beyne 21. Yüzyılın çağdaş işletim sistemi yerine sorgulamama, biat etme, koşullandırma ve ezber odaklı eğitim verirseniz; o beynin zaman içinde akıl çapını geliştirebilecek imkânını yok edersiniz. Ezber, doğruluğuna dair kuşku duyulmaksızın bilginin kabullenilmesidir. Akılda tutulan bilginin doğruluğuna dair kuşku yoksa bu ezberdir ve bu akıl bakış açısını değiştiremez, donuktur, analiz-sentez yapma yeteneği çok sınırlıdır ve problem çözme kabiliyeti neredeyse yok gibidir. Ezberciden mucit de çıkmaz. Eğer bir toplumun bireyleri ağırlıklı olarak ezberci eğitimden geçirilmişse o toplumun sorun çözme kapasitesi de çok düşük olur. Daha da önemlisi; sorunlarını çözemeyen toplumlar, sorunlarını çözen çağdaş toplumlar tarafından çözemediği sorunları üzerinden istismar edilir, sömürülür ve yönetilir.

 

Bilim egemen kafalı ve sorgulayıcı akla sahip bir birey, eski bilgilerini yeni ve bilimsel bilgilerle değiştirmeye her zaman hazırdır. Bildiklerine bile kuşku ile bakabilme yetisine sahiptir. Akıl çapını geliştiren diğer önemli husus ise diyalektik (zıt fikirlerin çatışması) okuma, öğrenme ve düşünmedir. O zaman beyinde bulunan 86 milyar nöronun çok büyük bir çoğunluğu devreye giriyor. Aksi takdirde, nöronların çoğu kullanım dışında kalıyor. Beyinde zıt fikirleri çatıştırarak düşünmek, kullanım dışı nöronları devreye sokuyor.

 

Demem O ki; 

 

Bireysel akıl çapının gelişmesi oldukça uzun solukludur ve bugünden yarına büyük değişiklikler göstermez. Ama devletlerin akıl çapını toplumun ortalamasının üstüne taşımak ve daha kısa dönemlerde büyüme sağlamak mümkündür. Bunun için toplumda akıl çapını büyütebilmiş bireyleri liyakat esaslı olarak sistemin içine almak ve egemen kılmak gerekir.

 

Demem o ki; halen Türkiye’yi yöneten iktidarın çekirdek kadrosu ezberci ve biat kültüründen geliyor ve diyalektik okuma, öğrenme ve düşünme beceresine sahip değil. Doğruluğundan asla şüphe etmediği “Siyasal İslamcı” bir ideolojinin ve “Yeni Osmanlı” denen geçmişin aklını temsil eden bir hayalin peşinden gidiyor. Ayrıca; devlet aklının içine zıt fikirleri temsil eden insanları almayarak ve mevcutları da tasfiye ederek devlet aklının içindeki diyalektik düşünme, analiz yapma, problem çözme ve doğru karar verme sürecini de olumsuz yönde etkiliyor.

TÜRKER ERTÜRK

Ahmet Kılıçaslan Aytar; BERNİE SANDERS’A NE OLDU ?

BERNIE SANDERS’A  NE OLDU

 

Amerikalılar, ülke ekonomisinin şirket ve finans aristokrasisi tarafından yağmalanmasından:
Sürekli savaş gerçekliğinden: Denizaşırı ülkelerde kaynakların heba edilmesinden:
Nihayet COVID-19 pandemisinden bunaldı.
Bu yüzden ABD başkanlık seçimi kampanyası siyasi sisteminin yoğun krizini açığa vuruyor…

*
Vermont Senatörü Bernie Sanders, Demokrat Parti’den başkan aday adayı idi.
Kendisini “Demokratik Sosyalist” olarak tanımlıyor,
Kampanyasını Demokrat Parti’ye yönelik zayıf desteği tersine çevirme ve 2020 seçimlerinde başarı şansını arttırma çabası olarak karakterize ediyordu.
Bolca modern kapitalizmi, sosyal eşitsizliği ve Wall Street entrikalarını eleştiriyordu.

*
Dünya toplumunda sadece yüzde 1 oranında bir kesimin, zenginliğin yüzde 99’unu tekellerinde tuttuğunu,
Sadece 85 kişinin tekelindeki zenginliğin, dünya nüfusunun yarısından fazlasının zenginliğine tekabül ettiğini,
Kurulu siyasi düzenin yüksek mahkeme kararıyla malî sistemdeki kanunî düzenlemeleri ortadan kaldırdığını,
Amerika siyasetine sıcak parayı egemen kıldığını anlatıyordu.

*
Amerikan hükümetinin sadece milyarderlerin temsilcisi olmaması:

Wall Street’in daha sıkı denetimi:

ABD’nin siyasi bir devrim ve dönüşüm yaşaması:
“Medicare For All- Herkese Sağlık Sigortası”:

 Daha yüksek asgari ücret ve devlet destekli yüksek öğretim vaadinde bulundu.

*
İskandinav ülkelerinin sosyal politikalarını övdü.
Seçim temasını dış politikadan ziyade ekonomik eşitsizlikle mücadele üzerine kurdu.
Seçildiği takdirde ilk Yahudi Başkan olacaktı.
İsrail ile ilişkiler konusunda daha liberal sayılan J-Street çizgisinde ve bağımsız Filistin devleti kurulmasından yana,
Orta Doğu’nun sorunlarını yine Ortadoğulu devletlerin çözmesi taraftarıdır.

*
Bir kaç hafta boyunca 2020 başkanlık seçimde partisinin adayı olacağı görüntüsü verdi.
Ön seçim yapılan ilk eyaletlerin üçünde en çok oyu kazandı.
Yapılan anketlerde liderdi.
Demokrat seçmenler arasında oldukça popülerdi.

*
Bitti!
Çünkü  birkaç gün içinde her şey ters gitti.
Partisinin diğer adayı Joe Biden, Güney Carolina’da müthiş bir zafer kazandı.
Diğer adaylar çekildi ve Biden’i onayladılar.
Süper Salı eyaletlerinin çoğunda ikna edici bir şekilde kazanmaya devam etti.
Sanders delege yarışında giderek çok geride kaldı.

*
Ve 3 Kasım’daki başkanlık seçimleri için yürüttüğü kampanyayı askıya aldı.
Demokrat Parti’nin aday adaylığı kampanyasından çekilen 29’uncu aday oldu.  
Eski ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Demokrat cephede tek aday adayı olarak kaldı.

*
Partiler resmi adaylarını Ağustos kongrelerinde;
Demokratlar, 17 Ağustos’ta Wisconsin/ Milwaukee’de,
Cumhuriyetçi Parti Başkan Donald Trump’ı  24-27 Ağustos’ta Kuzey Carolina/ Charlotte kongresinde açıklayacak,
3 Kasım’da seçimi kazanacak isim, 20 Ocak 2021’de Beyaz Saray’da başkanlık koltuğuna oturacak…

*
Peki ne oldu?
Şu COVİD -19 pandemisi sonrası elbette ayrıntılı raporlamalar yapılacaktır.
Ancak Sanders’in adaylıktan çekilmesinde bir kaç faktör ön plana çıktı.

*
Sanders seçilseydi en yaşlı başkan olacaktı.
Ekim’de kalp krizi geçirmişti.
Seçmenler yaşlı bir adayı desteklemekte tereddüt edecekti.
Gerçi Joe Biden’ da  Sanders’dan sadece bir yaş gençtir.
O’da iki defa beyin anevrezması geçirdi, bir süre zihin bulanıklığı yaşadı!
 
*
Sanders, kendi kabulüyle siyasetin kişisel tarafında yağ çekme, pohpohlama konusunda iyi değildi!
İnsanların sırtını sıvazlamada iyi olsaydı,
Mesela Güney Carolina’da J.Biden’ın zafer kazanmasından  sonra onu onaylamayı reddeden önde gelen demokrat Elizabeth Warren’dan destek alabilirdi.

*
Bazıları Sanders’ın parti liderleri arasındaki destek eksikliğinin;
Partiye katılmayı reddetmesi,
Destekçilerinin parti elitlerinin işlerine ve statülerine tehdit oluşturması nedenine bağladı.

*
Aslında adaylığı doğrudan Demokrat Parti’nin politika yönelimi ve  yolsuzluklara karşı bir başkaldırıydı.
“Medicare For All” diyordu!  
Ama Demokrat Parti lobicilerin yoğun olduğu,  mesela büyük tıbbî kuruluşlarla gizli toplantılar düzenleyen bir kurumdu…

*
Demokrat Parti, zaman zaman gönülsüzce, kendini çoğu Avrupa ülkesinin merkez sağına koyacak politikayı geçmeye çalışan bir yapıdır.
Ama  mensupları destekledikleri şeylerin arkasında durmayan,
Ya da kötüleşmenin herhangi bir sonucuyla yüzleşmek zorunda olmayan kimselerdir.
Sanders, bu rahat düzenleme için varoluşsal bir tehditti.
Bu yüzden parti elitlerinin desteğini alamadı.

*
Ve Demokrat Parti, önceliğini giderek Başkan D.Trump’ı yenme olasılığı en yüksek aday adayına yöneltti.
Ana akım medya, özellikle NPR (National Public Radio) ve  MSNBC’nin (Microsoft Network ve National Broadcasting Company) liberal çıkışlarıyla,,
Sanders’in seçilemez bir radikal olduğu konusunda sürekli mesaj verdi.

*
ABD’deki seçmenler, tüm siyaset, akademi, medya kurumları  bir bunalım çağı yaşarken,
Ön seçim sonuçları ne olursa olsun,
Sanders Amerikan halkı ve politikası hakkındaki bütün bir kurgular dizisini resmetti.

*
ABD sosyalizm karşıtlığının fiilen dünyevi bir din olduğu,
Sosyalist düşüncelerin siyasi söylemden dışlandığı ve medya tarafından yasaklandığı,
İki büyük şirket partisinin sosyalist karşıtlarının antidemokratik seçim yasalarıyla sandıktan uzak tutulduğu,
Temel sınıfsal meselelerin bastırıldığı bir ülkedir.
Halkın büyük çoğunluğunu gerçekten ilgilendiren şey, sosyal ve ekonomik konulardır.

*
Sanders’a yönelik kısa süreli de olsa halk desteği,

Sola kayış ve büyüyen toplumsal muhalefet egemen seçkinlerde giderek artan korkuya neden olmuştur.
Şirket ve malî sektör seçkinleri Sanders’ın kampanyasında bankaların dizginlenmesi,

Toplumsal eşitsizliğin azaltılması yönünde ileri sürdüğü önlemlerden rahatsız oldular. 
Çünkü Sanders’ın önerdiği vaadlerin hiç biri mevcut ekonomik ve siyasi düzenle bağdaşmıyordu.

*
Halbuki endişelere gerek yoktu, çünkü;
Birincisi; Sosyalizm’in temelini emperyalist savaşa karşı mücadele oluşturuyor.
Fakat Amerikan egemen sınıfının küresel stratejisi ve askeri donanım ile savaş için çarçur edilen trilyon dolarların bedeli kaçınılmaz şekilde halkın cebinden çıkarken,
Kendini “Demokratik Sosyalist” olarak tanıtan Sanders,

ABD’nin malî seçkinler yararına sürdürdüğü emperyalist savaşlar aleyhinde hiç  söz etmemişti.

*
İkincisi; Sosyalizm, yalnızca işçi sınıfının tüm kapitalist partilerden ve politikacılardan siyasi bağımsızlığı temelinde mümkündür.
Ama Sanders ne şirketlerin işten çıkarma vakaları ne ücret kesintileriyle ilgilendi.
Aksine büyüyen öfkeyi başka yöne çevirmek için ekonomik milliyetçiliği ve şovenizmi destekledi.
Mali oligarşiyi yıkmayı, onların sanayi, finans ve taşımacılık üzerindeki kontrolüne son vermeyi açıkça reddetti.

*
Sanders’in macerası, ABD’nin COVID-19 pandemisinden sonraki pozisyonuna projektör tuttu…

 

  1. 4. 2020

 

 

 

 

 

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar; ;İNSANLIK

İNSANLIK
Erdoğan, cumhurbaşkanlığı makamında eşi görülmemiş merkezi  bir sisteme başkanlık ediyor.
Demokrasinin esası olan  kuvvetler ayrılığı prensibini  kişileştirmiştir.
Bu yapı onun karar vericiliğinin sürekli kurumsallığını temsil ediyor…

*
Üstelik hemen herkesle çelişiyor.
Yalnızlaşması, Batıcılık-Lâiklik ile Osmanlıcılık-İslamcılık arasındaki nüanslardan kaynaklanıyor.
Bu öyle bir ideolojidir ki;
Tanrı adına zorbalığa, vatandaşlık adına kula biata ve nihayet sadece sağa-sola afralı tafralı babalanmalara dayanıyor.

*
Bu kimliği ile Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Balkanlara, Afrika, Asya hatta Antartika’ya nizam vermeye yelteniyor.
Ne ABD’nin ne Rusya’nın ne AB’nin ne de Katar’ın Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamayacağı varsayımıyla,
Birden fazla bölgesel cephede savaşıyor…
Dünyanın sabrını deniyor.
Olsun! Türkiye Devletinin kurumsallığını “sarayında bir başına” kişiliğinde temsil ediyor!

*
12 Nisan 2019’da, bir müneccim edasında mı yoksa rutin bir görev icabıyla mı, bilinmez!
2019/5 sayılı Cumhurbaşkanlığı Genelgesi’ni yayınladı.
“Virüslerin genetik yapısında meydana gelen değişikliklere bağlı, yeni tipte bir influenza virüsü ortaya çıkabilmekte ve insandan insana kolayca geçiş yapabilmektedir.
Bu pandemi (küresel salgın) döneminde herhangi bir aksaklığa yol açmamak için gerekli tedbirler alınacak ve ‘Pandemik İnfluenza Ulusla Hazırlık Planı’ (..) ile Sağlık Bakanlığı teşkilatlarında her türlü destek bütün kamu kurumlarınca ivedilikle sağlanacaktır” dedi.

*
Liderlerin çoğu gibi Erdoğan’da, pandeminin yarattığı türden küresel bir kriz ve beraberinde yaşanan ekonomik düşüşle hiç karşılaşmadı.
Bu yüzden  sağlık sistemindeki aksamalar ve  ölümler öngörülemedi.
Ama bir liderin her dönemdeki mücadelesi ve başarısı;
Belirsizlik karşısındaki tutumu: Sağlık sistemlerinin yapısı ve pratikliği: Güvenilir olup olmadıkları gibi faktörlere bağlıydı!..
Genelgesine rağmen bir daha, bir daha, bir daha atladı…

*
Bugün  COVID-19 Türkiye’yi de tehdit ediyor.
Gecikme bir yana bu tehdite başarılı bir yanıt;
Bilim ve uygun entelektüel temellerin yanı sıra kolektif cesaret gerektiriyor.

*
Buna eşdeğer somut ve ölçülebilir gereksinimleri karşılamadan önce,
Türkiye politikasında her kurumsallığın geçici değişikliklerden çok daha fazlasına ihtiyaç olduğu biliniyor.
Çünkü siyasi alan aşağıda daha anlamlı olanın sadece bir yansımasıdır.
Bu yüzden en önemli şey;
Hesaplanabilir özel çıkarların dar faydası için sıfır toplamlı bir arama yerine,
Tüm yönetimin en iyi olanı arama isteğinin altında yatan insanî isteklilik olmalıydı!.

*
Ama Türkiye bu temel dersi, ne siyaset alanında ne de toplumun büyük bir kısmında henüz öğrenememiştir.
Şimdiden bir kısım seçmen “değişim” ve “ilerleme” istiyor.
Ancak cesur ve düşünen bir seçmen kitlesi çoğalmadan bu egzersiz;
Türkiye’yi özellikle de felç edici koronavirüs salgını ortasında ve sonrasında,
Erdoğan gibi tüm değerleri aşındırıcı ve tehlikeli bir cumhurbaşkanından kurtulma yükümlülüğünü geçersiz hale getirecektir!

*
Çünkü öncelikle bireysel insan noktasında birincil değişiklikler gerekiyor.
Alman filozof Karl Jaspers, “Boşluğun bilincinde olan bir adam siyasi alanda kendine inanır” diyor…
Nitekim o kadar sahte ve ahmakça bir toplumda yaşanılıyor ki,
İşte birlikte gördük ki, bu ülkede coronavirüs salgına dönüşmeden önce bunalım duymanın bile kredibilitesi olmadı!.
Birçok kişi coronavirüse hoşgörü gösterdi.
Virüs salgına dönüşünce bile işbirliği ve birlikte yaşamanın zorunlu zahmetleri için çok az sabır gösteriliyor…

*
Acınacak yetersiz kızgınlıkta yalnız kitleler üzerinde,
Siyaset alanında ülkenin en zayıflatıcı özelliğini gizlemeye çalışan,
Düşünme ve ilkel entelektüel cesaret göstermeye karşılık gelen bir isteksizlik;
Gerçeğin hiçbirini bilmek istemeyenlerde yaygın bir felsefe oluşturmuştur.
Aklın muhalifleri arasında böylesi felsefi olmayan bir ruh;
Gerçeğe düşman ve yabancı olan “hakikat sapkınlıklarını” güçlendirmiş bulunuyor…

*
Bu deforme edici ruhun itaatkâr destekçileri;
Yardımcılar, bakanlar, birçok savcı ve yargıç, hazine sorumluları ve diğerleri için korkaklık normal bir yaşam biçimi haline gelmiştir.
Çirkin bir çıplak sultanın yanında korkaklığından hâlâ  utanmadan duranlar,
Şimdi COVİD-19 pandemisinin ortasında hesaplanamaz sosyal ve tıbbî zararlar üretiyor…

*
Uygun entelektüel temellerin yanı sıra kolektif cesaretten yoksun olan insanlar,
Kollektif başarısızlıklarının şaşırtıcı genişliğine şaşırmamalıdır.
Uzun yıllar boyunca, zenginliğin ve başarının baştan çıkarıcı gereklilikleri;
Birçok insanın hatta toplumun büyük bir kesimi için  temel haline gelmiş,
Düşünmeye istekli bireyler  “Zillet” addedilmiş ve genellikle hayali bir tarihin kalıntıları haline getirilmiştir…

*
Şüphesiz, bazıları sorgulamalıdır.
Modern insanın benliği, aptalca bir eğitim, geniş kapsamlı  tatsız kültürel kalıplar,
Şaşırtıcı derecede yaygın bir müstehcenlik ve gösterimi ile kuşatılmıştır.

*
Herkesin bir kurtuluş için insana yaraşır bir isteklilikte;
Entellektüel temeller ve kollektif cesaretle düşünmeyi destekleyen bireysel bir insanlık olduğunu öğrenmesi gerekiyor.
Ancak bu taktirde zavallı bir ülkeyi kurtarmak için umut verici bir başlangıç sağlanabilir.

*
Ooo, affedersiniz efendim! Erdoğan konuşuyor;
“Devlet ile vatandaşları arasındaki siyasi, ekonomik ve sosyal ilişkilerin yeniden tanımlanacağı bir döneme giriyoruz.
Bu yeni dönemde, tüm dünyada bizim 17 yıldır dilimizden düşürmediğimiz ‘İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın’ ilkesi,
Her ülkede yönetim sisteminin merkezine yerleşecektir”diyor!
‘Bak sen!’ deyip, televizyonu kapatıyor, sesini kesiyorum.
Ama aynı anda kendimi kutlamamın ve kendime şarkı söylememin bir anlamı olmadığı anlıyorum.

7. 4. 2020

 

Türker Ertürk; KORONA’NIN İKİNCİ DALGASI AĞUSTOS’TA !

KORONA’NIN İKİNCİ DALGASI AĞUSTOS’TA!

 

Korona Virüsü salgını, yaklaşık 100 yıldır insanlığın görmediği bir felaket halini aldı. Bu salgının ekonomik alanda yarattığı ve yaratacağı tahribat hiç şüphesiz ki can kaybının ve sağlık alanında meydana getirdiği tahribatın çok ama çok üstünde olacak. Küresel çapta olan, insanlığın istisnasız tümünü etkileyen ve zaman içinde daha da etkileyecek olan bu krizle mücadelenin ancak ulusal çabalarla desteklenen küresel bir tepkiyle başarıya ulaşabileceği gerçeği önümüze seriliyor.

 

Bir an için komplo teorilerini bir kenara bırakarak Dünya Sağlık Örgütü (WHO) gibi resmi kurumların açıklamalarına bakarsak; Korona Virüsü ilk defa Çin’in Hubei Eyaleti’nin yönetim merkezi ve 12 milyon nüfusa sahip olan Wuhan’da görüldü, kısa süre içinde Avrupa ve Amerika’ya sıçradı ve Mart 2020 itibarıyla tüm dünyayı sardı.

 

Korona Çin’den, İspanyol Gribi Amerika’dan!

 

Çin, vakaların görüldüğü ilk günlerde yaşadığı tereddüt ve saklama tavrını kısa sürede aştı, sonrasında bugüne kadar hem ulusal hem de küresel ölçekte örnek bir mücadele verdi, kendi ülkesinden kaynaklı vaka sayısını sıfıra kadar düşürdü ve ölümleri büyük oranda engelledi. Ama son gelen haberler, ikinci dalganın başladığı yönünde. Tabii ki olabilir ama umarız bu gerçekleşmez.

 

İspanyol Gribi, 102 yıl önce Mart 1918’de, ABD’nin Kansas Eyaleti’nde bulunan Haskell County’de bir askeri kışlada ortaya çıktı. Önceleri soğuk algınlığı, üşütme, nezle ve grip gibi geçiştirildi ve önem verilmedi. Ama savaş yıllarıydı ve ABD, Birinci Dünya Savaşı’na (1914-1918) 6 Nisan 1917’de girmişti. Avrupa ve Asya’ya Amerikan Askerlerinin gönderilmesiyle birlikte salgın dünyaya yayıldı ve çok büyük bölümünü etkisi altına aldı.

 

Toplu Mezarlar Açıldı

 

Salgının İspanyol Gribi adını almasının nedeni ise ilk defa İspanyolların bu salgını dünya kamuoyuna duyurmuş olmalarıydı. Bu salgın, o zaman yaklaşık 1,7 milyar olan dünya nüfusunun üçte birini etkiledi. Salgın nedeniyle tüm dünyada yaklaşık olarak 50 milyon insan yaşamını kaybetti. Bu sayı tüm dünya nüfusunun yüzde 3 buçuğu, hastalığı kapanların ise yüzde 10’u gibi çok büyük bir orana ulaştı.

 

Sadece ABD’de, İspanyol Gribinden 500 bin insan yaşamını kaybetti. Artık normal defin yöntemleri bırakıldı, toplu mezarlar açılmaya başlandı. İlk toplu mezar ise Pensilvanya’da açıldı. Cenazeler bile bulaşıcı hastalık taşıdığından, defin için ilk zamanlar cenaze başına 15 dolar alınırken daha sonra fiyat 260 dolara kadar yükseldi.

 

Yaz Rehavetine Kapılmamalıyız!

 

İspanyol Gribi salgınının ikinci dalgası daha öldürücü idi. Mart ve Nisan 1918’de başlayan salgın, yaz aylarında gaz kesti ve salgının önü alınmış gibi göründü ama ikinci ve daha öldürücü dalga Ağustos 1918’in sonuna doğru vurdu. İkinci dalganın öldürücülüğü, birinci dalganın öldürücülüğünden beş misli daha fazla oldu. Bu nedenle; tarihten de ders alarak, kuzey yarımküre için gelmekte olan yazın rehavetine kapılmamalı, mutasyona uğrayarak daha öldürücü olabilecek Korona Virüsüne karşı hem küresel hem ulusal hem de kişisel ölçekte tedbirleri elden bırakmayarak, dikkatli, uyanık ve tetikte olmalıyız.

 

İspanyol Gribi salgını başladığında da önemsiz olduğunu, durumun abartıldığını söyleyen siyasetçiler ve din adamları vardı. Kiliselerde insanlığı salgına karşı koruması için ayinler düzenlendi, Tanrı’ya topluca yakarıldı ve dualar yapıldı. Bugün ise çağdaş dünya hem geçirdiği düşünsel evrim hem de geçmişin deneyimi ile Korona Virüsü salgınına karşı sadece bilime güveniyor ve bilimsel metotlardan medet umuyor.

 

Uzadıkça Fatura Büyüyecek

 

Korona Virüsü salgınının önü alınmadıkça ve uzadıkça, bu krizin yaratacağı ekonomik fatura çok daha büyük olacak. Çağdaş dünya ülkeleri de bunun farkında ve bu nedenle sıkı tedbirler uygulayarak salgını en kısa sürede bitirmeye çalışıyorlar.  

 

Örneğin İspanya’da; eczane, yiyecek satan market ve petrol istasyonları hariç her yer kapalı. Üç haftadır sokağa çıkma yasağı vardı. İspanyol Meclisi’nde yapılacak oylama sonrası sokağa çıkma yasağının 25 Nisan’a kadar uzatılması bekleniyor. Ayrıca hükümet, çalışamayanların ücretlerinin yüzde 80’ini ödüyor. Esnafın da! Aynı durum, Türkiye’deki iktidar tarafından bizi kıskandığı söylenen tüm Avrupa ülkeleri için de geçerli!

 

Bu Kafayla Korona Bataklığı Oluruz

 

Bırakın Avrupa’yı, hemen yanı başımızdaki komşumuz Yunanistan, iflas etmiş ekonomisiyle bile 23 Mart-10 Mayıs arasında sokağa çıkma yasağı uyguluyor, Kiliseleri kapalı, gösteriş olsun diye bile Atina Merkez Kilisesi’nde ayin yapmıyor, yaptırmıyor, halkını kandırmak için hoparlörlerden dualar okutmuyor ama halkına yardım ediyor. Atina hükümeti kapatılan iş yerlerinin sigorta primleri ve vergilerinin yüzde 25’ini, kiralarının ise yüzde 60’ını karşılıyor ve sokağa çıkma yasağı nedeniyle çalışamayanlara da 800 Euro veriyor.

 

Türkiye’nin durumunu anlatmama lüzum yok, siz zaten yakından izliyor ve görüyorsunuz. Korkarım, bu kafayla gittiğimiz sürece salgın her yerde bitecek ama bizde daha uzun zaman sürecek. Bu nedenle hem can kaybımız fazla olacak hem de uzun sürdüğü için ekonomik yıkım daha ağır olacak. Daha da kötüsü salgından çıkacak ülkeler bizde salgın bitmediği için bizi “Korona Bataklığı” olarak görecek, bizden gelenlere kapılarını kapayacak. Türkiye’nin ticareti de darbe alacak ve ekonomik yıkım, altından kalkılamayacak boyuta erişecek. Umarım, aklıselim galip gelir!

 

 

Türker Ertürk; DENİZ ŞEHİTLERİNİN MEZARI DENİZLERDİR

DENİZ ŞEHİTLERİNİN MEZARI DENİZLERDİR

 

67 yıl önce bugün, Dumlupınar Denizaltımız NATO’nun Akdeniz’de icra edilen Blue Sea adlı tatbikatından dönerken, Çanakkale Boğazı’nda, İsveç bayraklı Naboland yük gemisi ile çarpışarak batar.

 

Dumlupınar, 1944’de ABD’de inşa edilmiş, Balao sınıfı dizel-elektrik tahrikli bir denizaltıydı. 1950’de, Türk Deniz Kuvvetleri’nin envanterine girmeden önceki adı ise USS Blower’dı.

 

Dumlupınar, Türk Bayrağını taşımaya başlayalı daha üç yıl dolmamıştı ki, 4 Nisan 1953’de, sabaha karşı saat 02.10’da, Çanakkale Boğazı’nın en dar yeri olan Nara Burnu açıklarında, Naboland ile çarpıştı. I. İnönü Denizaltısı ile beraber tatbikattan dönüyorlardı. Önde Dumlupınar, arkada I. İnönü, intikal ediyorlardı. Naboland, baş torpido dairesinin sancak tarafından Dumlupınar’a çarpmıştı. Çarpışma esnasında yelken diye tabir edilen denizaltının köprü üstünden 8 denizci denize düştü. Bunlardan ikisi pervanelere takılarak, biri boğularak yaşamlarını yitirdi. Toplamda sadece 5 denizci kurtulabilmişti.

 

Denizcilerimizi Kaybettik

 

Çarpışma nedeniyle baştan aldığı yarayla Dumlupınar öylesine hızlı batmıştı ki, gemide bulunan 81 denizciden yalnızca 22’si su almayan ve sağlam kalan kıç torpido dairesine sığınabilmişti. Burada mahsur kalanlar, yardım alabilmek için battı şamandırasını su yüzüne fırlattılar.

 

Güneşin doğması ile beraber, su yüzüne atılan şamandıra görüldü. Saat 11.00 sularında, kurtarma çalışmalarını yapacak olan Kurtaran gemisi kaza mahalline geldi. Kurtarma çalışmaları 72 saat boyunca, aralıksız sürdürüldü. Şiddetli akıntı, derinlik, şamandıra telinin kopması ve daha bir sürü şanssızlıklar nedeniyle kurtarma çalışmaları başarılı olamadı ve denizcilerimizi kaybettik.

 

Denizciler, Demir Yığınlarına Can ve Ruh Verir

 

Denizcilik, gerçekten zor iştir. Yürek ister, bilek ister, kafa ister ve sevgi ister. Gemiler, esasında cansız demir yığınlarıdır. Bu cansız demir yığınlarına can ve ruh veren; içinde yaşayan ve çalışan denizcilerdir. Dumlupınar’a da bu ruhu ve canı verdiler. Ama elim bir kaza neticesinde, onunla birlikte mavi suların derinliklerine gömüldüler.

 

Esasında; deniz şehitlerinin gerçek mezarı, engin denizlerdir. 1081’de başlayan Türk Denizciliği, aradan geçen yaklaşık bin yıl içinde nice kahramanlıklara ve zaferlere imza atarken, kimi zaman mağlubiyetler de yaşamış ve acılar da çekmiştir. Koyun Adaları’ndan, Cerbe ve Preveze’ye, Lepanto’dan Kıbrıs ve Malta kuşatmalarına, Çeşme’den Navarin ve Sinop’a, Ertuğrul’dan Kocatepe’ye kadar çok sayıda denizcimizin mezarıdır, şehitliğidir mavi denizler.

 

Vatan Sağ Olsun!

 

Berke İnel; Dumlupınar ile beraber denizlere gömülen ve mezarı denizler olan Şehit Astsubay Sait Yıldırım’ın kızı. Babasını Dumlupınar ile beraber tatbikata göndermeden önce yaşadıklarını şöyle anlatıyor; “O gün, okula gidecektim. Tam çıkacağım sırada geriye döndüm ve koşa koşa babamın yanına gelip sarıldım. ‘Babacığım n’olur gitme. Ben senin gitmeni istemiyorum’ dedim. Bana döndü ve ‘Gitmem gerek. Bir gün anlayacaksın. Vazife çok kutsaldır ve ben bir askerim, gitmem gerek’ dedi. Gidiş o gidiş…”

 

Dumlupınar, her geçen dakika yaşam umudunu kaybetmesine rağmen Çanakkale Boğazı’nın derin sularından su sathına yükselen Astsubay Selami’nin “Vatan Sağ Olsun” sesinde somutlaşan kahramanlıktır. Dumlupınar, “Ah Bir Ataş Ver” ile sonsuza kadar gözlerimizden yaşlar süzülerek söyleyeceğimiz türküdür. Dumlupınar, sevgilisiyle ışıldak fener ile mors alfabesi üzerinden haberleşen, sahilden gelen “seni seviyorum” mesajına “sonsuza kadar” yanıtını veren ve sevgisiyle beraber denizin derinliklerine gömülen denizciyle hazin bir aşk hikâyesidir.

 

Dumlupınar’da yaşamlarını kaybeden denizcilerimizi, onların indinde tüm Deniz Şehitlerimizi rahmetle, minnetle ve saygıyla anıyorum. Ruhları şâd olsun.