Türker Ertürk; Milli takımın prim kavgası,yozlaşmanın göstergesi

RUHSUZ, KİŞİLİKSİZ, GELENEKSİZ VE ZEVKSİZ

EURO-2016‘nın Şampiyonluk Kupasını alan Portekiz‘in dünyaca ünlü kaptanı Ronaldo primlerini kanserli çocuklara bağışlamış. Kendisini bu onurlu davranış nedeniyle kutluyorum.

Bizim Milli Takımımız ise primler için kavga etti. Halbuki Şampiyona öncesinde “kazanırsak primlerimizi şehit ailelerine bağışlayacağız” demeleri lazımdı. Ama bunu yapmadılar ve  yapamadılar. Sanırım onları bu onurlu davranışa yönlendirecek ve motive edecek başlarında kimse yoktu!

“Bu galibiyeti şehit ailelerimize adıyoruz” gibi sözler palavradır, dünyaya paragöz bakan zihniyetin istismarcı bakış açısıdır.

Milli takımlarda çalıştırıcı olmak ve futbol oynamak zaten bir onurdur. Buralarda alınacak ücretler ve primler o ülkenin genel ekonomik durumu ve ücretler dengesiyle uyumsuz ve abartılı olamaz. Oluyorsa; işin içinde bir sakatlık var ve kamu kaynakları yağmalanıyor demektir.

Diğer bir konu ise Milli Takımımızın ruhsuz, kişiliksiz, geleneklerden uzak ve zevksiz formaları ve renkleridir. Alman Milli Takımını gördünüz. 1970’li yıllarda formaları nasılsa şimdi de beş aşağı beş yukarı aynıydı. Diğer takımlarda öyleydi!

Desenize; “Böyle başa böyle tıraş” diye. Böyle iktidarın olduğu ülkede sanırım Milli Takım da böyle oluyor.

Saygılar sunarım

TÜRKER ERTÜRK

Bush-Blair yerine Hilary-Teresa savaşları

Bush-Blair gitti, Hilary- Teresa dönemi başladı

21.Yüzyılın tüm savaşları Washinton-Londra eksenli ‘Neocon’ iktidarların eseri. 2001 Afganistan-2003 Irak, 2006 Lübnan- 2010-15 Arap baharı,Libya,Suriye İç savaşı ABD, İngiltere-İsrail ittifakının belirlediği, başını ve sonunu tayin ettiği savaşlar. İngiltere’de son siyasi gelişmeler Washington-Londra ittifakını daha fazla geliştiren ve başıboş hale getiren türden oldu. Bir yanda politik anlamda Dünya’nın en gerici gücü olan İngiliz Muhafazakar Partisi kendisine ‘ayak bağı’ olarak gördüğü AB engelinden kurtularak iktidara yerleşirken, Neoliberal İngiltere’yi temsil eden İşçi Partisi’nde Jeremy Corbyn’e karşı Blairci ayaklanma başladı. Corbyn’in temsil ettiği klasik sosyal demokrasi-sosyal adalet kavramlarına karşı ayaklanan İşçi Partisi’nin Parlamenterler gurubunun aynı zamanda Chilcot Raporu ile suçlanan Tony Blair döneminin Irak savaşı kadroları olmalarında şaşılacak bir yan yok.

Önümüzdeki kasım ayında yapılacak seçimlerde ABD de Başkanlığa güçlü olarak katılan aday Hilary Clinton. Sapıklık seviyesinde halk ve yabancı düşmanı Trump’ın kazanması bir sürpriz sayılsa bile yeni ABD Başkanının İsrail- Suudi Arabistan ve Suriye Cihatçılarına şimdiki Başkan Obama’dan çok daha yakın duracak bir kişilik olacağı açık.  Muhtemelen yeni saldırılar 15 yıl önceki Bush-Blair ikilisi yerine iki kadın yönetici Hilary- Teresa May imzasıyla başlatılacak.

Bizi de ziyadesiyle ilgilendiren Atlantik İttifakının Orta-Doğu politikası, pusulalara bakarak, ABD-İngiltere-İsrail-Suudi Arabistan-Türkiye yönünden Şii ve Laik toplumlara doğru yöneltilecek saldırıların harekat hattı olarak görünüyor. Emperyalizm denilen olgu, zaten esas olarak Batı’dan Doğu’ya doğru yönelen,sömürü,savaş ve toplumları geri çağlara itmek olarak tanımlanırsa, ciddi bir hata yapılmış olmaz. Suudi Arabistan, Sünni Aşiretler, etnik ve dinsel örgütlere ayrılmış nüfus ve özerk bölgelerle dolu bir coğrafyada kanatları yolunmuş bir Osmanlı figürü de fazla sırıtmayacak gibi görünüyor.

Türkiye ve artık yönetimi, nüfusu ve bölünmüş toplumu ile bir parçası haline geldiği Orta-Doğu için daha iç açıcı bir yakın gelecek hayal edenler çok ciddi yanılgılar içinde bulunuyorlar.

Mahir Tan        LondraPosta-Londra

 

Türker Ertürk; NATO nun Varşova Zirvesi,Montrö’yü hedef alıyor

VARŞOVA ZİRVESİ’NİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Geçtiğimiz hafta sonu (8-9 Temmuz 2016); Polonya’nın başkenti Varşova’da, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katıldığı ve sonuçları itibarıyla ülkemizi çok etkileyecek olan “NATO Zirvesi” yapıldı. Bu zirve esasında; Soğuk Savaş’ın (1947-1989) bitiminden, Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bugüne kadar geçen sürede yapılan zirveler içinde en önemlisiydi!

Bu zirveyi önemli kılan esas konu; alınan kararlarla Rusya’nın, tehdit olarak tanımlanmış olmasıydı. Soğuk Savaş bitip, Sovyetler Birliği çözülünce; esasında NATO tehditsiz kalmıştı. Ortak tehdit yoksa, askeri bir paktın devamına lüzum da yoktu!

Tehdit; İslami Radikalizm

ABD ise, Soğuk Savaş sonrası oluşan tek kutuplu dünya düzenini sonsuza kadar sürdürebilmek, hegemonyaya direnenleri ezmek ve dünyayı şekillendirebilmek için; NATO’yu büyüterek, görev alanlarını genişleterek kullanmak istiyordu. Bu nedenle NATO; terörizmi, İslami radikalizmi ve fanatizmi yeni birinci öncelikli tehdit olarak tanımlamıştı. Şimdi de bu tehdit; Rusya oldu!

Gerçekte Rusya; ne Türkiye, ne de Avrupa ülkeleri için tehditti. ABD için de tehdit değildi. Ama Rusya; 1990’lı yılların enkaz görüntüsünden kurtulmuş, toparlanmış, Çin’le işbirliği yapan, çevresinde etkin olmaya başlayan ve emperyalist hegemonyaya direnen bir görüntü vermeye başlamıştı. Rusya’nın; Gürcistan, Ukrayna, Kırım ve son olarak Suriye’ye müdahalesi, hegemonyaya direndiğinin somut örnekleriydi. Yani Rusya; ABD’nin küresel emperyalist planlarına kendi bölgesinde engel oluyor ve takoz koyuyordu. Çünkü bu emperyalist planların realizasyonu, Rusya için yaşamsal tehditti.

Soğuk Savaş Tekrar Başladı

ABD; NATO’yu istediği gibi kullanıyor, Türkiye dahil müttefiklerinin çıkarlarını yok sayıyor. Olmayan tehdidi, Zirve’den bir şekilde, gücüyle ve baskıyla çıkarıyor. NATO’nun komuta yapısındaki ABD hakimiyeti ve ağırlığı da, hala ilk kurulduğundaki gibi devam ediyor.  Halbuki; köprülerin altından çok sular geçti!

Polonya ve Baltık ülkelerine çok uluslu gücün konuşlandırılacak olması, Polonya-Romanya-Türkiye’de konuşlandırma ve entegrasyon faaliyetleri devam eden NATO Füze Kalkanı Projesi, Akdeniz’de “Deniz Muhafızı” adlı güvenlik operasyonunun başlatılacak olması ve en önemlisi; bu zirvede NATO’nun Karadeniz’de askeri varlığının arttırılmasının karar altına alınmasının anlamı çok net! Zaten var olan “Soğuk Savaş”, Rusya’ya karşı resmi olarak başlatılmıştır.

Rusya İle İlişkileri Tekrar Bozun

ABD en yetkili ağızlarıyla; “Rusya’nın stratejik ortak olmadığını, işbirliği yapılamayacağını, Moskova’nın saldırganlık içinde olduğunu ve bölgesel istikrarsızlığın kaynağı olduğunu” söylüyor.

ABD’nin değerlendirmeleri ve söylemleri doğru değil. Rusya ülkemiz için; ekonomiden güvenliğe ve bölgesel istikrara kadar, vazgeçilemeyecek derecede önemli bir ortaktır. Ama Varşova Zirvesi kararları Türkiye’ye; “Halen düzeltmeye çalıştığınız Rusya ilişkilerinizi tekrar bozun” demek istiyor.

Karadeniz Çatışma Alanı Olmamalıdır.

Zirvede, özellikle Karadeniz bağlamında alınan kararlar; Türkiye’yi NATORusya gerginliğinin, tırmanmasının ve muhtemel çatışmasının tarafı yapacaktır. Karadeniz, büyük güçler için rekabet ve çatışma alanı olmamalıdır.

Türkiye, NATO üyesi olmasına rağmen; geçmişte Soğuk Savaş’ın en buhranlı yıllarında bile, Karadeniz’in bir çatışma alanı olmaması konusuna büyük önem vermiş ve başarılı olmuştur. Başarılı olmasının en büyük nedeni ise; uyguladığı sağduyulu politikalar yanında, buna imkan sağlayan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’dir.

Montrö Masaya Gelmemelidir

Bu nedenle Montrö’nün tartışılmasına, masaya gelmesine ve bu sözleşme ile Karadeniz’de çıkarlarımız ve güvenliğimiz lehine kurulan statükonun bozulmasına yol açabilecek girişimler yapılmamalı ve bu tür girişimlerin önü kesilmelidir. Bu konuda bile Türkiye’nin en önemli müttefiki, Rusya’dır. Çünkü; Rusya da Karadeniz’deki statükonun devamını istemektedir.

Türkiye ve Rusya’yı yan yana getiren dostluk değil; ortak çıkarlar, şartlar ve ihtiyaçlardır.  Bugün Türkiye’yi yönetenlere düşen görev, bunun gereğinin yerine getirilmesidir. Ülkemizin yüksek menfaati; bugün için, bunu gerektirmektedir.

 Sanki İşgal Altındayız

Türkiye’de ve Türkiye’yi çevreleyen denizlerde NATO güçleri, gereğinden fazla konuşlandırılmaktadır. Bu konuşlandırmayı; “Türkiye’nin ve ittifakın güvenliği” ile açıklamak, ciddi bir saflık olur. Sanki ülkemiz; örtülü olarak işgal edilmekte ve belli politikalara yönelik, zorlanmaktadır.

ABD, NATO’yu da kullanarak, aynen Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne yaptığı gibi; Rusya’yı kuşatmaya, çevresini istikrarsızlaştırmaya, silahlanma yarışına sokarak, kaynaklarını halkının refah ve mutluluğu için gerekmeyen verimsiz alanlarda kullandırarak tükettirmeye ve iflas ettirmeye çalışmaktadır.

Füze Kalkanının Amacı

NATO Füze Kalkanı Projesi, Rusya için gerçekleştirilmekte olup, amacı Rusya’nın nükleer mukabele etme gücünü etkisiz hale getirmek; yani elini kolunu bağlayarak, ağzını burnunu kolayca kırmak içindir.

Şimdi sorun; Türkiye’nin güvenliği, istikrarı ve çıkarları ile yaşamsal olarak çelişen bu ABD planının peşinden gidip gitmeyeceği ve bu planın bir parçası olup olmayacağıdır.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK 

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Erdoğan kendine bir cumhuriyet kuruyor…

SURİYELİYE  VATANDAŞLIK

Önce Çevre ve Şehircilik Bakanı M.Özhaseki, PKK’ya karşı yürütülen mücadele sonrası yenilenme çalışmalarına başlanan Diyarbakır/Sur’da;

Hasar tesbitlerinin ardından ‘Bana daire verin’ diyenlere, Diyarbakır’da 3000 konutluk inşaatlardan ya da isteyenlere TOKİ’nin Urfa, Mardin, İstanbul’daki evlerinden verileceğini açıkladı…

Ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan “Vatandaşlığa geçirilecek Suriyeli mültecileri ülkemizin belli yerlerine yerleştirelim. Hatta gerekirse TOKİ’nin elinde boş konutlar var. Bunları belirli bir iskân ve istihdam politikası uygulamak suretiyle onlara verebiliriz” dedi.

*

Hey, ne oluyor yahu? Suriyeli mültecilere vatandaşlık, Güneydoğulu vatandaşlarla birlikte yeni bir iskân politikasıyla başka bölgelere yerleşmek, ne anlama geliyor?

*

Eylül 2015’ten beri Suriye’de Esad rejimini vekâlet savaşıyla değiştiremeyen ABD’nin önünde iki seçenek bulunuyor.

1- Suriyelilerin kararı önceliğinde Suriye’nin birliği, bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve laik karakterini esas alan ve askeri müdahalede bulunan Rusya’nın siyasi çözümüne razı olmak,

2- ABD’nin B Planı gereğince  PYD’nin kara müttefiki olarak sergilediği işbirliği ve Suudi Arabistan ile Türkiye’nin savaşı sürdürme yönündeki baskısı çerçevesinde saha şartlarıyla oynayarak savaşı sürdürmek ve yeni fırsatlar yaratmak…

*

Bu noktada;

1-Rusya’nın askeri sahaya ağırlığını koyması Esad rejiminin devrilmesini çok zorlaştırmıştır.

2-Rusya, Lazkiye ve Halep’te bulunan ve Türkiye ile Suudi Arabistan’ın desteklediği siyasi süreci etkileyebilen silahlı grupları askeri seçenekten vazgeçirmek ve müzakere masasına oturmaya zorlamak üzere hem silah akışını durdurmak hem de Türkiye ile bağlantılarını kesmek için harekete geçmiştir.

*

Nitekim ABD Başkanı Obama ve Rusya Devlet Başkanı Putin IŞİD’e karşı Suriyeli Kürtleri desteklemek düşüncesinde anlaşmış,

22 Şubat 2016’da, ABD ve Rusya Dışişleri Bakanları J.Kerry ve S.Lavrov;

Pentagon tarafından El Kaide ve IŞİD’e sağlanan silahların, bugün artık terk edilen eski bir program uyarınca verildiğine yönelik güvence karşılığında anlaştıklarını açıklamıştır.

9 Mayıs’ta da J.Kerry ve S Lavrov, ortak bir açıklamayla bu kez,

Bütün devletler IŞİD’e, El Nusra Cephesi’ne ya da BM Güvenlik Konseyince terörist olarak nitelenen diğer gruplara her türlü lojistik ve parasal desteği engelleyerek Güvenlik Konseyinin 2253 sayılı kararını uygulamaya ve bu grupların Suriye sınırını aşma girişimlerini engellemeye çağırılmıştır.

*

Esasen Rusya, Kürtleri Suriye İç Savaşına Siyasi çözüm bulunması görüşmelerine katılmasını,

ABD ise Kürtlerin giderek Suriye-Türkiye- Irak’ta güçlerini birleştirmesini, yaklaşık 30 milyon nüfusu olan birleşmiş Kürdistan’ı oluşturmasını ve Akdeniz’e bir koridor açmalarını öngörmektedir…

*

Böylece Rusya bombardıman uçaklarını geri çekmiş,

Suriye İç Savaşına Siyasi Çözüm için Suudi yanlısı grupların katılmayacağı, Kürtlerin dahil olacağı III. Cenevre görüşmelerinin yeniden başlaması sürecine girilmiştir…

Ancak Suudi Arabistan ve Türkiye destekledikleri silahlı grupların bölge hakimiyetlerine son vermeyi öngören gelişmeleri tehdit olarak algılamış,

Bu yüzden silahlı grupların bölge hakimiyetleri sona erdirilememiştir.

Üstelik ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın Suriye’ye kara gücü gönderme önerisini değerlendirmeye aldığını açıklarken,

NATO Rusya’yı Suriye’deki barış görüşmelerini baltalamakla suçlamaktadır…

*

Bu sırada ABD Suriye’de askeri varlığını arttırır ve askeri şiddetini daha da tırmandırmaya hazırlanırken, Rusya ile Suriye’deki askeri işbirliğini arttırmayı da teklif etmiştir.

Geçen hafta, Obama yönetimi Rusya Devlet Başkanı V.Putin yönetimine Rus savaş uçaklarının jetlerinin ve Suriye hükümet güçlerinin; ABD ile onun NATO’daki ve Körfez’deki müttefikleri tarafından açıkça desteklenen yönetim karşıtı asilere yönelik saldırılarına son vermesine yönelik bir anlaşma karşılığında,

El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra Cephesi güçlerine yönelik hava saldırılarındaki işbirliğini arttırma teklifi yapmıştır.

*

Rusya ve İran destekli Suriye hükümet güçleri tarafından giderek artan oranda kuşatılan son derece önemli Halep kentindeki asi mevzilerini savunan başlıca güç El Nusra’dır.

Bu suretle ABD kapsamlı bir anlaşmanın parçası olarak ama yalnızca Rusya için kabul edilebilir bir yeni Suriye hükümetinin Rus ordu ve donanma üsleri için güvenceler vermesi karşılığında Esad’sız bir hükümeti kabul etmeye prensipte hazır olduğunu ortaya koymuş sayılıyor.

Ne ki ABD’nin Rusya’ya yönelik girişiminin asıl amacının  büyük olasılıkla Kasım seçimlerinin sonrasına kadar ertelenecek olan savaşın büyük ölçüde yayılmasına hazırlanmak, Halep’in düşmesini önlemek ve zaman kazanmak düşüncesidir.

*

Bütün bu gelişmeler olurken ABD’nin desteğiyle;

1- Suudi Arabistan’ın kurduğu Riyad heyetinin Suriye muhalefetinin tek temsilcisi olarak tanınması yönündeki ısrarına,

2- Türkiye’nin PYD’nin Cenevre’ye katılmasını engellemesine,

3- Türkiye ve Suudi Arabistan’ın ateşkes kapsamı dışında bırakılan Nusra Cephesi’ne”Fetih Ordusu” adı altında silah desteğini sürdürmesine,

Rusya’nın Suriye’de İç Savaşa Siyasi Çözüm bulunması öngörüsüne set çekilmektedir.

Böyle ise bu durumda bölünmeye dayalı çözüm modeli güç kazanıyor anlamına geliyor.

Gerçekten bugün Suriye’nin bölünmesi seçeneğini çözüm önerisi olmaktan da öte fiili bir gerçekliğe dönüşmüş bulunuyor…

*

Nitekim, Suriye toprakları devlet güçleri, IŞİD, PYD ağırlıklı Suriye Demokratik Güçleri  ve Fetih Ordusu arasında bölünmüştür.

III. Cenevre süreci bu bölünmüşlüğün siyasi yollarla ortadan kaldırılmasını, kurulacak geçiş hükümeti  ve hazırlanacak yeni anayasa ile sorunun çözülmesini öngörüyor.

Ne ki, III. Cenevre süreci, IŞİD ve Nusra’yı ateşkes kapsamı dışında bırakıp diğer tüm grupları müzakere masasına çağırsa da;

Türkiye ve Suudi Arabistan’ın Riyad heyetini Cenevre’den çekmesi ve Nusra liderliğindeki Fetih Ordusu’na dokundurtmaması çözümü tam anlamıyla ortadan kaldırıyor.

*

Dolayısıyla Suriye topraklarının bölünmüşlüğü kalıcı hale geliyor.

Şu anki, siyasi çözümsüzlük halinde Türkiye’nin 900 km.lik sınır hattında kuzey Suriye Kürtleri için federasyon, İdlib’te Fetih Ordusu, Rakka ve Cerablus’ta  ergeç hakimiyetlerine son verilecek olan İŞİD İslam Devleti ve Nusra Emirliklerini somutlaşıyor.

*

Esasen, Fransa’nın Türkiye’de terörü sınırlandırmak ve Suriye’de bir Kürdistan kurulması için hazırladığı bir program doğrultusunda,

31 Ekim 2014’te Elize Sarayında, Cumhurbaşkanları Hollande ve Erdoğan ile gizli toplantıda pazarlıklar yapılmış,

Ardından dönemin Dışişleri Bakanları Alain Juppe ve Ahmut Davutoğlu arasında imzalanan gizli mutabakat gereğince,

Paris ve Ankara, Türkiye’deki PKK’nın Kürtlerini Suriye’ye sürmek üzere yeni bir Devlet kurmak konusunda anlaşmışlardır.

*

Şimdi Suriye’de somutlaşan durum karşısında bu dosya raftan indiriliyor.

İşte Cumhurbaşkanı Erdoğan,bütün bu gelişmeleri kendi stratejisinin bir parçası haline getiriyor.

Suriye’de bir Kürdistan kurup buraya Türkiye’deki Kürtleri sürmek stratejisini çalıştırıyor.

Doğrusu Fransa, geçmişte bulunduğu bu bölgeyi şimdi kendi geleceği için öngörürken,Erdoğan’a bağlı Türk Ordusu ve Polis güçleri PKK’lı Kürtlere karşı  yoğun operasyonlar yürütüyor.

Birçok köy yok edilmiş, birçok köyde yaşayan insanlar bulundukları yerleri terk etmeye zorlanmıştır.

Fransa ve Erdoğan’ın stratejisi doğrultusunda Türkiye’deki Kürtler kıskaca alınıyor.

Kürtler ve Suriye tarafında yaşayan Özgür Suriye Ordusu’nu oluşturan Sünni Araplar takas ediliyor.

Türkiye’de Kürtlerin boşaltığı yerleşimler, zaten çoğu “Sığınmacı Kamplarında” yaşayan  Suriyeli cihatçılardan yana olduğunu düşünülen Suriyeli Sünni Arap sığınmacılara vatandaşlık garantisiyle armağan ediliyor.

Suriye’de birçok Türk köyüne de Kürtler yerleştiriliyor.

Arap göçmen politikasıyla  Güneydoğu Anadolunun demografisini kırılıyor.

Türkiye’nin çok talep ettiği “Güvenlikli Bölge” ters yüz edilmiş gibidir, Suriye toprakları üzerinde değil Türkiye toprakları üzerinde etnik temizlikle Güvenlikli Bölgeler oluşturuluyor…

*

İşin kaymağı İsrail’indir.

1-İsrail çevresinde güvenli bölge oluşturulması,

2-En uzak mesafedeki füzelerin bertaraf edilmesi için düşman devletler sınırları ötesinde koruma daireleri oluşturma esaslarına dayanan İsrail Askeri Doktrini kazanıyor.

Böylece Erdoğan; Kürtlerin Türkiye ve İsrail’in bölgedeki politikaları gereğince kendilerine vaad edilen bir ucu Doğu Akdeniz’de özgür “Kürdistan” toprakları üzerinde Kürtleri Arap ve Ermenilerden ayırıp birlikteliklerini sağlayarak Siyonizme kusursuz hizmette bulunuyor.

Kendine de Türkiye toprakları üzerinde Ümmetin bir nüvesi olarak İslamcı bir cumhuriyet kuruyor…

13.7.2016

Ahmet Kılıçaslan Aytar

Türker Ertürk; Renegadolar

RENEGADOLAR

 Kutsal Ramazan A’nı ve Bayram’ı henüz geride bıraktık.  Her Ramazan’da olduğu gibi; bu Ramazan’da da yine, çok sayıda hoşgörüsüzlük örneklerine ya tanık olduk ya da bize ulaşan haberlerden öğrendik. Halbuki bu kutsal ayda; diğer aylara nazaran, daha fazla hoşgörüye tanıklık yapmalıydık. Ama ne yazık ki, bu böyle olmuyor!

Geçtiğimiz günlerde; İstanbul Beyoğlu’nda, eğlence hayatının önemli duraklarından biri olan ve çok sayıda yabancı turistin ziyaret ettiği Cezayir Sokağı’nın 10 metre uzağındaki bir plakçı, eli sopalı bir güruhun saldırısına uğradı. “Radiohead” müzik grubunun albüm tanıtım partisini yapan “Velvet Indieground” adlı plakçıya yapılan saldırı; zaten yapılmakta olan Periscope yayını nedeniyle, sosyal medya aracılığı ile bir anda, tüm dünyaya yayımlandı.

Siz Bunu Hak Ettiniz

Görüntülerde, önce küfür ve hakaret var. Ardından, plakçıya insan kılığında giren saldırgan; “Kapat burayı!” diye bağırıyor, plakçının sahibi Koreli Seogu Lee’yi tokatlıyor. Saldırganların içindeki başka birisi ise; “Sizi içeride yakarız!” diye bağırıyor, küfür ediyor ve gelişmeler tüm dünyaya önce canlı, sonra bant kaydı olarak ulaşıyor. Yakar mı, yakar! Aynı dinin mensubu Alevi’yi yakan, elin Koreli’sini yakmaz mı? Böyle bir ülkeye, kim turist olarak gelmek ister? Bu haberi duyan, izleyen, ülkemiz hakkında ne düşünür?

Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, saldırıyı kınıyor kınamasına ama mağdurlar için; “Toplumsal barışa planlı suikast yapılmıştır” diyerek, gerçek iç dünyasını ortaya koyuyor. Yani demek istiyor ki; “Siz bunu hak ettiniz ama, resmi görevim var diye olayı kınıyorum”.

Hoşgörüsüzlüğün Nedeni?

Gerçek bir Müslüman; oruç tutmadığı, ibadet etmediği veya içki içtiği için birisine saldırır mı? Bu hoşgörüsüzlüğün altında yatan gerçek neden nedir? Bu yazımızda, bunu biraz masaya yatırmaya çalışacağız.

Bir Müslümanın veya herhangi bir inanç sahibinin, inancının gerektirdiğine inandığı ibadetleri bir başkası yerine getirmiyor diye onu hakir görmesi, aşağılaması veya saldırması için tek bir neden var; bilinçaltında gerçekte inanmıyordur. Yaptığı ibadetleri; bir ceza talimi ve eziyet olarak görüyordur ve “Bu eziyeti niye başkaları da çekmiyor!” diye kıskançlık duyuyordur.

Örneğin; oruç tutmak, bir ibadettir. Eğer oruç tutmayı gerçekten bir ibadet olarak değil de bilinçaltında aç kalmak olarak görüyorsanız; tutmayanlara karşı nefret ve saldırganlık duyguları beslersiniz.

Devşirmelerden Farklıydı

Yoksa inanan insan; inancının gerektirdiğine inandığı ibadetleri yaparken, onun ilahi ve ruhani hazzını ve konsantrasyonunu yaşarken, bir başkasının ne yaptığı ile ilgilenmez ve görmez bile!

Bu hoşgörüsüzlüğün diğer önemli bir nedeni de; renegado (dönek) zihniyetidir. Esasında “renegado”, Avrupa kökenli bir takma ad olup, Hristiyanken Müslümanlığı seçenlere; dönek, mürted ve hain anlamında kullanılan bir kelimeydi. Bunlar, küçük yaşta eğitim görerek Müslümanlaştırılan devşirmelerden farklıydı.

Müslümanlık Umurlarında Değildi

Renegadolar, ileriki yaşlarında Müslüman olmuşlardı.  Müslüman olmalarının gerçek nedeni; ya ölüm korkusuydu, ya da çıkar ve menfaat. Çoğunun gerçekte, Müslümanlık umurunda bile değildi! Ama yeni katıldıkları Müslüman toplum içinde kendilerini kanıtlayabilmek için; geldikleri yere, yani Hristiyanlara karşı aşırı düşmanlık yapar ve eziyet ederlerdi! Hristiyanlara veya başka inançlara karşı aşırı hoşgörüsüzlük, daha fazla Müslüman olduklarını kanıtlayabilmenin yoluydu onlar için.

Halbuki; çok önce Müslüman olmuş Türkmenlerde böyle bir hoşgörüsüzlük geleneği yoktu. Hatta; Osmanlı’nın Avrupa’da, özellikle Ortodoks Hristiyanlığın egemen olduğu coğrafyada hızla ilerlemesinin ve Müslümanlığı bu topraklarda yayabilmesinin nedeni; temelinde Türkmen-Bektaşi geleneği olan, hoşgörülü İslam anlayışıydı.

Haarlemli Jan Janszoon

“Türk Denizcisi” olarak bilinen Küçük Murat Reis (1570-1641); Hollandalı, Hristiyan bir korsandı. Hollanda’nın Haarlem Kasabası’nda doğmuştu, adı Jan Janszoon’du ve zengin olmak istiyordu. Ama Ortaçağ Avrupa’sının Sosyo-Ekonomik yapısı, buna imkan sağlamıyordu. Jan Janszoon; tam olarak 43 yaşındayken, Kanarya Adaları’nda Müslüman korsanlar tarafından esir edilir ve Cezayir’e getirilir.

Canının bağışlanması karşılığında Müslüman olur ve çok arzuladığı zengin olmanın kapıları ona açılır. Gerçekten Müslüman olmuş mudur, Müslümanlığı içselleştirmiş midir bilmiyorum ama; Osmanlı dahil, Kuzey Afrika’da bulunan çeşitli sultanların bayrağı altında korsanlık yapar. 1627’de; 12’si kadırga, 15 parçalık bir filoyla İzlanda’ya sefer yapılır.

Amaç Ganimetti!

Bu seferin yapılmasının gerekçesi; Osmanlı Payitahtı’nın bulunduğu İstanbul’un bir isteği değildir. Osmanlı’nın bu işte bir çıkarı da yoktur, böyle bir seferden yapılıp dönülene kadar haberi de! Amaç, ganimetti!

İşte bu yüzden İzlanda, o tarihten beri karaya ayak basan tüm Türklerin öldürülmesini serbest bırakan bir yasa yaptı. İnanır mısınız; bu yasa 1970’li yıllarda kaldırıldı! O tarihlerde Avrupalı için Müslüman demek; Türk demekti.

Demem o ki; bugün ülkemizde iktidarı elinde tutanlar, renegadoların zihniyetine sahiptir. Müslümanlık, umurlarında değildir. İslam; onlar için paraya, güce ve çıkara ulaşabilmek için istismar edilen bir enstrümandır. İslam; hiçbir bir dönemde, halen içinde bulunduğumuz bu 14 yıllık zaman dilimi kadar aşağılanmamıştı ve aşınmamıştı.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

 

Nurullah Aydın; Yaşanan İslam değil, 7.YY Arap kültürüdür

Nurullah AYDIN

11 Temmuz 2016-ANKARA

ARAP İSLAMCILIĞI VE İSTİSMAR

  1. yüzyıl Arap kültür kavramlarını benimsiyorlar. O kavramlarla o kültürle yaşamaya, o dönemi yaşatmaya çalışıyorlar.

Müslüman görünen Müslümanlıktan geçinen şarlatanlar; İslamcılık savunmaları ve uygulamalarıyla huzuru, güveni, adaleti, kardeşliği, barışı alt üst etmeye devam ediyorlar. Dillerinde, kalemlerinde ve icraatlarında kin nefret öfke kan, yıkım yansıyor.

Suud-Vahhabi İslamcılığı önce Suudi Arabistan’da ortaya çıktı. Mezhepleri reddediyorlardı. İslam’ın temel kaynağı Kur’an’ı sadece bir kitap, peygamberi de bir elçi olarak gören ancak Kur’an’da yer alan ilahi mesajı da, peygamberin hadislerini de döneme hapseden bir algıya dayanıyordu.

Yahudi ve Hıristiyanlar; kendi dinlerini de dünyevi istekleri uğruna aynı gerekçeyle tersyüz etmişlerdi de, İslamiyet bu sapmalar üzerine, yeniden insanlığa gerçekleri, doğruluğu, dürüstlüğü, adaleti, tevhid akidesini bildirmek üzere gelmişti. Onlar ki Tek Allah’a karşı altınları, malları, evlatları, şöhreti eş koşmuşlardı.

Ahlaksızlık, yalan, dolan, talan anlayışı, Museviliği de Hıristiyanlığı da ilahi mesajdan uzaklaştırmıştı.

İslamiyet’te bu yüzyılda bu dönemde aynı süreci yaşıyor.

Allah diyorlar ama ona eş koştukları var.

Peygamber diyorlar ama biat ettikleri liderleri var.

Eş koştukları için hertürlü gerçeği tersyüz iradeleri var.

Kur’an ve peygamber diyorlar ama biat ettiklerinin her sözü, her emri, hakka, hukuka, adalete ters olsa da yerine getiriyorlar.

O vahhabiler ki; Osmanlı İslam ümmet sistemine karşı Yahudi ve Hıristiyanları Dost ve Yaren kabul ederek isyan etmişler, Müslüman’ın kanın dökülmesine neden olmuşlardı.

Vahhabi Suudiler; Sudan, Somali, Afganistan, Irak, Libya, Yemen işgallerinde haçlılarla birlikte hareket etmiş, işbirlikçilerin eğitilmelerine yardım ve yataklık etmişlerdir.

Yine aynı şekilde Vahhabi ideolojisini benimseyen Türkiyeli Vahhabi Müslümanlar; Sudan, Somali, Afganistan, Irak, Libya, Yemen işgallerinde haçlılarla birlikte hareket etmiş, işbirlikçilerin eğitilmelerine yardım ve yataklık etmişler, ABD ve batılı müttefiklerince Müslüman kentlerin yakıp yıkılmasına, katliamlara destek olmuşlardır.

Anadolu’nun saf ve temiz Müslümanları da; Karun gibi zenginleşen, iktidar gücünü keyfiliğe, yandaşlığa, batıl emperyalizme feda eden, adaleti katleden, benden yana bana karşı ikilemesi ile insanları bölen, böldürten, mazlumların yardımlarını iç edenleri, ehlisünnet velcemaat çizgisinde olduğunu zannetmeye devam ediyor.

Oysa Hıristiyan ve Yahudileri dost edinen vahhabi İslamcıları için artık İslam din’i;  hurafelerle, sokak aralarında oy toplama ve el açtırma, kitleleri uyutma, uyuşturma aracıdır.

Bugün Türkiye’de, Vahhabi anlayışı hakim güçtür.

İngiltere; Vahhabi İslamcılığını destekledi. İstihbarat ve Vahhabi İslamcılığını öğreten Exter okulu’nda yetiştirdiklerinin İslam ülkelerinde iktidara gelmesine katkı verdi.

Vahhabi İslamcılar iktidara getirildi. Budist, Hinduist, Konfüçyüst ve Şintoist dünyayı dinsel dönüştürmek için oluşturdukları Moon cemaati gibi İslam versiyonu olan cemaat ve tarikatlarla, Dinlerarası diyalogcularla, Avanejelist akım başrol oynuyor.

İslamcı cemaatler, tarikatlar; servet, iktidar, şöhret peşinde olunca, birbirlerini dost edindiler. Onlara destek için seferber oldular. Ve yüzlerce yıllık amaçlarına ulaştılar

Sapık İslamcılığının İslam dünyasındaki ve özellikle Türkiye’deki bu zaferi devam edebilecek mi? Bakıp göreceğiz.

Fırıldak İslamcılığın, kapitalist İslamcı anlayışın, İlahi açıdan ve dünyevi açıdan ne gibi ihanetleri olduğu ortadadır. Bunun gerek ilahi açıdan gazabın ve gerekse mazlum ve mağdur insanlar açısından ne gibi dönüşümlere yol açacağı beklenmelidir.

Günün Sözü: İstismarcılar da istismar edilir.

Ahmet Kılıçaslan Aytar; NATO Varşova Zirvesi

NATO ZİRVESİ’NDE TÜRKİYE’YE KIYILDI

Polonya/ Varşova NATO Zirve’sinin;

1- ABD’nin enerji kaynaklarını kontrol etmek üzere geliştirdiği jeopolitiklerin bu kaynaklara sahip ülkelerin eski Sovyetler Birliği üyesi olmaları yüzünden,

Rusya’nın Transkafkasya ve Orta Asya’dan sonra Orta Doğu’da da nufuz genişletme çabalarına giriştiği,

Baltık Denizi ile Karadeniz arasındaki bölgeden, Orta Doğu’da “Suriye İç Savaşına Siyasi Çözüm” başlığında manevra alanını genişlettiği,

2- Birleşik Krallık’ta alınan AB’den çıkma kararının, aslında AB’nin Avrupa’nın gerçek ve gerekli birleşmesini gerçekleştirmenin bir aracı olmadığını gösterdiği,

3- 2008 mali çöküşünden bu yana egemenlerin  bizzat kendi eserleri olan krizden bir toplumsal karşı-devrim gerçekleştirmek için yararlanma çabalarını daha hızlandırdığı,

Buna karşın mali piyasaların dayatmalarıyla AB’nin kıtaya boyun eğdirmeyi amaçlayan bir düzenek, rakip devletlerin kendi aralarında mücadele ettiği ve halklara karşı komplo kurulan bir forum olduğunun hızla anlaşılmaya başlandığı bir sırada yapılmış olması önemini daha çok katladı.

*

Yukarıdaki çerçevede NATO Zirvesi, ittifakın Politik Danışma Prosedürü, Askeri Yetki ve Trans-Atlantik Bağlantı esasları bağlamında;

AB ve NATO’nun öngörülemeyen yeni tehditlerle karşı karşıya olunduğuna dikkat çekildi.

Mülteci krizi, siber saldırılar ve hibrid tehditlerle mücadele başta olmak üzere birçok alanda işbirliğini güçlendirme kararı alındı.

NATO askerinin Rusya’ya karşı üç Baltık ülkesi ve Polonya’da konuşlandırılması,

Karadeniz filosu ve kara sınırlarında AWACS’ların sayılarının artırılması,

En önemlisi de AB ve NATO arasında stratejik işbirliğinin güçlendirilmesi konularını görüştü.

*

Rusya zirve sonuçlarını, Suriye’de Ortadoğu’nun bölünmesini isteyen ABD, Fransa, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin güdümünde faaliyet gösteren paralı askerlerden meydana getirilmiş özel bir ordu olan İŞİD’e karşı savaş verdiği bir sırada,

Esasen bu ülkede işlenen suçların savaş hukukunun gelişmesini ivmeleyecek doğrultuda kategorize edilmesi,

Sonra bu sistematiğin uluslararası hukuk üzerinden BM’de yeni bir dünya statüsünün oluşmasına sonuç vermesini baltalamaya yönelik atılan adımlar olarak kabul etti.

*

Bu suretle Zirve; NATO’nun mütemadiyen Rusya’nın nasıl kıskaca alınacağı, nasıl en fazla zarar verecek yerinden vurulacağı, nasıl fiziki ve moral olarak etkisizleştirilerek yıkılacağının senaryolaştırıldığı dünya gündeminde,

ABD ve Rusya gibi iki büyük nükleer güç arasında savaş ile siyasetin, asker ile sivilin, barış ile çatışmanın, cephe ile emniyetli bölgenin, dost ile düşman kavramlarının arasındaki hatların belirsizleşmesine yol açan gerilimi daha da arttırdı…

*

Şu sırada Rusya “birleşik,bağımsız ve lâik Suriye” hedefiyle bulunduğu Suriye’de;

ABD’nin NATO’yu da kullanarak herşeyi yokuşa sürmesinden,

Geçmişte Türkiye İslamcılarının Kafkasya’daki cihatçılara, bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bizzat IŞİD terör örgütüne verdiği destekten her geçen gün dert büyütüyor.

*

Halbuki Rusya;Erdoğan’ın ailesi ve şürekâsının İŞİD terör örgütü ile ilişkilerini gösteren istihbarat raporları doğrultusunda,

İŞİD ile birlikte yürütülen yasadışı petrol ticaretinde, terörist gruplara yapılan silah ve cephane tedârikinde, tarihi eser kaçakçılığında,

Erdoğan’ın satıcı ve alıcı arasında yüzde 10-50’lik komisyoncu rolünün incelenmesini ve bir savaş suçlusu olma olasılığının değerlendirilmesini istiyor.

Böylece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üzerinden yeni bir dünya statüsünün oluşmasına katkı koymayı,

Teminen ABD kapitalist düzenininin neden olduğu ve çarpıcı biçimde artan yoksulluk, işsizlik ve eşitsizliği,

Servette, gelirde ve yaşam kalitesinde ortaya çıkan ve büyüyen uçurumu,

Burjuva demokrasileri  yerini alan otoriter rejimlerin sorgulanmasını ve yargılanmasını öngörüyor…

 

*

Maazallah, bu durum hem kapitalizmin, hem de  Erdoğan’ın endişelendiği ve birbirlerine müttefik kesildikleri noktadır.

Nitekim Erdoğan, NATO Liderler Zirvesi’nde üç konuya dikkat çekiyor.

“1- Suriye krizi, küresel terörün kaynağına dönüşmüştür.

2- Mülteci sorunu çözülmezse Avrupa’da güvenlik endişesi artar.

3- NATO, Türkiye’nin sınır güvenliğini ve terörle mücadelesini daha çok desteklemelidir” diyor.

 

*

Böylece Erdoğan;

1-Halâ Suriye İç Savaşına Siyasal Çözüm bulunması yolunda BM’in Cenevre Müzakereleri sürecine inanmadığını, Suriye’de terörün esas kaynağının bizzat B.Esad rejimi olduğunda ısrar ediyor.

2- Bu uyarının dikkate alınmaması halinde Afganistan, Irak ve Suriye’deki savaşlarla harap edilen ülkelerinden kaçan milyonlarca sığınmacının;

Siyasal ve tarihsel olarak Avrupa kapitalizminin kanlı çelişkilerinden kaynaklanan sınırlarına, ekonomi politikasına ve dünyanın çeşitli bölümlerine, özellikle Doğu Avrupa’da çatışan çıkarlara yansıma ve çatışmaların tetiklenmesi potansiyelini  koz olarak ileri sürüyor.

3- Bu çerçevede NATO’dan,Türkiye’deki Erdoğan misyonunu olmazsa olmaz desteklemesini istiyor.

*

Zirve’de bu noktada, uzun yıllardır Türkiye-Yunanistan çekişmesi ve Kıbrıs sorunu nedeniyle güçlendirilemeyen NATO-AB İşbirliğinin sağlanması ön plana çıkıyor.

NATO-AB İşbirliği ne anlama geliyor?

*

NATO’nun Politik Danışma Prosedürü, Askeri Yetki ve Trans-Atlantik Bağlantı esasları bağlamında;

Rumlar, BM ve AB’de Kıbrıs’ın yasal hükümeti ve temsilcisi olduklarını kabul ettirmiş, Türkler azınlık konumuna itilmiş, üstelik 2004′ te Kıbrıs adına Kıbrıs Rum Yönetimi AB’ye katılmıştır.

Diğer taraftan Kıbrıs, NATO’nun Stratejik Konsept Belgesinde önemli bir merkezdir.

Hem Türkiye, hem mevcut iki devletli haliyle Kıbrıs; NATO Stratejik Konsept Belgesinde “AB üyesi olmayan NATO ülkesi” olarak anılmakta, NATO için sorun olmaktadır.

Bu durumda Türkiye, NATO’nun AB üyesi olmayan müttefiki olarak Avrupa güvenliğine katkısı için öncelikle Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına dahil edilmesi gerektiğini savunmakta,

Fakat AB üyesi Kıbrıs Rum Yönetimi Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına girmesini, Türkiye de Kıbrıs’ın NATO’ya girmesini engellemektedir.

Normal şartlarda bu karmaşa, ancak Kıbrıs Türk ve Rum kesimlerinin birleşme şartlarında anlaşmaları halinde ve Birleşik Kıbrıs Cumhuriyetinin NATO’ya ,Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına üye olmasıyla çözülebilecektir…

 

*

Ancak Varşova NATO Zirve’sinde “AB ve NATO arasında daha yakın işbirliği için her türlü sebebimiz var. İstikrarsızlığa karşı koymaya çalışıyoruz. İzolasyon ve içe kapanma zamanı değil birlik göstermeliyiz” söylemleri altında;

Mart ayında mülteci kriziyle mücadele kapsamında devreye sokulan Ege misyonunun AB ile NATO arasındaki işbirliği masaya getiriliyor.

Türkiye devlet olarak tanımadığı Güney Kıbrıs’a  “Güney Kıbrıs Rum Kesimi” ifadesi yerine “Kıbrıs Cumhuriyeti” ifadesini kullanarak  AB ile NATO arasındaki işbirliğine yol açıyor!

*

Türk diplomatik kaynakları, ortak deklarasyonla işbirliğinin güçlendirilmesi hedefi ilan edilmiş olunsa da atılacak adımlarda NATO’nun karar alma sürecinin işletileceğini, böylelikle Türkiye’nin belirli bir alandaki işbirliğini onaylama ya da veto hakkının muhafaza edildiğini vurguluyor.

Ancak bu şartlarda “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni kabul etmek; hem Rum egemenliği kabul etmek  hem de Türklerin zayıflamasıyla Kıbrıs’ın Yunanistan’a birleştirilmesi yani ENOSİS’i ve Kıbrıs sorununun ortadan kalkması anlamına geliyor…

*

Recep Tayyip Erdoğan, korkularına sığınak ararken bir kez daha Türkiye’yi feda etmiştir.

11.7.2016

Ahmet Kılıçaslan Aytar

İlayda Nijhar ; Brexit and Russia

BREXİT AND RUSSİA- A NEW HOPE OR DOOMED FUTURE

BY İlayda Nijhar

Over the past 3 weeks the world has witnessed a radical shift in the political landscape of Britain. This was not only seen with the decision to leave the EU but also with Prime Minister David Cameron announcing his resignation following the referendum, the main contender tipped to run as leader, Boris Johnson, formally stating his withdrawal leading to the Tory party facing its biggest civil war to date. On a similar vein, the majority of Labour MPs made clear their dissatisfaction with Jeremy Corbyn as leader and passed a vote of no confidence only to find Corbyn battling to save his position. The pound along with stock markets plunged to a 31 year low immediately after the Leave vote was announced which was topped off with UKIP leader Nigel Farage standing down as party leader despite personally demanding the Referendum campaign 17 years ago. It is therefore no surprise that the world now eagerly awaits the fate of the UK and how she will handle herself both domestically and on an international level. While many EU leaders have made it clear that the future of the UK has already been determined by the referendum, some have taken a more detached view. This is seen no more clearly than with Russian president Vladimir Putin. Putin has successfully refrained from openly stating his opinion regarding the referendum issue and continues to hold back even after the leave vote. His decisions to avoid expressing an open opinion have left many speculating as to whether or not Brexit has had a positive or negative impact on Russia.

It is no surprise, however, that many who hold high positions within the Russian government were vouching for a leave vote. Their views were mirrored clearly with major media outlets all claiming their support for the leave campaign. This approach reflects a wider view that through achieving a leave vote, it will create further division in Europe and uncertainty in the West at large. Putin has long had issues with Western intervention in his foreign policy plans resulting in distancing further away politically from such countries. Brexit may nevertheless be somewhat of a diversion and allow the Russians to carry out their plans as they desire without having to be subject to constant questioning and rebuttal from Western nations. In such a sense, Brexit has provided the opportunity for Russia to advance their interests without having to be the main source of attention.

Interestingly, what many fail to recognise is that through initiating a leave vote, it is fundamentally weakening the EU as an integral institution which may follow through to institutions such as NATO. Be that as it may, many in Moscow view Brexit not as a break away from Europe but more so as a divorce from the US. The very foundations of the EU are historically intertwined with the US with long lasting trade relations between both. This recent move to leave the EU may therefore in fact have more of a profound effect on US-UK relations rather than EU-UK relations. As such, it is clear that this will serve more positively in Russian interests. Although there is no official response to the outcome of the referendum on Russia’s side, there is no doubt that it has been a cause of celebration. Moscow Mayor Sergei Sabyanin was heard saying that without the UK being in the EU there was no-one to ‘defend sanctions against Russia so zealously’ already implying that it is benefiting their interests more greatly.

But even so, why has there been no official comment made on Putin’s behalf? He has tactically abstained from making any comment which may indicate his position on the matter. The only remark Putin has made was to question Cameron’s decision to hold a referendum and stated that if he was against a Brexit then why initiate it in the first place. Although Brexit may have offered new channels of interest, it has also caused issues financially for Russians. Many of the Russian foreign exchange reserves which are scattered across the globe have been invested in sterling. Following the catastrophic devalue of the pound post-Brexit, this has not been an easy matter to handle. Even more damaging is the probable deterioration in trade relations. Not only with the UK but the EU remains as one of Russia’s main trading partners. If Brexit causes too much complication with the EU then it is likely that relations with Russia will be impaired too. This will lead to Russia suffering in the long term as further distancing from the EU may result in the NATO alliance holding a stronger stance against the nation.
So all in all, has Russia benefited from the Brexit fiasco? There is no doubt that we have already witnessed Brexits unfavourable backlash upon Russian interests which has caused much frustration and alarm inside the Kremlin. Yet we must also acknowledge the wider picture and understand how this decision will affect Russia in the long term and appreciate that there are wider interests at stake. Putin has long wished for an EU which would not be so fixated on their national interest and has to an extent had his wish granted with a Leave vote. But what Putin may have not envisaged was to trade an affable EU with a more hostile and intrusive elite organisation. Already we have seen NATO troops being deployed to Eastern European countries bordering Russia for the first time since the Cold War. With domestic politics in shambles in the UK, the EU ever more losing its influence and power along with political ties slowly diminishing- will Putin see this as a chance to make closer connections with its former Soviet states or see it as a threat to the nation?
İLAYDA NİJHAR