İran’lı Bayan Solmaz; ‘Sahip olduklarınızın değerini bilin’

CHP Birleşik Krallık Birliği, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü Kutladı

Londra, 09 Mart 2016 – 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinlikleri çerçevesinde, CHP Birleşik Krallık Birliği üyeleriyle bir araya geldi. Çok sayıda kadın ve genç üyenin katıldığı toplantıda İran`da bir kadın olarak yaşadıklarını anlatan Solmaz Hanım ile yapılan söyleşi ilgiyle karşılandı.

Akartuna: “Bütün Kadınlarımıza Görev Düşüyor”

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinliğinde bir konuşma yapan CHP Birleşik Krallık Birliği Başkanı Suna Akartuna, hem Dünya Kadınlar Günü hem de bir kadın olarak Birlik başkanı seçilmesinin yıldönümü olan 8 Mart`ın kendisi için çok anlamlı bir gün olduğunu belirtti. Son yıllarda çağdaş yaşamın takipçisi ve bekçisi olan kadınlara yönelik söylemler ve davranışları eleştiren Akartuna 21. yüzyıl için utanç verici bir tabloyla karşı karşıya olduklarını ve bu durumun siyasiler eliyle kanıksatıldığını belirtti. Çocuk gelinlerin meşruluğunun, çok eşliliğin ve konuşmayan kadın profilinin topluma empoze edilmeye çalışıldığını belirten Akartuna şunları kaydetti: “Kurtuluş savaşında Nene Hatun`lardan, sadece laikliği savunduğu için katledilen Bahriye Üçok`a, çağdaş yaşam ve genç kızlarımızın eğitimi için hayatını adamış Türkan Saylan`lara kadar tüm devrimci ve ilerici kadınlarımızı saygıyla anıyorum. Cumhuriyeti`mizi ve demokrasimizi koruma ve yüceltme işi öncelikle kadınlarımıza ve gençlerimize aittir. Bu nedenle hepimize görev düşüyor. Artık tartışma değil, eylem zamanı. Laik düzeni, eğitimi ve eşit haklara sahip olduğumuz hayatı korumak için her yerde mücadeleye devam etmeliyiz”

Solmaz: “Sahip Olduklarınızın Değerini Bilin”

 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinliğinde bir söyleşi yapan İran asıllı Solmaz Hanım Türkiye`de insanların sahip olduklarının değerini iyi bilmesi gerektiğini ve bunların değerini ancak kaybetmeleri halinde anlayacaklarını belirtti. Demokrasinin askıya alındığı tüm ülkelerde önce kadının haklarının yok edildiğini belirten Solmaz Hanım, bu nedenle kadınların sürekli önde olması gerektiğini belirtti. Kendisinin yaşadığı baskılardan da bahseden Solmaz, hiç bir ayrım olmaksızın herkesin bir araya gelerek, kendi önceliklerini bir tarafta bırakıp hürriyetleri için beraberce hareket etmeleri gerektiğine değindi. Atatürk`ün sadece Türkiye`de değil, o coğrafyada yaşayan tüm kadınların özgürlükleri için mücadele verdiğini ve devrimlerin komşu ülkeleri de değiştirdiğini belirten Solmaz Hanım`a, CHP Birleşik Krallık Birliği Başkanı Suna Akartuna tarafından Atatürk rozeti takıldı.

Akartuna: “ Sağlıksız yapının tedavisi kadınların ellerinde”

 E

tkinlik sonunda katılımcıların sorularını yanıtlayan CHP Birleşik Krallık Birliği Başkanı Suna Akartuna, sağlıksız ve her anı topluma zarar veren bir siyasi yapıyla karşı karşıyayız. Bu sağlıksız yapının ve gidişatın en büyük zorluklarını kadınlar yaşamaktadır. Kadınların hayatlarından, bedenlerinden ve hatta en mahremlerine kadar ne yapacaklarını söylemeye cüret edecek kadar baskıcı ve ileri görüşlü olmayan bir düşünce yapısı ile karşı karşıyayız. Kadınlarımız ve gençlerimiz kendilerine biçilen bu yaşam tarzına sığmayacaklardır. Bu sağlıksız yapıyı yine kadınlarımız tedavi edecektir.”

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar; ‘Yahudi Devletine itiraz etmeyecek bir Suriye yaratılıyor’

ÇARE SONSUZ BOŞANMA

ABD’nin İsrail’in güvenliğine yönelik taahhüdü Filistin’le sağlanacak iki devletli barış anlaşması bağlamında Ortadoğu’da terörle mücadele stratejisini ve barışı belirliyor.
Bu çerçevede BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye’de siyasi diyalog sürecinin başlaması kararıyla defalarca ertelenen Cenevre-3’ün toplanması için diplomatik ataklar sürüyor.
Suriye’de federalizm tartışmaları da gündemin ilk sıralarında yer alıyor…
*
ABD’nin taahhüdünde, İsrail-Filistin Barışı’nın sağlanmasına engel olan önemli unsurlardan biri;
Suriye’nin işgal durumunda Arap direnişlerini desteklemesi ve Filistin’in temel mesele olarak kabul edilmesi ilkesine dayanan dış politikasıydı.
*
Buna göre Suriye; İsrail’in 1967 Altı Gün Savaşında ele geçirdiği Mısır’dan Sina, Suriye’den Golan Tepeleri, Ürdün’den Batı Şeria ve Doğu Kudüs de devam ettirdiği işgal ve işgal altında tuttuğu ve azınlık olarak kabul ettiği Filistinlilere karşı merhametsiz tavrı, yayılmacı politikası ile komşu ülkelerle ilişkilerinden rahatsızdı.
Bu yüzden Suriye, Yahudi Milliyetçiliği anlamında Siyonizm ideolojisine göre İsrail’in Yahudi Devleti ilan etmesi durumunda İsrail’de azınlık kabul edilen,
Kendilerine ayrımcılık uygulanacağı endişesinde olan Araplara,
Topraklarından edilmiş ve eve dönüş hakkının engelleneceğini düşünen Filistinlilere,
İslam dünyasının oyuna getirileceği düşüncesinde olan HAMAS’a destek veriyordu.
Bu paralelde İsrail de Suriye’nin azınlığı olan Kürtlere ve Sünni Arapları destekliyordu ki; giderek iş Suriye’de kanlı bir vekâlet savaşına dönüşüverdi.
*
Süreçte Suriye’de herhangi bir rejim değişikliğinin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı,
Esad’ın iktidarını koruma konusunda büyük bir potansiyele sahip olduğu anlaşıldı.
Suriye’de hattâ Irak’ta, İsrail’i bir Yahudi Devleti olarak tanıyacak,lâik, İslamiyet’ten ziyade Araplığı temel alan BAAS partisi zihniyetinin gerekli olduğu görüldü.
“Ne Suriye İsrail’in azınlıklarına,ne İsrail Suriye’nin azınlıklarına müdahil olsun” çizgisi belirlendi…
*
Bu noktada B. Esad, “Suriye, Filistin mücadelesinin başlangıcından beri Filistinlilere kapılarını açmış ve elinden gelen her türlü imkânı seferber etmiştir.
HAMAS’a yardım ederken bu kuruluşun uzun yıllar kendileriyle mücadele ettiğimiz Müslüman Kardeşler örgütünün bir uzantısı olduğunun bilincindeydik.
Ancak HAMAS ulusal bir mücadele yürütüyordu, biz de Suriye’nin ulusal görevini yerine getirdiğini vurgulayarak Filistinli direnişçilere yardım ettik.
Fakat Suriye’de protesto eylemleri ve olayların başlamasıyla HAMAS Hareketi’nden bazılarının muhalif eylemlere katıldığına dair haberler gelmeye başladı.
Doğrusu HAMAS krizin başlangıcında Suriye’den yana olduklarında herkesi inandırmıştı.
Ancak daha sonra HAMAS’ın Suriye’de yaşanan olaylarda asıl gruplardan biri olduğunu öğrendik,bu durum bizim için büyük bir şok oldu.
Filistinliler,FKÖ ve Mahmud Abbas bu durumu çok iyi anladılar. Suriye’nin düşmesi Filistin’in de düşmesi demekti” dedi.
*
Nitekim, İsrail’in Esad’ı göndermek gibi bir planın içinde bulunmadığı ama Suriye’de İsrail’in güvenliğini beklemede tutan El Nusra,Irak Şam İslam Devleti örgütü gibi aşırı dinci terör gruplarının tasfiyesine destek verdiği görüldü.
Ne garip! Bu İslami cihatçı terör örgütleri de Suriye’de Esad’ın rejimini Sünni Araplarla dengelemeye,
Irak’ta da Kürtler ve Sünniler’e Şii’leri dengeleyecek bir karşı ağırlık yaratmaya ve yakın gelecekte “Yahudi Devleti’ne ” itiraz etmeyecek yeni bir Suriye ve Irak’ın biçimlendirilmesine hizmet ediyorlardı…
*
İsrail’in Kürtleri koruma adına gizli tutulan ilişkilerini ilk defa 1980’de Başbakan Menahem Begin ifşa etti.
2004’te Mesud Barzani ve Celâl Talabani’nin eski Başbakan Ariel Şaron’la bir araya geldikleri yazıldı.
1970’de Kürtlerle Bağdat arasında özerklik anlaşması Kerkük’ün paylaşımı krizine düğümlenip hayata geçirilemezken İsrail, Kürdistan bölgesinde özerk unsurların oluşmasında hatırı sayılır katkılar sundu.
Yine de Kürtlerin sessiz kaldığı geçmişteki ilişkiler konusunda İsrail hep inkârcı bir politika izledi…
*
Nihayet geçen yıl M.Barzani “Irak açıkça çöküyor. Kürdistan’ın geleceğini belirleme vakti geldi” açıklaması yapınca,
İsrail Cumhurbaşkanı Ş Peres, Washington’da Başkan Obama’ya Irak’ın yoğun bir dış müdahale olmadan bir arada tutulamayacağını belirtiyor ve “Kürtler fiilen kendi demokratik devletlerini yarattılar”derken,
Ertesi gün Paris’te ABD Dışişleri Bakanı J.Kerry ile görüşen İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, “Kürtlerin bağımsızlığı kaçınılmaz bir sonuç,”
Başbakan B.Netanyahu ise “Kürtlerin bağımsızlık arzularını desteklemeliyiz “diyordu.
*
Şimdi PYD Eş Başkanı S.Müslim, Suriye’de federalizm kurulma ihtimaliyle ilgili bir soruya, “Ne isim verdiğiniz önemli değil. Her zaman söylediğimiz gibi merkezi olmayan bir Suriye yönetimi istiyoruz. Buna isterseniz yerel yönetim deyin, isterseniz federalizm. Her şey mümkün” yanıtı veriyor.
Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı S.Ryabkov ise, “Eğer Cenevre görüşmelerinin katılımcıları bu sistemin en uygunu olduğu ve bunun, Suriye’nin toprak bütünlüğü korunmuş, lâik, bağımsız ve egemen bir devlet olarak kalmasını sağlayacağı fikrine varırlarsa, o zaman kim buna karşı çıkabilir “diyor…
*
Suriye’de Sünni Arap ve Kürtler sadık bir milliyetçi olan Esad’ı,
Irak’ta Kürtler ve Sünniler Şii’leri dengeleyecek bir karşı ağırlık yaratmaya,
Bu suretle yakın gelecekte “Yahudi Devleti’ne ” itiraz etmeyecek yeni bir Suriye ve Irak’ın biçimlendirilmesine gidiliyor.
*
Suriye ve Irak politikaları iflas eden Recep Tayyip Erdoğan’ın hayal kırıklığına uğrattığı Türkiye’nin payına, PKK’lı Kürtlerin demokratik özerklik söylemi ve terörüyle başetmek kalmıştır…
Başetmenin ön şartı Türkiye’nin; Recep Tayyip Erdoğan, partisinin ideolojisini bilerek tüketen bir naylon lider Kemal Kılıçdaroğlu ve partisini Fethullah Gülen’e kaptırmak üzere olan Devlet Bahçeli’den sonsuz boşanmasıdır.

Ahmet Kılıçaslan Aytar

10.3.2016

Türker Ertürk; Irak için ‘at’,Suriye için ‘Kayseri’ pazarlığı

HABER YORUM: “KAYSERİ PAZARLIĞI”

Başbakan Davutoğlu Brüksel dönüşünde; “AB ile Kayserili pazarlığı yaptık” demiş. Daha önce de, Irak için ABD ile “At Pazarlığı” yapmışlardı.

Bu açıklama; iktidarın ilkeler, değerler peşinde olmadığını, ülkemizin uzun vadeli menfaatlerini ve güvenliğini maddi çıkarlar karşılığında pazarlık edebileceğini göstermektedir.

Mülteci pazarlığında gelinen durum; “Size biraz para verelim, mülteciler Türkiye’de kalsın, Avrupa’ya gelenleri de size geri verelim” şeklindedir.

Vizenin kaldırılması ve AB müzakere başlıklarının açılması, tam anlamıyla kandırmacadır. Türkiye, AB’ye tam üyelik için 1987’de başvurmuş ama müzakereler 2005’de başlamıştır. Şu ana kadar 11 yıl geçmiş ama hala Türk vatandaşlarına vizesiz dolaşım hakkı tanınmamıştır.

Halbuki bu haklar; üyelik potansiyeli Türkiye ile kıyaslanmayacak derecede olan Doğu Avrupa ülkeleri için çok kısa zamanda gerçekleşmiştir.

Özetle ve sonuç olarak söylemek gerekirse; AB Türkiye’yi birliğe almak istememektedir. Fransa, Yunanistan ve Kıbrıs’ın çıkardığı güçlüklerse işin görünürdeki mazereti ve bahanesidir.

Saygılar sunarım.

 TÜRKER ERTÜRK

Nurullah Aydın; Yıpratma,bıktırma ve uyanış..

 

Prof.Dr.Nurullah AYDIN

9 Mart 2016-ANKARA

YIPRATMA, BIKTIRMA VE UYANIŞ

Uyuşturucuların etkisi dağılıyor. Türk Milleti oynanan oyunu görmeye, anlamaya ve hesap sormaya hazırlanıyor.

Medya ile Din kamuflajı altında kitleleri uyutan ve uyuşturan kin nefret ve öfke dolu güç sahibi azgın azınlık panikte. İslam istismarcılığı ile işbirlikçiliklerini, dönekliklerini gizlediler.

Yolsuzluk, haksızlık, adaletsizlik, adam kayırma, fuhuş, ahlaksızlık, cinayetler, yalan, talan ve gözboyama ile yüzyüze Türkiye gerçeği var.

Bizansın çocukları şimdi; Vahhabi, Haşhaşi, ılımlı İslamcı, dinlerarası diyalogcu, liboş, dönek, ateist, sahte demokrat, sahte milliyetçi, sahte sosyalist, sahte Atatürkçü, sahte Türkçü, sahte Kürtçü. Birlikte güç ve yetki sahibi oldular. Halkın, saf temiz iyi niyetli özlem ve beklentilerini istismar edenler, büyük şeytan şer devleti eğitiminden geçtiler, aldıkları programları uygulamaya koydular

ABD-İngiltere ve Fransa’nın Yeni Ortadoğu düzeni vizyonu son aşamasına girmiş durumda. Afganistan ve Irak’ın işgali ile başlayan Tunus, Libya, Yemen, Mısır’la devam eden süreçte Suriye ve İran hedef tahtasında son aşama ise tabi ki Türkiye.

İslam ülkeleri kaos içinde. Kardeş kardeşi din adına öldürüyor. Kentleri yakıyor, yıkıyor, yağmalıyor. Ama petrol zenginlikleri, birikmiş dövizleri batının eline geçiyor, farkında değil. Bu derece gaflet içinde olan halklar oynanan oyunun farkında değil.

Türkiye; haçlı-batı adına hareket ediyor. Yüzyıllar boyunca Ortadoğu’yu, Kuzey Afrika’yı koruyan, uğruna yüzbinlerce evladını feda eden Türkiye, şimdi işgalcinin yağmacının vandalistin, emperyalistin emrinde! İslam ülkelerinde terör can almaya devam ediyor.

Türkiye Bizanslaşırken, batı, yüzyılların hayallerinin gerçekleşeceğinin sevinci içinde. Türkiye’nin milli ve manevi değerlerini alt üst etmeye devam ediyorlar.

Meclis; her türlü defolu, sabıkalı suçlu tiplerle oluşmuştur. Kalpazanından teröristine hertürlü suç işleyeni var. Milletvekilleri ayrıcalıklı yaşamlarıyla memnunlar.

Muhalefet partileri; muhalefet yapıyormuş gözükerek ahkam kesmekten memnunlar.

İş adamları; Halk yoksullaşırken, servetlerine servet kattıkları düzenin devam edeceği için memnunlar.

Halkın bir kısmı; Bir lokma ekmeğe razı olduğu için, kanaat sahibi olduğu için, fasık, münafık ve mümin ayrımı yapacak bilgi ve ferasete sahibi olmadıkları için, tarih bilincinden uzak oldukları için, bilimden habersiz oldukları için memnun görünüyor.

Peki; jeopolitik ve jeostratejik konumu itibariyle çok yönlü politikalar uygulaması gereken Türkiye’nin bölgesel ve küresel aktör olması konusuna ilişkin bir öngörüler var mı? Yok.

Türkiye; bir psikolojik örtülü savaş ortamındadır. Irki, dini, etnik, mezhep aidiyeti öne çıkartılarak, Türkiye’nin ortak dokusu parçalanmaya başlamıştır.

Avrupalıların silahla bir türlü ele geçiremedikleri Anadolu toprakları, silahsız işgalle ele geçirilmiş bulunuyor. Yer altı ve yerüstü kaynakları, yabancılarca ele geçirilmiştir.

Siyasetçiler, aydınlar, akademisyenler, gazeteciler; yabancı ülkelerin sözcülüğüne soyunmuşlar, zihin kirliliğinde araç haline gelmiştir. Beyinler işgal edilmiştir.

Ne yazık ki; özgürlükçü, demokrat, muhafazakar kimliği altında bu gizli ve sinsi ihanet yapılanması başarılmıştır.

Batı’nın İslamı ayrıştırma projeleri yürürlüktedir. Ilımlı İslam projesi, Dinler arası diyalog projesi, Medeniyetler ittifakı altında eyaletleşme’ye adım adım gidilmektedir.

Kimliksizlerin çığırtkanlığı altında açık ve örtülü gizli operasyonları ile işgaller devam etmektedir.  Merkezler; ülkelerde kaos meydana getirmek üzere eleman yetiştirmektedir.

ABD’nin yeni dünya düzeni senaryosu ile Dünya’yı yönetenler, Haydut devlet ve batık/güçsüz devlet  ayrımı yaparak  kanlı vahşeti medeniyet  diye sunmaktadırlar.

Varolan savaşların teknik sahaları da geliştirilerek psikolojik yönden yıpratma veya bıktırılma yöntemi uygulanmakta, ortak değerlerini parçalamaya yönelik operasyonlar yapılmaktadır.

Türkiye sevdalıları; ihanet yapılanmasını tanımalı, bilmeli zihinleri aydınlatılmalıdır.

Günün Sözü: En tehlikeli insan, yalancı yalakalık genine sahip iki yüzlü olan insandır.

Nurullah AYDIN

9 Mart 2016-ANKARA

İADD’nin 5 yıl önce uyardığı ‘Yıkıcı Anayasa’

İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği, Türkiye’de ‘Yeni Anayasa’ yapma hazırlıkları nedeniyle siyasi gündeme yerleşen tartışmalara ışık tutacağı düşüncesiyle, 5 Yıl önce 2011 yılında Londra’da gerçekleştirdiği bir konferansın konuşma metnini ‘yeniden’ yayınlıyor. Dr. Enis User tarafından Londra’da sunulan konferans metnini, bizde olduğu gibi yayınlıyoruz.         LondraPosta-Londra   

 

ANAYASA KONFERANSI    EKİM 2011 LONDRA

İki anekdotla başlamak istiyorum

Birincisi -Prof.Mümtaz Soysal’ın “ANAYASAYA GİRİŞ” ders kitabından dolayı 12 Mart döneminde 2 yıl gibi bir süre boyunca tutuklu olarak yargılandığını bilenleriniz var mı?  

Ne diyordu Soysal o kitabında? “Doğu Avrupa ülkelerinde 2.Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan rejimler faşizme ve faşist işgale karşı direnişte başı çeken komünistler tarafından  halkın desteğini alarak kurulduğu  için o rejimlerde kurucu iradeden ve meşruiyetten bahsetmek gerekir.” Soysal bu düşüncesiyle “komünist propagandası” yapmakla suçlanmıştı.

İkinci anekdotum Londra’da bir toplantıdan. 12 Eylül rejimi kendisini uluslararası sermayeye hoş göstermek ve ülkenin yatırım yapmaya elverişli olduğu propagandasını yapmak için DPT’den genç bir teknisyenini City’de iş adamları ile bir toplantıya göndermişti. Toplantıda o sıralar Thatcher’a danışmanlık yapan, Muhafazakar Spectator dergisinin editörü felsefeci akademisyen Roger Scruton da bulunuyordu. Toplantıya şu katkısıyla dikkat çekmişti. “Sermaye için rejim  önemli değil. Yeter ki bir anayasal düzen olsun, oyunun kurallarını bilelim.” Şu anda kendisi bir hafta sonu dergisinde şarap konularında yazılar yazıyor.

EVRENSELLİK İLKESİ

Bu iki uç örnekten de görülebileceği gibi, anayasalar evrensel metinler. Nasıl vahiylerin din niteliğini kazanabilmesi için evrensellik kaçınılmaz bir şart ise, hukuki metinlerin de anayasa olabilmesi için evrensellik şartı vardır. Yine ayni şekilde nasıl her dinin bir peygamberi varsa, anayasaların da, benzetmek gibi olursa, bir iradesi vardır.   

Örneği Amerikalılar anayasalarını tartışırken veya onun hakkında konuşurken “Kurucu Atalarımız-Founding Fathers” ifadesini kullanırlar. İngilizlerin yazılı olmadığı iddia edilen anayasalarının kaynağının MAGNA CARTA(1215) ve daha sonra “The Glorious Revolution-Muhteşem Devrim”i (1688) olduğu kabul edilir. Fransız Anayasası 1789 Devriminin ürünüdür. Biz de biliyorsunuz “Kurtuluş Savaşımıza” atıfta bulunuruz. Bizim kuruluş anayasamızı diğerlerinden ayıran en belli başlı özelliği hem iç hem de dış güçlere karşı ayni anda verilen mücadelenin, Hasan İzzettin Dinamo’nun tabiriyle KUTSAL İSYAN’ın ürünü, Turgut Özakman’ın tabiriyle de “ÇILGIN TÜRKLER”in eseridir.

KURUCU İRADE

Bunlardan da anlaşılacağı üzere  Anayasalar evrensellik taşıyan metinler olmakla beraber(rejimin niteliği ve meşruiyeti, kişisel hak ve özgürlükler, devletin görev ve sorumlulukları vs..) ayni zamanda belli bir İRADENİN ürünüdür ki buna anayasa hukukunda KURUCU İRADE deniliyor. Anayasa uzmanı Prof.Erdoğan Teziç (asli) kurucu iradeyi şu şekilde tanımlıyor:”….daha önceden konmuş herhangi bir hukuk kuralı ile bağlı olmaksızın ya da kayıtlı olmaksızın bir devleti kuran, ona hukuk/siyasi satatü veren, anayasasını ilk kez ya da yeniden yapan iktidar demektir.” 

ULUS DEVLET VE EVRENSELLİK

Evrensellik kavramı imparatorluklar döneminde farklı, ulus devlet çağında farklı yöntemlerle algılanır ve de uygulanır. Yahudi Pavlus yine kendisi gibi Yahudi olan İsa’nın düşüncelerinin evrensel hale gelebilmesini sağlayabilmek için bunu pagan Roma imparatorluğuna kabul ettirmesi gerektiğini farkına varmıştı. Ancak ondan sonra Roma’nın pagan geleneklerini de barındıran Hıristiyanlık evrensel bir din olarak ortaya çıkabilmiştir.

Türkler de güçlerini geniş alana yayabilmek için yerel Şamanist törelerini bırakıp soyut tanrı kavramına denk gelen İslam dininin Allah’ını tek yaratıcı güç olarak kabul etmiştir. Günümüze kadar gelen Sünni-Alevi tartışmasını bu açıdan değerlendirmek gerekmektedir. YAVUZ SULTAN SELİM.İRAN.MISIR(Neden İran Osmanlı gibi dünya imparatorluğu olamadı?)(Dinini evrensel hale getiremedi?)

HİNDİSTAN’da dört değişik dinden kendine eş alan Şah’ın her biri için yaptırdığı ve ortak bir avluya açılan sarayındaki o dinlerin sembollerinin kullanılması.

OSMANLI’DA politik(sultan)(ÖRF-İ HUKUK) ve dini(sivil)(ulema)(ŞER-İ HUKUK) evrensellik

Ulus devletler döneminde, yani irade kavramının tanrıdan ve dolayısı ile onun yeryüzündeki temsilcisi kabul edilen kral veya sultandan alınıp vatandaşlara ve onların politik gücüne indirildiği dönemde evrenselliğin odağına insani değerler  konulur olmuştur.  Bu farklılığı belki de dünyada en veciz şekilde ifade eden Mustafa Kemal’in 6 okudur:Halkçılık, Milliyetçilik, Devletçilik, Laiklik, Devrimcilik, Cumhuriyetçilik.

YABANCI KURUCU İRADE VE EMPERYALİZM

Bu arada KURUCU İRADE kavramını yukarıda belirtildiği gibi sadece iç dinamiklere açıklanan bir şey olarak almamak gerekir. Örneğin 2.Dünya Savaşı’ndan yenilerek çıkan Almanya ve Japonya’nın anayasasında kurucu irade muzaffer ABD olmuştur. ABD’nin bu ülkelere empoze ettiği anayasaya göre Japonlar orduya sahip olamaz. Almanya ise tekrar birleşip büyük bir güç olmasın diye eyaletler sistemine göre örgütlenmiştir ve bilindiği gibi Bavyera eyaletinin parlamentoda kendi ayrı partisi bile vardır. Ayrıca Almanya’ya savaş sanayisine dönüşebilecek sektörlerde(nükleer, kimya, biyolojik) faaliyet kısıtlaması getirmiştir.

Benzer şekilde, İngiltere de 2.Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan bağımsızlık hareketleri  nedeniyle kolonilerinden ayrılırken o ülkeleri  anayasal bağlarla Commonwealth(İngiliz Milletler Topluluğu) şeklinde bir arada tutarak ilişkilerini KURUCU İRADE sıfatıyla devam ettirme yoluna gitmiştir. Bu ülkelerin devlet başkanları Kraliçedir. Geçenlerde bu sıfatla Avusturalya’yı ziyaret etmiştir.

Burada Zimbabwe ile ilgili bir anekdot aktarmak isterim. Bu ülke gerilla savaşı sonucunda İngiltere’ye bağlı beyaz kolonyalistleri iktidardan düşürünce yeni rejimin anayasası Londra’da Lancaster House’da İngiliz Hükümeti’nin vesayeti altında yapılmıştır. Bu anayasaya göre yeni rejimin hükümetleri 25 yıldan önce toprak reformu yapamayacaktı. Yani yerli halktan zorla alınıp Avrupalı işgalcilere verilen topraklar 25 yıldan önce tekrar halka dağıtılamayacaktı. 25 yılın sonunda İngiltere sözünde durmayınca Zimbabwe toprak reformunu kendi yapmaya başladı. Bunun üzerine Batılı ülkeler bu ülkenin ekonomisini boykotlarla yıkıma uğrattılar. 

KURUCU İRADE’Yİ TARİH OLUŞTURUR

Kurucu İradeler bir anda oluşmaz. ABD’nin anayasası Avrupa’da yüzyıllarca Katolisizm’e ve monarşilere karşı verilen mücadelenin sonunda oluştu. Bilindiği gibi Fransız Anayasasına ilham veren devrim de monarşi ve kiliseye karşı yapılmıştı. İngiliz Anayasasının tek bir yazılı metin şeklinde olmayışı  13ncü Yüzyıldan 17nci Yüzyıla kadar süren iktidar kavgasından ve burjuvazinin aristokrasiyi bir türlü Fransız Devriminde olduğu gibi tam olarak alt edememesinden dolayıdır.

TC’nin kurucu anayasası da Malazgirt’ten başlayarak, 1. Ve 2nci Meşrutiyet tecrübelerinden geçerek en sonunda 1924’de asli karakterini kazanmıştır. Bu kadar uzun bir yolculuk sonucunda Atatürk gibi bir dehanın zihninde senteze ulaşan TC Anayasası’nın etnik unsur taşıdığını iddia etmek hem tarih, hem sosyoloji hem de Atatürk’ün dehasını bilmemektir. Kurucu İrade’nin anayasasındaki TÜRKLÜK etnik bir kavram olmayıp o uluslaşmış bir halkı, onun anti-emperyalist karakterini tarif eder.

KURUCU ANAYASA VE DARBELER

1924 Anayasası üç defa askersel darbelerle köklü değişikliğe uğramıştır. Ancak bunlar kurucu iradenin oluşturduğu rejimi değiştirmeyi hedeflememiştir. Hatta darbeyi yapanlar kısa süre içinde yönetimi sivillere bırakmıştır.  1960 Anayasası Cumhuriyet’in yarattığı demokratik ve aydınlanmacı güçleri kucaklayamayan, tam aksine onların karşısına Osmanlı kalıntılarıyla ittifak  yaparak karşı koymaya çalışan bir iktidarın zorbalığına karşı çağdaş modernite güçlerinin kurucu iradenin ruhuna uygun olarak  tarihe müdahalesidir.  Bu müdahale politik düzlemde kalmamış olup ayni zamanda Atatürk’ün başlattığı ancak onun ölümüyle duran sanayileşme hamlesinin yeniden başlatılmasını da beraberinde getirmiştir.  Demirel Hükümetleri zamanına denk gelen ve DPT’nin etkin şekilde müdahil olduğu bu yeni sanayi hamlesi sonucunda ülkenin uluslaşması sürecinin yeni bir aşamaya geldiğini görüyoruz.

Eğer kısaca ifade edecek olursak, 27 Mayıs Anayasası Kurucu İrade’nin öngördüğü modernite süreci sonucunda ortaya çıkan güçlerin tarih sahnesinde tanınması anlamına gelen özgürlükleri tanıyan ve devletin bu güçlere karşı sorumluluğunu belirleyen bir anayasadır.

12 Mart Anayasası ne Kurucu İrade’nin yerini almaya çalışmış ne de devletin yeni modernite güçlerine karşı sorumluluğunu azaltmıştır. 12 Mart rejimi darbeyi yapan komuta kademesinin genel kurmay başkanı Memduh Tağmaç’ın ifadesi ile “Sosyal bilinçlenme ekonomik gelişmeyi aştı” düşüncesinden hareket ederek bu bilincin hareket alanını kısıtlamaya gitmiştir.

12 EYLÜL DARBESİ VE KURUCU İRADE

12 Eylül Anayasa’sı ise sadece özgürlükleri kısıtlamakla kalmamış, ayni zamanda devletin sosyal sorumluluğunu modernite güçleri aleyhine sınırlamıştır. Hatta bundan da öteye, modernite güçlerinin karşısına bugünkü iktidara yol açacak şekilde “Türk-İslam Sentezi” adı altında bir güç oluşturma projesi başlatmıştır.

12 Eylül’ü takip eden yıllarda her ne kadar 141 ve 142’inci maddeler kaldırılmışsa da, sol örgütsel ve kitlesel  olarak yok edildikten sonra bu değişikliği bir manası kalmamıştır. Zaten bu değişiklik irticaya karşı önlem olarak konulmuş bulunan 163üncü maddenin kaldırılması için bir  denge unsuru olarak düşünülmüştür.

AKP’NİN ANAYASA REFERANDUMU

12 Eylül 2010 referandumun da ise moderniteye karşı örgütlendirilen güçler kendilerini sadece “hükümet” olmakla sınırlayan anayasası değiştirerek “mutlak iktidar” olacakları değişiklikleri yapmışlardır. Bu mutlak iktidar maddeleri HSYK ile AYMsi kuruluşlarında yapılan değişikliklerdir ki bunlar 20 küsur “insan hakları” maddesinin arkasında gizlenmiştir. Normalde kanun maddeleri olarak değerlendirilmesi gereken bu “haklar” silselesi demokrasinin(politik haklar) değil hümanizmin(sosyal ve bireysel haklar) ilgi alanına girmektedir. Halbuki demokrasi mücadelesi verdiğini iddia eden bazı sol gruplar bu değişiklikleri sözüm ona demokrasi adına “Yetmez ama EVET” diyerek desteklemişlerdir. Erdoğan’ın “Referandumda kabul edilen AMH ve HSYK ile ilgili maddelere dokundurtmayız,” deyişi bu bakımdan anlamlıdır. 

EVRENSELLİKTE TEK PARTİ DİKTATÖRLÜĞÜNE

Bu değişikliklerden sonra hükümet KHKlerle tam gaz iktidarını kökleştirme yoluna koyulmuştur. Denetleme yapan Danıştay, Sayıştay, Mülkiye müfettişleri Yürütme tarafından tam denetime alınmıştır.

Yargılama usulünde ve özellikle CMK’da  getirilen değişikliklerle birlikte anıldığında bu tam anlamıyla  tek parti diktatoryası anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi Ergenekon soruşturmalarında ortaya çıktığı üzere yargıda soruşturma ve kavuşturma süreçleri iç içe geçmiş, soruşturmadan sorumlu olan emniyet güçleri kavuşturmayı da yapar hale gelmiştir. Hatta davalar soruşturma bitmeden hakim önüne getirilmiş ve kovuşturma sırasında soruşturmalar devam edegelmiş ve bu nedenle sanıklar uzun süren tutuklama süreçleriyle mağdur edilmiştir. Telefon dinlemeleri psikolojik harp yönetimiyle servis edilmiş, deliller dijital olarak üretilmiştir.

AKP hükümetinin Tekel işçilerinin direnişine,  HES protestolarına, 1 Mayıs göstericilerine, öğrenci gençliğe  karşı kullandığı ve basında “orantısız güç kullanımı” olarak nitelendirilen şiddet politikası baskının sadece hukuk ile sınırlı kalmayıp yaygın fiziksel nitelik aldığının kanıtıdır. Son olarak Van depreminde Vali tarafından mağdur edildiğini düşünen vatandaşların protestosuna karşı Polis’in gösterdiği şiddet Hükümet’in Polis’i asayişi temin etmek için değil iktidarını korumak için kullandığını göstermiştir.

ILIMLI İSLAM, TAŞARON EMPERYAL DEVLET, HİLAFET

Unutmamak gerekir ki, AKP AYM tarafından “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak” nedeniyle yargılanmış ve kapatılmaktan kıl payı kurtularak mahkum edilmiştir.

Bu vesile ile AKP’nin önde gelen kişilerinin 1924 Anayasası ile ilgili söylediklerini hatırlatmak istiyoruz. Yakın bir zaman öncesi  AKP’nin kurucularından sayılan Turgut Özal’ın kardeşi Korkut Özal tarafından ortaya  bir görüş atıldı ve “1924 Anayasasını geri getirelim,” dendi. Bu görüş daha sonra Bülent Arınç tarafından da desteklendi.  Genç bir kıza tacizden hapiste olan İslamcı basının ünlü kalemlerinden Hüseyin Üzmez de bundan birkaç yıl önce 1924 Anayasasının Hilafeti kaldırmadığı şeklinde bir görüşe Vakit gazetesindeki köşesine yer vermişti. Bu görüşleri başka kişilerin de dile getirdiği ifade ediliyor.

Bu görüşleri dile getirenlerin ortak düşüncesi 1924 Anayasası’nın Hilafet makamını kaldırmadığı şeklinde. Hilafeti temsil yetkisinin sadece Padişah’tan alınıp bunun TBMM’sine verildiği iddia ediliyor. Dolayısı ile Hilafet kurumunun yeniden tesis edilmesi isteniyor.

Mümtaz’er Türköne’nin sanki bu istek üzerinde oluşabilecek “Şeriat düzeni getirilecek,” korkusunu izale etmek için kaleme almış olduğu bir makale var. Prof.Nevzat Yalçıntaş, Prof.İlber Ortaylı’nın makalelerini de içeren “Türkler ve İslamiyet” adlı kitapta dile getirilen bu görüşe göre Osmanlı’da Halifelik dini bir kurum olmaktan ziyade Müslüman dünyasını bir arada tutmak için(özellikle 2.Abdülhamit döneminde)  kullanılan  politik bir araçtı. Yani Hilafetin geri gelmesinden korkmaya gerek yok denmek isteniyordu.

Türköne’nin bu düşünceleri din sosyolojisi konusunda uzman Aytunç Altundal’ın görüşleriyle de uyum içinde görünüyor. Altundal ABD’nin Çin, Japonya ve Hindistan dışında kalan ülkelerin Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet  gibi ortak Peygamberleri olan Semevi dinleri birleştirerek imparatorluğunu ortak bir dini ideoloji altında pekiştireceğine inandığını iddia etmektedir. ABD’nin bu çerçevede Vatikan, Fener Patrikhanesi, Kudüs, Urfa  ve Halifelik aracılığı ile bu dinleri paylaşan ülkelere ulaşmaya çalıştığı söylenmektedir. Bizlerin “Ilımlı İslam,” “Dinlerarası Diyalog” olarak duyduklarımızın bu proje ile ilgili olduğu düşüncesi geniş kabul görmektedir.  Hatta BOP’un, Yeni Osmanlı söylemlerinin bu projenin uygulamaları olduğu anlaşılmaktadır.

İÇİ BOŞALTILMIŞ CUMHURİYET, OLİGARŞİK MUTLAKİYET

Bu çerçevede Bülent Arınç’ın bir başka vesile ile söyledikleri de önem kazanmaktadır. Daha önceleri TÜSİAD başkanı Ümit Boyner ve eşi Cem Boyner tarafından da paylaşılan bu görüşe göre yeni Anayasa basit ve öz olmalı, başlangıç maddesinde sadece “Devletin bir cumhuriyet olduğu” ifadesine yer verilmeli. Yani bugünkü hali ile TC devletini  laik, sosyal, hukuk devleti olarak belirleyen madde kaldırılmalı.

Bu ilginç önerinin çağrıştırdığı bir gözlemden bahsetmeden geçemeyeceğiz. Amerikalı ünlü yazar Gore Vidal’in “Washington D.C.” adlı bir romanı var. Vidal hem edebiyat, hem de politika dünyasında tanınmış bir isim. Kennedy’nin yakın arkadaşı. Bir zamanlar senatörlüğe adaylığını koymuş. En sonunda ABD’nin “oligapolistik faşist iktidarı”na isyan ederek İtalya’ya yerleşmiş. Hem polemikleri hem de edebiyatı ile ünlü. Romanlarının konusunu ABD’nin sosyo-politik tarihi kesitleri oluşturuyor. Washington D.C. Roosevelt  ve Yeni Uzlaşma (New Deal) döneminin kitabı. Orada sağcı Cumhuriyetçilerin Roosevelt’in krizden çıkış programını komünistlik olarak nitelendirerek nasıl direndiklerini anlatır ve bir yerinde şu gözlemde bulunur:”Kurucu atalarımızın derdi demokrasi filan değildi…Onlar sadece rejimin bir cumhuriyet olmasında başka bir amaç taşımıyorlardı.” Avrupa monarşilerinden kaçanların kurduğu ABD’nin ataları için bu anlaşılabilir bir şey. Demokrasi ve sosyal devlet anlayışı zaten o zaman yoktu. Ancak günümüzün Türkiye büyük burjuvazisini temsil edenlerle 21.Yüzyılda devletimizi yönetmeye talip olmuş bir partinin başbakan yardımcısının 300 yıl gerilerden gelmesine ne demeli? 

BOP VE YIKICI İRADE

AKP yeni anayasa konusunda sadece 300 yıl öncesinin ABD’sini örnek almıyor. Yeni anayasanın taslağını bizzat ABD ve AB danışmanları ile birlikte hazırlıyor ve de hazırladı. Örneğin Arslan Bulut’un devamlı yazdığı gibi yerel yönetimlere özerklik dayatması AKP’nin desteklenmesi karşılığında Council on Foreign Relations adlı örgütün dayatmalarına verilen bir tavizin sonucu. Anayasa’dan Atatürk’e yapılan her atfın çıkarılması istekleri de hem ABD’den hem de AB’den gelen Abdullah Gül “ideolojisiz bir anayasa yapalım” derken bu dış güçlerin “Artık Atatürk’ten vazgeçin, yoksa AB’ye giremezsiniz,” şeklindeki uyarılarına cevap vermeye çalışmaktadır. Bir yandan bu “ideolojisiz anayasa” önerilirken öte yandan ısrarla etnik(multiculturalism) ve mezhepsel(ılımlı İslam) gibi ülkemize ait olmayan ideolojik zorlamalar anayasaya sokulmak istenmektedir. Hatta daha ileri giderek Batı’nın ve İslamcıların  yeni anayasanın ideolojisinin sıkı bir anti-Kemalizim olacağı konusunda anlaşmaya vardıkları söylenebilir. 

Bunun anlamı kısaca şudur:Tasarlanan yeni anayasanın kurucu iradesi TBMM olmayacaktır. Tam aksine AKP mevcut kurucu iradeyi değiştirmek için dış güçlerle işbirliği yapmaktadır. Hatta bu tam olarak AKP’nin bile anayasası olmayacaktır.Dolayısı ile bu kurucu değil YIKICI İRADE olacaktır.

 

‘LAİK DEVLET’, ‘İSLAMİ CUMHURİYET’        

AKP yönetici kadrosunun elbette iktidarını kalıcılaştırmak için düşündüğü planlar vardır. Bunların arasında en önemlileri başkanlık sistemi ve laiklik ilkesini delmektir.  Laiklik ilkesinin nasıl delineceği konusunu Erdoğan Mısır’da yaptığı konuşmada ima etmiştir. Erdoğan’a göre birey laik olmaz, devlet laik olur. Kendisi Müslüman olduğu halde laik bir devletin başına gelmiştir. Müslüman kimse seküler olamaz. O zaman devlet dininin kurallarını yerine getirenlere karışamaz. Kısacası devlet hiçbir yerde türbana karışamaz çünkü devlet laik olmak zorundadır.

AKP’nin kurucu iradeyi ortadan kaldırma amacında insiyatifi ulusal olmaya güçlere bırakması, anti-demokratik uygulamaları, güçler ayrılığı ilkesini yok etmesi, yargı bağımsızlığına son vermesi, kendi din anlayışlarını evrensel kavramlar olan laiklik ve sekülerliğin yerine geçirme çabaları nedenleriyle anayasa yapma konusunda en önemli unsurlar olan  evrensellik ve kurucu irade bağlamında anayasa yapma otoritesinin bulunmadığını iddia ediyoruz.  Kaldı ki iktidarda bulunduğu 10 yıl boyunca ulusal ekonomiyi yok etmesi ve iktisadi gücümüzü yabancıların eline teslim etmesiyle de AKP hükümeti anayasa yapacak şekilde  bir legalite kazanamamıştır. Ayrıcab 12 Eylül referandumu hazırlıkları çerçevesinde TBMM’nde uyguladıkları taktikler ve ayni taktikleri bu sefer de uygulayacaklarına dair tüm belirtiler bu girişimin yukarıda belirttiğimiz iki kriter açısından anayasa yapma yetkisine sahip olmadığını göstermektedir.

Bu nedenlerle AKP’nin yeni anayasa yapmak için meşruiyetinin olmadığını ilan edip karşı çıkmak gerekmektedir.

 ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNE ‘HAYIR’

Anayasa Değişikliği konusunda karar almak için 14 Kasım günü Londra’da toplanan İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği üyeleri aşağıdaki görüşlerini kamuoyuna duyurur.

  • Dünyadaki anayasa kavramını ve tecrübesini hukuksal, politik, sosyolojik ve tarihsel olarak detaylı bir şekilde tartışan üyelerimiz anayasa metinlerinin özünün evrensel değerlerden oluştuğu, bu evrensel değerlerin her ulusun demokrasi, adalet, bağımsızlık mücadelesi ile şekillenerek o ulusun KURUCU İRADESİ tarafından yaşama geçirildiği konusunda görüş birliğine varmıştı
  • Türkiye’nin kurucu iradesi binlerce yıldır Anadolu topraklarında yaşayan halkımızın engin tarihsel, kültürel mücadelesinden süzülerek gelip  Mustafa Kemal’in önderliğinde Kurtuluş Savaşı ile son şeklini almıştı
  • Türkiye’nin kurucu iradesi Milliyetçilik, Devrimcilik, Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ilkeleri ile özetlenmiş olup bu ilkler etrafında T.C. Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan halkımızın tümü Türk ulusunu oluşturur;

12 Haziran seçimleri sonucunda işbaşına gelen AKP hükümeti yeni bir anayasa yapmak istemekte ve bu konuda tüm vatandaşları katkı yapmaya çağırmaktadır. Şu anda 12 Eylül Anayasası olarak tanımlanan metin üzerinde değişik hükümetlerce100 üzerinde değişiklik yapılmış bulunmaktadır.  12 Eylül 2010 yılında da AKP hükümeti 26 yeni madde ile son değişikliği yapmıştır.

Tüm bunlara rağmen AKP Hükümetinin yeni bir “Sivil Anayasa” üzerinde ısrar etmesini anlamak mümkün değildir. Kanımızca AKP yeni bir kurucu irade iddiası ile ortaya çıkıp gerçekte YIKICI İRADE olma arzusundadır.

AKP Hükümetinin kurucu irade olması söz konusu olamaz. Şöyle ki;

  • AKP kurucu irade olmayıp sadece o iradenin rejiminin hukuku çerçevesinde iş başına gelmiş bir hükümettir;
  • AKP hükümeti Anayasa Mahkemesi tarafından “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” gerekçesiyle mahkum olmuş olup hala ayni yöneticileri tarafından yönetilmektedir;
  • AKP’nin “Ilımlı İslam” rejimi iddiası ile emperyalist metropollerin kontrol altında tutmak istediği orta-doğu ve Kuzey Afrika’nın Müslüman ülkelerine örnek oluşturmak için emperyalizmin taşaronluğuna soyunduğu iddiaları her geçen gün doğrulanmakta ve halkımızın geleceği bu amaç uğruna tehlikeye sokulmaktadır;
  • AKP Hükümetleri emperyalist merkezlerin empoze ettiği ekonomik programlar nedeniyle ulusal ekonomimizi yok etmiş, olağanüstü cari açıklarla ülkemizi borç sarmalına dolamış ve bunun sonucunda ulusal ekonomik değerlerimizi satmak zorunda kalmıştır;
  • AKP’nin ekonomik politikaları sonucunda zengin daha zengin olurken yoksulluk daha da artmış, milli gelirimizin gittikçe artan bir bölümü yabancı ülkelere kar olarak transfer edilir hale gelmiştir;
  • AKP hükümeti basını, üniversiteleri, sendikaları ve devletin tüm kurumlarını ele geçirmiş ve mutlak lider tarafından yönetilen tek parti diktatörlüğü kurmuştur;
  • AKP “kuvvetler ayrılığı” ilkesine son vermiş, yargıyı, TBMM’ni ve en son olarak da Kanun Hükmünde Kararnamelerle Bakanlar Kurulunu devre dışı bırakmıştır;
  • AKP hükümeti adil yargıya son vermiş, neredeyse mahkemelerin görevleri Polis tarafından yapılır hale gelmiştir;
  • AKP Polis sayısını olağanüstü arttırmış, en ağır teçhizatlarla donatmış, halkımızın üzerinde en acımasız şiddet uygulamasına izin vermiştir;
  • AKP emperyalist merkezlerin istekleri doğrultusunda ısrarla halkımızı etnik ve mezhepsel temellerde ayrıma tabi tutmuş o nedenle vatandaşlarımızın ulusal kimliğini yok etme yolunda önemli adımlar atmıştır;
  • AKP’nin anayasa çalışmalarını gizli bir şekilde ulusal olmayan güçlerle ve onların direktifleri ile hazırlandığının bilincindeyiz.

Tüm bu nedenlerle AKP Hükümetinin hukuksal ve ulusal meşruiyetinin yeni bir anayasa yapmasına uygun olmadığışüncesindeyiz. Böyle bir yeni anayasa ancak YIKICI İRADE Anayasası olabilir.

İADD

 

Türker Ertürk; Hitler’i engellemenin bir yolu vardı..

DELİ GÖMLEĞİ GİYMİŞ GİBİ!

Geçtiğimiz ay, halen görevde bulunan iki büyükelçi dostumla birlikte oturup konuştuk. Özetle söyledikleri; “Türkiye artık yönetilebilir ve yurt dışında savunulabilir olmaktan tamamen çıktı.” Gerçekten çok doğru bir değerlendirme. Adeta, ülkemizin üzerine deli gömleği giydirilmiş gibi. Çağdaş dünyadan ülkemize bakış; “Delidir, ne yapsa yeridir!” şeklinde.

Yabancı basını tarıyorum, Türkiye’nin imajı yerlerde geziniyor! Özgürlüklerin her geçen gün daha fazla yok edildiği, aydınlara, gazetecilere ve muhaliflere operasyon yapıldığı ve içeri atıldığı, Suriye’ye terör ihraç edildiği, “Radikal İslamcı” teröristlerle içli dışlı olunduğu, hükümete yakın elitlerin IŞİD ile petrol ticareti içinde bulunduğu ve Kürtlerin öldürüldüğü otoriter bir ülke olarak tanıtılıyor ülkemiz. Ama faşist baskı nedeniyle, bu değerlendirmeleri ülkemizin medyasında göremiyorsunuz.

Müdahalenin Yol Taşlarını Döşüyorlar

Yabancı bir dostum yazmış. “Türker, ülkenizi ötekileştiriyorlar ve ülkenize gerektiğinde askeri olarak müdahale edebilmenin yol taşlarını döşüyorlar. Çok dikkatli olmalısınız!” diyor yazısında.  Bir yabancının dahi çok kolaylıkla görebildiğini, nasıl es geçebilir ve yok sayabilirsiniz?

Türkiye; adım adım felakete, kanlı bir hesaplaşmaya ve bölünmeye doğru gidiyor. Bunu görememek, zır cahil olmayı gerektirir. Bir bugün yaşadıklarımıza bakın, bir de 1 yıl, 3 yıl, 5 yıl ve 10 yıl öncesine! İyiye mi, yoksa kötüye mi gidiyoruz, siz karar verin!

AK Partililere ve yöneticilerine sesleniyorum: Ülkemizin yaşamsal tehdit altında olduğunu ve felakete doğru sürüklendiğini göremiyor musunuz? Bir an için kısa vadeli çıkarlarınızı yok sayın, elinizi vicdanınıza koyun ve aklıselim ile bir düşünün yeter.

Hitler

Hitler; Almanya’da demokrasi tramvayını kullanarak,1934’de iktidara geldi, biraz güçlenince otoriter yönetimin ve faşizmin lokomotifine bindi ve 11 yıl iktidarda kaldı. Ülkesini, Avrupa’yı hatta dünyayı felakete sürükledi. Hitler; 30 Nisan 1945’de intihar etti, yakınları tarafından cesedi yakıldı ve iktidarı son buldu. Son buldu bulmasına ama; 50 milyondan fazla insan yaşamını kaybetti ve arkasında hala etkilerini hissettiren koca bir enkaz bıraktı.

Eğer Hitler’in iktidara gelişi engellenebilseydi veya geldikten sonra iktidardan düşürülebilseydi; Almanya, Avrupa ve dünya acı ve yıkım dolu faturayı ödemeyecekti.

Haider

İşte bu acı deneyim nedeni ile; Nazi dönemini öven, aşırı sağcı ve faşist söylemleri olan Avusturyalı siyasetçi Jörg Haider’in partisi 1999’da yüzde 27 ile ikinci parti olup iktidar ortağı olması söz konusu olduğunda, bütün Avrupa kıyameti kopardı ve “demokrasi”ye şans tanımadı. Bıraksalar, daha sonra birinci parti de çıkabilirdi. Ama demokrasi demek, sandık demek değildi.

Demokrasi kendisini korumalıydı ve karşıtlarının tramvayı olmasına müsaade edilemezdi. Babası da Nazi olan Haider’in sicili bozuktu! Avusturya ve Avrupa demokrasisi için tehlikeliydi ve ne oranda oy aldığının hiç önemi yoktu. Evet, Haider engellendi ve 2008’de bir trafik kazasında yaşamını kaybetti.

Ya biz! Bugün felakete gidiş sürecinde bulunan Türkiye’nin bu durumdan asgari zayiatla kurtulabilmesi için yapması gereken en ivedi iş, üzerindeki deli gömleğinden kurtulmaktır.

Saygılar sunarım. 

TÜRKER ERTÜRK

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Balkanlaşmaya devam

BALKANLAŞMAYA DEVAM

Suudi Arabistan, “İran yayılmacılığına” karşı Bahreyn, Yemen, Irak ve Suriye’de savaş veriyor.

Geçen hafta beşinci cepheyi de Lübnan’da açmak üzere girişim başlattı.

Çünkü Suudi Arabistan destekli Cumhurbaşkanı Mansur Hadi, 16 Şubat’ta Türkiye ziyaretinde de ifade ettiği üzere Yemen’de Suudi koalisyonuna yönelik operasyonları Hizbullah’ın tasarladığını öne sürülüyordu…

*

Zaten 2014’te Lübnan/Beyrut sokaklarındaki çöpler iki aydır kaldırılamayınca halk isyan etmiş, sokaklarda direniş başlamıştı.

Kısa sürede işin rengi değişmiş, nitekim Riyad es-Sulh Meydanı’nda toplanan binlerce eylemci binlerce Suriyeli’nin Lübnan’a sığınmasıyla başlayan ekonomik krizden hükümeti sorumlu tutmaya başlamıştı.

Öyle ki, Beyrut’ta Meclis binası yakınında yönetimdeki yolsuzlukları ve çöp krizini protesto etmek amacıyla toplanan göstericiler, “halk devrim istiyor”, “halk rejimin yıkılmasını istiyor” şeklinde sloganlar atmıştı.

*

Direnişin lideri M.Maalouf, “Artık siyasi yönetime karşı genel bir savaş var “diyor,

Başbakan T.Selam “Direniş devam ederse Lübnan çöker” uyarısında bulunuyordu.

Hizbullah yetkilileri, çöp krizinin son 20 yılın birikmiş endemik yolsuzluğunu yansıttığını belirtirken,  hükümet politikaları için “Politikalar kişisel ve siyasi çıkarlara hizmet ediyor” diyordu.

*

Doğrusu ABD ve İsrail; protestocuları gizliden gizliye manipüle ediyor ve halk açıkça rejim değişikliğine teşvik ediliyordu.

Hükümet düşerse, Hizbullah’ın dikkatini Lübnan’a yoğunlaştıracağı için Suriye ve İran pahasına Lübnan’da kazanacaklarını,

Bu gelişmenin Ortadoğu haritasının değişmesi yönünde başka kazançlara da yol açacağını düşünüyorlardı…

*

Geçen hafta Riyad yönetimi siyasi ve iktisadi baskılarını arttırmakla Lübnan’da krizi yeniden körükledi.

Suud vatandaşlarının Lübnan’a seyahatlerini engelledi.

Fars Körfezi İşbirliği Konseyi ülkelerinden Lübnan’daki arsalarını satmalarını istedi.

Lübnan ordusuna yaptığı mali yardımı kesti.

Fars Körfezi İşbirliği Konseyi Hizbullah’ı terör örgütü listesine aldı.

*

Böylece Suudi Arabistan’ın Hizbullah’ı Lübnan sınırlarına çekilmeye zorladığı, yeni Lübnan cephesi stratejik bağlamının Suriye olduğu görüldü.

Suudi Arabistan’ın, Türkiye ve İsrail’le koordinasyonu düşünüldüğünde Hizbullah’ı hem güneyden hem de kuzeyden baskı altına almayı öngördüğü anlaşıldı…

*

Aslında herşey, ABD’nin dünyadaki güvenlik ve istikrarın tek garantörü, küresel ilişkilerin gidişatını kökten değiştirecek enformasyon ve askeri kuvvete, diplomatik nüfuza sahip tek küresel güç olması noktasından başlıyor.

Ne ki, yüksek teknolojiye dayanan enformasyon ve askeri gücün kullanılmasının dehşet veren  sonuçları,

Enformasyon ve askeri teknolojinin alt sistemlerinin çokluğu ve karmaşıklığıyla çok pahalı olan sistemlere ihtiyacı, gücünü tam anlamıyla kullanamamasına neden oluyor…

*

O yüzden ABD Askeri Stratejisini “Küresel sorunlarda nerede, ne zaman ve nasıl olursa olsun düşmana karşılık vermenin düşmanlarla savaşıp savaşmamaya değil bunun nasıl yapılacağına dair strateji üretme üstünlüğüne yaklaşımların ve kararlılıkların oluşturacağı”  esasına dayandırıyor…

*

Sonra,… meselâ, Ortadoğu’da ne BM İnsan Hakları Bildirgesine ne BM’in aşırıcılık, ayrımcılık ve terörizmle mücadele ilkeleri ve konvansiyonlarına aldırıyor.

Bölge kaynaklarının yağması ve insanlarının sömürülmesi için güvensizliklere ve şiddete yol veriyor, kanlı savaşlara neden oluyor, bağımsız hükümetler yerine Batı yanlısı kukla rejimler oluşturmaya çalışıyor.

Çünkü yağma ve sömürü Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesini ve Irak, Suriye,Lübnan,Yemen ve Türkiye’nin de “Balkanlaştırılma”sını gerektiriyor…

*

“Ortadoğu’yu Balkanlaştırma”nın patenti İsrail Başbakanı B.Netenyahu’ya aittir.

İşte, “Suudi Arabistan, İsrail’in bir düşmandan ziyade müttefik olduğunu görmektedir; çünkü ikisini de tehdit eden iki temel tehdit vardır; İran ve İŞİD.

Eskiden İsrail-Filistin meselesini çözersek daha geniş olan İsrail-Arap meselesinin de çözüleceğini düşünürdük. Şimdi bunun tam tersinin geçerli olabileceğini düşünüyorum.

Yani şu anda Arap Dünyası ile vuku bulmakta olan bu ilişkileri geliştirmek aslında İsrail-Filistin meselesini çözmemize yardım edebilir. Biz de tam olarak bu amaca yönelik çalışıyoruz “diyor…

*

B.Netenyahu’nun Arap Dünyası ile geliştirdiği ve yürütülen ilişkiler ise şu stratejiye dayanıyor:

Önce İsrail’in yakın gelecekte HAMAS’la, sonra İran’la doğrudan bir savaş yaşayabileceği öngörülüyor.

Sonra İsrail ve Suudi Arabistan işbirliğinin ürünü olarak Sünni Arap ülkelerinin İsrail’i bir Yahudi devleti  olarak tanıması karşılığında Filistinlilerle kapsamlı bir barış anlaşması yapılması amaçlanıyor.

*

Nitekim İsrail’in emrinde ve Arap Ligi himayesinde NATO uzantısı ortak bir Arap Savunma Ordusu,

Ardından Suudi Arabistan merkezli ve nüfusunun çoğunluğu Sünni Müslüman ülkeler arasında savunma paktı benzeri bir koalisyon kurulmuştur.

*

Bu suretle;

İsrail’in çıkarlarına hizmet eden Sünni Arap ülkelerinin tutum ve politikalarının homojenize edilmesi,

Suudi Arabistan’ın, İran’ın Şii hilâliyle yayılma stratejisine karşı Şiiliğin bulunduğu her yerde etki alanını arttırmasının ve Şiiliğin yayılmasına karşı kalkan oluşturmasının önü açılıyor.

Ortadoğu’daki güç merkezi Suudi Arabistan ve İran arasında dağıtılmış oluyor,bölgede Sünni Arap ülkeleri ordusunun gerektiğinde doğrudan doğruya Şii İran ordusuyla karşı karşıya kalması öngörülüyor…

*

Sünni Arap Ordusu fikri, hem Arap ülkelerinin hiç bir zaman tek başına bir değer ifade etmesinin istenmemesinden, hem de zaten böyle bir olasılık olmayışından gelişmektedir.

Bu yüzden ABD ve İsrail, Ortadoğu ülkelerinin mezhepler ve etnik kimlikler üzerinden demokratikleştirilmesini istiyor!

İran rejimi ise ılımlılaştırılmaya çalışılıyor.

Meselâ Türkiye bağımsız Kürdistan, Suriye sınırında bir Kürt kuşağı ve PKK’nın demokratik özerklik fikrinin baskısı altında kavruluyor…

*

Ortadoğu’nun “Balkanlaşması” için ABD ve İsrail türlü fırsatlar oluşturuyor ya da muhtemel her fırsatı en ince ayrıntısına kadar değerlendiriyor…

Aslında bunlara karşı “şöyle elinin tersiyle” topyekün ulusal kurtuluş savaşları başlatılmalıdır.

“Yoksa?” demeye dilim varmıyor…

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar

8.3.2016

 

 

Click here

‘el yapımına’ pahalı bir cevap

Sığınak delici bombalar geliyor

Pentagon, Türkiye’ye ‘Bunker Buster’ adıyla tanınan sığınak delici akıllı bombaların satışını onayladı. ‘GB -28 ’olarak bilinen yaklaşık 2.25 tonluk bombalar akıllı bomba sınıfının en ağır bombardman cephanesi olarak kabul ediliyor. Pentagon onayının, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki PKK hedeflerini bombalamaya başladığı 2015 Sonbahar aylarından sonra 2016 şubat ayı içinde gelmesi, üst düzey askeri-politik çevrelerde ABD nin Türk Ordusunun Irak operasyonlaraına destek olması biçiminde değerlendirildi. Türkiye’ye Pentagon tarafından onaylanan satışın 35 sığınak delici bomba için toplam 700 milyon dolar değerinde olacağı ve teslimatın önümüzdeki ay içinde yapılacağı kaydedildi. Blue-109 bombalarını üreten Ellwood Natıonal Forge ve General Dynamic Ordnance and Tactical Systems ile Türkiye arasında imzalanan kontratın 2020 yılına kadar geçerli olduğu ve ve bir sayı ile sınırlı olmadığı açıklandı.

Esası ‘El Yapımı bomba malzemesi’

1985 Yılından beri ABD envanterinde bulunan GB-28 bombaları (Deep Throat) ilk kez 1991 yılıunda Irak ordusuna karşı kullanıldı. Irak savaşı sonrasında -bizzat gördüğümüz- Taji askeri havalanındaki sığınak bombalamasında kullanılan 3 adet GB-28, sığınakta bulunan asker ve sivil 335 kişinin yanarak ölümüne yol açmıştı. 2001 yılında Afganistan savaşı sırasında da kullanılan sığınak delici bombalar ağır tahrip gücü nedeniyle askeri hadeflerin yanında çok sayıda sivil ölümüne yol açmaları nedeniyle de ayrı bir ün yapmış durumda. Çok iyi korunan istihkam mevzilerine karşı geliştirilmiş GB-28 lerin başlıkları ana hatlarıyla el yapımı bombalarda kullanılan malzemeden oluşuyor. 2.25 ton ağırlığındaki bombanın başlığı TNT ve Aliminyum tozu karışımı patlayıcıyı ihtiva ediyor. Terör örgütlerinin kullandığı el yapımı bombalarda da kullanılan malzeme piyasadan temin edilebilen Aliminyum Macunu, TNT yada Dinamit ve Gübre karışımdan meydana geliyor. Tanesi yaklaşık olarak 2 milyon dolara mal edilen GB 28 sığınak delici bombalar ise, iyi korunmuş ve tahkim edilmiş hedeflere karşı (3.5 Metre kalınlığında beton sığınaklara) karşı kullanılan, nizami-gayrı nizami bütün güçlere karşı en ağır saldırı silahı..

 

Mahir Tan   LondraPosta-Londra

 

 

 

‘Kadınlar Günü’nü 1921 yılında kabul ettik ama..

 

Uluslararası Türk Kadınları Derneğinden;

Dünya Emekçi Kadınlar Günü

ITWA (Uluslararası Türk Kadınlar Derneği)  İngiltere Türk Toplumu içinde çalışmalarına bu yıl başladı.  İki ay içinde yaptığı üç etkinlikle Türk kadınları arasında hızlı bir çıkış yakalayan Nur Yenerer başkanlığındaki İTWA’nın, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla yaptığı toplantıya geniş katılım vardı. İngiltere’de kurulan ancak ağırlıklı olarak Türkiye’de yaşanan aile içi şiddet, kız çocukların eğitim sorunu, kadınlar ve kız çocuklara karşı yürütülen eşitsiz uygulamaları hedef alan Uluslararası Türk Kadınlar Derneği’nin, 6 Mart günü Londra’da yaptığı kadınlar günü toplantısında bu yıl içinde yapılacak faaliyetler tartışıldı.

 Cumhuriyet’in kadınlara kazandırdıkları

Kadınlar Günü Toplantısını bir konuşma ile açan Başkan Nur Yenerer; ‘Dünya’da ilk kez 1910 yılında kutlanan Dünya Kadınlar Günü’nün Türkiye’de 1921 Yılında ‘Dünya Kadınlar günü’ olarak kutlanmaya başladığını söyledi. Bunun Türkiye Cumhuriyeti’nin kadın haklarını ve özgürlüklerini Dünya’da ilk tanıyan ülkelerden biri olduğunu gösterdiğine dikkat çeken Yenerer; ‘Yazık ki yaklaşık 1 yüzyıl sonra Türkiye’de kadın hakları ve eşitsizlikler konusunda  Cumhuriyet’in getirilerini yeniden savunmak zorunda kalıyoruz’ dedi.  Günümüzde aile içi şiddet konusunda Dünya’nın en geri ülkelerinden biri haline geriletildiğimizi söyleyen Nur Yenerer; ‘yapılan araştırmalara göre; ülkemizde kent merkezlerinde kadınların % 55 inin,varoşlarda ise % 97 sinin aile içi şiddete maruz kaldığını’ifade etti. Türkiye’de kadın haklarındaki gerilemenin en önemli sebebinin ‘eğitim eksikliği’ olduğunu vurgulayan İTWA Başkanı Nur Yenerer; ‘derneğimiz çalışmalarında ağırlığı kız çocukların eğitimine ve Türkiye’deki çocuklara doğrudan destek ulaştırmaya verecektir.’ dedi. İngiltere’deki Türk toplumu içinde esas olarak danışmanlık ve yönlendirme hizmetleri yapacaklarını belirten Yenerer; Türkiye’de ise doğrudan doğruya kız çocuklarına parasal ve maddi yardımda bulunacak ve  onların en iyi biçimde eğitilmeleri için kampanyalar açacaklarını kaydetti.

Jale Özer; ‘3. Dünya ülkeleri arasında bile en sonlardayız’

İTWA nın Dünya kadınlar günü etkinliğine katılan İTDF ve İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Jale Özer yaptığı konuşmada; ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal yaşamına Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimler sayesinde kadın hakları alanında en ileri ülkelerden biri olarak başladığını ancak geldiğimiz noktada ülkemizin bu alanda bir ‘Afrika ülkesi’ seviyesine geriletildiğini’ söyledi. ‘Kadın haklarında çağdaş uluslar seviyesine yeniden yükselebilmek için Cumhuriyet ilkelerini savunmaya ağırlık vermek zorunda’ olduğumuzu vurgulayan Özer; ‘İTWA yı İngiltere’deki Türk Toplumuna ve Türkiye’de kız öğrencilere yönelik olarak yaptığı çalışmalardan dolayı kutluyorum’ dedi.

Uluslararası Türk Kadınlar Derneği’nin 6 Mart günü yaptığı Kadınlar Günü toplantısına İTDF ve İADD Başkanı Jale Özer, FİWAL (Londra Uluslararası Kadın Derneği) yöneticisi Hülya Koçu, BTKD Kurucu Başkanı Semiha Todd, Hoş Seda Müzik Gurubu temsilcileri, Ressam Mürgan Bayramoğlu ve Cumhuriyet Kültürünün unutulmaz eğitim kurumlarından Köy Enistitüsü mezunu eğitmen Azize Öztaş katıldılar.

LondraPosta- Londra

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Güneydoğu’da yeni bir sahne kuruluyor

YENİ SAHNE

PKK Yürütme Komitesi Üyesi M. Karayılan, öz yönetim direnişleriyle ilgili  “Kış sürecinde direnişi halkımızın öz savunma güçleri yürüttü.Devlet daha bahar gelmeden tasfiye etmek için çok yönlü bir biçimde yüklendi.Sonuçta öz savunma gücü ayakta kalmayı başardı.Şimdi baharla birlikte gerillanın devreye girme durumu gelişecektir” dedi…

HDP EşGenel Başkanı S.Demirtaş ise ABD ve diğer güçleri müzakereler için gayret göstermeye çağırdı.

“Dünyanın bize karşı düzenlenen saldırılara niçin sessiz kaldığını anlamıyoruz” dedi.

Amerikalı üst düzey bir yetkili, Demirtaş’ın arabuluculuk çağrısıyla ilgili olarak şiddetin sona erip siyasi diyaloga dönülmesinin herkesin çıkarına olduğunu düşündüklerini belirtti. ABD’nin bu tür bir diyalogu teşvik etmek için yollar aradığını kaydetti…

Kürt Sorunu I. Körfez Savaşı’ndan bu yana büyümüştür.

Çünkü ABD emperyalizmi, o günlerden beri açık olarak ulus devlet kurumuyla sahip olunan toprak parçasının ötesinde, insanın ve toplumsal yapının da yönetilmesi, refah ve gelişime ortak edilmesini istiyor.

O yüzden ulus-devletler vaad ettikleri ulusal homojenliği  farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatma sorunu olarak çözmeye çalışıyor…

Türk Ulus Devleti süreçten iki farklı algıyla etkilenmiştir.

Birincisi, Türkiye’den İslam coğrafyasında vizyona konan, barışın ve adaletin dini inanışlar üzerinde inşa edilmesine dayanan ve sadece ekonomi değil, siyasal, kültürel ve sosyal boyutlarında bütün etnik yapıları da İslam ümmeti potasında algılayan “Siyasal İslamcılık” algısıdır.

Bu algıda “Laiklik” toplumsal hayatın, siyaset ve kültürün bir bölümünde tarikatlar, cemaatler ve dini kurumlar lehinde dini ritüellerle bezenmişliğe adanmış,

Öte yanda devlet; bu toplumu küresel siyasi ve ekonomik kriterler dengesinde tutmak üzere  “Muhafazakâr Liberalizm”e uyumu sağlanan AKP’nin vesayetine geçmiştir.

İkincisi; Farklı ideoloji, görüş ve inançta Kürtlerin demokratikleşme perspektifinde kurumsal kimlikleri esasında birlik ve dirliklerini teminen ortak dille siyasal nicelik ve niteliklerini kazanma algısıdır.

Türk Ulus Devleti’ne karşı geliştirilen bu iki yıkıcılığın esas nedeninin;

Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’a “Büyük Ortadoğu Projesi” doğrultusunda benimsetilen ve onun ülkeye yansıttığı, Oslo benzeri görüşmelerin yapılmayacağı, İmralı ve Kandil’in devre dışı kalacağı, siyaset dışı kanallara itibar edilmeyeceği,

Kürt vatandaşların PKK ve KCK baskısından kurtarılacağı, Kürt kimliği düzenlemesi olmayacağı, yerel yönetimlerin güçleneceği, uluslararası hukuk ilkelerinin esas alınacağı, İmralı’da Öcalan’la ve Kandil ile ilgisinin kesilmesi halinde TBMM çatısı altında Kürtlerin temsil edildiği bir siyasi parti vasıtasıyla demokratik hak aranacağı duyurusuyla uygulan, “Güvenlikçi Yaklaşım” stratejisi olduğunun bilinmesi gerekiyor…

Bu meselenin nasıl olursa olsun çözülmesinde, öncelikle bunun müsebbibi olan Zat’ın elinin-kolunun-ayağının- nefesinin dokunduğu her şeyden uzaklaştırılması gerekiyor.

Nitekim PKK terör örgütü, AKP’nin “Güvenlikçi Yaklaşım” stratejisine siyasal, örgütsel ve ideolojik tasfiyeye götürülmek istendiği düşüncesiyle direnirken, Devletin ulus bağlantısından koparılmış milyonlarca Kürt, hem merkeziyetçi yönetime karşı çıkan BDP-HDP çatısı altında, hem yerel yönetimlerden en ücradaki evlere kadar örgütlenmiştir.

O kadar ki; iş, seçimle işbaşına gelinmiş  büyükşehirlerde etnik, kültürel ve dini faktörler altında kendi yönetim biçimini bizzat belirleyen Demokratik Toplum Kongresinin yerel parlamentoya dönüşmesi ve Demokratik Özerkliğin bu merkezden yaygınlaştırılmasının önünün açılması  talebinin seslendirilmesine varmıştır…

Bu kez AKP, “Kürt Hareketini HDP ekseninde siyaset ile PKK terör örgütünü ayrıştıran” yeni bir stratejiyi öne sürmüştür.

Buna göre, hükümet ilk aşamada İzleme ve Koordinasyon Kurullarını hayata geçirecek,

İkinci adımda PKK terör örgütü geri çekilecekti.

Geri çekilmeye bağlı olarak PKK’nin Türkiye’ye karşı silah kullanmaktan vazgeçtiğini açıklaması, geri dönüşlerin sağlanması, geri dönenlerin rehabilitasyon ve topluma kazandırılması, PKK’lıların tamamı değil ancak bazı isimlerine aktif siyaset yapma olanağının sağlanması yolunda yasal idari adımların atılması öngörülmüştü.

Bu aşamaların kazandırdığı süreçte; BDP/HDP TBMM’nin gücünü kullanarak Türkiye’nin önceki  anayasalarının tek kimliğe dayalı bir ulus yaratmaya yönelik bir anlayışla hazırlandığını, Kürt sorununun ağırlaşarak bugüne gelen bir isyan hareketi olduğunu uluslararası  tüm platformlarda takdim ediyor,bir taraftanda PKK silahlanarak güç devşirmeye devam ederken, öz yönetim direnişleri yapıyor, Türkiye kan gölüne dönüşüyordu.

Şimdi bu noktada;

Bir;Hükümet barış sürecini yeniden mi başlatacaktır?

Bu durumda sorunun çözüme kavuşturulması için Kürt Hareketinin talep ettiği BM örgütü desteğinde arabulucu bir devlete ihtiyaç bulunuyor ki;

Bu Kürt Sorununun uluslararasılaştırılması ardından  Federal Türkiye’nin kurulması anlamına geliyor…

Bu yüzden AKP bir an önce yeni bir Anayasa ve Başkanlık talep ediyor.

İki; Yoksa Kürt hareketi tasfiye edilmek mi isteniyor?

Ama hareketin tasfiye edilmesinde gerekli  caydırıcı güc  zayıflatılmıştır, sürecin çok kanlı, maliyetli ve ulus boyutuna ulaşma potansiyeliyle çok tehlikeli olduğu açıkça görülüyor.

Üç: Yoksa Amerikalı üst düzey yetkilinin dediği üzere ABD şiddetin sona erip siyasi diyaloga dönülmesinin herkesin çıkarına olduğunu düşündüğü yeni strateji mi geliştiriyor?

Eh! Nasılsa Türkiye’de ulusal birlik- bütünlük ve kamu düzeni alt-üst olmuştur.

Bu noktada, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin, Rusya’ya Suriye’deki hava operasyonlarını desteklediği,

Rusya’nın diğer ülkelerle kıyasla bölgede teröre karşı daha aktif ve kararlı şekilde mücadele verdiği,

Rusya’nın bölgedeki çıkarlarını göz önünde bulundurmak gerektiği,

Türkiye’nin de bölgedeki terörle mücadele etmesi gerektiğini, ülkesindeki Kürt sorununu ise Kürtlere bazı haklar verilerek çözmesi gerektiği açıklaması dikkat çekiyor.

İnsan, yoksa nükleer anlaşmaya varan ve ekonomisi büyük oranda petrol ithalatına bağlı, yaptırımlar nedeniyle büyük ekonomik sıkıntı çeken İran için doğalgazı kendi toprakları üzerinden Avrupa’ya taşınmasında alternatifsiz Türkiye hüviyetinin;

İran’ın İsrail’in denetiminde olan Kürdistan’ı,Kürdistan kaynaklarını, PKK terör örgütü ve Anadolu topraklarının kaynaklarını da yanına alarak, kendi savunma çerçevesi ve yeterli stratejik-asimetrik tamponları kapsamında Türkiye’yi çok rahatlıkla bypass edebilir özellikleri mi devreye giriyor, diye düşünmeden edemiyor…

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yeni bir sahne kuruluyor.

Ahmet Kılıçaslan Aytar

6.3.2016