Ahmet Kılıçaslan Aytar; Stalin’den Putin’e

STALİN’ DEN PUTİN’ E

1941’de Sovyet Ordusu ve İstihbaratı son bir yıldır Alman birliklerinin konuşlanması, güçleri, taktikleri ve saldırının tam gününe ilişkin ayrıntılı ve sürekli bilgi akışı sağlamıştı.

Sovyet çevreleri Sovyet-Alman saldırmazlık anlaşmasının şartlarının yerine getirildiğine inanıyordu.

Onlara göre Almanya’nın anlaşmayı bozma ve Sovyetler Birliğine karşı saldırı başlatma niyeti asılsızdı.

Stalin, saldırı konusunda hem Churchill hem Roosevelt tarafından da uyarılmıştı ama halâ Alman birliklerinin doğu ve kuzey bölgelerine doğru hareketlerinin başka nedenlerle açıklanması gerekir diye düşünüyordu.

Alman basını, Hitler’in Kavgam adlı kitabının Almanya’nın Ukrayna’ya ve Rusya’ya doğru genişlemesine değinen seçilmiş bölümlerini dizi halinde yayınlıyordu.

Giderek Alman uçaklarının Sovyet hava sahasını ihlâlleri arttı.

Almanya’nın SSCB’ye mal göndermesi durma noktasındaydı,askeri ihracatlar iptal edilmişti.

Stalin ise Hitler’e rekor seviyelerde tahıl, petrol, pamuk, kauçuk ve çeşitli metal teslimatlarıyla övünüyordu…

*

Bugün geçen yüzyılın çözülmemiş sorunları geri dönmüştür.

Almanya dünyanın yeniden paylaşılması ve hammaddeler ile pazarlar arayışı için yenilenen mücadeleden eli boş dönmeyeceğinden emin olmak istiyor.

Giderek Alman emperyalizmi ve militarizmi  bir kez daha çirkin yüzünü gösteriyor.

*

İki yıl önce federal hükümet, askeri kısıtlamanın sonunu ilan etti.

O zamandan beri militarizm sistematik olarak teşvik ediliyor.

Alman ordusu “Bundeswehr” NATO’nun Doğu Avrupa’da Rusya’ya karşı konuşlanmasında, Ortadoğu’daki savaşlarda ve hatta Afrika’da ön cephede yer alıyor.

*

Federal hükümet askeri harcamaları önümüzdeki yıllarda 130 milyar Euro’ya çıkarma planlarını ilan etti.

Ultra-modern kara, hava ve deniz kuvvetleri ile “Siber vuruş gücü” oluşturuluyor…

Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier, “Günümüzdeki durum Soğuk Savaş döneminde olduğundan daha tehlikelidir. Eski düzenin yerini halâ bir yenisi almış değil. Nüfuz ve egemenlik uğruna bu mücadele barışçıl bir ortamda gerçekleşmiyor” diyor.

*

Militaristleşme ABD ile sıkı işbirliği içinde uygulanıyor.

Başkan B.Obama Almanya’ya yaptığı son ziyarette, Suriye’de ve Libya’da yeni bir askeri saldırı hazırlamak için bir savaş zirvesi düzenlemiş,

Bunun hemen ardından Bundeswehr, Rusya’ya yönelik Batı saldırganlığını güçlendirmek için Litvanya’ya ağır askeri donanım konuşlandıracağını duyurmuştu.

*

Alman militarizminin yeniden canlanması, yalnızca Rusya ile karşılıklı cepheleşmeyi şiddetlendirmekle kalmıyor.

Aynı zamanda Avrupalı güçler arasındaki gerilimlerin artmasına da yol açıyor.

Bütün siyasi partiler ve sendikalar savaş politikalarını desteklerken; siyasi partiler ve medya  birlikte halka karşı siyasi komplo kuruyor.

*

ABD ise medyada hiçbir tartışma yaşanmadan ve başkanlık kampanyasında hiç sözü edilmeden trilyon dolarlık nükleer silah modernleştirme programı ilerletiyor.

ABD’nin dünyadaki tüm ülkeler üzerindeki devasa nükleer üstünlüğü göz önünde bulundurulduğunda, yeni nükleer silahların ve gönderme araçlarının, özellikle de ordu kurumunun kimi kesimlerinin durup düşünmesine yol açacak kadar tehlikeli olanların geliştirilmesine her zamankinden fazla para akıtmak için neden acele ettiği, anlaşılamıyor?

*

ABD’nin Rus güçlerinin Letonya’ya yönelik müdahalesine yanıt verdiği bir Nükleer senaryonun taslağı konuşuluyor.

İki küresel nükleer güç arasındaki terör dengesi değiştiği için nükleer silaha başvurma konusundaki senaryolar değişmiştir.

Sonuçta, “İkinci Nükleer Çağ”;  Nükleer bir silahı, bir çatışmada hem erkenden hem de ayrım yapmaksızın nasıl kullanabileceğini enine boyuna düşünen savaşçıları içeriyor.

Daha küçük ama daha yeni hassas yedek stoka: Daha düşük ve çeşitli ürünlere ve özel etkili silahlara: Daha değişik gönderme araçlarına: Daha büyük dağılıma ve sevkiyata: Nükleer olmayan yeteneklerle daha fazla entegrasyona yönelmeye: Esnekliği ve güvenirliği en üst düzeye çıkarmaya dayanıyor.

*

Bu planın bileşenleri arasında, geçen ay Romanya’da kurulmuş olan gibi Rusya ve Çin sınırlarına füze savunma sistemleri yerleştirmek ve Güney Çin Denizi’nde, Baltık Denizi’nde, Karadeniz’de olduğu gibi önemli su yollarına egemen olmakta bulunuyor.

Bu politikalar, Rusya’nın ve Çin’in, balistik füze taşıyan denizaltılar aracılığıyla gerçekleştirilecek olanlar dahil, bir nükleer ilk vuruşa misilleme yapmasını zorlaştırmayı amaçlıyor.

*

Ancak ABD’nin nükleer egemenliğine akıtılan paraya ve kaynaklara rağmen, Rusya’ya ya da Çin’e karşı bir nükleer savaşı kazanılabileceği düşüncesi bir çılgınlıktır.

Düşük verimli taktik nükleer silahların kullanılması dahi milyarlarca insanın, hatta bütün insanlığın öleceği bir çatışmaya dönüşebilecektir.

*

ABD militarizminde pervasız entrikacılığının derinlere giden tarihsel bir geçmişi bulunuyor.

İçeride artan toplumsal muhalefetle ve küresel ekonomik gücünün uzun süreli gerilemesiyle karşı karşıya olan Amerikan Plutokrasisi, zorlu krizini askeri yollarla çözmeye çalışıyor.

Onun pervasız eylemleri, daha şimdiden birbirini izleyen yıkıcı ve kanlı maceralarla sonuçlanmıştır.

*

Obama yönetimi, birbirini izleyen yaklaşık sekiz yıldır savaş sürdürmüş olmakla ayırt edilmesine karşın, Ortadoğu’da ve Rusya ile Çin’e karşı her zamandan daha saldırgan bir askeri güç sergileme peşinde koşan bir ordu ve siyaset kurumundan gelen baskı ile karşı karşıya bulunuyor.

Bu baskılar, Kasım seçimlerinden sonra, ister Clinton seçilsin isterse Trump, hesaplanamaz sonuçlarla patlayacaktır…

*

Bu noktada Rusya Devlet Başkanı V.Putin, St. Petersburg Ekonomik Forumu’nda gazetecilerin sorularını yanıtlıyor:

“ABD’nin Avrupa’da askeri varlığını arttırmasının nedenini bilmiyorum, ancak buna karşılık vermek zorunda kalacağımızı kesinlikle biliyorum.

Halbuki dünyayı tamamen farklı bir boyuta taşıyoruz.

Ama dünyadaki güç dengesini korumak bizim için de önemli.

ABD, Doğu Avrupa’ya 500 km. kadar uzaklıktaki bir hedefi etkileyebilen füze savunma sistemlerini yerleştiriyor.

Fakat teknoloji gelişiyor, bir yıla kadar ABD’nin ne zaman 1000 km. hatta daha uzun menzilli yeni bir füze alacağını biliyoruz.

O andan itibaren de bizim nükleer gücümüzü tehdit etmeye başlayacaklar” diyor…

28.6.2016

Ahmet Kılıçaslan Aytar

Türker Ertürk; TRUVA ATI

TRUVA ATI

 Geçtiğimiz Perşembe (23 Haziran 2016); ülkemizde İngiltere olarak bilinen, esasında İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’dan müteşekkil Birleşik Krallık’ta referandum vardı. Avrupa Birliği’nin (AB) önemli üyelerinden biri olan bu ülkede, AB üyeliğine devam edip etmeme konusu oylandı ve referandumdan “ayrılma” kararı çıktı.

Katılımın yüzde 72 olduğu referandumda; seçmenlerin yüzde 52’si AB’ye “hayır” derken, yüzde 48’lik kesim üyeliğin devamından yana tercih yaptı. Böylece; 1 Ocak 1973’de, o zamanki adı ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) dahil olan Birleşik Krallık’ın, AB üyeliğini sona erdirecek süreç başlamış oldu.

Esas Neden Ne?

Referandum sonuçlarının; siyasetten ekonomiye ve mali piyasalara kadar, küresel çapta olumsuz etkileri hemen gözüktü. Zaman içinde, bu etkiler genişleyerek daha da artacak. Ayrıca, AB’nin geleceğine ve Avrupa Bölgesi’nin istikrarına ciddi biçimde zarar verecek.

Referandum sonucu üzerine basında yer alan analizler, çok ve çeşitli. Çoğuna katılmamak, mümkün değil. Ama gerçek neden ne? Nereden çıktı bu? Niçin şimdi? Küresel çaptaki büyük resmin içinde, bu referandum sonucunun bir anlamı var mı? Yanıt verilmesi gereken sorular bunlar!

Tek cümle ile özetlersek; Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması kararı ile ABD, Almanya’ya sıkı bir darbe vurmuştur. Şimdi müsaadenizle, niçin böyle bir kanıya vardığımızın, özet analizini anlatmaya çalışacağız.

AB’yi Kim Kurdurdu?

Tarihsel bir arka planı olsa da, bugün AB olarak adlandırılan Avrupa’daki birliği ABD kurdu dersek, yanlış olmaz. Çünkü; II. Dünya Savaşı (1939-1945) henüz bitmiş, Avrupa harabe haline gelmiş, Sovyetler Birliği bir güç olarak ortaya çıkmış ve her şeyden önemlisi, sosyalizm Avrupa’da yaşayan kitleler için cazibesini arttırmıştı.

ABD açısından; Avrupa yalnız bırakılamazdı, yoksa sosyalizmin ağına düşer ve Sovyetler Birliği’nin etki alanına girerdi. NATO 1949’da kuruldu, 1948-1951 arasında Marshall Planı yürürlüğe kondu, 18 Mayıs 1951’de bugünkü AB’ye evirilecek olan Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (Belçika, Federal Almanya, Fransa, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda) kurduruldu.

Soğuk Savaş’ın (1947-1989) bitiminden sonra, 1951’de Avrupa Kömür Çelik Topluluğu olarak kurulan, bugün AB halini alan birlik; 28 üyeye ulaşmış ve her geçen gün, inişli çıkışlı da olsa, aynen ABD gibi Avrupa Birleşik Devletleri’ne doğru eviriliyordu. Bu, ABD’nin istediği bir şey değildi!

Hitler’in Beceremediğini Kimler Beceriyor?

Güçlü ekonomisiyle, AB’nin lideri ve motor gücü Almanya idi. Birliğini geç kuran (1871), her iki küresel savaşı küresel güç olabilmek için başlatan ve her ikisinde de kaybeden Almanya, geçmişte silahla yapamadıklarını şimdi adım adım barış içinde gerçekleştiriyordu. Özellikle; Soğuk Savaşın bitiminden sonra ekonomik gücü ve tarihin ona bahşettiği fırsatları değerlendirerek.

  1. Wilhelm’in ve Hitler’in beceremediğini, Şansölyeler Helmut Kohl, Gerhard Schröder ve Angela Merkel becermiş ve beceriyorlardı. Almanya; sessiz ve derinden gidiyor, bildiğini ve grand stratejisinin (büyük strateji) gereğini yapıyordu. Drang nach Osten (Doğuya yöneliş veya hücum), Lebensraum (Yaşam alanı) ve ABD egemenliğini kırmak ve Sovyetler Birliği ile ilişkileri normalleştirmek amacıyla oluşturulan Ostpolitik çizgisi, aşağı yukarı devam ettiriliyordu.

Kim Savaş Çığırtkanlığı Yapıyor?

Almanya; petrol, doğalgaz ve hammadde zengini Rusya’yı tehdit olarak görmüyor, işbirliği yapılacak ortak olarak görüyordu. ABD ise; Almanya’nın bu tavrından hoşlanmıyordu. ABD de Rusya’nın tehdit olmadığını biliyordu ama Rusya’yı tehdit olarak göstermek istiyordu. Çünkü Rusya; ABD hegemonyasına direniyordu, Ukrayna ve Suriye’de bunu ziyadesiyle göstermişti. Ayrıca; tek kutuplu dünya düzenine itiraz ediyordu, hala çok büyük bir ülkeydi (17 milyon km²) ve bölünmesine ihtiyaç vardı. İşte bu nedenle; Rusya kuşatılıyor, çevresi istikrarsızlaştırılıyor, ekonomisi çökertilmek için silahlanma yarışına sokuluyor ve petrol fiyatlarına manipülasyon yapılıyordu.

Çok uzağa gitmeye gerek yok. Referandumdan önceki hafta, Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmaier, NATO’nun Doğu Avrupa’daki tatbikatlarını eleştirdi ve ittifakı “savaş çığırtkanlığı” yapmakla suçladı.

Bugünü Kim Önceden Gördü?

ABD, Almanya merkezli AB’nin güçlenmesinden, gittikçe daha sıkı bir birlikteliğe doğru dönüşmesinden, kendisinden bağımsız bir Avrupa siyaseti güdülmesinden, Rusya ve Çin’e yanaşmasından pek hoşlanmıyordu. Bu yüzden; Almanya’yı ve Almanya’nın liderlerini, istihbarat örgütleri vasıtası ile dinliyordu.

ABD sonunda kararını verdi, AB’nin içine bu günler için sokulan Truva Atını manipüle etti ve en kritik anda Almanya’yı ve AB’yi vurdu. Fransız asker ve siyasetçi Charles de Gaulle (1890-1970), öngörü sahibiydi. Bugünleri görmüş ve Birleşik Krallık’ın Birliğe girme isteğini 1963 ve 1967’de olmak üzere, iki kere veto etmişti.  Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle, Birleşik Krallık’ı; Birlik içinde ABD’nin Truva Atı olurgerekçesi ile veto etmişti.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

 

Türker Ertürk; Oruç,namaz yoksa deprem..!

AYDINLANMA YOKSA, FELAKET VAR!

Dün sabah (25 Haziran 2016) Yalova açıklarında meydana gelen depremin nedeni, Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nde ders veren Eyüp Çavuşoğlu’na göre; oruç tutmamak, namaz kılmamak ve Allah’ı inkar etmek…

Bu zihniyete göre depremler, Allah’ın bir gazabı ve cezalandırmasıdır. Bugün iktidarda bulunan bu dünya görüşüne göre; insanlar azdığında Allah dünyayı sallamakta ve insanları çoluk çocuk, yaşlı genç, günahlı günahsız bakmadan öldürmektedir.

İlahi mesajı bu şekilde anlayan insanlara göre; yağmur da Allah’ın bir mükafatı veya rahmetidir. Ama ne yazık ki, en az kutsal topraklara yağmaktadır yağmur! Aydınlanmanın gerçekleştiği, aklın ve bilimin egemen olduğu dünyada ise; deprem ve yağmur bir doğa olayıdır.

Dünyanın pek çok bölgesinde, deprem ve tayfun gibi doğa olaylarında can ve mal kayıpları oluşur. Meydana gelen bu doğa olaylarının şiddetini, bölgelerini, orada yaşayan toplumun yapısını, neden olduğu can ve mal kayıplarının oranını analiz ettiğimizde; çok dikkat çekici bir sonuç göze çarpmaktadır.

Depreme maruz kalan toplum eğer aklın ve bilimin egemen olmadığı bir toplum ise, orada bu doğa olayının meydana getirdiği felaketin derecesi de çok yüksek oluyor.

Saygılar sunarım.

Türker Ertürk

Londra’da yılın en büyük yürüyüşü

      Londra’da 50 bin gay-lezbien toplandı;

                   Yılın en büyük yürüyüşü

London’s Pride Day (Londra’nın Gurur günü) yaklaşık 50 bin gay-lezbian katılımıyla gerçekleşti. İngiltere’nin Avrupa Birliğinden ayrılma referandumundan 1 gün sonra yapılan miting ve yürüyüş bu yıl Londra’da yapılan gösterilerin en büyüğü oldu. Londra Belediye Başkanı Sadık Khan’ın ve çok sayıda sanatçının da yer aldığı miting ve yürüyüş çok renkli görüntülere sahne oldu.  LGBT toplumu tarafından gerçekleştirilen 43. Pride Day gösterilerinde bu yıl iki hafta önce ABD’de Orlando kentinde gay-lezbien katliamını protesto etmek için saygı duruşu yapıldı. 300 Organizasyon tarafından desteklenen yürüyüşte bazıları gay olan yada LGBT toplumunun haklarını destekleyen çok sayıda polis ve devlet memuru yer aldılar.  Regent Street’te bulunan BBC merkezi önünde toplanan LGBT toplumu, yaptıkları yürüyüşte  Amnesty İnternational imzası  ile  ‘Love is a Human Right’ yazısı olan pankartları ve ‘Acceptence without exemption’ yazılı ayrımcılığa karşı mesajları taşıdılar.

LondraPosta-Londra

Ahmet Kılıçaslan Aytar; ‘Kal’ ve ‘Ayrıl’ ayni güçlerin kampanyaları idi.

YOKSULLUĞA VE SAVAŞA DOĞRU

Britanya’nın Avrupa Birliği’ndeki üyeliği üzerine 23 Haziran referandumundan ayrılma kararı çıktı.

Karar uluslararası büyük öneme sahip konuları gündeme getirdi.

“Kal” ve “Ayrıl” kampanyalarına, her ikisi de daha fazla kemer sıkmayı, göçmen karşıtı acımasız önlemleri ve çalışanların haklarının yok edilmesini savunan milliyetçi güçler önderlik etti.

Onların birbirlerinden farkı ise ekonomik durgunluk ve militarizm ile savaşın tırmanmadığı koşullarda, Britanya kapitalizminin çıkarlarının Avrupalı ve uluslararası rakiplerine karşı nasıl en iyi şekilde savunulacağı üzerineydi…

*

Seçmenin önüne “Kal” ya da “Ayrıl” sorusunun konulması, her iki seçeneğin de sonuçları hakkında kavranması gereken çok şeyi gizledi.

Başbakan Cameron, İngiltere’nin AB’den ayrılması için referandum teklifi verdiğinde,

Genel Başkanı olduğu Muhafazakâr Parti’nin, kamuoyu araştırmalarına göre oy oranını en çok artıran partilerden biri olan sağcı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’ni (UKIP) geriletmeyi öngörüyordu.

Cameron, aynı anda UKIP’in göçmen karşıtı yabancı düşmanlığından, resmi politikayı daha fazla sağa kaydırmak için yararlanmaya çalışacaktı.

Nitekim seçmenlerden, Cameron’ın diğer AB liderleriyle uzlaştığı dört koşul temelinde, “Kalma” ya da “Ayrılma” konusunda karar vermeleri istendi.

*

Bu koşullar şunlardı:

1-Sosyal yardım yapılması gereken AB’li göçmenlere yedi yıl sürecek bir fren,

2-AB’li göçmenlere çocuk yardımlarının kendi ülkelerindeki düzeyde tutulması,

3-Britanya’nın, AB’in giderek daha sıkı bir birlik oluşturma yönündeki mutabakatından dışta tutulması,

4-Londra ticaret ve finans merkezini etkileyen mali düzenlemelere geçici bir fren uygulama hakkı.

*

Sonuçta Britanya hangi taraf kazanırsa kazansın, bedelini çalışanların ödeyeceği bir halk oylamasına sahne oldu.

Bu, bir kötünün iyisini seçme sorunu değildi; her iki seçenek de eşit ölçüde berbattı.

Üstelik çalışanların düşüncelerinin ifade edilmesi, kasıtlı olarak dışarıda tutulmuştu.

*

“AB’de Kalma” yönündeki oylar yalnızca AB kurumlarını onaylanmak anlamına gelmedi.

Cameron’ın, Britanya’nın AB’de kalmasının koşulu olarak görüştüğü şartlar; hükümetinin göçmenlere yönelik saldırılarını ve Britanya bankaları ile mali kuruluşlarının faaliyetlerini koruma önlemlerini onayladı.

*

“AB’den Ayrılma” yönündeki oylar ise Britanya’nın egemenliği ve bağımsızlığı: çalışanların yoğunlaştırılmış sömürüsünün önündeki bütün engellerin kaldırılması: göçün daha amansız bir şekilde kısıtlanmasının kılıfı olarak değerlendirildi.

*

Şimdi “Ayrıl” kararı yalnızca Britanya’daki değil ama onun kıyılarının çok ötesindeki çalışanları da etkileyeceği kesindir.

O yüzden 23 Haziran’dan sonra yalnızca Britanya’da değil ama tüm Avrupa’da kaçınılmaz şekilde ortaya çıkacak olan şiddetli sınıf çatışmalarına hazırlanılması ihtiyacı yeni politikaların oluşmasına neden olacaktır…

*

Bu anlamda referandum, aslında AB’nin Avrupa’nın gerçek ve gerekli birleşmesini gerçekleştirmenin bir aracı olmadığını,

Ama kıtanın, mali piyasaların dayatmalarına boyun eğdirilmesini amaçlayan bir düzenek,

Rakip devletlerin kendi aralarında mücadele ettiği ve çalışan kesimlere karşı komplo kurulan bir forum olduğunu gösterdi.

*

AB’nin 2008 mali çöküşünden bu yana, egemenlerin  bizzat kendi eserleri olan krizden bir toplumsal karşı-devrim gerçekleştirmek için yararlanma çabaları şimdi daha hızlanacaktır.

Çalışanlar işlerde, ücretlerde ve toplumsal koşullarda sonu gelmeyen kesintilere maruz kalırken, yeniden bankalara ve vurgunculara milyarlarca avro bağışlanacaktır.

Yunanistan ve diğer ülkeler, AB’nin ve Avrupa Merkez Bankası’nın emriyle batırılmış ve bu ülkelerin halkları aşırı yoksulluğa itilmişti.

Doğrusu AB zaten sosyal demokrat ve liberal savlarından sıyrılmakla bu çabayı gösteriyordu.

*

Artık buna, milliyetçiliğin ve yabancı düşmanlığının en zehirli biçimlerinin kasıtlı olarak kışkırtılması eşlik edecektir.

Avrupa hükümetlerinin kıtanın bir daha asla gamalı haçın ve kaba kuvvetin egemenliğine tanık olmayacağını ilan ettiği on yılların ardından,

Müslüman ve göçmen karşıtı propaganda, kemer sıkmanın yarattığı toplumsal krize günah keçileri sağlamak ve aşırı sağ ve faşist hareketlerin gelişmesini teşvik etmek için kullanılacaktır.

*

Britanya;Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da emperyalist güçlerin yarattığı savaşlardan, zulümden ve sefaletten kaçan çaresiz insanlar dalgasına kapılarını kapatmıştır.

Artık AB’nin talimatı doğrultusunda sınırlara tel örgüler çekilebilir ve toplama kampları kurulabilir.

Ne ki, bugün göçmen işçilere karşı alınan önlemler, yarın tüm çalışanlara yönelecektir.

Egemenler,toplumsal eşitliğe ve büyüyen kitlesel öfkeye yanıt olarak otoriter yönetim biçimlerine hazırlanıyor.

“Terörle mücadele” adına iktidarın güvenlik aygıtlarını geliştiriliyor, kitlesel gözetleme arttırılıyor ve demokratik haklar ortadan kaldırılıyor…

*

Doğu Akdeniz’de ve Karadeniz’de artan bir sıklıkla deniz kuvvetleri tatbikatları sahneleniyor.

NATO, Doğu ve Orta Avrupa ile Baltık devletlerine binlerce asker konuşlandırmıştır.

ABD, Sovyetler Birliği’nden sonra, NATO’nun açık bir şekilde Rusya karşı karma savaş hazırlıkları olarak tanımladığı şeyin parçası olarak, Avrupa’daki nükleer füze cephaneliğini genişletiyor.

Bu gerilimler kıtayı askeri çatışmaya sokmakla tehdit ediyor…

*

Ayrılma kampanyasının ekonomik gündemi, küresel bir finans merkezi olarak imparatorluğun altın çağını yeniden yaşama umudu vaad eden Londra bankalarının ve mali kuruluşların bakış açısından şekillendirilmiştir.

UKIP ve diğerleri, dünyaya katılmak amacıyla Avrupa’dan ayrılmaktan söz ettiklerinde, yıllık asgari ücretlerin 600 sterlin ile 1.000 sterlinin biraz üstü arasında değiştiği Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Çin gibi ülkeler tarafından sunulan yatırım fırsatlarından daha iyi yararlanma hakkını ileri sürüyor.

Bu amaçla Britanya’daki işçilerden, ulusal çıkarlar uğruna ücretlerinden ve çalışma koşullarından özveride bulunmalarını talep etmeye hazırlanılıyor…

*

AB’den ayrılmanın ekonomiye ve işlere yönelik etkisine ilişkin tahminler büyük bir çeşitlilik gösteriyor.

Ama Avrupa ile ticaretin kesilmesine dayanan bir en kötü durum senaryosu, gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 9’una varan bir kayıp olacağını hesaplıyor ki, bu 2008 çöküşüne eşdeğerdir.

*

Bu özellikle gelişen küresel ekonomik durgunluk koşulları altında, ulusal ve ayrılıkçı gerilimleri dizginlerinden boşaltacak ve korumacılık ile ticaret savaşı yöntemlerini teşvik edecek şekilde tüm kıtanın ve bizzat Birleşik Krallık’ın parçalanmasını hızlandıracaktır.

Sadece bu da değil!

AB, yeniden canlandırılamaz şekilde parçalanıyor…

26.6.2016

Ahmet Kılıçaslan Aytar

Londra Tatili

Londra Tatili için ideal konaklama

Londra’da kısa dönem tatil yada iş gezilerinizde ideal konaklama çözümü. Knigtsbride bölgesşinde ünlü Harrods mağazasına yakın lüks studyo-1 oda 1 salon-iki oda-üç oda lı daireler.Ailenizle birlikte yada guruplar olarak Londra’nın en lüks semtlerinde birinde konaklama olanağı.  Turizm sezonu dahil bütün yıl boyunca değişmeyen fiyatlarla.   Günlük 145 sterlin.

‘LondraPosta’ izleyicileri için indirim yapılır.

Harrods a yürüme mesafesinde.24 saat reception ,güvenlik mevcut

studio,1 oda ve 1 salon ve 2 oda ve 1 salon ve 3 oda ve 1 salon..

kısa dönem-studio gunluk-145 pound günlük-high season

Tel; 07538221717

 

 

Türker Ertürk; Cogito ergo sum

COGITO ERGO SUM

Yalakadan, şakşakçıdan, iktidarın civarında kümelenerek ve ona destek vererek kişisel çıkarları peşinde olandan sanatçı olmaz; olsa olsa soytarı olur.

Sanatçı; otoriteyi sorgular, eleştirir ve muhalefet eder, asla dalkavukluk yapmaz. Sanatçı; yaşama dair tavrı, çizgisi ve rotası olan insandır. Sanatçı; eserlerine tavrını, çizgisini ve rotasını imzasıyla atandır.

Günümüzden 400 yıl önce  yaşamış René Descartes‘in; Latincesi ile “Cogito ergo sum”, Türkçesi ile “Düşünüyorum, öyleyse varım” diyen sözlerinin arkasını dolduran, yaşamında içselleştiren ve var olduğunu düşünerek gösteren insandır sanatçı.

Sanatçı, yaklaşık 100 yıl önce doğan Albert Camus‘un dediği gibi; “Düşüncesini eyleme çeviren, itiraz eden, hayır demesini bilen ve başkaldıran insandır.”

İşte bu kıstasları esas aldığımızda Erol Evgin; iyi bir yorumcu ve iyi bir sanatçıdır. Gerisi ise lafı güzaf ve Ortaçağ karanlığının hezeyanlarıdır.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

 

 

 

Nurullah Aydın; Yeni gericilik sınıf,gelenek ve din karışımı bir kültür oluşturdu.

Nurullah AYDIN

24 Haziran 2016-ANKARA

HALK VE AYDINLAR

 

Propaganda ve dezenformasyonla insanlar aldatılıyor, kandırılıyor ve yönlendiriliyorlar.

Tarih boyunca her toplumda bir avuç seçkin; halk yığınlarının emeği üzerinde saraylarda köşklerde yaşam sürmüşlerdir.

Kimi din adına, kimi soyluluk adına, kimi askeri güç adına, halk yığınlarını sömürürken, çağımızda demokrasi denilen kapitalist sömürü çarkında yöntem değişmiş, sömürme değişmemiştir.

Öylesine ki aydınlar; her dönem halk yığınlarını sindirmede susturmada ya da gerçekleri algılamasında öncü rolü oynamışlardır. Hala da oynamaktadırlar.

Çağdaş ve modern Türk devletinin elitleri halktan kopmuştur.

Yazılı ve görsel medyada, sıradan vatandaşın anlamayacağı anlamsız sözcüklerle, birbirlerine ne kadar entelektüel olduklarını kanıtlama yarışı içine girdiler. Hedef kitleleri sıradan vatandaş değildi ve halka ulaşmak gibi bir dertleri yoktu.

Din tüccarları-siyasal İslamcılar ile Cumhuriyetle hesabı olanlar ise, vatandaşın anlayacağı tarzda sade, basit ve anlaşılır cümlelerle halka ulaşmayı ve onların dini hassasiyetlerine hitap etmeyi bildiler.

Oluşan kültür; sınıf, gelenek ve din gibi öğelerden meydana gelen bir kültür karışımıdır. Eylem ve söylemleriyle bu kültür karışımının dışına düşenler ve bu karışımın kökenini anlayamayanlar kaybediyor. Bu, halkı anlama birikimi ile ilgili bir olgudur. Batı eğitimini almış ve batı kültürüyle yetişmiş, laik birisi, Batı kültürünü Türk kültürüyle bağdaştırarak halkı batının değerleriyle buluşturmayı başarabilir.

Bu ülkenin vatansever aydınları;

Halkın içine girerek kenar mahalle ve köy kahvelerine gidip, insanlarla sohbet etmelidir.

Köy öğretmeni ve cami imamlarıyla konuşmalıdır.

Mahalle esnafının düşüncelerini öğrenmelidir.

Siyasal İslamcılar tarafından hiç aksatılmadan düzenlenen ev sohbetlerinde neler konuşulduğunu ve ev hanımlarına nasıl ulaşıldığını gözlemlemelidir.

Ayrıca, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya da, İran, Mısır, Fas, Cezayir, Tunus, Pakistan, Afganistan ve Endonezya gibi Müslüman ülkelerde radikal İslamcıların halkı nasıl yanlarına çektiklerini, yönetimlere nasıl nüfuz ettiklerini ve din adına yapılan katliamları okumalıdır. Türkiye de uygulanan yöntemlerle örtüştüğü alanları bilmelidir.

Televizyonlarda ve mitinglerde, kahrolsun şeriat yaşasın laiklik diye bağıran sözüm ona Atatürkçü elit, Cumhuriyeti koruduğunu zannediyor.

Bildiğiniz gibi şeriatın lügat anlamı hukuk demektir. Fakat kenar mahalle ve köy kahvelerindeki sıradan vatandaşla konuştuğunuz zaman, Beyim şeriat demek İslam ve kuran-ı Kerim demektir. Bu dinsiz laikler benim dinime küfrediyor, diyorlar. Vatandaşın kafasında bu algıyı yarattıktan sonra, bu halkın laik Cumhuriyete sahip çıkmasını nasıl bekleriz?

İnsanların din ve inanç özgürlüğüne saygılı olarak Laikliği ve laik Cumhuriyeti savunmak bu mudur? Bu mütedeyyin dindar sıradan vatandaşı laikliğe ve laik Cumhuriyete düşman etmez mi? Din tüccarlarının ekmeğine yağ sürmez mi? Böyle çağdaşlık mı olur?

Yine bu ülkenin insanları, İslam ve Allah adı kullanılarak aldatılıyor.

Helal gıda, helal giyim, helal evlilik sitesi ve helal seks mağazası gibi akla hayale gelmedik her alanda dini değerler ve semboller fütursuzca istismar edilİYOR..

Gazetecisi, akademisyeni masalarından kalkıp, odalarından çıkıp halkla iç içe olmalıdır.

Her şeyi ben bilirim havasını bırakıp, büyüklük kompleksinden sıyrılmalıdır.

Halkın değerleriyle bütünleşmek, ve çağdaş bilime dayalı değerleri anlatmak, öğretmek sorumluluğundadır.

Günün Sözü: Kişiliği gelişmemiş, eğitimle robotlaştırılanların yönetici olması, bir toplum ve devlet için felakettir.