hal müdürü kadar olamadı

HAL MÜDÜRÜ KADAR OLAMADI

Geçtiğimiz cuma akşamı Fenerbahçe’de öğrencim ve Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı kurulan kumpas operasyonlarından biri olan “Casusluk” davası mağdurlarından Deniz Üsteğmen Burak Çetin’in evlilik törenine katıldım. Deniz Üsteğmen Çetin’in yaşamını birleştirdiği gelinimiz ve kızımız olan Selcan’ı da yakından tanıyorum. Çok iyi eğitim ve öğretim almış ve halen Danimarka’da dünya devi çok uluslu bir şirkette iyi bir konumda çalışıyor. Daha önce İngiltere’de çalışmasına, uzun süredir yurtdışında bulunmasına rağmen yurtseverliğinden, Türklüğünden hiçbir şey kaybetmemiş ve ulusal sorunlarımıza olan duyarlılığı çok yüksek.

Selcan ve Burak gerçekten birbirlerine çok yakıştılar. Onlara ömür boyu mutluluklar diliyorum. Ayrıca böyle evlatlar yetiştirdikleri için Tekin ve Çetin ailelerini canı yürekten kutluyorum.

Kumpas çetesi

Gürcistan üzerinden önce Ermenistan’a daha sonra Almanya’ya kaçtığını basından öğrendiğimiz Zekeriya Öz ve Celal Kara, Burak ve arkadaşlarına kumpas kuran çetenin elemanlarıydı. Teğmenler, içeri atılan subaylar, aydınlar ve vatanseverler sadece ara hedefti! Esas hedef Türkiye Cumhuriyeti ve rejim değişikliği idi! Açılımların önünü açmaktı. Kabul edilebilir bir eşiğe düşürülmüş terörü yeniden canlandırmak, PKK’yı ve onun siyasi uzantısını güneydoğu bölgesinin temsilcisi yapmaktı!

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Fiili gücüm var, Türkiye’nin yönetim sistemi değişti” diyor. İşte Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı kurulan kumpas bunun için yapıldı. Ergenekon, Balyoz, Amirallere Suikast ve Casusluk gibi davalar bu kumpasın hukuk görünümlü operasyonlarıydı. Burak ve diğer teğmenler bu nedenle demir parmaklıkların arkasına atıldı. Yapılması gereken tek şey vardı, bu hukuk görünümlü operasyonları yok saymak ve teğmenlerine sahip çıkmak. Teğmenine sahip çıkamayan orgeneralini vermek ve ülkesini teslim etmek zorunda kalır.

Suçunu ikrar etti

Bugün ülkemizde kan akıyorsa, iç savaşa doğru evirilen çatışmalar artarak devam ediyorsa, bölünme ve parçalanma rotasında ilerliyorsak ve ortaçağ karanlığına doğru sürükleniyorsak bunu kumpasa borçluyuz.

Kumpasın medya, polis, adliye, asker, Cemaat ve siyaset ayağı vardı. Ama bu kumpasın başat sorumluluğu Recep Tayyip Erdoğan’a aittir. Zaten “bu davaların savcısıyım” ve “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanıyım” sözleri bu suçun ikrarıdır.

Selcan ile Burak’ın düğünü sırasında pek çok kumpas mağduru subayı gördüm. Pırıl pırıl bu subaylar mesleklerini kaybetmişlerdi. Aynı masada oturduğum, kendisini ve yeteneklerini yakından bildiğim Dz. Kur. Alb. Tayfun Duman bu operasyonlar olmasaydı terfi edecek ve bugün amiral rütbesinde görevine devam ediyor olacaktı. Bunlar ve bugün ülkemizde yaşananlar ortadayken savcısı dahil kumpasın içinde yer alanları affetmem, affedeni hiç affetmem! Mutlaka hesap sorulmalı!

Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete

Seçimlerden önce, “seçimler çözüm olmayacak, seçimlerden sonra ülkemizi kaos ve iç çatışma beklemektedir” diye yazmış ve anlatmıştım. Yanılmış olmayı tercih ederdim! Seçimlerden hemen sonra “Erdoğan seçim sonuçlarına saygı duymayacak, 7 Haziran 2015’de şekillenen halkın bu iradesini kabullenmeyecek, muhtemel bir koalisyonun önünü kesecek ve ülkeyi erken seçime zorlayacak” demiştik.

Erdoğan her gün anayasal suç işliyor. Siyasi bir sorumluğu olmamasına rağmen siyasi rol üsleniyor. Siyasi çıkarları ve gem vurulamaz ihtirasları için ülkemizi ateşe atıyor ve koalisyonun önünü kesiyor. Ve akan Şehit kanından siyaseten medet umuyor. Başbakan Davutoğlu ise yıllar önce Erzincan hal müdür diye alaya alınan Yıldırım Akbulut’un Turgut Özal’a karşı gösterdiği tavrın, iradenin ve onurlu duruşun yüzde birini bile gösteremiyor.

Kahin olmaya gerek yok!

Artık belli oldu seçime gidiyoruz. Daha doğrusu bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete. Görünen o ki, çok ciddi değişiklikler olmaz ise seçimlerde anlamlı tercih değişikliği olmayacak ve aşağı yukarı bugünkü tablo yine tecelli edecek. Bunu onlarda görüyor. Halkın tercihinde anlamlı değişiklik yaratabilmek ve AKP’yi tek başına iktidar yapabilmek için akan kan miktarını arttırmak, milliyetçi oylara oynayarak MHP’yi eritmek, devlet olanaklarını ve parasını kullanarak oy devşirmek ve sandıklarda hile yapmak planlananlar arasında.

Seçimlerden sonra ne mi olur? Kahin olmaya gerek yok, bu çok açık! Türkiye için kaos, istikrarsızlık, hızla kötüleşen ekonomi ve iç çatışma. Sonrası malum! Tekrar söyleyelim; siyasetçi, asker ve sivil bürokrat ve sade yurttaş olarak her nerede iseniz, hangi partiye oy veriyor, destekliyor ve dünya görüşünüz ne olursa olsun, bugüne kadar yaptıklarınızı yaparak ve aynı rotada viya ederek ülkemizi esenliğe çıkarabilmek mümkün değildir.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

Kanal İstanbul, Düşmanlık Projesi

KANAL İSTANBUL, DÜŞMANLIK PROJESİ

Kanal İstanbul, İstanbul’un Avrupa yakasında yapılması düşünülen bir suyolu projesidir. Başbakan Erdoğan tarafından 12 Haziran 2011 Genel Seçimlerinden tam 46 gün önce Sütlüce’de bulunan Haliç Kongre Merkezi’nde yapılan basın toplantısı ile kamuoyuna açıklanmıştır.   Karadeniz ve Marmara’yı yapay bir suyolu ile bir birine bağlama fikri yeni olmayıp 16. yüzyıldan itibaren 6 kez gündeme gelmiştir. Bunlardan birinde Karadeniz’in Sakarya Nehri ve Sapanca Gölü üzerinden Marmara’ya bağlanması düşünülmüştür. Bu plana göre bağlanma iki aşamada olacaktı. Birinci aşama Sapanca Gölü’nün doğusundan geçerek kuzeye akan ve Karadeniz’e dökülen Sakarya Nehri ile Sapanca Gölü arasına kanal açmak; ikinci aşama ise Sapanca Gölü’nün batısında bulunan Marmara’nın en doğu uzantısı olan İzmit Körfezi ile arasına kanal açmaktı. Açılan bu kanallarla Karadeniz ve Marmara, Sakarya Nehri ve Sapanca Gölü üzerinden birleştirilmiş olacaktı. Fakat zamanın zorlukları ve savaşlar nedeniyle bu plan gerçekleştirilemedi.   Cumhuriyet döneminde ise kanal fikri, ilk defa TÜBİTAK tarafından Ağustos 1990’da Bilim ve Teknik Dergisi’nde yayımlanan bir makalede önerilmiştir. Dönemin Enerji Bakanlığı Müşaviri Yüksel Önem yazdığı bir makaleye “İstanbul Kanalı’nı Düşünüyorum” başlığını atmıştır. Bu projede ise kanalın bu sefer Avrupa yakasında yapılması düşünülmüş ve Büyükçekmece Gölü’nden başlayarak Terkos Gölü’nün batısından geçecek şekilde Marmara’nın Karadeniz’e bağlanması düşünülmüştü.   Başbakan Erdoğan’dan önce son olarak 1994 yılında Bülent Ecevit İstanbul’un Avrupa yakasında Karadeniz ile Marmara arasında bir kanal açılmasını önermiş ve bu proje, DSP’nin Kanal Projesi adıyla partinin seçim broşürlerinde yerini almıştı.   Bildiğiniz gibi proje bir probleme çözüm bulmaya yönelik olarak bir ekibin sınırlı süre ve mali kaynak ile belirlenen amaç ve hedefler doğrultusunda olgun bir planı başlatma, kontrol etme ve sonuca bağlama sürecidir. O zaman merak ediyoruz, Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı “Kanal İstanbul” projesi hangi mali kaynaklarla, hangi problemi çözmek için üretilmiş bir projedir?   Anlaşılan o ki, ülkemizin gerçekleri ile bağdaşmayan, bir problemi çözmekten çok ülkemizin başına büyük sorunlar açacağı aşikâr olan, kıt kaynaklarımızı tükettirmeye yönelik bu girişimin arkasında kötü niyetli dış dinamikler, bilgisizlik, birikimsizlik ve liyakatsizlik yatmaktadır. Sonuçları itibarıyla bu girişim, Türkiye için bir düşmanlık projesidir.   Ortalama olarak 150 metre genişliğinde ve 25 metre derinliğinde yapılacağı söylenen kanal nasıl olur da en dar yeri 700 metre ve en geniş yeri 4200 metre olan İstanbul Boğazı’nın alternatifi olabilir? Siz hangi ülkenin gemilerini daha geniş ve seyrüsefer açısından daha rahat olan bu tabi boğaz yerine yapacağınız bu kanaldan geçmeye zorlayabilirsiniz? Her şeyden önce Türk Boğazlarından ( İstanbul ve Çanakkale ) geçişi düzenleyen 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi buna engeldir. Belli ki, bu proje açıklanmadan önce konu incelenmemiş ve masaya yatırılmamıştır. Sanırım bu proje yukarıda aktardığım gibi ilk defa düşünülmediğine göre, ona yakıştırılan “çılgın”lığı gerçekler üzerine inşa edilmemesinden ve hayalci olmasından kaynaklanmaktadır. Kanaatim o ki, “Kanal İstanbul” projesi ülkemiz dışından belli amaçlara yönelik olarak sufle edildi; Başbakan Erdoğan ve yakın çevresi tarafından da üzerinde yeterli çalışma yapılmadan, seçimler öncesinde ortaya atmanın avantajlı olacağı, oy getireceği, kanal ve çevresinin rant kaynağı olacağı nedenleri ile üzerine atlandı. Şimdi “Kanal İstanbul” girişiminin niçin Türkiye’nin menfaatleri açısından bir düşmanlık projesi olduğunu irdelemeye çalışalım:

Türk Boğazları ve Hukuki Durumu   Türk Boğazları terimi ilk defa Çarlık Rusya’sının uluslararası hukuk danışmanı Frederic de Martens tarafından kullanılmıştır. Coğrafi açıdan İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi’ni kapsamaktadır. Karadeniz’den Ege’ye kadar toplam geçiş mesafesi 160 deniz milidir. İstanbul Boğazı’nın uzunluğu 17 deniz mili, Çanakkale Boğazı’nın ise 36 deniz milidir. Hukuki açıdan ise Karadeniz ve Ege’yi, diğer bir ifade ile iki denizi birleştirmesi nedeniyle “Milletlerarası Suyolu” niteliğindedir.   Bu boğazlara tarih boyunca başta denizcilik alanındaki büyük devletler olmak üzere hep ilgi gösterilmiştir. Boğazla ilgili olarak düzenlenen ilk hukuki metin, 23 Aralık 1798 tarihli İstanbul Antlaşması’dır. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti Rusya’nın varlığını Karadeniz’de ilk defa kabul etmiş ve boğazlardan savaş gemilerini geçirme hakkını tanımıştır. İstanbul Antlaşması’yla birlikte başlayan süreç içinde boğazların statüsü ile ilgili olarak 14 antlaşma ve sözleşme yapılmıştır. Bu antlaşma ve sözleşmelerin sonuncusu halen yürürlükte olan 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi’dir.   Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Türk Boğazlarından geçiş ile Karadeniz’de kalış rejimini Türkiye’nin ve Karadeniz’e kıyıdaş diğer devletlerin güvenliklerini esas alan bir çerçevede düzenlenmiştir. Ayrıca bu sözleşme daha önce Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin Türk Boğazları için getirdiği “askersizleştirme” gibi Türkiye’nin güvenliğine yönelik zaafiyetleri ve Boğazlar Komisyonu gibi egemenliğini kısıtlayıcı hükümleri yok etmiştir.   Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin en önemli bölümü savaş gemilerine ayrılmış kısmıdır. Burada sözleşmenin düzenlenme amacının “Lozan Barış Antlaşması’nın 23. Maddesi ile ortaya konan Boğazlardan özgürce geçiş ve gemilerin gidiş-gelişi ilkesini Türkiye’nin güvenliği ile kıyı devletlerinin Karadeniz’deki güvenliği çerçevesinde, koruyacak bir biçimde düzenlemek” olarak ifade etmiştir.   Montrö Sözleşmesi’nin savaş gemilerinin geçişini düzenleyen bölümünde Türkiye’ye ve Karadeniz’e kıyıdaş (Rusya, Ukrayna,Romanya, Bulgaristan, Gürcistan) devletlere güvenlikleri açısından sağladığı belli başlı avantajlar şunlardır;

  1. Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin bu denizde kalış sürelerini 21 gün ile sınırlı tutmuştur.
  2. Boğazlardan geçişte Türk Hükümeti’ne diplomasi yolu ile ön bildirimde bulunulması şartını getirmiştir. Karadeniz’e kıyıdaş devletler için bu ön bildirim süresi geçiş tarihinden en az 8 gün önce, Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletler için en az 15 gündür.
  3. Sözleşme Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerinin hepsinin toplam tonajına da sınırlama getirmiştir.

Bunun hesabı biraz karmaşık olmakla beraber Ekim 2013 itibarıyla Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin bu denizde bulundurabilecekleri savaş gemilerinin toplam tonajı 30 bin tondur.

  1. Montrö daha önceki Lozan Boğazlar Sözleşmesi (LBS) gibi temel ilke olarak Türk Boğazlarından geçiş serbestisini kabul etmekle birlikte bu özgürlüğün sınırlandırılmasında Türkiye lehine farklılıklar vardır. Bu farklılıklardan en önemlisi, LBS’de öngörülmeyen

“Türkiye’nin kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi karşında sayması” halidir. Türkiye’nin kendisini bu hal içinde görmesi durumunda önleyici meşru müdafaa hakkına dayanarak tedbir alma imkânını vermektedir.

  1. Türkiye savaşan değilse, savaşan devlete ait olmayan savaş gemileri için barış zamanı koşulları geçerli olacaktır. Savaşan devletin savaş gemileri ise boğazlardan geçemezler. Türkiye’nin savaşta olduğu durumda ise Türk Hükümeti dilediği gibi davranacaktır. Türkiye’nin kendisini pek yakın bir savaş tehdidi altında görmesi durumunda kural olarak Türkiye savaşan devlet olduğu haldeki yetkilere bazı kısıtlamalarla birlikte haiz kılınmıştır.
  2. Sözleşme boğazlardan geçebilecek savaş gemilerini aşağıda olduğu gibi 5 sınıfa ayırmış ve bunların geçiş özgürlüklerinin mutlak olmadığı ve özel şartlara tabi olduğunu belirtmiştir.

(1) Hafif Suüstü Gemileri (2) Küçük Savaş Gemileri (3) Yardımcı Gemiler (4) Hattıharp Gemileri (5) Denizaltılar.

  1. Sözleşme yalnız Karadeniz’e kıyıdaş devletlerin denizaltılarına boğazlardan geçmesi müsaadesi verir ama onu da belli şartlara bağlar. Sözleşmede bunu “Denizaltıların boğazlardan geçişinde sadece Karadeniz dışında yaptırdıkları veya satın aldıkları denizaltılarını,

Türkiye’ye vaktinde haber vererek, Karadeniz’deki üslerine katılmak üzere Boğazlardan geçebilirler” şeklinde açıklamıştır.

  1. Boğazlardan geçişte bulunacak bütün yabancı deniz kuvvetlerinin en yüksek toplam tonajı 15 bin tonu aşmayacak ve en fazla 9 gemiyi içerecektir.
  2. Sözleşmeye göre uçak gemilerinin geçişini yasaklayan bir hüküm yoktur. Fakat sözleşmenin 10. maddesi boğazlardan geçiş hakkına sahip gemi sınıflarını hattıharp gemileri, hafif suüstü gemileri, küçük savaş gemileri ve yardımcı gemiler olarak belirtmiştir. Bu sınıflara girmeyen gemiler Montrö Sözleşmesi’nin 11. ve 12. Maddelerinde öngörülen özel durumlara girmedikçe geçiş hakkına sahip olamazlar. 11. ve 12. Maddeler ise hattıharp gemileri ve denizaltıların hangi koşullarda boğazlardan geçebileceklerini açıklar. Bu duruma göre gerçek uçak gemilerinin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin 11. Maddesinde belirtilen Karadeniz’e kıyıdaş devletlere ait 15000 tonu aşan hattıharp gemilerinden sayıldığından geçişlerine izin verilmesi mümkün değildir.

20 Temmuz 1936 tarihinde imzalanan ve 9 Kasım 1936 tarihinde yürürlüğe giren Montrö Boğazlar Sözleşmesi 20 yıllığına yapılmıştır. Bu sözleşmede belirli şartlar altında herhangi bir değişiklik talebi veya fesih ihbarının her zaman mümkün olması Türk Boğazlarının geçiş rejimine ilişkin hukuki statüsünde değişikliğe neden olacaktır.   Türkiye 1700 km sahil uzunluğu ile Karadeniz’in en büyük kıyı devletidir. Ayrıca Karadeniz’in açık denizlere tek çıkış kapısı olan boğazların tek egemenidir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerinin bu denizde varlık göstermelerini kısıtlayan hükümleri Türkiye’nin güvenliği açısından lehinedir. Ayrıca Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerine getirilen bu kısıtlama bu denizin emperyalist devletlerarasında rekabet ortamı haline gelmesini engellemektedir.   Sonuç olarak Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tartışılması ve masaya gelmesi durumunda Türkiye, güvenliği ve boğazlar üzerinde ki egemenliği açısından kazanımlarını çok büyük bir oranda kaybedecektir.

Karadeniz’in Önemi ve Hukuki Durumu  

Karadeniz, Avrupa ile Anadolu yarımadası arasında yer alan kuzeyinde Ukrayna, kuzeydoğusunda Rusya, doğuda Gürcistan, güneyde Türkiye, batıda Romanya ve Bulgaristan ile çevrilidir. Karadeniz’in açık denize (Atlantik Okyanusu) Türk Boğazları, Marmara Denizi, Ege Denizi ve Akdeniz vasıtası ile çıkışı vardır. Ayrıca Kerç Boğazı vasıtasıyla da kuzeyde Azak Denizi’ne bağlanır. Karadeniz bu hali ile tam olarak bir iç deniz sayılabilir.   Karadeniz, 8 bin 350 km kıyı şeridine sahip olup Azak denizi dahil yüzölçümü 461.000 km², en geniş yeri doğu-batı ekseninde 1.175 km, en derin noktası ise 2.210 metredir. Yerkürenin yüzde 70’nin denizlerle kaplı olduğunu, denizlerin toplam yüzölçümünün 361 milyon kilometre kare olduğunu, Akdeniz’in yüzölçümünün 3 milyon kilometre kare ile yaklaşık olarak dünya denizlerinin yüzde birinden daha azını oluşturduğunu biliyoruz. Karadeniz’in ise yaklaşık olarak Akdeniz’in altıda biri olduğunu düşündüğünüzde bu denizin ne kadar küçük olduğu gözden kaçmamaktadır. Ama Karadeniz’in jeopolitik ve jeostratejik pozisyonu dikkate alındığında önemi yüzölçümü ile kıyaslanmayacak kadar ters orantılı olarak büyüktür.   Karadeniz Türk tarihi açısından da büyük öneme sahiptir. Özellikle İstiklal Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nden temin edilen harp silah ve malzemelerinin Anadolu’ya intikalinde yaşamsal bir görev icra etmiştir. Karadeniz bu anlamda Kurtuluş mücadelesinin geri bölge emniyetini sağlamış ve savaş lojistiğinin kuzeyden güneye intikal yollarına ev sahipliği yapmıştır.   Karadeniz İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) bitiminden itibaren günümüze kadar barış ve istikrar denizi olmuştur. Bu istikrar ve barış ortamının tesisinde hiç şüphe yok ki, 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi’nin sağladığı iklimin büyük önemi vardır. Soğuk Savaş döneminin en zorlu günlerinde bile Karadeniz iki süper gücü karşı karşıya getiren bir mücadeleye sahne olmamıştır. Bunda en büyük etken Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Karadeniz’in güvenliği için tesis ettiği ortam ve Türkiye’nin bunun üzerine inşa ettiği dengeli dış politikasıdır. Eğer Soğuk Savaş döneminde Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve onun Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine getirdiği kısıtlamalar olmasaydı Karadeniz iki süper güç arasında karşılıklı olarak savaş gemilerinin yoğunlaştığı bir ortam halini alır ve gerginliğin odak noktası olurdu. Böyle bir ortamda Türkiye istese de dengeli bir dış politika izleyebilme imkânını elde edemezdi. Montrö Boğazlar Sözleşmesi Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemi de dahil olmak üzere bugüne kadar sürdürdüğü Karadeniz’e yönelik dengeli dış politikası için kaldıraç görevi görmüştür.   Türkiye ve Rusya hariç olmak üzere Karadeniz’in diğer kıyıdaş ülkeleri     ( Romanya, Bulgaristan, Ukrayna ve Gürcistan ) dış dünya bile yegane irtibatlarını Karadeniz ve Türk Boğazları ile yapmaktadır. Bu nedenle bu denizin barış ve istikrar alanı olması ve karşılıklı güvenin tesisi çok önemlidir. Karadeniz nehirler ve suyolları vasıtası ile yüzölçümü olarak büyüklüğünün çok ötesinde geniş bölgeleri etkilemektedir. Almanya’nın Main şehrinden doğan ve Köstence’den Karadeniz’e dökülen Tuna nehri 2179 millik bir iç suyolu sistemine sahiptir. Draftı ( Geminin su altında kalan kısmı ) 2, 5 metre ve direk yüksekliği 6 metreden az olan bir gemi bu suyolunu kullanarak Karadeniz’den Baltık veya Kuzey Denizi’ne gidebilmektedir. Bunun anlamı Türk Boğazları ve Karadeniz yalnızca Karadeniz’e kıyıdaş devletlerin değil tüm Tuna havzasında bulunan Almanya, Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan, Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Moldovya gibi devletlerin de dünya ile irtibatını sağlamaktadır. Bir anlamda Tuna havzasında bulunan ülkeler Karadeniz havzasına da dahil olmaktadır. Karadeniz, buraya dökülen nehirler ve onlarla bağlantılı diğer nehirler ve suyolları vasıtası ile Avrasya’nın merkezini Anadolu’ya ve Akdeniz’e bağlamaktadır. Bu bağlantı Tuna yoluyla Balkanlar ve Avrupa’ya, Don, Dinyeper, Dinyester ve Volga yoluyla Rusya içlerine, Hazar Denizi havzasına ve Orta Asya Cumhuriyetleri’ne ulaşmaktadır. Haritaya ilk baktığınızda Karadeniz, Avrupa ve Asya arasında coğrafi bir ayrım gibi gözükmesine rağmen esasında Avrupa ve Asya’yı doğu-batı ekseninde Avrasya’nın merkezini de Akdeniz’e ve dolayısı ile Afrika’ya kuzey-güney istikametinde birleştirmektedir.   Karadeniz’in bu eşsiz jeopolitik ve jeostratejik konumu ona küçük bir iç deniz olmasına rağmen büyüklüğü ile ters orantılı olarak çok büyük bir önem kazandırmaktadır. İşte Türk boğazları bu geniş havzasının kapısı konumundadır. Karadeniz yüzölçümü itibarıyla yaklaşık olarak dünya denizlerinin binde birinden biraz fazla olmasına rağmen özellikle son 25 yılda küresel ekonomiye entegrasyonu ve onun üzerindeki ağırlığı çok fazla olmuştur. Hidrokarbon kaynakları bakımından zengin olan Rusya’nın kuzey limanlarının dört mevsim ulaşıma imkan vermemesi nedeniyle petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına çıkış yeri ağırlıklı olarak Karadeniz havzası ve limanlarıdır.   Sonuç olarak Karadeniz ve onun dış dünya ile irtibatını sağlayan kapısı konumundaki Türk Boğazları küresel ve bölgesel güç dengeleri ve güvenlik stratejileri açısından büyük öneme sahiptir. Bu nitelikleri nedeniyle küresel ve bölgesel güçler günümüzde Karadeniz’e olan ilgisini daha da arttırmışlardır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi aynı zamanda Karadeniz’de güvenliğin ve güç dengesinin teminatıdır.   ABD’nin Karadeniz’e Olan İlgisi   ABD Soğuk Savaş sonrasında oluşan tek kutuplu dünya düzeninin lideridir. ABD küresel liderliğini ve askeri üstünlüğünü sürdürerek tek kutuplu bu düzeni sonsuza kadar davam ettirmek istemektedir. Yine ABD dünyanın her yerinde ve her bölgesinde küresel hegemonyasına direnecek güç istememekte, potansiyel güçleri kuşatmaya ve bölmeye çalışmakta ayrıca potansiyel olarak bölgesel güç çıkarabilecek bölgeleri de istikrarsızlaştırmaya gayret etmektedir.   Rusya Avrasya bölgesinde, Çin ise Asya Pasifik bölgesinde bölgesel güç olup ABD’nin hegemonyasına karşı direnç göstermektedir. Kuzey Atlantik odaklı dünyanın ekonomik, siyasi ve askeri güç merkezi artık güneye ve doğuya doğru kaymaktadır. Bu bağlamda Asya Pasifik bölgesinin gücü olan Çin görünür gelecekte ekonomik büyüklük olarak ABD’yi geçeceği ve küresel ölçekte bir güç olacağı gözükmektedir. Çin’in en büyük handikabı ise enerji ve ham madde olarak dışarıya bağımlı olması ve bu kaynakları tedarik ettiği noktalardan Çin’e intikal ettirecek yolların ABD Donanması’nın kontrolü altında olan denizlerden ve okyanuslardan geçiyor olmasıdır. ABD güç merkezindeki kayışı durdurabilmek için Çin’i kuşatmaya ve sıklet merkezini Ortadoğu’dan Asya Pasifik bölgesine kaydırmaya başlamıştır.   Bu mücadelede ABD’nin esas gücü sahip olduğu Deniz Kuvvetleri’dir. Amerikalı stratejist ve gölge CIA ( Central Intelligence Agency ) olarak adlandırılan ve düşünce kuruluşu olan STRATFOR’un sahibi George Friedman “Amerikan gücünün temeli okyanuslardır. Okyanuslara egemen olması diğer devletlerin ABD’ye saldırmasını önlüyor, gerektiğinde ABD’nin müdahale etmesine imkân tanıyor ve ABD’ye uluslararası ticaretin kontrolünü veriyor. ABD’nin bu gücü kullanmasına gerek yok ama başka birinin kullanmasına da izin vermemeli. ABD tüm okyanusları kontrol etmelidir. Tarihte hiçbir güç bunu yapamamıştır. Bu kontrol sadece ABD’nin güvenliğini değil aynı zamanda uluslararası sisteme şekil verme gücünün temelini oluşturur. Eğer ABD onay vermez ise hiç kimse denizlerde hiçbir yere gidemez. Denizlerde kontrolü sürdürmek ABD için en önemli jeopolitik hedeftir” diyor. Bu değerlendirmeden de anlaşılacağı gibi ABD küresel liderliğini devam ettirebilmek için askeri üstünlüğünü sürdürmesin gerekmektedir. Bu askeri üstünlüğü sağlayacak güç içinde ABD Deniz Kuvvetleri başat bir role sahiptir. Bugünlerde ekonomik zorluklar çeken ABD tasarruf tedbirleri kapsamında askeri gücünde indirimler planlamasına rağmen Deniz Kuvvetleri’ni bu tedbirlerin dışında bırakmıştır.   Yer kürenin yüzde 70’ini kapsayan ve yaklaşık olarak 361 milyon kilometre kare olan dünya denizlerini kontrol eden ABD Deniz Kuvvetleri’nin serbestçe giremediği tek yer Karadeniz’dir. Dünya denizlerinin binde birinden bile daha küçük olan Karadeniz’e Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Karadeniz’e kıyıdaş olmayan ülkelerin savaş gemilerine getirdiği kısıtlamalar nedeniyle ABD Deniz Kuvvetleri burada istediği gibi konuşlanamamaktadır. Örneğin 2008 Gürcistan Krizi sırasında ABD’nin Karadeniz’e göndermek istediği hastane gemisi bile Montrö’nün tonaj kısıtlamasına takılmıştır. ABD’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerine getirdiği kısıtlamalardan memnun olmadığı III. Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin getirdiği “Transit geçiş rejimi”nin serbestliğini burada da en geniş şekilde kullanmak istediği bilinmektedir. ABD’nin tek kutuplu dünya düzeninin ortaya çıkması ve özellikle 11 Eylül sonrası gelişmeler üzerine Karadeniz üzerindeki bu yaklaşımları daha da belirginleşmiştir. ABD Deniz Kuvvetleri Karadeniz’de uçak gemileri ve nükleer denizaltıları da dahil olmak üzere hiçbir sınırlamaya tabi olmadan devamlı olarak konuşlanmak istemektedir.   Sonuç olarak ABD Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden memnun değildir ve değişmesini istemektedir. Bu maksatla uygun ortamı kovalamaktadır.

Kanal İstanbul Projesinin Arkasında Bulunan Gizli Niyetler  

Hiç tereddüt yok ki, bu proje dışarıdan yerli aracılar vasıtası ile Başbakan Erdoğan’ın iletilmiş ve ikna edilmiştir. Esas amacı Montrö Sözleşmesinin diplomasi masasına gelmesi için doğal şartları hazırlamak ve bu Sözleşme’nin Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerine getirdiği kısıtlamaları kaldırmaktır.   İkinci neden ise Türkiye’yi ekonomik olarak tamamen çökertmek ve iktidar değişikliği olsa bile ülkemizi iliklerine kadar tam bağımlı hale getirmektir. Bunu daha iyi anlamak için Amerikalı ekonomist ve yazar olan John Perkins’in 2004 yılında yazdığı Bir Ekonomi Tetikcisinin İtirafl arı (Confession of an Economic Hit Man) adlı kitabını öncelikle okumak lazım. John Perkins kitabında şöyle diyor; “Kendi otomobilini üretemeyen ülkelere borç para verip otobanlar ve yollar yaptırırız. Sonra onlara araba satarız, sonra bankalarını satın alırız, o bankalardan halka ucuz krediler verip daha çok araba almalarını sağlarız. Ayarlanan kredi asla o ülkenin hazinesine değil, bizim şirketlerin kasasına gider. Enerji santralleri,   anayi alanları, limanlar, kanallar, dev hava alanları yapılır. Aslında insanların işine yaramayan bir yığın beton. Sonunda bizim şirketlerimiz kazanır. Tabi ki, o ülkedeki birileri de nemalandırılır. Toplum bu düzenekten bir şey kazanmaz. Ama o ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu o kadar büyük borçtur ki, ödenmesi imkânsızdır. İşte plan böyle işler. Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider ve onlara deriz ki: Bize büyük borcunuz var. Ödeyemiyorsunuz! O zaman petrolünüzü satın, doğal gazınızı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin! Askerlerinizi birliklerimize destek olmak için savaştığımız bölgelere gönderin. Birleşmiş Milletler’de bizim için oy verin! Elektrik, su, kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! Onları Amerikan şirketlerine ya da çok uluslu şirketlere satın! Sosyal hizmetleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemleri bile ele geçiririz.”   Sanırım bu anlatılanlar size hiç yabancı gelmedi. Bir yerlerden hatırlıyor gibisiniz değil mi? Ne yazık ki, bu yöntemleri ülkemizde çokça vizyona koydular ve hâlâ koymaktalar. İşte “Kanal İstanbul” da bunlardan biridir. Ekonomi danışmanlarının yani tetikçilerinin görevi, bir ülke yöneticilerini hazırladıkları raporlarla kalkınmak için neye gereksinimleri olduğuna inandırmaktır. Yöneticiler raporlara inanınca ihaleler açılır, krediler alınıp verilir ve ihalelerde tetikçinin bağlantılı olduğu şirketler kazanır. Ekonomi tetikçisi başarılı olamaz ise devreye CIA ve benzerleri devreye girer. Rüşvet, baskı, hükümet değişikliği, darbe ve suikastlar diğer ikna yöntemlerdir.   “Kanal İstanbul”un resmi rakamlara göre 10 milyar dolara mal olacağı tahmin ediliyor. Bağımsız tahmincilere göre bunun en az dört misli, yani 40 miyar dolarlık bir finansman ihtiyacı var. Böyle bir projeye ihtiyacımız var mı? Kesinlikle yok! Ama tetikçiler pardon “danışmanlar” kalkınmamız için çok yararlı olacağına ikna etmişler bile! Yunanistan da böyle ifl as ettirildi. Altından kalkamayacağı projeler yapması konusunda ikna edildi, projeler yapıldı ve hep deftere yazıldı. Bir gün bir baktılar ki, borçların ödenecek durumu yok. O zaman Avrupa Birliği’nin lideri Almanya ne isterse yapmak zorunda kaldılar. Adalarını bile satmasını istediler!   Sonuç olarak “Kanal İstanbul” ülkemizin hayrına bir proje değildir. Tetikçiler tarafından siyasi ve ekonomik olarak Türkiye’ye tamamen diz çöktürmek için planlanmış, sahneye konmuş ve yetkililer ikna edilmiştir.   Dünyada Bir Örneği Var mı?   Bir araştırma yaptım, doğal bir boğaz varken onun alternatifi olması için açılan başka bir kanal var mı? Diye! Bütün dünyayı taradım ve ben izine rastlayamadım. Dünya üzerinde bulunan önemli boğazlar aşağıda olduğu gibidir:

KONUMU  BOĞAZIN İSMİ Karadeniz-Marmara Denizi arasında                 İstanbul Boğazı Marmara Denizi-Ege Denizi arasında               Çanakkale Boğazı Akdeniz-Atlas Okyanusu arasında                   Cebelitarık Boğazı Kızıl Deniz-Aden Körfezi arasında                     Mab-ül Mendep Boğazı, Basra Körfezi-Umman Körfezi arasında           Hürmüz Boğazı, Tren Denizi-İyon Denizi arasında                     Messina Boğazı, Bering Denizi-Kuzey Buz Denizi arasında       Bering Boğazı, Atlas Okyanusu-Pasifik Okyanusu arasında     Macellan Boğazı, Sumatra adası-Malezya Yarımadası arasında   Malakka Boğazı, Sumatra Adası-Cava Adası arasından             Sonde Boğazı İngiltere-Fransa arasında                                   Dover Boğazı Eğer “Kanal İstanbul” gerçekleştirilirse ekonomimize, siyasi ve jeopolitik çıkarlarımıza getireceği yıkımın yanında dünyanın bu alanda yapılan ilk projesi olacaktır. Sanırım bunun onuru bize yeter de artar bile!   “Kanal İstanbul”dan Geçiş Ücreti Alabilir miyiz?   Projede Kanalın en önemli yapılış gerekçesi olarak İstanbul Boğazı’nın trafik yükünün azaltılması için tankerlerin, tehlikeli yük taşıyan gemilerin ve bir kısım ticaret gemilerinin buradan geçişe yönlendirileceği ifade edilmektedir. Bu gerekçenin ciddi inceleme yapılmadan oluşturulduğu çok açıktır. Bir kere gemiler, İstanbul Boğazı’ndan para vermeden geçmek mümkün iken niye daha dar ve geçiş süresi çok uzayacak olan bu kanaldan geçmeyi tercih etsinler? Ayrıca İstanbul Boğazı deniz trafiği açısından dünyanın en yoğun trafiğine de sahip değildir. Örneğin Malakka Boğazı’ndan bir günde geçen tanker sayısı neredeyse İstanbul Boğazı’ndan geçenden 100 misli daha fazladır. Diğer taraftan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılması durumunu düşünsek bile Birleşmiş Milletler III. Deniz Hukuku Sözleşmesi gereğince gemilerin boğazlardan transit geçme hakkını ücret ödemeden kullanma hakkına sahiptir. Projenin neresinden bakarsanız bakınız tam anlamıyla bir garabettir.

“Kanal İstanbul” Deniz Kazalarına Karşı Daha Hassas Olacak   Genişliği 150 metre, derinliği 25 metre olacak bu kanalda bir deniz kazası olursa, bir gemi batarsa, 1979’da meydana geldiği gibi Romen tankeri İndepandenta benzeri bir süper tankerde yangın çıkarsa İstanbul Boğazı’na göre çok dar olan bu kanalda kazaya müdahale nasıl edilecek veya batık ve enkaz nasıl çıkarılacak? Belli ki bu konu da çalışılmamış ve masaya yatırılmamış   “Kanal İstanbul”un Sosyoekonomik ve Milli Güvenlik Sonuçları   Bugün için İstanbul’un nüfusu 15 milyonun biraz üstünde olup hızla artmaya devam etmektedir. İstanbul’un nüfus artışı çok büyük bir oranda normal nüfus artışından değil göçler yoluyla oluşmaktadır. Başta trafik sorunu olmak üzere İstanbul her geçen gün yaşanabilir olmaktan çıkmaktadır. Çağdaş dünyada İstanbul türü büyük metropollerin ne kadar nüfusu kaldırabileceği konusunda çalışmalar yapılır, özendirici ve caydırıcı tedbirlerle bu tip şehirlerin nüfusları kontrol altına alınmaya çalışılır. Merak ediyorum, AKP hükümetinin İstanbul için öngördüğü maksimum nüfus nedir? 25 milyon, 35 milyon, 50 milyon! Size bu rakamlar sakın abartılı gelmesin. Eğer siz tedbir almaz, bu konuda bir planlama yapmaz iseniz bu gidişin İstanbul’a getireceği rakamlar bunlardır. İstanbul’a bilinçsiz olarak yapacağınız her cazibe merkezi, bu şehrin nüfus artış hızını daha da arttıracaktır. Bu husus aynı zamanda tüm değerlerimizin ve ekonomik imkânlarımızın daha fazla olarak aynı yerde toplanmasına neden olacaktır. 1999 depreminin tüm Cumhuriyet tarihimiz boyunca meydana gelen diğer tabii afetlerle kıyaslandığında ülkemiz açısından getirdiği yıkım çok ağır olmuştur. Bu durum ağırlıklı olarak 1999 depreminin vurduğu Marmara Bölgesi’nin sosyoekonomik açıdan Türkiye’nin en güçlü bölgesi olmasından kaynaklanmıştır. Siz hâlâ bu bölgenin merkezi konumunda bulunan İstanbul’u cazibe merkezi yapmaya çalışırsanız, bu, Türkiye olarak tüm yumurtalarımızın aynı sepete konması demek olur ki, bu da bölgenin tekrar büyük bir tabii afetle karşılaşması durumunda yıkımın çok daha ağır olacağı anlamına gelir. Yine, İstanbul ve yakın çevresine daha fazla sayıda nüfusun toplanması ülke çapında genel dengeyi de bozacaktır. Göç yolu ile bu bölgeyi imkânlarının ötesinde kalabalıklaştırmak ülkemizin diğer bölgelerini ve özellikle doğuyu insansızlaştırmakla eş anlamlıdır. Emperyalist projeler içinde Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimizi bizden koparma girişimlerinin hız kazandığı bir dönemde Batı’da yaratılan cazibe merkezleri ile bu bölgeleri göçe teşvik ederek boşaltmak ve tenhalaştırmak iyi niyetle izah edilemez. Sonuç olarak “Kanal İstanbul” için sosyoekonomik fayda-maliyet analizi yapılmamıştır. Ayrıca bu projenin Milli Güvenliğimize getirebileceği sorunlar da etüt edilmemiştir. Bu tam bir gaflet, delalet ve hıyanet projesidir.

Kanal İstanbul’un Diğer Sakıncaları   Bu projenin doğal çevreye, tarım alanlarına, ekolojik dengeye verebileceği tahribatlar incelenmemiş ve tabii afetler karşısındaki hassasiyeti değerlendirilmemiştir. Bu kanalın gerçekleştirilmesi durumunda pek muhtemeldir ki, kot farkından dolayı Karadeniz’den Marmara’ya kuvvetli su akışı olacak ve çevre tahribatı yaşanacaktır. Ayrıca Terkos, Büyükçekmece ve Küçükçekmece gölleri bu tahribattan nasibini alacaklar ve büyük olasılıkla kuruyacaklardır. Karadeniz’den Marmara’ya olacak bu ilave su akışının Marmara’nın tuzluluk oranını değiştireceği ve bunun burada yaşayan canlıları da kapsayacak şekilde doğal yaşama zarar vereceği ortaya çıkarılmıştır. Kanalın açılması ve çevresinin düzenlenmesi için yapılacak hafriyat nedeniyle yeşil alanlar ve mümbit topraklar zarar görecektir. Bu kanal, verimli topraklara sahip Trakya’nın doğal dengesini bozacaktır. Üçüncü havaalanı için yaklaşık 700 bin ağaç kesileceği düşünüldüğünde ondan kat kat büyük bir alanı kapsayacak bu projenin yeşil alanlara vereceği zarar korkunç boyutlarda olacaktır. Kanal bölgesinin tabii bir afetle karşılaşma durumunda nelerle karşılaşılabileceğinin çalışması yapılmamıştır. Büyük şiddette bir depremin bölgede ne felaketlere neden olabileceğinin modellemesi yapılmış mıdır? Bölgenin bu projeye uygunluğunun analizi için yapılmış bir jeolojik etüdü de yoktur. Deprem sonrasında oluşabilecek bir tsunami veya deniz yükselmesinin etkileri incelenmiş midir?   Ülkemizin kıt kaynakları bu ülkenin tamamının refahı, mutluluğu ve güvenliği için seferber edilir. Asla mutlu bir azınlığın ve sadece belli bir bölgenin çıkarları için harcanamaz.   Sonuç olarak “Kanal İstanbul”; plansızlığın, bilgisizliğin, çapsızlığın, bilim egemen kafalı olmamanın, hesap kitap bilmemenin, rantçılığın, verilen ihalelerden komisyon alma telaşının, gayri ahlaki ilişkilerin, emperyalist işbirlikçiliğinin ve Cumhuriyetimize karşı düşmanlığın bir tezahürüdür.   Saygılar sunarım

TÜRKER ERTÜRK

Siyonizmin Corbyn saldırısı başladı

DSC_0045             İngiliz Rahip Stephan Sizer hedefte

                   Siyonizmin Jeremy Corbyn saldırısı başladı

İngiltere’de İşçi Partisi Başkanlığına kazanma şansı en fazla olan aday olarak katılan savaş karşıtı Jeremy Corbyn, Londra’da Yahudi lobisinişn baş hedefi oldu. Medya üzerinden sürdürülen Jeremy Corbyn karşıtı propagandanın şu andaki ana konusu, Barış ve Filistin mücadelecisi Corbyn’in İngiliz Rahip Stephan Sizer’e verdiği destek. Rahip Sizer, Orta-Doğu olaylarında Emperyalist müdahaleleri,İsrail saldırganlığını ve Siyonizmi suçlayan ve bölgeye yaptığı gezilerle aktif bir politika izleyen bir din adamı. Geçtiğimiz yıl İngiltere Parlamentosu çıkışında bir röportaj yaptığımız Sizer, gazetemize yaptığı açıklamalarda Orta-Doğu olaylarının sorumluluğunun ABD ve İngiltere’deki Kilise mekanizmaları tarafından desteklenen ‘Hristiyan Siyonizmi’ne ait olduğunu söyledi. ABD ve İngiltere’de dinsel hurafelere dayalı olarak yaratılan Hristiyan Siyonizminin, Dünya’da savaş ve provokasyonları örgütleyen ve Orta-Doğu’da İsrail egemenliğini sağlamak için bölgeyi kana bulayan güç olduğunu ileri süren Sizer ; Mavi Marmara olayı ile ilgili olarak ‘Bu vahşet bölgede karada ve denizde İsrail’in tek hakim güç olduğunu kanıtlamak için gerçekleştirildi’ dedi.

Siyonizmin en önemli kalesi tehlikede

 

Anti emperyalist ve Barış yanlısı Jeremy Corbyn’in İşçi Partisine başkan adayı olarak ön plana çıkışı Orta-Doğu’da Batı-İsrail-Gerici Petrol Krallıkları biçiminde yerleşmiş olan klasik dış politika düzenine çok ciddi bir tehdit olarak görülüyor. İngiltere’de en güçlü Siyonist lobilerinden biri olan ve İşçi Partili çok sayıda milletvekilinin üye olduğu ‘İsrail’in İşçi Partili Dostları’ adlı kuruluş medya üzerinden Jeremy Corbyn ve onu destekleyen ilerici kesimlere karşı bir savaş açtı. Corbyn’i İngiltere Politikasında yükselişi yolunda desteleyen isimlerden biri de Anti-Emperyalist ve Siyonizm düşmanı çıkışları ile İngiliz Kilisesi ve İsrail tarafından Uluslararası barış girişimlerinde baltalanan Rahip Stephan Sizer. Filistin,Lübnan ve Suriye’deki laik ve Hristiyan topluluklarını İsrail ve Suudi kökenli saldırılara karşı savunan ve onlara uluslararası alanda destek olan Sizer hakkında İngiliz Kilisesi tarafından soruşturma başlatılırken Rahibin İsrail’e girmesi yasaklandı. Londra yakınlarındaki Surrey bölgesinde Virginia Water kilisesinin rahibi olan Sizer’in aktif görevden alınması için Siyonist ve Muhafazakar çevrelerde geniş bir kampanya yürütülüyor.

Geçtiğimiz yıl Suriye’de Al Nusra örgütü tarafından kaçırılan ve daha sonra Türkiye sınırları içinde gizli bir hapishanede tutuldukları bilgisi verilen iki rahibi kurtarmak için Türkiye ve Suriye’ye giden Sizer ile yaptığımız röportaji aşağıda yayınlıyoruz.

 

      ‘ 50 Milyon Amerikalı Hristiyan Siyonizmi destekliyor.

                      Orta-Doğu Projeleri Hristiyan Siyonizmin eseri

 

Rev.Dr. Stephan Sizer, İngiltere’de Londra yakınlarındaki Virginia Water Kilisesi yöneticisi. Dr. Sizer’ın din adamlığı dışında çok önemli bir görevi var; Church of England’a bağlı din adamı kendisini Dünya’nın savaş ve sürtüşme bölgeleri olan Orta-Doğu,Avrasya ve Afrika ülkelerinde Hristiyanlık adına işlenen savaş suçlarını ve bir Emperyal düzmece olan Hristiyan-Siyonizmini anlatmaya adamış. 19. Yüzyılda bir Osmanlı toprağı olan Filistin’de İngiltere,Fransa ve Almanya tarafından emperyal amaçlar için yaratılan ve desteklenen Hristiyan Siyonizmi’nin ortaya çıkardığı İsrail devleti’nin savaş suçlarını ve Hristiyanlık üzerinde yapılan tahrifatları açıklayan araştırmalar ve kitapların yazarı Dr. Sizer,’bir ideoloji olan Hristiyan-Siyonizminin son 50 yılda Dünya’yı kana bulayan en önemli faktör’ olduğunu söyledi. Bugün ABD’de Hristiyan-Siyonizmini destekleyen 50 Milyon Hristiyan bulunduğunu söyleyen Dr. Sizer ‘ Bu lobi öylesine güçlü ki buna karşı çıkabilecek bir tek ABD başkanı bile seçilmedi. Amerika’da Hristiyan Siyonizmine karşı çıkmak siyasi intihar olur’ dedi. Hristiyan- Siyonizmin yakın hedefinin Suriye ve Lübnan’dan başlatılacak bir Şii-Sünni savaşı yoluyla bölge devletlerini parçalamak ve ‘ Tevrat ve İncil’de belirtildiği ileri sürülen Siyonizm hedefini gerçekleştirmek’ olduğunu vurgulayan Dr. Sizer,’ Hristiyanları buna inandırmak için İbranice çevrilerde tahrifat yaparak bunları ABD kiliseleri ve dini literatürde kullanıyorlar’ dedi.

    Önce Napolyon Başlattı.

Rev.Dr. Stephan Sizer Hristiyan-Siyonist ideolojinin Filistin ve Mısır’da Osmanlı hakimiyetini yıkmak ve Hindistan yolunu açmak amacıyla önce Napolyon Bonapart tarafından başlatıldığını ve onu yenen İngiltere tarafından devralındığı söyleyerek, ‘ Hristiyan ve Musevilik dininin tamamen bu amaca hizmet edecek tahrifatlarla yeniden düzenlendiğini’ vurguladı. Hristiyan-Siyonizminin ağırlıklı olarak İngiliz Din adamları tarafından şekillendirildiğini belirten Sizer, son 50 yılda ise ABD ve bu ülkede yaşayan Hristiyan kiliselerinin ağırlık kazandığını ifade etti. ABD’de Evangelical,Southern Baptists ve Pentacostal kiliselerine bağlı Hristiyanların % 63 ünün ‘İsrail’i desteklemenin Hristiyanlık için görev olduğunu savunduklarını’ söyleyen Sizer, ‘Halkın 1948 ve 1967 savaşlarında İsrail’in Filistin topraklarını işgal etmesini İncil’deki tanrı buyruklarının gerçekleşmesi’ olarak gördüklerini vurguladı. İdeolojilerini Dinsel öğreti biçiminde okullarda ve Tv yayınlarında eğitim aracı olarak kullanan Hristiyan-Siyonist Lobinin bu alanda efsaneler, sahte tarihi belgeler ve hatta resimli roman kahramanlarını kullandığını söyleyen Dr. Sizer, ‘Bu iş ABD’de artık bir endüstri haline geldi’ dedi.

  ABD ve Rusya yahudileri başı çekiyor

Dr. Stephan Sizer’a göre İsrail tam olarak bir ‘apartheid’ devleti. Kudüs’te inşa edilen duvarın adının seperation anlamına gelen ‘Hafrada Wall’ olduğunu söyleyen Dr. Sizer, ‘Araplar herkes gibi vergi ödüyorlar, ancak hiç bir toplumsal hizmetten yararlanmıyorlar. Okulları,hastaneleri ve sosyal servisleri ayrı. Kudüs’te trafik ışıkları bile bununla uyumlu. İllegal yerleşim bölgelerinden gelen yollara yeşil ışık daha uzun yanıyor’ dedi. ABD’de Siyonizmi destekleyen Büyük şirketler ve kiliseler yanında İngiltere’de de Muhafakar ve İşçi Partisi milletvekilllerinin % 80 inin ‘Friends Of İsrael’ adlı lobi kuruluşuna üye olduklarını belirten Sizer, ‘israil’in diplomasi alanında en önemli çabasının Kudüs’ü başkenti olarak kabul ettirmek’ olduğunu vurguladı. İsrail’de Hristiyan Siyonizminin büyük ölçüde Amerika’dan ve Rusya’dan gelen Yahudiler tarafından savunulduğunu ve desteklendiğini söyleyen Dr. Sizer,’benim yaptığım araştırmalara göre İllegal yerleşim birimlerinin insan kaynağını da bu ülkelerden gelenler oluşturuyorlar’ dedi.

                                   Mavi Marmara’nın büyük etkisi oldu.

Hiristiyan-Siyonizminin ABD,İngiltere ve AB üzerindeki çok büyük etkisine karşılık, bu ülkelerde halk üzerinde etkisinin giderek azaldığını söyleyen Dr. Sizer, bunun büyük ölçüde ‘Hizbullah yenilgisi,2009 daki Gazze saldırısı ve Mavi Marmara gemisinde yapılan katliamın’ sonucu olduğunu kaydetti. 2010 yılında tüm Dünya’nın gözleri önünde Mavi Marmara gemisinin silahsız yolcularına saldırarak 9 kişiyi öldüren İsrail ordusunun tüm etik kuralları çiğnediği söyleyen Sizer ‘Hristiyan dünyasında bu olay İsrail’in Filistin, Lübnan ve Orta-doğu’da savaş suçları işlediğinin önemli kanıtı olmuştur’dedi. Hristiyan Siyonizminin uluslararası politikada ABD-İngiltere-İsrail işbirliği şeklinde yürütüldüğünü belirten Dr. Sizer ‘Orta-Doğu olaylarını yaratan ve yönlendiren güç budur.’dedi. Mısır ve Ürdün’e karşı ‘havuç’ politikası izleyen Hristiyan siyonizminin ‘Lübnan,Suriye ve İran’a karşı sopa politikası’ yürüttüğünü belirten Sizer ‘ABD nin askeri bağışlar hariç olmak üzere İsrail’e yılda 6 Milyar dolar’ verdiğini bunun yanında Mısır ve Ürdün’ede önemli miktarda destek olduğunu kaydetti. Filistin, Irak,Suriye deki Hristiyan kiliselerinin Hristiyan siyonist akım tarafından dışlandığını söyleyen Sizer, ‘Orta-Doğu’nun tüm İslam din adamlarının Siyonizm tarafından kışkırtılan Şii-Sünni din savaşlarına karşı uyanık olmaları ve bunu engellemelerini’ istedi. ‘

 

Mahir Tan             LondraPosta-Londra

 

‘PKK ve IŞID aynı çantanın aletleri’

Türkiye’nin en çok izlenen yayın organlarından OdaTV, gazetemizin yazarı Em. Amiral Türker Ertürk ile gazeteci Nurzen Amuran tarafından yapılan geniş kapsamlı bir röportaj yayınladı. Türkiye’nin en güncel iç ve dış politika meselelerinde analizleri içeren bu röportajı aynen yayınlıyoruz.      LondraPosta

 

Emekli Amiral gazeteci yazar Türker Ertürk, PKK operasyonlarını ve AKP’nin IŞİD politikası ile ilgili merak edilen soruları yanıtladı. İşte o söyleşi:

Nurzen Amuran: Güneydoğuda neler oluyor, sorusuyla başlayalım sohbete. İki üç hafta önce Ankara, Suriye’nin Mare-Cerablus hattında uçuşa yasak bölge oluşturma planını ABD’nin kabul ettiğini söyledi. Washington ise bu açıklamanın doğru olmadığını belirtti. ABD ile yapılan mutabakatın bilinmeyen yanları var mı sizce? Bu mutabakatın kapsamı ve sınırları nereye varıyor?

Türker Ertürk: Öncelikle şunun altını çizmeliyiz PKK ve IŞİD, ABD’nin dış politika takım çantasının alet ve edevatlarıdır. Birisi yan keski ise diğer keserdir. İkisi de bölgeyi bölmek ve parçalamak için kullanılmaktadır. IŞİD’in de, PKK’nın da arkasında ABD var, bu konuda şüphe bile duymanıza gerek yoktur.

Büyük Orta Doğu veya diğer adıyla Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ile ABD, Türkiye’nin de bulunduğu coğrafyada siyasi haritayı yeniden şekillendirmeye çalışmaktadır. Bunun için bölgeyi etnik, dinsel ve mezhepsel fay hatları üzerinden kaşımaya, istikrarı bozmaya, statükoyu tahrip etmeye ve yeni siyasi haritalar çizmeye çalışmakta olup bu konuda çok ciddi mesafeler kaydetmiştir.

ABD’nin IŞİD’den rahatsız olduğu doğrudur ama yürüttüğü projeler realize oluncaya kadar ortadan çabucak kalkmasını da istemediği bir gerçektir. Rahatsızlığı tedavi için kullandığınız ilacın yan tesiri gibi düşünün. Yan tesirden zarar görüyor bile olsanız ilacı kullanmaya ve tedaviye devam edersiniz. ABD de böyle yapıyor!

ABD bugün itibarıyla Beşar Esad’ı devirmek gibi bir gündemi yok. ABD Suriye’den alacaklarını adım adım gerçekleştirmektedir. ABD için istenen, Suriye’de istikrarın ve statükonun bozulması ve ülkenin etnik(Arap-Kürt) ve mezhepsel (Sünni-Arap Alevi’si) fay hatları üzerinden ayrışması ve bölünmesidir. Bunu 4 yılı aşkın bir zamandır devam eden savaşla merhale merhale gerçekleştirmektedir. Esad, bugün ülkenin yüzde 50’sinde yoktur. Nüfusun ancak yüzde 60’ını kontrol edebilmektedir.

Kuzey Suriye’de mümkünse denize çıkışı olan bir Kürt parça koparılmak istenmekte ve Araplara-Türkmenlere karşı etnik arındırma uygulanmaktadır. Ayrıca ABD, bugünkü Irak ve Suriye sınırını silen ve yok sayan Sünni bir Arap devleti kurmak istemektedir. Suriye’nin geri kalanında ise Arap-Alevi devleti! Bu çözüme doğru Esad zorlanmaktadır. Eğer böyle gitmeye devam edilirse Esad buna razı olacak gibi!

ABD’nin şu anda Suriye’de güvenlikli bölge veya uçuşa yasak bölge kurmak gibi endişesi ve isteği de yoktur. Türkiye’yi hedeflerine ulaşmak için oyalamaktadır. ABD, başından beri İncirlik’i sınırsız ve kontrolsüz kullanmak istiyordu. Görünen o ki, ABD bu isteğine fazlası ile ulaşmış. İkinci Körfez Savaşı’nda alamadığını aldı! İncirlik dışındaki diğer üsleri de kullanacak.

PKK’YA YÖNELİK BOMBALAR TÜRK KAMUOYUNUN YÜKSELEN İNFİALİNİ YATIŞTIRMAYA YÖNELİKTİR

ABD’nin bilgisi olmadan veya ABD’nin onayı olmadan PKK mevzilerine harekât gerçekleştirilemez.Herkes biliyor bunu. Daha önce başka konuklarımıza da sormuştum. Bu durum ABD’ye ne çıkar sağlamaktadır?

Bu çok net görülüyor.Dediğiniz gibi PKK’ya yönelik harekat öncesinde ABD’ye haber verilmiş. ABD bu işe müsaade vermiş. Bugün PKK’ya karşı sürdürülen bombalamalar gaz almaya, Türk kamuoyunun yükselen infialini yatıştırmaya yöneliktir. Hedef odaklı değildir. Türkiye Kuzey Irak’ta PKK varlığına karşı yok edici bir operasyon yapmak zorunda! Bu da bölgeye kara harekatı yapmayı mutlaka gerektirir.

ERDOĞAN’I ULUSLARARASI MAHKEMEYE ÇIKARACAKLAR

Bir süre önce IŞİD’e silah sevkiyatının yapıldığı, çeşitli illerde hücre evleri oluşturdukları ve korundukları gerek yabancı basında gerekse Türk basınında dile getirildi. Guardian gazetesinde yayınlanan bir haberde, ABD Hükümetinin elinde Türkiye-IŞİD’in petrol ticaretine ilişkin belgelerin olduğu ileri sürüldü. Bu durum öngörüsüzlük müydü yoksa ideolojik ortaklığın yanında ticari ortaklığın gereği miydi? Bugün ne değişti?

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu IŞİD ile ideolojik yakınlık içinde. Bu yakınlığı ortaklığa da çevirmişler. İŞİD ile işbirliği yaptılar, IŞİD’i kontrol edebileceklerini sandılar, IŞİD’in Türkiye’den savaşçı devşirmelerine zımnen müsaade ettiler ve en kötüsü IŞİD’e yani terörizme yardım ve yataklık yaptılar. MİT tırları konusunda hassasiyet suçüstü olmalarından kaynaklanıyor. İşin kötüsü ABD ve Batı bunu biliyor. Bu Erdoğan ve Davutoğlu’nun uluslararası mahkemelerde yargılanması için yeterli neden. ABD ve AB’nin elinden deliller var. Bunları da kullanarak şantaj yapıyorlar. Türkiye’yi terörizme yardım ve yataklı konusunda dünya kamuoyu önünde mahkum edecekler ve Erdoğan’ı eğer ömrü vefa ederse mahkeme önüne çıkaracaklar.

BANA GÖRE SURUÇ’UN ARKASINDA PKK VAR

Suruç katliamının sonuçlarından kimler ne elde etti?

Türkiye’yi iyice istikrarsızlaştırmak ve iç savaş ortamına taşımak istiyorlar. Bana göre Suruç’un arkasında PKK var. Kobani’ye destek olmak için eylem yapılıyor, bölge dışından insanlar geliyor ama bir HDP’li yok! Suruç Belediye Başkanı da yok! Belli ki, saldırıdan haberleri var. Evet, Suruç saldırısı bir provokasyondur. Türkiye’nin bir kaos ortamına ve iç savaşa taşınması açısından tetikleyici görevini yapmıştır. Arzu edilende buydu zaten!

KUZEY IRAK’TA PKK KAMPLARININ BOMBALANMASI MİLLİYETÇİ OYLARI KAZANMAYA YÖNELİK BİR OPERASYONDUR

Geçici hükümet PKK kampları ve IŞİD’e yönelik operasyonlara başlamadan önce TBMM’yi neden devreye sokmadı, TBMM’de görüşülerek bir karar alınmış olsaydı bir komisyonun kurulmasına onay çıksaydı terör bu kadar tırmanır mıydı?

Cumhurbaşkanı Erdoğan koalisyon istememekte ve erken seçim peşinde koşmaktadır. Koalisyon demek hangisi olursa olsun, Erdoğan için gücünün azalması, etkisizleşmesi demektir. Bu, Erdoğan için ölümden daha beterdir. Muhtemel bir erken seçime kadar AKP’yi kontrol altında tutmak ve oylarını yükseltmek istemektedir. Kuzey Irak’ta PKK kamplarının bombalanması milliyetçi oyları kazanmaya yönelik bir operasyondur. Erdoğan yaptırdığı araştırmalarda AKP’nin açılımlar yüzünden çok oy kaybettiğini fark etmiştir. TBMM’yi devreye sokmadan karar alınmasının nedeni ise parsayı tek başına toplamak istemesinden kaynaklanmaktadır.

ABD’NİN BÖLGE ÇIKARLARIYLA TÜRKİYE’NİN Kİ ÖRTÜŞMEMEKTEDİR

Sınır ötesi harekâtla ilgili,  “Başta Birleşmiş Milletler ve NATO olmak üzere uluslararası kuruluşlar ile dost ve müttefik ülkeler nezdinde Dışişleri Bakanlığımız aracılığı ile gerekli girişimler ve bilgilendirmeler yapılmıştır” denildi. Ancak PKK ile ilgili operasyonlara AB’den gelen değerlendirmelerle ABD’den gelen yorumlar aynı değil. Bir analiz yapar mısınız?

Harekat öncesi uluslararası kuruluşları bilgilendirdikleri doğru. Hatta fazlası var! Görülüyor ki, öncesinde Kuzey Irak’ta PKK’ya yönelik harekatın icrası için ABD’nin oluru alınmış. Ayrıca ABD’ye hava harekatı ile sınırlı kalınacağının, kara harekatı yapılmayacağının güvencesi verilmiş. Artan terör nedeniyle AKP hükümetinin sıkıntıya girdiğini ABD görüyor, Türk halkının kandırılması ve Türkiye’nin bölünme ve parçalanma projesinde oyalanması için bu müsaadeyi verdiler. Ama bir haddinizi aşın, yani PKK’yı bitirmeye yönelik kara harekatını yapmaya yeltenin görürsünüz ABD’den ne açıklamalar geleceğini. Özetle söylemek gerekirse ABD’nin bölge çıkarları ile Türkiye’ninki örtüşmemektedir. Bunun anlamı Türkiye ABD ile değil bölge ülkelerinin merkezi güçleri ile işbirliği yapmak zorundadır. Bölge ülkelerini rakip veya düşman, ABD’yi müttefik ve ortak gören yaklaşımlar ülkemiz için intihardır.

EMPERYALİZMİN KUCAĞINA OTURARAK ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİ VERİLEMEZ

Kuzey Irak’taki PKK’nın kamplarına yönelik harekât sırasında hatırlayacaksınız HDP bir açıklama yaptı. “Konuşarak ve müzakere ile çözülemeyecek hiçbir sorunumuz yoktur.” dedi. Suruç katliamından sonra PKK, bırakmadığı silahlarla onlarca asker ve emniyet görevlisini şehit etti. Kandil ve İmralı üçgeninde HDP yerini net belirleyemiyor. Kim kimin sözcüsü?

HDP sıkıntılı, Niçin? Çünkü PKK gibi bir terör örgütünün temsilcisi! Gücünü buradan, silahtan ve terörden alıyor. Açıklamalarında kimi zaman barış içeren, kimi zaman tehdit kokan ifadeleri bu yüzden. Suç örgütünün yasal temsilcisi olmanın gerektirdiği sıkıntılar bunlar. Bazen açık bazen karnından konuşmak zorundalar. Onların da iradeleri özgür değil, ipotek altında. Örgüt ihtiyaç duyarsa bazılarının ipini çeker, geri plana iter çok kızarsa yok eder. Bu size şaka gibi gelmesin. Aynen mafya tipi suç örgütünün yasal temsilcisi, yani avukatı gibi olmak bu! Hedef çok açık! Türkiye’den parça koparmak! Bu kadarla da yetinmek istemiyorlar. Doğu bizim Batı’ya da ortağız diyorlar. Ama bilmeleri gereken bir şey var, emperyalizmin kucağına oturarak ulusal kurtuluş mücadelesi verilemez. Bunu anlayacaklar ama geç olacak!

ABD PROJELERİNİN GERÇEKLEŞMESİ AÇISINDAN TÜRKİYE’DE GÜÇLÜ HÜKÜMET İSTEMİYOR

Geçici hükümet,koalisyon hükümetinin kurulması için neden istekli bir çaba göstermiyor? Terör erken seçimin rantını mı sağlıyor? Terör tırmanırken erken seçimin yapılma riskleri gözardı mı ediliyor ? Yeni bir seçim Türk halkının kararını değiştirebilir mi yoksa tepki sonuçları mı elde edilir? Sizin yorumunuz?

Sorun Cumhurbaşkanı Erdoğan! Tek bir niyeti var, Türkiye’yi erken seçime götürmek. Hükümet kurulamamasının tehlikelerini halka yaşatarak göstermek ve HDP’yegiden muhafazakar Kürt, MHP’ye giden Milliyetçi oyları geri çağırmak istiyor. MHP akıllı davrandı. Eğer AKP koalisyon yaparsa biter. ABD ise projelerinin gerçekleşmesi açısından Türkiye’de güçlü hükümet istemiyor. ABD’nin tercihi AKP-CHP koalisyonu! Türkiye’ye son darbe böyle vurulabilir. CHP böyle bir koalisyona girerse çözülür. CHP’ye oy verenler ve örgüt böyle bir koalisyonu istemiyor. CHP’nin üst yönetimi bu koalisyonu istiyor. Ne yazık ki CHP içinde bir bölümde iktidarın nimetlerinden yararlanma peşinde. Bunlarda, ülkemiz felakete gidiyor endişesi yok! AKP-HDP koalisyonu olabilir ama bu da AKP’yi bitirir. Erdoğan açısından seçime kadar azınlık hükümeti en iyi çözüm. Anlayacağınız Türkiye çıkmazda ve çok zor durumda. İşin utanılacak yanı ise ülkemizin entelektüel kapasitesi. Bu durumdan çıkış yolunu bulacak girişimi başlatamıyor! Bu yüzden Türkiye adım adım bir iç savaşa ve darbeye doğru sürükleniyor!

AKP yanlısı bir gazeteci,Twitter’da “Operasyonlar başlamadan önce AKP’nin oy oranının yüzde 30-35 civarında olduğunu” yazmış. “şimdi % 40-42 civarında. Kararlılıkla devam ederse %45’leri bulur” demiş. Bu niyet siyasetin insan hayatı üzerinden kumar oynanması anlamına gelmez mi?

PKK’ya yönelik hava operasyonlarının ve hükümet kurulamamasının getirdiği belirsizliğin AKP’nin oy oranını kısmen arttırdığı doğru. Erdoğan’ın stratejisi bu! “Başarıya giden her yol mubahtır” yaklaşımını doğru buluyorsanız, Erdoğan kendi hedefine ulaşmak açısından doğru yolda.

TÜRKİYE,ŞAM BAĞDAT TAHRAN VE MOSKOVA İLE İYİ İLİŞKİLER İÇİNDE OLMALI TERÖRLE MÜCADELEDE ORTAK POLİTİKALAR GELİŞTİRMELİDİR

Bölgedeki bütün etnik, mezhepsel düzeyde süren çatışma ortamında Türkiye’nin Ortadoğu bataklığına sürüklemesine engel olacak acil olarak, ilk dış politika hamlesi ne olmalı sizce?

Türkiye öncelikle sınır güvenliğini sağlamalı, başta Suriye olmak üzere komşularına yönelik olarak terörizmi destekleme hevesinden vazgeçmelidir. Terörizmle mücadele edilir, müzakere asla edilmez. Hele hele elinde silah tutanlarla görüşülemez ve masaya oturulamaz. ABD’nin bölgede yapmaya çalıştıkları ülkemizin çıkarına değildir. Türkiye bölgede yalnızlaşmış ve komşuları ile arası bozulmuştur. Bu duruma AKP’nin yanlış dış politikaları neden olmuştur. Türkiye Şam, Bağdat, Tahran ve Moskova ile iyi ilişkiler içinde olmalı terörle mücadelede ortak politikalar geliştirmelidir. Nasıl ABD terörle müzakere etmiyor binlerce kilometreden geliyor ve teröristlere müdahale ediyorsa Türkiye PKK’ya yönelik olarak ara vermeden hem yurt içinde hem yurt dışında operasyonlar yapmalıdır.

HUKUKİ METİNLERLE YUNANİSTAN’A DEVREDİLMEMİŞ ADALAR OSMANLI’NIN ARDILI OLAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE AİTTİR

İlgi alanınız olduğu için soruyorum. Kıyı güvenliği açısından denizlerimiz ayrı bir stratejik öneme sahip.Ege denizine yönelik şu anda dondurulmuş önemli sorunlarımız var. Lozan ve Paris Antlaşması da dahil olmak üzere birtakım uluslararası antlaşmalarla adaların silahsızlandırılması kararı bulunmakta. Ancak 1960’lardan beri Yunanistan, adaları silahlandırarak Doğu Ege Adalarının “silahsızlandırılmış statüsüne” aykırı hareket etmektedir. Ayrıca işgal edilen Türkiye’ye ait adalar var. Neler diyeceksiniz bu konuda?

Son yıllarda Ege Denizi’nde bulunan 16 adamızın işgal edildiği çokça yazılır ve anlatılır oldu. Komşumuz Yunanistan’ın Ege’de bulunan egemenlik haklarımıza yönelik girişimleri olduğu doğru ama bu sayının 16 adayla sınırlı olduğu bilgisi yanlış. Gerçekte Yunanistan Ege’de egemenliği hangi ülkeye (Türkiye-Yunanistan) ait olduğu tartışmalı 152 ada, adacık ve kayalığa tek taraflı, gayrihukuki girişimlerle sahip çıkmaya çalışmakta ve AKP yönetimindeki Türkiye de bu konuya duyarsız kalmaktadır.

2010’dan beri verdiğimiz konferanslarda ve katıldığımız panellerde bu konuyu da aydınlatmaya çalıştık ve sayının 16 değil 152 olduğunu söyledik.

Türk Deniz Kuvvetleri’ne bağlı Seyir Hidrografi ve Oşinografi Daire Başkanlığı, Ege Denizi’nde 1800 civarında ada, adacık ve kayalık bulunduğunu, bunlardan Girit dahil 100 civarında adanın meskun olduğunu, geriye kalan büyük çoğunluğunun ise insanların yaşamasına elverişli olmayan adacık ve kayacıklardan oluştuğunu söylemektedir.

Girit’in 1645-1669 yılları arasında Osmanlı topraklarına dahil edilmesiyle içinde bulunan ada, adacık ve kayalıklarla beraber Ege’nin tamamı Osmanlı’nın bir iç denizi haline gelmişti. Bu durum 19. yüzyılın ilk yarısına kadar böyle devam etmişti.

1821 Yunan isyanı, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı ve Edirne antlaşması sonrasında Yunanistan’ın 1830’da bağımsızlığına kavuşması ile Ege’de durum değişmeye başladı. Bağımsızlıkla birlikte Mora yarımadasının civarındaki adalar, Kuzey Sporad adaları, Eğriboz dahilKiklat adaları Yunanistan’a bırakıldı.

1830’dan itibaren tarihi süreç içinde Ege adalarının hukuki statüsünü belirleyen ve adaların egemenliğini Osmanlı’dan alıp Yunanistan’a veren çeşitli antlaşmalar ve protokoller yapılmıştır. Bunlar; 8 Nisan 1865 Osmanlı-Yunanistan Katılma Senedi, 18 Ekim 1912 Uşi Barış Antlaşması, 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması, 14 Kasım 1913 Atina Antlaşması, 13 Şubat 1914 Altı Büyük Devlet Kararı, 24 Temmuz 1913 Lozan Barış Antlaşması, 4 Ocak 1932 Türk-İtalyan Sözleşmesi ve 10 Şubat 1947 Paris Antlaşması’dır.

Özetle söylemek gerekirse Ege adaları, adacıkları ve kayalarının egemenliği ile ilgili hukuki durumlarını belirleyen hukuki metinler biraz önce saydıklarımızdır. Hukuki metinlerle Yunanistan’a devredilmemiş adalar Osmanlı’nın ardılı olan Türkiye Cumhuriyeti’ne aittir. Bu çok açık!

Bu sorun ne zaman fark edildi?

Ege’de bazı adaların Türkiye-Yunanistan arasında aidiyetinin tartışmalı olduğu sorunu Figen Akad isimli Türk ticaret gemisinin 25 Aralık 1995’de Kardak kayalıklarında karaya oturması ile başlayan gelişmeler sonrasında anlaşıldı. Gelişmeler ve çalışmalar gösterdi ki, sorun Kardak ile sınırlı değildi. Ege’de bu durumda 152 ada, adacık ve kayalık vardı.

Kardak kısa sürede krize dönüştü ve Türkiye ile Yunanistan’ı savaşın eşiğine kadar getirdi. Sorun kayalık sorunu değildi! Sorun egemenlik, karasuları, kıta sahanlığı, Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ve bu alanların içinde bulunan ticaret, protein, maden, petrol ve doğal gaz gibi ekonomik imkanlara sahip olma ve bunun katma değerini kendi ülkene ve vatandaşlarına kazandırma sorunuydu.

Yunanistan bugün bu 152 coğrafi formasyona sahip olabilmenin hukuki alt yapısını oluşturmaya çalışmakta ve girişim üzerine girişim yapmaktadır. AKP yönetiminde Türkiye ise, bu duruma sessiz kalmaktadır.

Dış politika açısından Syriza Hükümetiyle olumlu bir diyalog ortamı yaratılabilir, değil mi?

Esasında bu sorunların hepsi görüşmeler yolu ile çözülebilir. Bunun için istekli ve arzulu olmak ve sorunlarımızı çözme iradesini ortaya koymak yeterlidir. Sorunlarımızın birçoğu bir biriyle ilişkilidir. Tek tek çözülemez. Hepsi masaya gelmelidir. Ama görebildiğim kadarı ile Yunanistan’da bu irade yok. Belli konuları, örneğin karasularını ve EGAYDAK’ları masaya getirmek bile istemiyor. Böyle olmaz!

Syriza ekonomik sorunlarla baş etmeye çalışıyor, güçlü değil bu iradeyi gösterebilir gözükmüyor. Hatta bu sorunları istismar bile edebilir, dikkatleri başka taraf çekebilmek için. Zaten iktidara ilk geldiğinde Kardak ve Kıbrıs konusunda bunun olumsuz emarelerini verdi.

GÜNÜMÜZDE ABD VE DENETİMİNDEKİ NATO ISRARLA KARADENİZDE DEVAMLI OLARAK VARLIK GÖSTERMEK İSTEMEKTEDİR

Soğuk savaş döneminden sonra Karadeniz’de Ekonomik ve siyasi açıdan bir rekabet ortamı içine girildi. İkiz kulelerin yıkılmasıyla başlayan süreçte ise ABD’nin küresel güvenlik stratejisiyle Karadeniz bölgesinde askeri güç bulundurma isteği kıyıdaşları zorlamaya başladı.Ukrayna örneğinde olduğu gibi. Hangi koşullarda Karadeniz bölgesinde yer alan ülkeler sıcak çatışma ortamı dışında kalabilir, kıyı güvenliğimizi güçlü kılabiliriz?

Soğuk Savaş (1947-1991) döneminde dünyanın her tarafı ve tüm denizleri büyük güçlerin rekabet alanı olmuşken, Karadeniz 1936 Montrö Antlaşması’nın verdiği avantajlar kullanılarak Türk hükümetlerinin dengeli politikaları ile istikrarlı ve güvenli bir alan olmuştur. Türkiye NATO ve ABD’nin isteklerini frenlemiş ve Karadeniz’de Sovyetler Birliği’ni kışkırtmaktan kaçınmıştır.

Günümüzde ABD ve denetimindeki NATO ısrarla Karadeniz’de devamlı olarak varlık göstermek istemektedir. Çok açık söylemeseler bile 1936 Montrö’nün Türkiye ve Karadeniz’e sahildar ülkelere verdiği avantajın kalkmasını bu denizin de diğer denizler gibi açık uluslararası sular statüsüne getirilmesini istedikleri bilinmektedir.

Türkiye 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin devamından yana olmalı bu konuda ABD ve NATO’nun kışkırtmasına gelerek Rusya Federasyonu’nun güvenlik endişelerini yok sayan girişimler içinde olmamalı ve dengeli bir politika izlemelidir. Türk Deniz Kuvvetleri’nin Karadeniz’in güvenliğini sağlamak ve bu denizin küresel güçler için rekabet ve çatışma ortamı olmasını engellemek için başlattığı BLACKSEAFOR ( Karadeniz İşbirliği Görev Grubu) ve Karadeniz Uyumu Harekatı’na ( Operation Black SeaHarmony) ara verilmeden devam edilmelidir.

Bizleri aydınlattınız. Çok teşekkürler.

Nurzen Amuran

Odatv.com

altı sorti

TARİHİN AKIŞINI DEĞİŞTİREN ALTI SORTİ

Sonuçları itibarıyla dünya tarihini en çok etkileyen ve hala etkilemeye devam eden iki büyük hava saldırısı olmuştur. Bunlardan birincisi aynı dil ailesine (Ural-Altay) mensup olduğumuz Japonya’ya ikincisi ise Amerika’ya yapılmıştır.

Fransızca kökenli bir kelime olan sorti çıkış anlamındadır. Havacılıkta ise bir görev uçuşu anlamında kullanılır. Görevin niteliğine göre 1 sortide bir veya birden fazla uçak olabilir.

Tam 70 yıl önce bugün (9 Ağustos 1945) Nagazaki kentine ABD tarafından Japonya’ya karşı yapılan saldırının ikinci sortisi icra edildi. Bu sortide “Bockscar” adlı B-29 tipi bombardıman uçağı “Fat Man” kod isimli 20 kiloton gücündeki Plütonyum-239 tipi atom bombasını Nagazaki’nin üzerine bıraktı. İlk sorti de üç gün önce (6 Ağustos 1945) Hiroşima kentine yapılmıştı. “Enola Gay” adlı yine B-29 tipi bombardıman uçağı “Little Boy” kod isimli 14 kiloton gücünde olan Uranyum-235 tipi atom bombası ile Hiroşima’yı ateş topuna döndürmüştü. Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine yapılan bu Amerikan katliamında yaklaşık 225 bin sivil insan yaşamını kaybetti.

56 Yıl sonra Amerika’ya!

Japonya’ya iki sorti halinde yapılan bu saldırıdan 56 yıl sonra bu sefer dünya tarihini değiştiren ikinci büyük hava saldırısı dört sorti halinde ABD’nin bizzat kendisine yapıldı. 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleştirilen hava saldırısında birinci ve ikinci sortiler; Boeig-767 tipi iki uçakla New York’daki Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine, üçüncü sorti; ABD Savunma Bakanlığı’nın Washington DC’de bulunan karargahı Pentagon’a yapıldı, dördüncü sorti ise; yolcularla teröristler arasında çıktığı söylenen mücadele sonucunda hedefine varamadan Pennsylvania kırsalına düştü.

Dört sorti halinde yapılan ancak birisi başarısız olan bu saldırıda toplam 2974 insan yaşamanı yitirdi. Fakat bu saldırı gerekçe gösterilerek ve teröre karşı tüm dünyada savaş ilan edildiği söylenerek İslam dünyasına karşı başlatılan savaşta yaşamını kaybeden Müslüman sayısı bugün itibarıyla 2 milyonu aştı.

11 Eylül saldırısı olmasaydı!

11 Eylül saldırısı tüm dünyada radikal değişikliklere neden oldu. ABD bu saldırıyı bahane ederek tek kutuplu küresel liderliğini ve hegemonyasını sürdürmek için sahip olduğu askeri üstünlüğü kural tanımaz bir biçimde kullanabilme şansını elde etti. ABD yine bu saldırı sayesinde ülke içinde daha fazla polis devleti olabilme ve sivil özgürlükleri güvenliği gerekçe göstererek kısıtlama fırsatını yakaladı.

 

Eğer 11 Eylül saldırısı olmasaydı uluslararası kurallar hiçe sayılarak Afganistan’a, Irak’a, Libya’ya, Pakistan’a, Yemen’e ve bugün IŞİD bahanesi ile Suriye’ye müdahale edilebilir miydi? ABD Ortadoğu’ya ve Körfez’e tüm ağırlıklarıyla yerleşebilir miydi? 11 Eylül saldırısının akşamında “ Usame Bin Laden ve El kaide “ sorumlu ilan edildi. Bir hafta geçmeden Afganistan’ın istilası gündeme geldi. Seneler bile sürebilecek Afganistan’a karşı savaş planları hazırdı bile!

2974 Amerikalı

Halbuki “Soğuk savaş“ döneminde Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgaline direnilmesi için El Kaide ABD tarafından kurdurulmuş, lideri Usame Ben Laden CIA kamplarında eğitim almıştı. CIA, Arap orjinli ajanları vasıtası ile daha önce kendisi tarafından kurdurulan El Kaide içinde hep var oldu. 11 Eylül 2001 öncesi neler planlandığını öğrendiler. Belki de bu planlamayı içeride bulundurdukları ajanlar vasıtası ile özendirdiler! Daha sonra derin ABD devleti bu planın gerçekleştirilmesinin önünü açtı. 2974 Amerikalı, ABD’nin büyük çıkarları için kurban edilebilirdi! Evet, her iki hava saldırısından da (Japonya ve Amerika) ABD sorumludur. Birincisinde direkt olarak sorumludur, ikincisinde ise sorumluluk azmettirici ve özendirici olma seviyesindedir.

 

1945’de Hiroşima ve Nagazaki‘ye yapılan hava saldırısı; Uzakdoğu’nun yükselen bölgesel gücü Japonya’yı dize getirmek, uydu yapmak ve bölgeye yerleşmek içindi. 2001’de yapılan hava saldırısı ise; düşmanı somutlaştırmak ve ABD kamuoyunu düşmanın varlığına inandırmak, Ortadoğu bölgesine yerleşmek, tek kutuplu dünya düzenini sürdürebilmek, dünyanın siyasi haritasını yeniden şekillendirebilmek ve küresel hegemonyaya direnen güçlere terör bahanesi ezebilmek için yapıldı.

 

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

 

 

fabrika ayarlarına dönmek

   FABRİKA AYARLARINA DÖNMEK

İşçi Partisi (Labour Party) 20. Yüzyılın ilk yıllarından beri Birleşik Kralık’ta sol kanadın en büyük siyasi partisidir. 1997’de yapılan seçimlerde İşçi Partisi 18 yıl aradan sonra iktidar oldu ve lideri Tony Blair başbakanlık koltuğuna oturdu. Tam olarak10 sene sonra Haziran 2007’de Tony Blair partinin azalan seçmen desteği nedeniyle liderlikten istifa etti ve başbakanlık görevinden ayrıldı.

27 Haziran 2007’de Gordon Brown İşçi Partisi lideri oldu ve liderliğinin üçüncü gününde başbakanlık koltuğunu devraldı. Üç yıl sonra, Mayıs 2010’da yapılan genel seçimlerde İşçi Partisi Avam Kamarası’nda ( Meclis) bulunan 650 milletvekilliğinden 268’ini aldı. 307 milletvekilliği ile en büyük parti olan Muhafazakar Parti (Conservative Party) çoğunluğu elde edemedi ama 57 milletvekilliği kazanan Liberal Demokrat Parti ile koalisyon hükümeti kurunca İşçi Partisi muhalefete düştü ve lideri Gordon Brown liderlik koltuğuna oturalı 3 yıl olmasına rağmen mazeret üretmedi ve derhal istifa etti. Brown’nın yerine daha önce bakanlık yapmış olan Ed Milliband İşçi Partisi’nin lideri oldu.

52 dakikada üç istifa

Üç ay önce, geçtiğimiz Mayıs’ta Birleşik Krallık’ta, Türkiye’deki bilinen adıyla İngiltere’de yine seçimler vardı. Seçimler iktidardaki Muhafazakar Parti ve lideri David Cameron’un zaferi ile sonuçlandı. Hemen ardında istifa haberleri gelmeye başladı. İşçi Partisi Başkanı Ed Milliband, Bağımsızlık Partisi Başkanı Nigel Farage ve Liberal Demokrat Parti Başkanı Nick Clegg görevlerinden istifa ettiler. Bu üç lider seçim sonuçları belli olur olmaz 52 dakika içinde görevlerini bıraktılar. İşte böyle tavır ve davranışları siyasi etik değerlere sahip olan onurlu ve haysiyetli insanlar gösterebiliyorlar.

Haftaya Salı (12 Ağustos 2015) İşçi Partisi’nin liderini seçmek için yarış başlıyor. Liderlik yarışı 10 Eylül’de sona eriyor. Bu süre zarfında üyeler mektupla oy kullanabiliyorlar. Londra-Islington bölgesi milletvekili olan Jeremy Corbyn liderlik yarışının en güçlü adayı. Bugün itibarıyla Corbyn, en yakın rakibinin yüzde 25 önünde gözüküyor. Dış politikada antiemperyalist olan, Amerikan ve NATO karşıtı fikirleri olduğu bilinen, ulusal politikalarında halkçı ve sosyal adaletçi söylemleri olan Corbyn’ni sendikalar ve kitle örgütleri destekliyor.

Back to Basic

Jerem Corbyn 2001 yılında ABD’nin başlattığı ve zamanın Birleşik Krallık Başbakanı olan Tony Blair’in destek verdiği “Teröre karşı mücadele“ kapsamında Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’ye karşı savaşları desteklememiş ve eleştirmişti. Ayrıca 2001’de kurulan savaş karşıtı “Stop The War Coalition” kurucu liderlerinden oldu. Corbyn adeta halkın içinde dolaşan bir eylemci. Aynı zamanda İsrail’in Filistin’de yürüttüğü katliamlara karşı da sessiz kalmadı ve Filistin Dayanışma Kampanyası’nın kurucu başkanı oldu.

İngiltere medyası Jeremy Corbyn’nin adaylığını İşçi Partisi’nin kendi değerlerine dönmesi “Back to Basic” olarak yorumlamakta. Çünkü İşçi Partisi, Tony Blair döneminde değerlerine ihanet etmiş ve geleneksel rotasından saptırılmıştı. İşçi Partisi’ni “üçüncü yol” veya “yeni sol” sloganı ile liberal bir çizgiye taşıyan Blair, Corbyn’e karşı ve “İşçi Partisi’nin sola kayması durumunda halktan oy alamayacağını söylüyor” Halbuki İşçi Partisi’ni halktan oy alamaz duruma sokan Blair’ın ABD’ye tamamen teslim olan, sosyal politikalardan ve soldan uzaklaşan siyaseti olmuştu. Sonucu hep birlikte göreceğiz.

Üçüncü Yol, Yeni Sol, YCHP

Türkiye’de CHP’de de durum farklı değil. CHP özellikle son beş yılda kurucu değerlerinden hızla uzaklaştı. Halktan destek ve oy alamamasının esas nedeni bu! Ama bu uzaklaşmayı halktan ve daha geniş kitlelerden destek almak amacıyla yaptıklarını söylediler. Antiemperyalist söylemlerden, Cumhuriyetin kurucu ideolojisini ve Atatürk’ü fikirleri ile birlikte savunmaktan vazgeçtiler ve “altı ok”un bazılarının zamanımıza uymadığı söylediler. YCHP söylemi gerçekte Tony Blair’ın “üçüncü yol” veya “yeni sol” söyleminin Anadolu’ya uyarlanmış haliydi ve arkasında ABD merkezli düşünce kuruluşları vardı.

CHP sıradan bir parti değil. Atatürk’ün, emperyalizme karşı verilen savaşın ve Cumhuriyetimizin kurucu partisi. Türkiye’yi Büyük Ortadoğu Projesi’ne yönelik olarak dönüştürmek için sadece AKP yetmez. CHP’yi dönüştürmek ve projeye dahil etmek gerekir! Şimdiye kadar bu konuda epey mesafe aldılar. Bugün ülkemiz bölünme, parçalanma ve iç savaş rotasında hızla ilerliyor ve ortaçağ karanlığına doğru sürükleniyor. Bu gidişe dur diyebilmek için CHP’nin asli ve kurucu değerlerine rücu etmesi yani fabrika ayarlarına dönmesi veya döndürülmesi gerekir.

Saygılar sunarım

TÜRKER ERTÜRK

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘1980 ler hoş geldi,sefa geldi’

 

 

         Jeremy Corbyn;

         BİR YOL DAHA VAR

Adaylığını açıkladıktan birkaç gün sonra İngiltere İşçi Partisi liderliği için en güçlü aday haline gelen Jeremy Corbyn’e destek her geçen gün büyüyor. 3 ağustos günü yaptığı kitle toplantısı büyük ilgi gören Londra İslington Milletvekili Jeremy Corbyn , halka yaptığı konuşmalarda Parti başkanlığı ve 2020’de yapılacak genel seçimler için programının içini dolduruyor. İşçi Partisinin geleneksel dayanağı olan İşçi sendikalarının hemen tümünün ve Belediye kuruluşlarının desteğini alan Corbyn ağırlığı; NHS (Ulusal sağlık servisi), özelleştirmelerin durdurulması, çok geniş bir yatırım programı, işsizlik ve ev yardımlarının güçlendirilmesi, vergi adaletsizliğinin ortadan kaldırılması gibi sosyal demokratik reformlara verdi. Jeremy Corbyn;Uluslararası Politika’da, Orta-Doğu’da askeri müdahale ve işgallere son verilmesi, yabancı ülkelerde savaşan İngiliz askerlerinin geri çekilmesi, Suriye’ye müdahalenin önlenmesi, Silah Üreticisi şirketlere karşı tedbirler alınması ve İsrail saldırganlığına karşı Filistin’in savunulmasını ön plana aldı. Londra’da ki Camden Town belediye salonunda yaklaşık 1000 kişinin izlediği ancak çok daha fazla sayıda taraftarın yer olmadığı için salon dışında dinlediği İşçi Partisi başkan adayı Jeremy Corbyn, 3 Ağustos konuşmasına ‘Birşeyler yapmak zorundayız. Ancak yapılacak çok şey olduğunu biliyorum’ diye başladı. Eski Londra Belediye Başkanı Ken Livingston, Stop The War Coalition liderleri, Sendika Başkanları, Bazı Milletvekilleri ve Türklerin ağırlıkta olduğu Haringey Belediyesinden Meclis Üyesi Emine İbrahim’in birer konuşma ile destekledikleri ‘Grassroot for Jeremy’ adlı salon toplantısı Corbyn’in sokakta bir itfaiye arabası üzerinden yaptığı konuşma ile devam etti.

             ‘2020 Seçimlerine devrim programı ile gireceğiz’

Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi liderliğine adaylığını destekleyen Londra eski Belediye Başkanı Ken Livingstone konuşmasında; Jeremy Corbyn’in programının çok geniş bir yatırım planlaması içerdiğini vurgulayarak, ‘iktidara geldiğimizde İngiltere için devrim anlamına gelecek bir programı uygulayacağız’ dedi. Jeremy için ‘1980 leri geri getirecek’ yollu eleştiriler yapıldığına dikkat çeken Livingstone ‘Eğer Jeremy’nin savunduğu adaletçilik, kalkınmacılık,halkçılık,eşitlikçilik ve özgürlükçülük 1980 ler ise, hoş geldi, sefa geldi’ dedi. Adaylık kampanyası sürecine İngiltere’nin en büyük sendikalar birliği UNISON un desteği ile başlayan Corbyn’e yeni sendikalar destek vereceklerini açıkladılar. İngiltere’nin büyük taraftarı bulunan sendikalarından İletişim İşçileri sendikaları ve şu anda grev halinde bulunan Ulaştırma İşçileri Sendikası da oylarını Corbyn’e vereceklerini bildirdiler.

   ‘bizim yıktığımız ülkelerden kaçan insanlar’

İşçi Partisi başkan adayı Jeremy Corbyn ve destekleyen konuşmacılar, Fransa’nın Calais kentinde toplanan ve İngiltere’ye girmek için çabalayan Orta-Doğu ve Afrika kökenli göçmenlere karşı hükümetin aldığı tutuma karşı çıktılar. Corbyn; ‘bizim bombalar ve iç savaşlarla yıktığımız ve son ümitlerini yok ettiğimiz insanlara destek olmak zorundayız.’ diyerek Başbakan Cameron’un İngiltere’ye girmek için hayatlarını tehlikeye atan insanlar için kullandığı alçaltıcı ifadeleri eleştirdi.

2014 yılında İngiltere Parlamentosu’nda oylanan ve reddedilen Suriye’yi bombalama kararının en önemli kampanyacılarından biri olan Jeremy Corbyn; önümüzdeki ay içinde yeniden gündeme gelecek olan Suriye’yi bombalama ve yeni iç savaşlar yaratma politikalarına karşı mücadele edeceklerini vurguladı.

        Yeni bir uluslararası hareket mi doğuyor ?

Jeremy Corbyn ve arkadaşlarının İşçi Partisi liderliği için başlattıkları kampanya Dünya medyasında büyük bir ilgi görüyor. Corbyn’in sendikalaşma, Devlet sağlık servisleri, özelleştirmelere karşı duruşu, göçmenlik meseleleri, yüksek gelir guruplarını vergilendirme ve devlet yatırımlarını teşvik eden sosyal demokrat yaklaşımı Avrupa Ülkelerinde iktidarda bulunan sağ ve liberalleşmiş sol partiler için ciddi bir tehdit olarak değerlendiriliyor. Orta-Doğu ve Afrika’da devam eden savaşlar ve ABD-İngiltere ittifakına karşı miting meydanlarında verdiği mücadeleler ile karizmatik bir kişilik olarak ortaya çıkan Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi liderliği yarışını kazanması durumunda yalnızca İngiltere’nin değil Avrupa’da birçok ülkede aynı politikaların gündeme geleceği belirtiliyor. İşçi partili çok sayıda milletvekili, gazeteci ve sendikacı Jeremy Corbyn’in İşçi partisinde lider olması durumunda, İşçi Partisi muhalefet iken bile Parlamento’da çok güçlü kampanyalar ile Dünya politikasını etkileyeceğini vurguladılar. Jeremy Corbyn hareketinin önümüzdeki günlerde yapacağı siyasi çıkışlarla Dünya’da 1980 lerden sonra güç kaybeden Sosyal demokratik hareketin uluslararası alanda yeni bir ivme kazanacağı Londra’da yaygın bir kanı haline geliyor.

 

Mahir Tan     LondraPosta-Londra

 

Suriye sakin,Türkiye karıştı

 

 

             Suriye için ince politikalar

Suriye ve Suriye olaylarında Türkiye’nin rolü için yapılan değerlendirmelerin yeni gelişmeler karşısında gözden geçirilmesi ve detaylara daha fazla yer verilmesi gerekiyor. Yapılan değerlendirmelerin en sağlıklı kalan yönü ; Herşeyin Atlantik ittifakı tarafından belirlendiği gerçeği. Suriye’nin parçalanması, son BAAS yönetiminin tasfiyesi,şimdilerde adı ‘Kürt Hilali’ olarak telaffuz edilmeye başlanan ‘Kuzey Koridoru’nun hayata geçirilmesi Atlantik think tanklarının başlıca konuları. Düğmeye basıldıktan sonra olayların nasıl gelişeceği ise; büyük ölçüde dalgalanmaya bırakılıyor. Mesela; 3 yıl önce IŞID diye bir bela ile karşılaşılacağı hesaplarda yoktu. Hatay’da, Omar Al Bağdadi ile resim çektiren ve destek sözü veren ABD senatörü John Mc Cain, 3 yıl sonrasının IŞID Halifesine karşı yeni ittifaklar peşinde koşacağını bilmiyordu.ABD’nin Irak’tan çekilirken maaşa bağladığı Irak’lı Sünnilerin ABD’nin ‘safe heaven’ ilan ettiği Kuzey Irak petrol depolarına bulaşacağıda hesaplarda yoktu. Türkiye ile Kuzey Irak arasında kurulan Petrol kanalına, Suriye içinde kurulacak bir ikinci ‘Kürt Hilali’nin rakabet katacağı da içinde yaşadığımız günlerin bir sürprizi oldu. Şimdi ‘üst akıl’ buna çözüm arıyor.

Türkiye’de terör saldırıları roket hızıyla yükselirken, Kuzey Suriye ve kantonlar garip bir sukunet içinde. Orta-Doğu olaylarının gelişim süreci içinde tahmin edilenden çok daha fazla yeri olan İngiltere’de önemli gelişmeler var.

İngiliz Dışişleri politika üretim merkezi Chatham House şunu soruyor; ‘Türkiye Kuzey Suriye’deki ‘Kurdish Crescent’i, kesmek istiyor. Doğu’daki kantonlar ile en batıdaki Afrin arasına ‘güvenli bölge’ yerleştirmek istiyor. Bu ABD’nin programına uyar mı’ ?

Chatham House’ın Orta-Doğu ve Kuzey Afrika programı direktörü Neil Quilliam’a göre uymaz. Zira; Neil Quilliam,Suriye’ye yaptığı bir geziden sonra yazdığı araştırmada; ‘ Türkiye’nin amacı Kuzey Koridorunu kesecek bir ‘güvenli bölge’ yaratmak iken, ABD, IŞID ve Esad’a karşı savaşacak PKK-PYD ittifakını bölgede hakim kılmak istiyor’. Yazara göre; ‘Türkiye ve Suriye’deki hakim Kürt Gurubu’ olarak tanımladığı PKK-PYD ile ABD hava kuvvetlerinin yaptıkları ittifak IŞID’a karşı en etkili güç olduğunu ispatlamış durumda. Chatham House’ın Orta-Doğu programı sorumlusu Quilliam’ın ABD ve Türkiye arasında Suriye’de kurulacak bir ‘güvenli bölge’ye bir başka itirazı daha var; ‘Bu bölgeye Kürtler değil, içinde Al Kaide ve Batı karşıtı İslamcı güçlerin ağırlık taşıdığı Al Nusra benzeri guruplar hakim olur. Bu ise ; Batı’nın en yakın ittifak unsurlarına darbe vurur ve planlanan SURİYE KÜRT BÖLGESEL YÖNETİMİ için büyük bir engel teşkil eder’.

       ‘Türkiye kendi kontolünde Kürt otonomisi istiyor.’

Son günlerin İngiliz dış politikasında, Türkiye-PKK –PYD arasındaki ilişkiler ve çatışmalar konusundaki ana perspektif böyle. Türkiye- ABD arasındaki İncirlik anlaşmaları ve son günlerin terör sıçramasına bu gözlüklerle bakmak gerekiyor.Orta-Doğu’nun Arap olmayan en büyük askeri gücü Türkiye ile arasını bozmak istemeyen bir ABD ile bölgede ikinci sınıf bir egemenlik kurmaya çalışan Türk dış politikası arasında sürtüşmeler var. Irak savaşının yarattığı Kuzey Irak ile Suriye savaşının yarattığı Kürt kantonları arasında sürtüşmeler var. Bunların herbirinin arkasındaki güçler arasında da..

Ne var ki, günlük yaşam kadar politik yaşamda her zaman sürprizler yaratma istidadında. Bunlardan en önemlisi İngiltere gibi Batı’nın kilit ülkesinde İşçi Partisi başkanlığına savaş ve emperyalizm karşıtı bir liderin aday olması. Bugüne kadar İngiltere’de muhalefeti ‘ Blarity’ adı verilen Tony Blair’in Ultra Liberal politikalarıyla uyutan İşçi Partisi’ne bu kez anketlere göre en yakın rakibinden 20 puan önde giden Jeremy Corbyn geliyor. Kısacası Atlantik ittifakı çok ciddi bir tehdit altında. Corbyn, yaşamını Emperyal politikalar ve savaşlarla mücadeleye adamış biri. İsrail saldırganlığına karşı ‘Filistin Dayanışma Kampanyası’nı kuran ve başkanlığını yürüten, Orta-Doğu savaş ve işgallerine karşı 15 yıldan beri Londra sokaklarında mücadele eden ‘eski kuşak’ bir İşçi Partili. Her durumda İngiltere’nin yarısı demek olan İşçi Partisi ne onun lider olması herşeyin yeniden başlaması anlamına gelir.

 

Mahir Tan               LondraPosta-Londra

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şükür Namazı

              ŞÜKÜR NAMAZI

Geçtiğimiz pazartesi Bursa-Nilüfer’de Memleket Sevdalıları Derneği’nin düzenlediği Uygarlık Akademisi çalışmalarına 24 Temmuz’da 92.yılını idrak ettiğimiz Lozan Antlaşması’nı anmak ve anlamak maksadıyla düzenlenen panele konuşmacı olarak katıldım. Konuşmalar İhsaniye Parkı’nda açık alanda yapıldı. Parkta aynı zamanda direniş vardı. Nilüfer Belediyesi yeşil alanı tahrip edip, buradan yol geçirip çevresinde alışveriş merkezi yapmak istiyor. Anlayacağınız sorun yine rant. Adeta “Taksim Gezi” olayının küçüğü! Halk mahkemeden yürütmeyi durdurma kararı almış, parkın içinde çadır kurmuş, ağaçları kestirmemek ve parkı yıktırmamak için direniyor.

Geceyi Çekirge semtinde çok güzel bir otelde geçirdim. Bursa Arap turist kaynıyor. Bu yüzden çok zor yer bulabildik. Ertesi günü kahvaltı salonu görülmeye değerdi ve ibretlikti. Turistler salonun her tarafını işgal etmişlerdi. Yemek masasının üzerine küçük çocuğunu yatıranlar, oturtanlar ve altını temizleyenler. Kahvaltı salonuna terlik ile girenler, çevreyi yok sayan adaptan ve edepten yoksun davranışlar vaka-ı adiyeden sayılırdı. Otel yöneticilerine sordum “nasıl, turizm mevsiminden ve gelenlerden memnun musunuz?” diye. Bir sordum, bin ah işittim! Özetle “sizin bu gördüklerinin bir şey değil, bizim gördüklerimizi görseniz! 40 gün daha sabretmek zorundayız, para kazanmak için katlanıyoruz” dediler.

Üstün cinsiyet

Kahvaltımı yaparken aynı zamanda çevreyi gözlüyor ve anlamaya çalışıyordum. Ama gördüğüm manzara yürekler acısıydı. Kadınlar, sadece gözlerinin açıkta olduğu ve yüzünün bile peçenin altına gizlendiği bir kıyafet içinde yemek yemeğe çalışıyorlardı. Gerçekte kahvaltı yapmıyor, ıstırap çekiyorlardı. Burada hijyenden ve temizlikten bahsedilebilir miydi?

Erkekler şortla, tişörtle ve terlikle kahvaltı yapıyor olmasına rağmen kadınlar yüzleri bile kapalı olan çarşafın içindeydiler. Bu adalet ve eşitlik olamaz. Bu din de olamaz! Bazı masalarda çok eşliliğin görüntüsü olarak kadın sayısı fazla! Onlar de “üstün cinsiyet” olan erkeğe hizmet etme ve şirin gözükme peşindeydiler. Hele bir masa çok dikkatimi çekti. Baba kendisi gibi “üstün cinsiyet” olan erkek çocukları ile oynuyor, kızlarının suratına bakmıyordu. Bu sevgisizlik ve alenen ayrım o kızlarda onanmaz bir travma yaratır. Psikolojisi bozulmuş travmalı annenin kafa sağlığı yerinde çocuklar yetiştirip yetiştiremeyeceğini varın siz tahmin edin.

İsrail’e fiske bile vuramazlar

Bu dünya görüşü yenilmiştir, yenilmeye ve kaybetmeye mahkumdur. Radikalleşen bölümü ile kele koparabilir, kol kesebilir, adam öldürebilir, katliamlar yapabilir ve canlı bomba olup masum insanları öldürebilir ama İsrail’e ve doğal kaynaklarını çalan Batı’ya fiske bile vuramazlar.

İşte bu nedenlerle de Atatürk önderliğinden yapılan Aydınlanma Devrimleri ile Cumhuriyet bir uygarlık projesidir. Bu yolda kat ettiğimiz mesafe kadar kadının yok sayıldığı ve ikinci sınıf muamele gördüğü dünyadan ilerde, kat edemediğimiz mesafe kadar çağdaş dünyadan gerideyiz.

Bu yüzden Türkiye’de yaşayan Müslümanlar ve özellikle kadınlar her gün iki rekat şükür namazı kılmalı veya şükür duası etmelidir, Allah’a Mustafa Kemal Atatürk’ü bize bahşettiği için.

Türbeler ve Sandukalar ağlıyor

Bırakın şükür namazını, Erdoğan liderliğinde AKP iktidarları ise bugüne kadar Atatürk düşmanlığından başka bir şey yapmadılar. Bursa’da da bu düşmanlığın izleri çok! Bursa’ya Timsah Arena Stadı yapıyorlar amaç belli; kafalarınca bir taşla iki kuş vuracaklar. Birincisi Bursa Atatürk Stadyumu’nu yıkacaklar ve bir Atatürk isminden daha kurtulacaklar, ikincisi yıkılan bu yerde iş merkezleri, AVM’ler ve üzerlerinden alınan komisyonlarla yeni malı götürecekler. İçi yoz ve karanlık fikirler taşıyan kafaları sadece buna çalışıyor.

Ayrıca Bursa’nın Tophane mevkiinde bulunan Osman Gazi ve Orhan Gazi Türbelerini ziyaret ettim. Osmanlı Devleti’nin kurucularının türbeleri dökülüyor ve sandukaları ağlıyor. İnsan biraz para harcar ve restorasyon yaptırır. Hani ecdadımıza saygılıydınız! Bunları dini imanı para! Ecdat ve din, paraya, iktidara ve güce ulaşmak için sömürülen ve istismar edilen araçlardır.

Saygılar sunarım

TÜRKER ERTÜRK

‘bir değil,üç PKK var’

Kuzey Irak Dışişleri Sorumlusundan Londra’da olay açıklamalar;

Hawrami; ‘Türkiye-ABD anlaşmasını destekliyoruz.’

PKK taraftarları Protesto etti

Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin Dışişleri Sorumlusu Hemen Hawrami, Londra’da yaptığı konuşmada ‘sürpriz’ açıklamalara yer verdi. Washington gezisi sonrasında Londra’da konuşan Hawrami, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta PKK kamplarına yaptığı bombardmanı protesto etmeksizin, ‘Türkiye’nin ABD ile yaptığı anlaşmayı destekliyoruz’ dedi. Konuşması bir gurup PKK taraftarınca protesto edilen Hemen Hawrami, ‘son 48 saat içinde yer alan bombalamaların büyük ölçüde PKK lı Cemil Bayık’ın yaptığı provokatif konuşmalar ve iki Türk Polisinin öldürülmesinden kaynaklandığını’ileri sürdü. PKK lı protestocular tarafından ‘Davutoğlu’nun ağzıyla’ konuşmakla suçlanan, Kuzey Irak Dışilişkiler Sorumlusu Hawrami, protestolara tepki göstererek ‘Siz kimin adına konuşuyorsunuz.? Bir değil 3 Tane PKK var. Birisi Öcalan, Birisi Murat Karayılan diğeri de Cemil Bayık. Cemil Bayık, Öcalan’ın ağırlığını silmeye çalışıyor.’ dedi.

Londra’da kurulu ‘Kurdish Progress’ tarafından organize edilen, ‘Kurdistan; a Brighter Future’ adlı konferans, İngiltere’nin ünlü askeri think-Tank’ı RUSİ’nin Qatar şubesi başkanı ve Orta-Doğu uzmanı Michael Stephens tarafından yönetildi.

          IŞID, 1700 Zırhlı araç ele geçirdi

27 Temmuz günü Londra’da ‘Unite the Union’ adlı sendikalar birliği binasında yapılan ‘Kurdistan; A Brighter Future’ adlı konferansta büyük ölçüde IŞID terörizmi ve ona karşı verdikleri mücadeleye değinen Hemen Hawrami, IŞID le savaşımda 1240 Peşmerge askerinin hayatlarını kaybettiklerini söyledi. IŞID ile aralarında 1200 km.lik bir cephe bulunduğunu söyleyen Hawrami, ‘ABD ve Koalisyon’dan aldıkları hava desteğinden çok memnun olduklarını ancak yeterli miktarda silah desteği alamadıklarını’ vurguladı. IŞID ın Musul kentini ele geçirinceye kadar bir ‘terörist örgüt’ olduğunu ancak Musul’dan sonra artık bir ‘terörist devlet’ haline geldiğine dikkat çeken Hemen Hawrami; ‘Musul kenti 2015 yılı içinde kurtarılamaz. Biz Musul için ön saflara geçmeyiz. Harekat olursa onu destekleriz’ dedi. IŞID konusunda 2013 yılında Washington ve Bağdat’ı uyardıklarını söyleyen Kuzey Irak temsilcisi ‘Ancak bizi dinlemediler. IŞID Suriye’den 75 Rus tankı, Irak’tan ise 1700 zırhlı araç ele geçirdi.’ diyerek, Terörist IŞID a karşı savaşmak için Almanya’dan gelen Milan tanksavarlarının en çok işlerine yarayan silah olduğunu kaydetti.

             1 Temmuz’dan beri Petrolü kendimiz satıyoruz

Irak ve Kuzey Irak’ın yakın geleceğine konuşmasında yer veren Hawrami, ‘Irak artık bir kavram olarak mevcut değildir’ dedi. Irak’ın fillen üçe bölündüğüne işaret eden Kuzey Irak’lı yönetici ‘Kürdistan bir proje değil, işleyen bir süreçtir. Şimdi bu süreç içinde yaşıyoruz’ dedi. Önümüzdeki iki yıl içinde Kuzey Irak’ta iki referandum yapacaklarını belirten Hawrami; ‘Birinci referandum, Kuzey Irak dışında yaşayan vatandaşları da kapsayacak ve Bağımsızlık için yapılacak’, ‘ikinci referandum ise Irak Kürdistan’ının sınırlarını belirlemek için, sınır kentlerinde yaşayan vatandaşları kapsayacak’ dedi.

Irak petrolleri konusunda geçtiğimiz yıl Bağdat ile imzalanan anlaşmanın yürümediğine değinen Hemen Hawrami; ‘1 temmuz 2015 tarihinden beri Kuzey Irak ve Kerkük’ten çıkan petrolü kendimiz satıyoruz’ dedi. Türkiye üzerinden Dünya’ya pazarlanan petrolün çok sayıda alıcısı bulunduğunu vurgulayan Hawrami; ‘Şu anda Dünya’nın en büyük üç petrol şirketi müşterimiz’ dedi. Geçtiğimiz hafta Londra Borsasında ortaya çıkan haberlerde Kuzey Irak petrollerine yatırım yapacak 80 yatırımcı bulunduğu ve bu yatırımcıların Kuzey Irak yönetimine % 11-12 faizle sıcak para akıtacak hisse senedi satışları yapılacağı bildirilmişti. Kuzey Irak Petrolleri’nin Londra Borsasında tanıtım ve satış işlemleri Kanada-İngiliz ortak şirketi Heritage Oil ve Türk Çokurova Holdinge bağlı Genel Enerji tarafından yapılıyor.

         ‘Türkiye ve ABD, Kandil’ operasyonu yapmak istedi’

‘7 Temmuz günü Londra konuşmasında Türkiye’nin son iki günde PKK kamplarına yaptığı baskınlara değinen Kuzey Irak Temsilcisi Hemen Hawrami, ‘Kuzey Irak Yönetiminin bölgede yaşayan 6 milyon insandan sorumlu olduğunu, bununla uygun bir program izlediklerini’ söyledi. PKK lı protestoculara hitaben ‘sadece kendilerini temsil eden ve bir takım ‘kantonlardan’ bahseden bazıları’ diyen Hawrami; ‘geçmişte ABD-Türkiye ve Irak’ın Kandil’I basarak PKK yı ortadan kaldırmak istediklerini ve Kürt kanı akmasını istemedikleri için buna engel olduklarını’ kaydetti. ABD ve Türkiye’nin Kandil meselesinin çözümü için kendilerine üçlü bir seçenek sunduklarını söyleyen Hawrami; ‘Birinci seçenek siz saldırın biz desteleyelim, ikinci seçenek izin verin biz yapalım, üçüncü seçenek ise ortak yapalım’ şeklinde oldu. Biz bunları kabul etmeyerek Kürt kanı akmasını engelledik’ dedi.

Türkiye ile karşılıklı çıkar ilişkisi içinde olduklarını söyleyen Hawrami, ‘Türkiye’deki Kürt meselesinin çözümü bunun dışında bir şeydir. Biz bu meselenin barış içinde ve görüşmeler yoluyla çözülmesi gerektiğine inanıyoruz’ dedi.

 

Mahir Tan                 LondraPosta-Londra