‘kubbede’ baki kalacak olan

        ‘Kubbede’ baki kalacak olan

Londra’da yaşayan Türk toplumu artık artık bir ‘Türk Sanat müziği Derneği’ne sahip oldu ; ‘Hoş Seda Derneği’. Türk Divan Şiir ve Müziğinin en ünlü ismi Baki’nin mısralarında ‘Kubbede baki kalan bir hoş sada imiş’ diyerek vurguladığı gerçek Londra’da yaşama uygulanıyor. Hoş Seda müzik gurubu Londra Türk Toplumuna, Türk Kültür ve Müziğini en kaliteli biçimde sunarak başlattığı ‘Kültür Elçiliği’ görevini bundan sonra bir dernek olarak ‘Hoş Seda Müzik ve Kültür Sanat Derneği’ adı altında sürdürüyor.

Dernek Başkanı Dilek Altuntaş tarafından bildirilen Derneğin ilk açıklamasını ve detaylarını aşağıda yayınlıyoruz.

LondraPosta-Londra

 

Hos Seda Muzik ve Kultur Sanat Dernegi Kuruldu

Hoş Seda Londra Turk sanat muziği korosu Eylul 2013 yılında kurulmuştur. Takip eden senesinde kurucu üyeleri Dilek Altunkaş, Neriman Yahşi ve Bilgen Tuncay tarafından yeniden şekillendirilerek Londradaki müzik elçiliğine devam etmektedir.

 

Başkan Dilek Altuntaş yeni kurulan derneğin calışmaları ilgili yaptığı açıklamada;

Amacımız, içimizdeki  müzik  tutkusunu Türk Sanat Müziği sevenleri ile paylaşmak, tarihimizi ve kültürümüzü bu vesile ile gelecek nesillere aktarmak ve diğer kültürlerle kaynaşmaktir.

Bu amaclarımız doğrultusunda diğer dernekler, organizasyonlarla birlikte çalışarak etlinliklere katılmakta ve programlar hazırlamaktayız.

 

30 Ağustos 2015 Zafer Bayramımızı kutladığımız bu özel günde, koromuz dernek olma yolunda ilk adımı atmıştır.Derneğimizin adını Hoş Seda Müzik Kültür Sanat Derneği olarak duyurmaktan gurur duyuyoruz.

 

Önümüzdeki çlaışma döneminde müzik,kültür,sanat adı altında bir .çok faaliyette bulunmayı planlıyoruz.Müzik çalışmalarımız haftada iki gün olmak üzere Kuzey Londra Bölgesinde; 2 Newington Green Road, N1 4RX adresinde gerçekleşmektedir.

Asağıdaki iletişim bilgilerinden bizlerre ulaşabilirsiniz.

Dernek Başkani Dilek Altunkaş :

Tel : 07448 111767  ; e-mail:Dilekaltunkas@hotmail.com        

                                                        

Başkan Yardımcısı/ Halkla İlşkiler : Neriman Yahşi

Tel : 07466896533   email : Nerimanyahsi@hotmail.com

 

The new power couple;China and Russia

China and Russia: The new power couple?

Article by Ilayda Nijhar*

For over a decade there has been talk of a so called special ‘Russian-Chinese’ relationship developing between two powerful nations: Russia and China. A more familiar standpoint stems from the everlasting tensions between the US and Russia, especially over the Ukraine issue, allowing us to recall the unending tensions of a not so long ago Cold War. Such a relationship is based not solely on their shared economic policies but more through their mutual outlook on foreign affairs with a strong emphasis on state sovereignty and the recognition of their territory on the world scene. There is also a clear devotion on both sides to change the balance of international order and the status quo. Yet such an alliance between the two leading powers is linked principally by their charismatic presidents; Xi Jingling and Putin. The potent leaders share common ground on a number of issues, most significantly their desire to reclaim past glories. For some, such cooperation exists between the two countries as a way of providing a clear and effective opposition to, what they view as, an ever-lasting US supremacy across the globe. But is this really the basis of a partnership between two of the world’s biggest superpowers? With an ongoing insidious, and, often more than complex battle between the US and the Sino-Russo pact – what exactly does the future hold for the two distinct nations? The Russian-Chinese relationship is built mainly upon close economic relations with the shared aim of economic cooperation through promoting trade and boosting tourism. Both share economies which are predominantly controlled by state-run industries and businesses. Despite both nations boasting two different types of currencies – the Ruble and Yuan – effort has been made on both sides to create a ‘two currency’ program allowing further interchange to occur. Such a case can be witnessed in the Heilongjiang Province in Suifenhe City whereby the Ruble has replaced the US dollar as a currency of choice thus promoting inter mutual exchanges. Yet despite the efforts made to strengthen economic ties, both nations still feel the need to have a more secure place in the international market. Only recently was there a request issued from Russia and China to be represented in numerous world intuitions such as the World Bank and the International Monetary Fund (IMF) – something both view as essential for the development of their economies. Perhaps this aspiration stems from their open and transparent policy agenda of limiting American influence and power to a certain extent. Their shared economic commitment can also be seen through their joint partnership in the newly created ‘Russia Eurasian Economic Union’ and the ‘China New Silk Road Economic Belt’. Although economically both nations seem devoted to aiding one another, to ensure stability domestically, forgoing trade with others would be a fallacy without which they both understand their economic future would not be guaranteed.
The ever-growing alliance between the two states can even be seen through their latest agreement to hold joint military and naval drills. Their shared training shows that both sides are willing to build a true partnership beyond the traditional economic and cultural ties.

We can therefore see that these two superstates have already begun through their joint actions to pursue their ambition of changing the current power balance in the world without having the need to be discrete or to mask their true intentions. But does this really make a significant difference for the rest of the world? Although efforts are made on both sides to reduce reliance on the US and other Western powers, it would be incorrect to say that they would be at complete ease without their continued ability to trade. Despite the latest trade arrangements made between the two countries, China cannot cater for most of Russia’s vast needs thus proving that Russia must continue to trade with Europe even if it isn’t her ideal choice. Likewise the same applies to China, it can not substitute all its trading partners for Russia and since China still remains as the biggest world manufacturer and trader, it must continue to trade with the US, its biggest market for its consumer goods.

 

China and Russia’s mutual disdain for the West, at times, must be put aside to allow their own nations development to continue and allow them to gain more authority and influence on the world stage. For the time being it seems as though both countries are taking a more placid approach to world events, perhaps allowing other nations to realise what is on the horizon. They both appear to be silently and judiciously building their influence across the five continents. Whether this is through international agreements with countries across Africa, Asia, Europe or the Americas, in return for their raw materials and minerals, infrastructure is being provided through Chinese run and controlled companies. This strategy of helping nations impoverished by poverty is not merely to trade but to provide new schools, roads and highways, new housing and market for its consumer goods. This strategy extends also for China to secure its own territory around the disputed China Sea and further afield.

Is this the calm before the storm or has the storm begun without us even noticing that the world is sleepwalking into one of the greatest shifts of power from the West to the East in the last 400 years?

 

*Ilayda Nijhar is a Russian and Politics student studying at Queen Mary, University of London. She is currently in St.Petersburg advancing her language and gaining first-hand experience of Russian culture and life-style.

 

 

Aleviler Sorun mu ?

ALEVİLER SORUN MU?

Şehidimiz eğer Alevi inancına sahip bir ailemizin çocuğu ise bugün iktidarda bulunan dünya görüşü için sorun var demektir. Protokolün katılacağı töreni Cemevi’nde yaptırmak istemiyorlar. Ya Cemevi ve Cami olmak üzere iki tören yapılıyor ve protokol Cami’deki törene katılıyor. Ya da aileye baskı yapıyorlar ve Cemevi’nde tören yapılmıyor. Böyle bir maskaralık, ahlaksızlık ve hoşgörüden zerre kadar nasiplenmemiş bir yaklaşım olabilir mi?

Kim neye inanıyorsa, inancı törenin nasıl yapılmasını gerektiriyorsa bize düşen görev buna saygı duymaktır. Hele devlet! Tüm inançlara eşit mesafede durması gerekmez mi? Anayasamız ve evrensel kurallar bunu söylemiyorlar mı? Ama 13 yıldır iktidarda bulunan AKP diğer inançlara ve özellikle de Alevi inancına karşı düşmanca yaklaşmaktadır. Onlara göre en iyisi “yanmış Alevi”dir. Sivas yakıcılarının ve onları savunanların AKP’de toplanmış olmasının bir anlamı yok mu? Tesadüfen mi, oldu sanıyorsunuz!

Yarbay Ali Tatar rahmetli olduğunda, Hakk’a yürüdüğünde, daha doğrusu Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının mümessilleri ve tetikçileri tarafından intihara zorlanarak yaşamını kaybettiğinde Alevi olduğunu o gün öğrendim. Töreni Karacaahmet Sultan Cemevi’ndeydi. Üniformamla ve amiral rütbesi ile en önde yerimi aldım ve son görevimi yaptım. Bu nedenle malum çevre tarafından “sen nasıl Cemevi’nde cenaze namazına katılırsın” diye ağır saldırılara maruz kaldım. Ama TSK içinden ve komutanlarımdan en ufak serzeniş bile duymadım. İşte bu nedenle de bunlar Atatürk’e ve TSK’ya düşman.

AKP iktidarları bu 13 yılda insanlarımızı Alevi-Sünni, İnançlı-İnançsız, Türbanlı-Başı açık, Dinci-Laik, Türk-Kürt başta olmak üzere ayrıştırdı ve kamplaştırdı. Bunlar IŞİD ile ideolojik yakınlık içindedir, beş aşağı beş yukarı kafa yapıları aynıdır. IŞİD’e yardım ederken suçüstü yapıldılar. Bunu dünya alem biliyor.

Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in kayınpederi olan İslam ilahiyatçısı, din bilgini ve Alevi Şeyhi Edebali “Eyy oğul, artık Bey’sin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize, hoş görmek sana, anlaşmazlıklar bize, adalet sana, haksızlık bize, bağışlamak sana. Ey oğul, sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma ve insanı yaşat ki, devlet yaşasın. Ey oğul, işin ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Allah yardımcın olsun” diyor. Bu insan Osmanlı Devleti’nin kurucu fikir babasıdır.

Şeyh Edebali’nin sözlerindeki büyüklük, erdem ve hoşgörü çok açık. İşte 600 yıl ayakta kalabilmenin, Rumeli’yi kolayca Türkleştirebilmenin ve İslamlaştırabilmenin sırrı budur. Bu iş yalnız kılıç gücüyle olmaz, olmadı da! Bu ilkeler ve değerler manzumesinin sahibi, Türklüğün İslam’ı kabul ediş biçimi olan Alevi-Bektaşi inancına sahiptir. Erdoğan’ı yukardaki sözlerde bir yere koyabilmek mümkün mü?

İslam dünyasının durumu ortada! Üretilen insanlık adına hiç bir şey yok. Kan, kin, gözyaşı, kelle koparma ve katliam. Çünkü İslam siyaset batağının içinde! En iyisi Türkiye! Atatürk önderliğinde yapılan Aydınlanma Devrimleri sayesinde. Şimdi bu kazanımları yok etmeye çalışıyorlar. Din siyasetin ve dünyevi işlerin içinde olursa orada ahlakın ve etik değerlerin damlası bile olmaz.

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed daha ölüm döşeğindeyken siyasetin çirkeflikleri başlar. Cenaze namazında cemaat olarak sadece 16 kişi var. Namazı kıldıran Hz. Ali ile birlikte toplam 17 kişi. İlk üç halife Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman cenaze namazında yoklar. Çünkü yerine kim geçecek kavgası ve mücadelesi verilmektedir. Halbuki ölümünden tam tamına 3 ay önce Mekke’de verdiği veda hutbesinde 140 bin Müslüman Hz. Muhammed’i dinlemişti.

 

İlk dört halifenin üçü ( Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali) öldürülür. İlk halife Hz. Ebubekir halife olduktan sonra öldürülecek kadar uzun yaşayamaz, yalnız iki yıl. Hz. Muhammed’in torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin katledilir. Hani hoşgörü? Peygamberimizin torunlarına acımayan bir zihniyet bize acır mı? Hz. Muhammed öldüğünden beri Müslümanlar bugün olduğu hep gibi birbirini yemişlerdir.

 

Türkler tarihi süreç içinde hep İslam’ın hoşgörü kalesi olmuşlardır. Atatürk önderliğinde yapılan Aydınlanma Devrimlerinin bir amacı da İslam’ı siyasetin bir enstrümanı olmaktan çıkarmak, insanlar arasındaki rekabetin bir aracı olmaktan kurtarmak, yüce ve kutsal yerine taşımaktır. Laiklik bunun adıdır. İşte bugün iktidarda bulunan AKP bunlara saldırmaktadır.

 

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

Yarbay Kimin Sesi

YARBAY KİMİN SESİ?

Kanlı terör örgütü PKK tarafından şehit edilen Jandarma Yüzbaşı Ali Alkan’ın cenaze töreninde isyan eden ağabeyi Yarbay Mehmet Alkan’a yönelik saldırılar ve düşmanlıklar devam ediyor. Alkan’ın ailesi Sünni olmasına rağmen yakıştırmalar yaparak gösterilen hoşgörüsüzlük ve Alevi inancına saygısızlık had safhada.

Cenazenin hemen sonrasında sosyal medyada yazdıklarımızı burada da yinelemek istiyoruz. Yarbay Mehmet Alkan’ın sesi Türk Halkının ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin vicdanının sesidir. Yarbay Alkan’ı cezalandırmaya kalkmak Türk Milletini cezalandırmaya tevessül etmek demektir. Yarbay Alkan’a ceza vermeye kalkan irade balyozu hak eder. Ama bu balyoz ahlaksızlığın, şerefsizliğin, sahte deliller üreten, emperyalizmle işbirliği yapan ve kumpas kuran değil, Yüce Türk Ulusunun balyozu olur.

Altını imzalarım

Yarbay Alkan 32 yaşındaki kardeşini ebedi yolculuğuna uğurlarken tabutu başında patlayan bilinçaltı “Bunun sebebi kim? Şu ana kadar “çözüm” diyenler niye şimdi “sonuna kadara savaş” diyor. Sırça saraylarında 30 koruma ile gezip, zırhlı arabalara binip de şehit olmak istiyorum diye bir şey yok. PKK’ya yardım edenler de kahrolsun, Öcalan’a yardım edenler de kahrolsun” şeklinde ağızından kelimelere dökülmüştür.

Ben kendi adıma bu sözlerin altını imzalarım. Sadece ben mi? Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bu sözlere kim katılmaz! Sizi temin ediyorum yeni teşekkül eden komuta kademesi de farklı düşünmüyor. Düşünemez de! Emrinizdekilerin kolektif vicdanını, her gün gelen şehitler karşısında duygularını ve düşüncelerini anlamıyorsanız ve onlarla duygudaşlık (empati) yaratamıyorsanız onları savaştıramazsınız ve ülkemizin savunması için ölüme gönderemezsiniz.

Tıpış tıpış gitti

Emekli olan Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’e verilen “Devlet Şeref Madalyası” töreninde ilginç bir olay yaşandı. Sn. Özel yaptığı konuşmada “Mesleğimin en üst rütbesine ve rahmetli Fevzi Çakmak Paşamın makamına ulaşarak şanlı ve şerefli Türk Silahlı Kuvvetleri’ne emir ve komuta ettim. Bahtiyarım ve mutluyum” dedi.

Sn. Özel bilmelidir ki, Genelkurmay Başkanlığı makamı Fevzi Çakmak Paşa’nın olduğu kadar Rüştü Erdelhun Paşa’nın da makamıdır. Anayasayı ve yasaları ihlal ve askere karşı yapılan kumpasta yer alan hükümete körü körüne bağlılığına ve arkasından tıpış tıpış gitmesine bakarsak Erdelhun Paşa’ya daha çok benzemektedir.

İhlal ettiler

Bugün ülkemiz hızla parçalanmaya ve iç savaşa doğru sürükleniyorsa bunda emperyalizm tarafından dikte ettirilen, Meclis’in denetiminden ve halkın gözünden kaçırılan “açılımlar”ın, teröristlerle mücadele etmeyip pazarlık masasına oturmanın ve askeri kışladan çıkartmayan iradenin sorumluluğu var. Helen geldiğimiz yer bunların sonucudur.

Anayasamız “Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almadığı bir yetkiyi kullanamaz”, yasalarımız Başbakan da dahil olmak üzere hiç kimse “konusu suç olan emir veremez” diyor. Erdoğan liderliğinde AKP iktidarları PKK ve terör konusu başta olmak üzere çok açık olarak Anayasamızı ve yasalarımızı ihlal etmişlerdir. Yapılması gereken direnmekti! Ama Sn. Özel direnmediği gibi hükümetin dümen suyuna girmiştir. Sanırım madalyayı bu nedenle verdiler.

İç ve dış düşmanlar

Bırakın Türkiye’yi ABD’de bile Deniz, Kara ve Hava Harp Okulları’ndan mezun olurken subaylara yemin ettirilir. Yeminin en can alıcı bölümünde “Anayasayı iç ve dış düşmanlara karşı koruyacağıma…” diye kuvvetli bir vurgu vardır. Burada kastedilen koruma Amerika’nın kurucu babaları olan John Adams, Benjamin Franklin, Alexander Hamilton, John Jay, Thomas Jefferson ve George Washington tarafından ortaya konan ve anayasalarında yer alan kurucu ideoloji içindir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babası Atatürk’tür. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi ise Anayasamızın ilk dört maddesinde özetlenmiştir. Bunu değiştirmeye kalkmak kurucu ideolojimize karşı düşmanlıktır ve savaş nedenidir. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne düşen görev ise her ahval ve şartta savunmaktır.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

 

 

 

Zafer Bayramı Hepimize Kutlu Olsun

 

 

Bugün 30 Ağustos 2015 Kurtuluş ve Cumhuriyetin temel taşlarının döşenmesini sağlayan Büyük Zaferin 93 ncü yıl dönümü.

Zafer Bayramı Hepimize Kutlu Olsun,

Anlamını ve önemini idrak etmeden 30 Ağustosu salt kutlamalarla geçiştirmemeliyiz. Orta Asya’dan kopup gelen, Doğu Roma İmparatorluğunun Anadolu topraklarında küçük bir alana yerleşen ‘beylik’ düzeyindeki Türk göçerlerin  tarihsel süreçte İmparatorluğa dönüşen yaşam öyküsünü unutmamalıyız.

Osmanlının temelleri, Bektaşi-Aleviliğin insanlik, özgürlük, hoşgörü,edebiyat gibi çağının ileri değerleriyle  Doğu Roma’nın devlet yönetimi ve yapılanmasının yorumlanmasıyla oluştu. Fatih’le yüzünü Batıya cevirerek zirve yaptı.

Fatih döneminde; güzel sanatlara, bilime, eğitime, askeri alanda yeniliklere verilen önem Yükselme Dönemini hazırladı.  Osmanlı artık  imparatorluk düzeyine ulaşmış, Anadolu’da, Balkanlarda, Avrupa’da genişlemeye başlamıştı.  Çağının dünya görüşünü yakalamakla kalmamış onun da ötesine geçmişti.

Fatih’den sonraki yıllarda yaşanan Duraklama, Gerileme ve Yıkılma dönemlerinin temel niteliği caginin gerisine düşmesine yol açan dünyasal değerlerden kopuştur. Osmanlı artık bir din devletidir.  Şeriatla yönetilmektedir.  Hilafetle  bütünleşmiş, kendisini İslam aleminin lideri ve İslamiyetin koruyucusu olarak görevlendirmiştir.  

Bugünlere bakınca ister istemez akıllara gelen bir soruyla karşılaşıyor insan “ acaba tarih bir tekerrür  müdür”. Osmanlı, yaşam biçimini geriye bakıp düzenlerken, Batı ileriye bakmaktadır. Rönesans ve  Reform’la din’de bilimde yaptığı uyarlamalarla Sanayi Devrimine yol açmış, Fransız Ihtilaliyle  imparatorluklara son verilmiş, milliyetçilik duyguları yaygınlaşmış, feodal yapılar yıkılmış,.ulus devletlerin kurulmasına yol açılmıştır. Özgürlük-Eşitlik-Adalet kavramlarına içerik kazandırmakla  kalınmayıp,kuvvetler ayrımını, Yasama-Yargı-Yürütme erklerinin birbirinden bağımsızlığını  kurumsallaştırmış, pekiştirmiştir

Batı’da bu gelişmeler olurken, Osmanlı Yıkılma Dönemini yaşıyordu.

Nedenleri açık değil mi? Bu geri kalış Osmanlı toprakları üzerinde emperyalist arzulara yol açtı.  Hatırlanacağı gibi en büyük ve geniş toprak kayıpları Duraklama döneminde oldu[ 1699-1792].     Osmanlı tarihi savaşlar tarihidir.  Örneğin; yakın tarihimizde dışa karşı Trablusgarp, Birinci ve Ikinci Balkan savaşları, Kafkas cephesi (Ruslara ve Ermenilere yonelik), Çanakkale, Kanal, Irak, Yemen-Hicaz, Makedonya-Galiçya, Suriye ve Filistin cepheleri… Bu savaşların yanısıra  içteki isyanlar Osmanlı’yı dağılma sürecine soktu.  Parçalanma ve toprakların paylaşılmasını gündeme getirdi. Devrimlerini tamamlıyan Batılılar ise bu kez sermaye ve pazar arayışlarına yönelmişti.

Bu dönem Emperyalizmin silahli asamasıdır.  Silahlı aşamayı ilerde ekonomik, kültürel ve din üzerinden yürütülen emperyalizm türleri izleyecekti. Bir bakıma Osmanli emperyal bir güçtü. Ekonomisinin temel kaynaği işgal ettiği ülkelerden aldığı haraca dayanıyordu. Bilimsellikten,  akılcılıktan uzak bu yönelim,toprak işgaline bağımlı bu ekonomik yapı, topraklar elden çıkmaya başlayınca çöktü.

Bu gelişmeler ışığında Batılılar azınlık haklarını ve kapütülasyonları bahane ederek Osmanlı’nın iç işlerine karıştılar. Bu dönem Avrupadaki gelişmeleri zamanında ve gerektirdiği ölçüde izliyemiyen Osmanlının dağılma aşamasına girdiği döneme denk düşmektedir.

Birinci Dünya Savaşı ardından Mondros ve Sevr anlaşmaları imzalandı. Ancak Osmanlı hanedanı ve taraf olan ülkelerin parlamentoları onaylamadığı için Sevr antlaşması uygulanmadı.  Ama Mondros Antlaşması ve diğer gelişmelerle ülkemiz parçalanıyor, bize kalan topraklarda özgür yaşama hakkımız sonlanıyordu. Bu alçaklığı kabul etmemiz isteniyordu. Halife Sultan ve İstanbul Hükümeti ise tepkisiz, gelişmelere seyirciydi.

İşte bu ortamda Ulu Önder Mustafa Kemal Samsun’a çıktı.  Tarih 19 Mayıs 1919’dur. 

Halkıyla bütünleşen Kumandan Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle Türk’ün Kurtuluş Savaşını başlattı. Ankara’da 23 Nisan 1920 de T.B.M.M’i kurdu. Böylece şeriatla yönetilen halife  Sultan’ın tek adamlı saltanatına son veriliyor, din devleti Osmanlı yerine, halkın özgürce seçtiği Meclis’e Yasama-Yargı-Yürütme yetkisini veren, ülke yönetimini doğrudan halkın iradesine bırakan bağımsız, demokratik, sosyal, özgürlükçü, hukuk devletinin temelleri atılıyordu. Yeni, genç TÜRKİYE CUMHURİYETİ’nin henüz ufuktaki bağımsızlığına açılan yoldaki Kurtuluş Savaşının yönetim merkezi, bundan böyle Osmanlı’nın başkenti ve hükümetinin bulunduğu İstanbul değil Ankara olacaktı.

Kurtuluş Savaşı, Misak-ı Milli sınırları içinde üzerinde Türk halkının yaşadığı vatanın bir bütün olduğu bu toprakların asla parçalanamıyacağı inancı ve sarsılmaz kararlılığında, iç ve dış düşmanlarla zafere ulaşmak için verilecek savaştı. Kanımız ve canımız pahasına sürecek mücadelemizde ilkemiz “hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardir. Bu satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz” diyen Mustafa Kemal’in bu emri azim ve özveriyle uygulandı. Yarattığı Kuvayi Milliye ruhuyla, savunmada kalan, çaresiz, yorgun, yokluklara terkedilmiş, sahipsiz bir halkı “ yedi düvele “ karşı tetikleyip O’nu taarruza geçirmeyi başardı.

Kumandanlığını üslendiği SAKARYA MEYDAN SAVAŞI (23 Ağustos-21 Eylül 1921) zaferle sonuçlandı. Meclis, Liderini “Gazi” ünvanı ve ”Maraşal” rütbesiyle taçlandırdı. Sakarya ,sonraki savaşların itici güçü, öncüsü oldu. Mustafa Kemal’in komutasında Türk Askeri 26 Ağustos 1922’de taarruza geçti. Düşman mevzileri çember içine alınıp bir saat içinde, evet yanlış okumadınız sadece bir saat içinde, ele geçirildi.  Şiddetli çarpışmalardan sağ kalan düşman esir alındı .Esirler arasında Yunan Başkomutanı Trikopis’te vardi.  30 Agustos’ta nihai zafere ulaşıldı. Bu savaş BAŞKOMUTANLIK MEYDAN SAVAŞI olarak adlandırıldı. Savaş sonrası kaçan Yunanlılar Izmir’e kadar kovalandı. 9 Eylül 1922’ de İzmir’in kurtarılmasıyla ülkemiz tüm düşmanlardan temizlendi.

30 Ağustos tarihiyle simgelenen, uzun soluklu savaşlar sonucu elde edilen bu büyük zafer, 20nci yüzyılın başlarında emperyalizme karşı mazlum milletlerin uyanışına öncülük eden en önemli ve tek Örnektir.

Turan ERDEMGIL

İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği Onur Kurulu Başkanı

 

 

ikinci çekiç güç

İKİNCİ ÇEKİÇ GÜÇ

Huzuru Temin Harekatı (Operation Provide Comfort) 1991’de Körfez Savaşı’ndan sonra Kuzey Irak’taki Kürtleri Saddam Hüseyin’in saldırılarından korumak için ABD öncülüğünde Türkiye üzerinden gerçekleştirilen askeri operasyonun adıydı. Bu harekatı uygulayan ve Türkiye’de konuşlanan hava gücü ise Çekiç Güç olarak adlandırıldı. Bu harekat 1997-2003 arasında Kuzeyden Keşif Harekatı olarak devam etti ve 2003’de yapılan İkinci Körfez Savaşı ile görevini tamamladı.

Çekiç Güç’ün kurulmasının ABD tarafından açıklanamayan esas nedeni Ortadoğu’da emperyalizmin ve İsrail’in çıkarları için elzem gördükleri Kürt Devleti’nin kurulmasına yönelik ana zeminin oluşturulması isteğiydi. Özellikle Türkiye’ye bunu nasıl söyleyebilirlerdi? İnsani amaç, koruma ve huzur işin göstermelik bölümüydü.

Irak’ta kitle imha silahlarının olmadığını ABD yetkilileri biliyordu. Ama ne yapsınlar ki, meşru sayılabilir gerekçelere ihtiyaçları vardı. Sorun sadece Irak da değildi! Tüm Ortadoğu’nun etnik, dinsel ve mezhepsel fay hatları üzerinden yeni siyasi kimliklere bölünmesi lazımdı. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) bunu gerektiriyordu!

Embesil olmak lazım

Saddam’ın Kuveyt’i işgali üzerine 17 Ocak 1991’de başlatılan ve kod adı Çöl Fırtınası (Operation Desert Storm) olan savaşta ABD sonuna kadar gidebilir ve Saddam’ı 2003’e kadar beklemeden düşürebilirdi. Ama istemedi! Çünkü esas sorun Saddam değildi! Çünkü Saddam hemen düşürüldüğü takdirde iktidar değişir ama Irak’ın bütünlüğü devam ederdi. Kuzeyde Kürt oluşumuna, Kürt-Şii-Sünni ayrışımı için Irak’ta istikrarsızlığa ve uzun bir süre otorite boşluğuna ihtiyaç vardı. Bu olgunlaşma için 2003’e kadar beklendi.

Artık günümüzde Irak’ta BOP açısından beş aşağı beş yukarı maksat hasıl oldu. BOP içinde bölünmesi gereken ülkeler arasında kimler yok ki! Suriye, Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan ve başkaları! Bir plan dahilinde hepsine sıra gelecek.

Mart 2011’de Suriye’de başlatılan vekaleten savaşla BOP’un diğer bir başlığı realize ediliyor. Bu konuda epey mesafe kat edildi. Suriye etnik (Kürt-Arap) ve mezhepsel (Nusayri-Sünni) bağlamda fiili olarak bölünüyor. Esad artık ülkenin yüzde 50’sini ancak kontrol edebiliyor. PYD (PKK’nın uzantısı) ve IŞİD bu bölgede etnik ve mezhepsel bölünmenin enstrümanları. İkisinin de arkasında ABD var. PYD Batı Kurdistan’ı (Rojova) inşa ediyor. IŞİD ise Irak-Suriye sınırını yok sayacak Sünni Arap devletini. IŞİD ayrıca Suriye’ye müdahale edebilmenin meşruiyetini sağlıyor.

Geçtiğimiz günlerde IŞİD’e karşı ABD-Türkiye arasında imzalanan İncirlik Mutabakat Zaptının ayrıntıları ortaya çıkamaya başladı. Hiç şüpheniz olmasın, İncirlik Mutabakatı ile ABD’nin Suriye’de ulaşmak istediği sonuç, Çekiç Güç ile Irak’ta ulaştığı sonucun aynısıdır. Bunu anlamamak için embesil seviyesinde ahmak olmak lazım.

Mezarını kazmak

Mutabakat Suriye’de Cerablus-Mare arasındaki 100 km’lik hattın 45 km. derinliğinde IŞİD’den temizlenmesini istiyor. Temizleme işlemi İncirlik-Pirinçlik-Batman üsleri kullanılarak yapılacak. ABD’ye ait uçaklar ve insansız hava araçları bu üsleri kullanarak Suriye ve Irak’ta IŞİD’e karşı operasyon yapacaklar. Ayıp olmasın diye operasyona Türkiye’yi de katmışlar.

911 km’lik Suriye sınırımızın hemen güneyinde etnik bir homojenlik yok. Burada Araplar, Kürtler ve Türkler yaşıyor. Burada Kürtlerin nispeten yoğun olarak yaşadığı üç bölge var. Bunlar doğudan batıya doğru Cizre, Kobani ve Afrin. Bu bölgelerde harıl harıl Araplara ve Türklere yönelik etnik arındırma yapıyorlar. Mutabakatta geçen Cerablus-Mare hattı Fırat’ın batısı, Kobani-Afrin arasında kalan bölgedir ve halen IŞİD tarafından kontrol edilmektedir. Bu bölgeyi IŞİD’den temizlemek demek Kobani-Afrin arasındaki bölgenin PYD kontrolüne verilmesi, Kürt kantonlarının veya bölgelerinin birleştirilmesi, batıya Akdeniz’e doğru Kürt koridorunun açılması ve Rojova’nın inşa edilmesi demektir. Türkiye’nin çıkarları ve bekası açısından PYD ile IŞİD arasında santim fark olmamasına rağmen İncirlik Mutabakatında PYD’ye ilişkin yazılı bir şey yok. Zaten ABD’nin en yetkin ağızları bölgede PYD’nin müttefikleri olduğu açıklamıştır.

Geçmişte Çekiç Güç’ün deneyimine sahipken İncirlik Mutabakatı ile bölgede ABD ile ülkemizin çıkarına olmayan bir işbirliğini siz nasıl adlandırırsınız bilemiyorum. ABD’nin Ortadoğu’da yapmak istedikleri ülkemizin ve bölgemizin çıkarına değildir. İnsan mezarını kazar mı? Türkiye kendi mezarını kazıyor bilesiniz!

Saygılar sunarım

TÜRKER ERTÜRK

Dünyayı 7.4 sallasak

DÜNYAYI 7,4 SALLASAK

Geçtiğimiz pazartesi yani 17 Ağustos’ta merkez üssü Gölcük olan 1999 Marmara depremi felaketinin 16. Yıldönümüydü. Her zaman yaptığımı tekrar yaptım ve tüm basınımızı taradım. Bu felaket niçin başımıza geldi konusunun can alıcı noktasını yakalayan bir değerlendirmeye rastlamadım. Binaların çürüklüğü, Türkiye’nin aktif fay hatları üzerinde olduğu, tedbir alınmadığı gibi şeyler yazılmış. Hepsi doğruda, felaketin esas nedeni neydi?

İstanbul’da özellikle zengin semtlerde harıl harıl kentsel dönüşüm projeleri gerçekleştiriliyor. Şaşkınbakkal’da, Suadiye’de, Caddebostan’da, Erenköy’de ve Bostancı gibi yerlerde sapasağlam binaları yıkıyor ve yenilerini yapıyorlar. Bu işler İstanbul’un hali vakti iyi başka yerlerinde de oluyor. Söylenen ve kitabına uydurulan deprem odaklı kentsel dönüşüm. Tabi ki, koca bir yalan. Esas amaç rantsal dönüşüm. Örneğin 500 binlik buraların mütevazı bir evi inşaat bitince 1 milyon oluyor. Ama İstanbul’un yıkılması ve yeniden yapılması gerekli binalarına yeterince rant yok diye dokunulmuyor bile!

Bunun anlamı yok mu?

Anlayacağınız muhtemel bir deprem için ülkemizde ciddi olarak bir şey yapıldığını söylemek imkansız. Yapılanlar hep göstermelik! Dostlar alışverişte görsün misali. Çünkü esas sorun beyinsel ve düşünsel!

Bir düşünün tüm dünya aynı anda 7,4 Richter şiddetinde sallansa ne olur? Japonya, Amerika, Fransa, Kanada, Avustralya ve bunun gibi ülkeler depremin yıkıcı etkisinden sanırım çok az etkilenir. Endonezya, Pakistan, Bangladeş, İran, Irak, Suudi Arabistan ve Türkiye için aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Özellikle İslam coğrafyası 7,4 Richter şiddetindeki depremin yıkıcı etkisinden çok etkilenir, değil mi? Sizce bunun bir anlamı yok mu?

Allah’ın bir gazabı mı?

1999 depremi sonrasında bir kızımızın tuttuğu ve üzerinde “7,4 yetmedi mi!“ yazan tabelayı anımsıyor musunuz? Temsilcileri bugün iktidarda olan malum çevreler tarafından “Gölcükte denizciler sabahlara kadar içki içtiler, kutsal kitabın üzerinde İsrailli subaylarla birlikte dans ettiler, bu felaket bu yüzden başımıza geldi“ söylentisini hatırlıyor musunuz?

Bu zihniyete göre depremler Allah’ın bir gazabı ve cezalandırmasıdır. Bu dünya görüşüne göre “İnsanlar azdığında Allah dünyayı sallamakta ve insanları çoluk çocuk, yaşlı genç, günahlı günahsız bakmadan öldürmektedir.“ İlahi mesajı bu şekilde anlayan insanlara göre yağmur da Allah’ın bir mükafatı veya rahmetidir. Ama ne yazık ki, yağmur en az kutsal toraklara yağmaktadır! Aydınlanmanın gerçekleştiği, aklın ve bilimin egemen olduğu dünyada ise deprem ve yağmur bir doğa olayıdır.

En iyisi Türkiye

Dünyanın pek çok bölgesinde deprem ve tayfun gibi doğa olaylarında can ve mal kayıpları oluşur. Meydana gelen bu doğa olaylarının şiddetini, bölgelerini, orada yaşayan toplumun yapısını, neden olduğu can ve mal kayıplarının oranını analiz ettiğimizde çok dikkat çekici bir sonuç göze çarpmaktadır. Depreme maruz kalan toplum, eğer aklın ve bilimin egemen olmadığı bir toplum ise orada bu doğa olayının meydana getirdiği felaketin derecesi çok yüksek oluyor.

Japonya dünyada depremleri en şiddetli ve en yaygın şekilde yaşayan bir ülke! Böyle olmasına rağmen can ve mal kayıplarında en düşük orana sahip! Çünkü Japon toplumu depremlerin Tanrı tarafından verilen bir ceza olmadığının bilincinde.

Dünyanın nüfusu yaklaşık 7 milyar ve bunun 1,5 milyarı Müslüman. Ama Müslümanlar gerek tabi afetler sonucunda, gerekse birbirini öldürerek can kaybında dünya birincisi. Bunun nedeni tabi ki, İslam dini değil. Bunun sebebi İslam dünyasında aydınlanmanın gerçekleşmemesi, aklın ve bilimin egemen olmamasıdır. İslam dünyası içinde en iyisi Türkiye! Çünkü aydınlanma, akıl ve bilim konusunda Atatürk sayesinde ülkemiz belli bir mesafe kaydetti.

Bilim cezalandırıyor

1999 depreminde Gölcük’te yaşıyordum ve evim oradaydı. Şans eseri deprem sırasında tatil için Antalya’daydım. Yaklaşık 30 saat sonra evimin bulunduğu yere dönebildim. Daha sonra Gölcük’te Donanma Komutanlığı içinde kurulan Kriz Merkezi’nde çalıştım, hasar tespit, kurtarma ve yardım faaliyetlerini bölge bölge, gün gün, saat saat, dakika dakika yaşadım. Bu görevim sırasında gözlemlemiştim; aynı ülkenin ve aynı bölgenin içinde bile bu doğa olayından zarar görme oranı dünya görüşüne göre değişiyor. Bilim adeta onla barışık olmayanı cezalandırıyor.

Marmara depreminin tarihte daha önce yaşadığımız depremlere kıyasla Türkiye’yi daha fazla vurmasının nedeni bu bölgenin her bakımdan ülkemizin kalbi ve itici gücü olmasından kaynaklanmaktaydı. Uzun dönemde plansızlık nedeniyle tüm ekonomik değerlerimiz bu bölgeye yığılmıştı. Doğru bir deyişle yumurtalarımızı aynı sepete koymuştuk. Yediğimiz darbe bu nedenle çok büyük oldu.

İlk öncüler başladı!

13 yıllık AKP icraatları ve yaratılan cazibe merkezleri ile İstanbul aynı duruma sokulmaktadır. İstanbul nüfusunun kaça ulaşmasını bekliyorlar, 20’mi, 30’mu, 40’mı? Akıl yok, bilgi yok, plan yok, hesap ve kitap yok! Sanırım “Saldım çayıra Mevla’m kayıra“ prensibini uyguluyorlar!

Bugün ülkemizde hızla Atatürk önderliğinde yapılan Aydınlanma devrimlerinin kazanımları yok etmektedir. Bilin ki, depremin ve felaketin büyüğü yaklaşıyor, ilk öncüler başladı bile! Daha ne bekliyorsunuz?

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

 

 

 

 

 

 

 

saflık olur

 

SAFLIK OLUR!

Birinci Dünya Savaşı’na kadar yer kürenin bir numaralı emperyalist güç merkezi olan daha sonra görevi ABD’ye bırakmak zorunda kalan ama bu tarihten günümüze kadar ABD’nin Avrupa’daki koçbaşı olmaya devam eden İngiltere bazı değişikliklere gebe.

Halen İngiltere’de ana muhalefet konumunda bulunan İşçi Partisi’nde lider değişimine yönelik olarak seçim devam ediyor. Tüm üyelerin katıldığı, mektupla bile oyların verilebildiği seçim 12 Eylül’de sona erecek. Lider adaylarında olan Jeremy Corbyn şimdilik açık ara önde gidiyor.

Kötü fikirleri var!

Corbyn mücadelesini sadece İşçi Partisi içinde yapmıyor. Kendisine ve savunduğu fikirlere karşı adeta linç kampanyası yapılıyor. ABD, İsrail, Eski Başbakan ve İşçi Partisi’nin eski lideri Tony Blair ile Başbakan ve Muhafazakar Parti lideri David Cameron, Jeremy Corbyn’nin seçilmesine karşı. Daha doğrusunu söylemek gerekirse emperyalizmin günümüzde ana güç merkezi olan Kapital-Finans sistemi Corbyn’ni istemiyor. Çünkü Corbyn’nin “kötü fikirleri” var.

Jeremy Corbyn özelleştirmeye, ABD’ye, emperyalizme ve onun Ortadoğu’da çıkarları için sürdürdüğü savaşa, savaş makinesi NATO’ya, Filistin’deki İsrail işgaline karşı duruyor, sendikaları ve sosyal güvenlik politikalarını destekliyor. Kısacası haktan ve halktan yana taraf oluyor, emperyalizme ve onun insanlık dışı politikalarına karşı çıkıyor. Ayrıca Corbyn, Tony Blair zamanında rayından çıkarılan, ilkelerinden ve ideolojisinden uzaklaştırılan İşçi Partisi’nin aslına dönmesi gerektiğini söylüyor.

Önemli olan ne?

Jeremy Corbyn İşçi Partisi’nde liderlik yarışını kazanır veya kazanamaz. Önemli olan o değil. Önemli olan emperyalizmin en önemli kalelerinden biri olan İngiltere’de ilkeli ve dürüst birisinin çıkarak ideolojik ve halkçı bir tavır ortaya koyması, emperyalizme ve onun enstrümanlarına meydan okuması ve İşçi Partisi’nin asli değerlerine ve ilkelerine döndürülmesi gerektiğini iddia etmesidir.

Bir düşünsenize; İngiltere, emperyalizmin küresel sömürüsünden eşitte olmasa kendi toplumu için katma değer yaratmış olmasına rağmen ana muhalefet partisinin liderlik yarışında birisi çıkıyor ve emperyalizme başkaldırıyor.

Aynı şeyleri yaparak seçenek olunmaz!

Ya Türkiye’de neler oluyor! Emperyalizm nedeniyle geçmişte ve halen acı çekmemize ve sömürülmemize, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş temelleri antiemperyalist mücadeleye dayanmasına rağmen Atatürk’ü kurduğu parti hala emperyalizmle işbirliği yaparak tutunmaya ve seçenek olmaya çalışıyor.

Emperyalizme meydan okuyacak, her geçen gün kötüye giden bölünme, parçalanma ve iç savaş sürecine dur diyecek, CHP’yi asli değerlerine döndürecek girişime ve harekete acilen ihtiyaç var. Aynı şeyleri yaparak ve aynı şeyleri söyleyerek halkta umut yaratılacağına ve seçenek olunacağına inanmak saflık olur.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

İslam alemi gebe

İSLAM ALEMİ GEBE

26/07/2015

Suruç’ta patlatılan bomba Türkiye’nin Ortadoğu bataklığına doğru adım atmasına neden oldu. IŞİD’dan mı, yoksa yabancı ajansların provakasyonu mudur, Suruç’ta patlayan bomba ile Suriye, Irak, İran, Lübnan, Suudi Arabistan, Katar gibi Müslüman ülkelerin yanında ABD, Rusya ve AB ülkelerinin aktörlük yaptığı sıcak çatışma şimdi daha geniş çapta büyüme ivmesini kazanmış oldu. Müslüman ülkeleri emperyalizmin taşaronları olarak başta petrol olmak üzere Batının hedeflerine ulaşmasına her geçen gün yardımcı olmaktadırlar. Din, mezhep ayrılıkları ve kimlik çatışması gibi unsurları iyi bir malzeme olarak kullanan dış güçler bizleri zincirin en zayıf halkası haline getirdiler.

Şimdi tarihten ibret almak isteyenlere, politikacılara, inançlı, inaçsız, Sünni, Alevi, Şii, Vahabi veya hangi mezhepten olursanız olun %99’umuzun konuyu iyi bilmediği, Hristiyan aleminde Otuz Yıl Savaşı olarak bilinen bir konuyu ele alacağım. Otuz Yıl Savaşları bundan 400 yıl kadar önce Hristiyan aleminin bugünkü Müslüman dünyasının içine düştüğü benzeri cehaletin yaygın olduğu 1618-1648 yılları arasında geçti. Bu savaşlar başlıca Katolikler ve Protestanlar arasında olmakla birlikte Kalvinist, Lutherans ve bazı diğer mezhepleri de içine çekmişti. Senaryo aynen bugünün Otadoğusu, Katoliklerin Müslümanlıktaki karşılığı Sünni, Protestanları ise Şiiler olarak düşünebiliriz.

Calvin’e göre ‘Günahkarlara karşı acımasız davranmak sistemin başat koşuluydu. Ahlaklı bir insanlık ancak sürekli bir cezalandırmayla oluşurdu. Renkli elbiseler giymek inançlarına aykırıydı. Daha birçok özgürlüğü kısıtlayıcı önerileri içeriyordu. Dünyanın her tarafına yayılmış Müslüman Kardeşler veya IŞİD’ın şeriat kanunlarını kendi katkılarıyla da uygulamak istemeleri gibi.

Başlangıçta dini sorunlar olarak başlayan kanlı ve acımasız çatışmalar otuzuncu yılların sonlarına doğru milli sorunlar haline dönüşmeye başladı. Çatışmaların en çok yer aldığı Almanya’nın bazı bölgelerinde nüfusun %50 gibi bir oranı yıllar süren boğazlamada hayatını kaybederken Avrupa genelinde bu oran %30’lara yaklaşmıştı. Yani milyonlarca insan hayatını kaybetti. Nihayet aklı başına gelen insanlar Almanya’nın kuzey batısındaki bölgenin ismi olan Vestfalya’daki Münster katedralinde ‘Vestfalya Barışı’nı imzalayarak din savaşlarına son verdiler. Bu barış anlayışıyla birlikte laik düşünce 16 ve 17. yüzyıllarda Avrupanın diğer ülkelerine de yayıldı. Avrupa huzura kavuştu. Darısı bizim başımıza, yazımın başlığı din kavgalarını bitirmek için adım atmayı öneriyor.

1992’de Yugoslavya’da başlayan çatışmada Katolik, Ortodoks ve Müslümanlar arasında geçen mezhep çatışmaları ülkeyi yedi devletçiğe böldü. Emperyalizm orta ölçekli ülkeleri parçalamayı amaç edinmiş olduğundan sosyalist düşüncede olan güçlü Yugoslavya rahatsızlık veriyordu. Irak resmen değilse de bugün üçe bölünmüş durumdadır. Suriye ve Türkiye de bu plana dahildir

BOP TÜRKİYE İÇİN NEDEN TEHLİKELİ

ABD’nin petrolleri kontrol altına alabilmesinin tek yolu Ortadoğu’da bulunan devletlerin çoğunun parçalanmasını sağlamaktır. ABD’nin dışişleri bakanı Condoleezza Rice, BOP ile birlikte 22 ülkenin parçalanıp 220 eyalet haline getirileceğini Haziran 2006 yılında Tel Aviv’deki konferansta açıkça belirtmişti. Yani Ortadoğu’da bulunan bütün kaynakları ABD elinde tutmak istemektedir. Irak’ın kuzeyinde kurulmuş olan kukla Kürt devletine, Türkiye’nin doğu ve güneydoğusu katılacak, İran’dan ilave yapılacak ve nihayet Suriye’nin kuzeyindeki topraklar işgal edilecek, böylece Akdenize de açılan Büyük Kürdistan devleti kurulmuş olacaktır. BOP eşbaşkanı ise kendi ifadesiyle Recep Tayyip Erdoğan’dır.

GEORGE W. BUSH bu konuda BBC’de Filistin Lideri Mahmut ABBAS ile yaptığı söyleşide şu sözleri söylemiştir; “Tanrım’ dan görev aldım. Afganistan ve Irak’ı da O’nun için işgal ettim. Biz siz Müslümanlar için 9.Haçlı seferini başlattık”

HAÇLI SEFERİNİN OYUNU NASIL BOZULUR?

Reform; 15. ve 17. yüzyıl boyunca tümAvrupa‘yı etkileyenKatolik Kilisesi‘ ne karşı yapılmış dinsel bir harekettir. Hareketi ilk başlatan 1517 yılında Roma’daki Katolik kilisesesine başkaldıran Martin Luther’dir(1483-1546). Az sonra İngiliz kralı vııı. Henry de İngiliz kilisesini 1536 yılında Roma’dan ayırdı. Martin Luther daha sonra 1555 yılında Katolik ve Ortodoks kiliselerinin yanında protestan mezhebini resmen başlattı. Daha sonraki yıllarda dinde reform hareketleri Avrupanın diğer ülkelerine de yayıldı ve 30 yıl savaşlarında doruğa çıktı.

Buraya kadar yazdıklarımla mezhep ayrılıklarının Hristiyanları ne kadar çok hırpaladığını fakat dinde yaptıkları reform hareketlerinden sonra laikliğe kavuşmakla kan dökülmesinin sona erdiğini anlattım. Bu günlerde ise mezhepleri arasında dahi bir yakınlaşma başladı.

Emperyalizmin Müslüman ülkelerinde görülen ve adeta türeyen mezhep ayrılıklarını çatışma yönünde körüklemeleri işimizi daha da güçleştiriyor. Bunun sonucu çıkacak faturanın boyutu gerçekten ürkütücüdür. Ayrıca ilgisi olmadığı halde Cihat eylemleri Müslümanlığın dünyada en hafifinden itibar kaybına neden olmaktadır. O halde Müslüman dininin de hurafelerden temizlenerek Kuran eksenli kendisini yenilemesi ve düzenlemesi yani bir din reformu gerekir. Müslüman ülkelerinin bunu düşünme zamanı çoktan geçti.

Biz şimdi kısa vadede alınacak önlemlerle terörü nasıl bitirip Ortadoğu bataklığından nasıl çıkarız, bunun yol haritasını yukarıdaki tarih dersinden esinlenerek kısa vadede nasıl çözeriz sorusuna cevap bulalım:

1- Önce Suriye hükümeti ile başlayan bir plan üzerinde ittifak yapılır. Buna göre Suriye sınırımız boyunca 20 – 50 km. içerisine giren bir tampon bölge tesbit edilir. Bölge‘War Free Zone’ (Harpten Arınmış Bölge) olarak ilan edilir ve bütün silahlı güçlerin bölgeden çıkması istenir. Nazikane, olmazsa kötekle.Bu bölgeye Suriye’den kaçan mülteciler yavaş yavaş yerleştirilmeye başlanır.

 

2- Eşzamanlı olarak Doğu ve Güney komşularımızla yani Azerbaycan, İran, Irak, ve Suriye ile teröre karşı birlikte hareket etme yolunda çağrı yapılarak uzlaşma sağlanır.

3- Ülke bütünlüklerinin korunması yönünde karar alınır. Emperyalizme‘Go home’ (Evine Git) mesajı verilir. ‘Biz kendi problemimizi kendimiz çözeriz’ deriz. Gerekirse emperyalizmle çatışmayı göze almak, terörle yaşamaktan daha evladır.

4- Yurtta Sulh/Barış, Cihanda Sulh/Barış ilkesi birlik kararı olarak kabul edilir.

5- Birlikte kalkınma ve bunun sağlayacağı yakınlaşma için ekonomik işbirliği yapma ve gümrüklerin kaldırılması kararı alınır.

Beş ülke arasında yapılacak laik düşünceye dayanan anlaşma uzun vadede dünyadaki bütün Müslüman ülkelerine emsal teşkil edecektir. Müslüman kanının en çok akıtıldığı Ortadoğu’yu Haçlı oyun kuruculardan kurtarır. İslam alemi doğum sancılarına son vermis olur. Bunun aksi bakiyemizi tehdittir.

Suiye’nin bölünmesi Türkiye’nin de bölünmesi sonucunu getirir. Ortadoğu’nun dengeleri emperyalizmin çıkarları yönünde bir daha toparlanmamak üzere bozulur. Kuran, ‘Allah aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır’ der. Allah korkumuz varsa bizi bekleyen tehlikelere karşı gerekeni yaparız. Unutmayalım, laiklikle her birey inancını ve yaşamını mutlu bir şekilde sürdürür.

Saygılarımla

 

Erol Başarık Reform 2000 Partisi Genel Başkanı – İngiltere

Tel: 07939 438597 Mail: erolbasarik@yahoo.co.uk

Jeremy’i öldürün…!

         ABD,İsrail, Tony Blair ve 10 Downing Street;                             

                           ‘JEREMY’İ ÖLDÜRÜN…!

İngiltere’de İşçi Partisi Başkanlık seçimi son yıllardaki en önemli politik çatışma olarak gelişiyor. 30 yılı aşkın bir süreden beri İngiltere Parlamentosu’nda aynı bölgenin milletvekili olarak görev yapan Jeremy Corbyn, rakipleri ile arasındaki farkı hergün açarak yarışı önde götürüyor. Sosyalist Corbyn, Dünya Finans Kapitali ve Emperyal güçlerin savaş örgütünün merkezi Londra’da gerçekleşen büyük bir alt üst oluş ve değişim umudunun adı oldu şimdiden. İngiltere İşçi Partisi Corbyn ‘mucizesini’ gerçekleştirebilirse yalnız kendi ülkesinin değil, tüm Dünya’nın kaderini değiştirecek sıçrama noktasının anahtar partisi olabilir. Jeremy, İngiltere’de ‘anamuhalefet partisi’ lideri olduğunda Avrupa ve Dünyanın kalan ülkelerinde yeni bir ‘enternasyonal’ rüzgarının esmeye başlayacağından kimsenin şüphesi yok.’Global’ ölçekte izlediğiniz paniğin nedeni bu..

        Corbyn’e ‘Linç’ organizasyonları

Jeremy Corbyn’in İngiltere İşçi Partisi içinde başlattığı liderlik savaşımı, gerçekte öncelikle bu ülkenin iç politikasında sonrasında ise uluslararası politikada ‘radikal’ anlamda değişiklik getirebilecek tek girişim. Corbyn, İngiltere’de-Büyük ölçüde Avrupa’da da- Özelleştirmelere, Muhafazakar sertlik tedbirlerine, Sendika düşmanı yasalara, NATO’ya, Orta-doğu’da savaş ve işgal politikalarına,Uluslararası Silah Şirketlerine karşı çıkan ve dolayısıyla Batı’da bugün hakim olan global finans kapital rejimlerinin karşısına çıkan tek aday oldu. Bu nedenle İngiltere’de İşçi Partisi içinde ve dışında Corbyn için ‘siyasi linç’kampanyaları birbirini izliyor. 12 Eylül tarihinde sona erecek olan İşçi Partisi Başkanlık seçimi sürecinde Jeremy karşıtı kampanya önce İngiltere’nin belki de en az sevilen politikacılarından Tony Blair tarafından başlatıldı. ‘İsrail’in İşçi Partili Dostları’ (Labour Friends of İsrail) tarafından ön safa çıkartılan Blair’in çağrısı ‘anyone but Jeremy’ olarak özetleniyordu medyada. Blair ve taraftarları İşçi partisi içinde Jeremy Corbyn’e karşı kalan üç adayı birleştirme çabasında. Lider adayı Corbyn’e karşı hazırlanan son komplo 16 ağustos günü Sunday Times’da açıklandı. ‘Yeni İşçi Partisi Liderini tuzağa düşürmek için Başbakanlık komplosu’ başlığı altında verilen haberde; İşçi partisinin yüzyıllık rakibi Muhafazakar Parti’li Başbakan Cameron’un ofisinin Jeremy Corbyn’in başkan seçileceği 12 Eylül tarihinden bir kaç gün sonra onu zor durumda bırakacak yasaları parlamentoya sevketme hazırlıkları yaptığı bildiriliyor. Bu yasalar sendikacılığı ve grev yapmayı zorlaştıran tedbirler, göçmenlik yasasında yeni baskılar ve sosyal haklarda kısıtlamalar içeriyor. Corbyn’in bu tekliflere karşı çıkması durumunda İşçi Parti’sinin

Liberal kanadı karşısında, desteklemesi durumunda ise Sendikalar içindeki desteğinin azalacağı düşünülüyor. Sunday Times’in Başbakanlık ofisindeki kaynaklara dayanarak verdiği habere göre ; ’10 Downing Street, Corbyn’in, İşçi Partisi başkanlığı seçimini kaybetse bile şimdiden partinin sendikacı ve işçi tabanını çok daha radikal hale getirdiği ve bu nedenle iktidar üzerinde güçlü bir baskı kurmayı başaracak durumda olduğunu düşünüyor’

Mahir Tan      LondraPosta-Londra