Türker Ertürk; İngiltere kendi çıkarı için savaş suçu işledi..Ya Türkiye…

 

SAVAŞ SUÇLULARI

 Irak Savaşı’nın (2003) öncesinde ve sonrasında, İngiltere’de (Birleşik Krallık)  alınan kararların uygunluğunu ve doğruluğunu soruşturmak amacıyla, 2009’da bir komisyon kuruldu. Sör John Chilcot başkanlığındaki 5 kişilik bu komisyon; Irak Savaşı’na girilmesi ve savaşın yönetimi konusunda açılan ilk soruşturma da değil, ama en kapsamlısı.

Irak Savaşı’na gerekçe gösterilen; “Saddam Hüseyin’in kitle imha silahları bulundurduğu” iddialarının asılsız olduğu ve gerçeğin savaşı açanlar tarafından bilindiği ve bahane olarak kullanıldığı anlaşılmıştı.

Chilcot Soruşturması

Biliyorsunuz, zamanın İngiltere Başbakanı Tony Blair, geçen yıl CNN International’a yaptığı açıklamada, Irak Savaşı’ndaki hatalarından dolayı özür dilemiş ve IŞİD’in ortaya çıkışında Irak Savaşı’nın etkisinin olup olmadığı sorusuna; “Bu fikirde doğruluk payı olabilir ama tek neden bu olamaz” diye yanıt vermişti.

Londra’da yaşayan, savaş ve kriz bölgelerinin muhabiri olan Mahir Tan’dan öğrendiğimize göre;İngiltere’nin 2003 Irak Savaşı öncesinde ve sonrasında ABD ile birlikte oynadığı rol, artık yargılanabilir düzeye çekildi. 6 Temmuz 2016’da açıklanması beklenen ‘Chilcot Soruşturması’, şimdiden medyaya sızdı.

Yargılanmaları Bekleniyor

İngiliz ‘Sunday Times’ gazetesinin 22 Mayıs 2016 tarihli manşet haberine göre; Chilcot Komisyonu tarafından, dönemin Başbakanı Tony Blair, Dışişleri Bakanı Jack Straw, MI6 Başkanı Richard Dearlove ve işgal sonrasında Güney Irak ve Basra’da yönetimi oluşturan İngiliz Ordusu’nun üst düzey generallerinin çoğunluğu, savaş suçu niteliği oluşturacak  iddialarla suçlanıyor.

Hazırlanması 7 yıl süren ve 2.6 milyon kelimeden oluşan Chilcot Soruşturmasında; çok sayıda İngiliz üst düzey hukukçu, devlet adamı, istihbaratçı ve asker görev aldı.  Chilcot Soruşturması sonuçlarının açıklanmasından sonra Tony Blair’in; “Parlamentoya yalan söylemek, savaşa yol açan sahte belgeleri hükümete vermek, yetkilerini aşarak ABD Başkanına savaştan 1 yıl önce, 2002 yılında askeri destek sözü vermek” suçlamaları ile, uluslararası bir mahkemede yargılanmasının istenmesi bekleniyor.

Geçtiğimiz hafta İskoçya Başbakanı Alex Salmond; Chilcot Raporuna bağlı olarak, Tony Blair ve diğer sorumluların uluslararası mahkemede yargılanması için harekete geçeceğini açıklamıştı.”

Kes Yapıştır

Gerek ABD’de yapılan 11 Eylül 2001 terör saldırıları, gerekse bu saldırılar sonucunda, 7 Ekim 2001’de Afganistan’a karşı ve 20 Mart 2003’de Irak’a karşı başlatılan savaşların öncesinde ve sırasında, bu köşenin yazarı da Londra’da görevliydi ve Türk Silahlı Kuvvetleri adına bu konudaki çalışmalara ve İngiltere Savunma Bakanlığı’nda (MOD) yapılan çok sayıdaki toplantılara katıldı.

O zaman da, Irak Savaşı’nın gerekçesi yapılan bahanelerin uydurma ve yalan olduğu belliydi. Aklı başında İngiliz diplomatı ve askeri, durumun farkındaydı. Basına, Saddam Hüseyin’in kitle imha silahlarını atacak füze rampalarının fotoğrafları dağıtılmıştı. Çok geçmeden; bu fotoğrafların Pakistanlı bir doktora öğrencisinin tezinden alındığı, “kes yapıştır” yapıldığı, Irak’la ilgisinin olmadığı anlaşıldı ama fark etmezdi. Çünkü; karar verilmişti, Irak’a müdahale edilecek ve bölge yeni baştan dizayn edilecekti.

Savaşa Hayır

Tüm dünyada savaş karşıtı gösteriler yapıldı, 600 merkezde 30 milyon insan; savaşa hayır sloganları ile sokaklara döküldü. 15 Şubat 2003’de, Londra’da 1 milyon insan toplandı ve Hyde Park’a yürüdü. Biz de bu kalabalığın arasındaydık. Çok yakın zamanda, İngiliz İşçi Partisi’nin (Labour Party) liderliğine gelen ve partiyi fabrika ayarlarına döndürmeye çalışan Jeremy Corbyn de o gün, “savaşa hayır” organizasyonunun içindeydi.

İtalya’nın başkenti Roma’da 3 milyon insan toplandı ve “savaşa hayır” dedi. Ama halkların ve sokaktaki kalabalıkların ne düşündüğünün ve ne dediğinin kıymet-i harbiyesi yoktu!

Bağırsaklarımızı Temizlemeliyiz

Irak’ta, gerçekten savaş suçu işlendi. İngiltere, stratejik müttefiki olan ABD ile beraber hareket etti. Çünkü bu işte çıkarı vardı! Ya Türkiye! Aynı tip insanlık suçlarını, AKP liderliğinde Suriye’de işledi. Teröre yardım ve yataklık etti, emperyalizmin vekâlet savaşına destek verdi. Hem de ne destek!

Peki, Türkiye’nin bu işte çıkarı var mıydı? Hayır. Çıkarı olabilir miydi? Kesinlikle hayır. Hatta; destek verdiği bu savaşın hedeflerinden biriydi! Ülkemizin iktidarını elinde tutanlar, bu insanlık suçlarını kendi siyasi ikballerini devam ettirebilmek için işlediler. Sorumlular mutlaka, hem uluslararası hem de ulusal mahkemelerde yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır. Bağırsaklarımızı temizlemeden ve temizletmeden; çağdaş uygarlık yolunda esenlik içinde ilerleyebilmemiz mümkün değildir.

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

 

 

 

 

 

Onur Öymen; Almanya Parlamentosundaki ‘Soykırım’ tasarısı yasaya aykırıdır

Onur Öymen Uyardı;

‘Almanya yasadışı bir ‘Ermeni Soykırımı’ kararı alabilir ‘

İngiltere Türk Dernekleri Federasyonu Başkanı Jale Özer, Onur Öymen ve eşi ile İstanbul Divan Restoran’da yemekte kısa bir toplantı yaptı.

Onur Beyin Berlin konferansı sonrasında yapilan bu yemekte Onur Bey,  ” Almanya Parlamentosunda sözde Ermeni soykırımı ile ilgili bir tasarının çıkma ihtimali konusunda bilgi verdi.

Deneyimli Diplomat Öymen şunları  söyledi: ‘Yeşiller Partisi milletvekili Hans Christian Ströbele’ye özellikle Ermeni soykırımı iddiaları ve PKK terörüyle ilgili gelişmeler hakkında bilgi verdim ve yanlış bilgilerden kaynaklandığı anlaşılan görüşlerini cevaplandırdım.’

Onur Öymen’in açıklamalarına devamla;’ Ströbele’nin söylediklerinden Alman Parlamentosunun 2 Haziran tarihinde yapacağı toplantıda Ermeni soykırımı iddialarını destekleyen bir karar tasarısının kabul edilme şansının yüksek olduğu anlaşılmaktadır. AHİM’in Perinçek davasıyla ilgili olarak verdiği Türkiye lehindeki karara ve Fransız Yüksek Mahkemesinin 16 Ocak 2016 tarihinde açıkladığı görüşe göre yetkili mahkeme kararı olmadan parlamentoların ve hükümetlerin bir olayı soykırım olarak nitelendiremeyeceklerini anlattık. Türkiye’nin lehindeki bu yargı kararlarına rağmen Yeşiller Partisiyle Başbakan Merkel’in lideri olduğu Hıristiyan Demokrat Parti ararsında Ermenilerin beklentisi doğrultusunda bir karar çıkması ihtimalini ciddiye almak lazımdır’ dedi.

Daha sonra Onur Bey’in yeni çıkan kitabı üzerine konuştular. Onur Öymen’in bu çok önemli kıtabı ” Arka Plan” Teröre Yön Verenler , tarih boyunca iktidar için şiddet ve terör yoluna kimlerin başvurduğunu çok iyi açıklıyor. Dünyada terörle nasıl mücade edildiğinin yanında, Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemindeki ayaklanmaları kimlerin desteklediğnden, bugünkü PKK terörüne kadar çok önemli konulara büyük ışık tutuyor.

LondraPosta-İstanbul

TÜMOD ve Anayasa

Öğretim Üyeleri ve ‘yeni’ Anayasa

TÜMOD (Tüm Öğretim Üyeleri Derneği) İstanbul Şubesinin 10 Mayıs günü yaptığı Yönetim Kurulu toplantısının ana konusu ‘yeni’ Anayasa oldu. Şube Başkanı Prof.Dr. Kürşad Polat’ın ‘yeni’ Anayasa ve Türk toplumunun içinde bulunduğu olumsuz şartlara dikkat çektiği toplantıda yer alan İngiltereTürk Dernekleri Federasyonu ve İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Jale Özer de bir konuşma yaptı. TÜMOD Yönetim Kurulu Üyesi olan,Londra türk Toplumunun yakından tanıdığı Dr. Orhan Çekiç’in İstanbul Araştırma enstitüsü adına Pera Müze’de verdiği ‘TBMM de ilk guruplaşmalar ve Meclis İçi Muhalefet’adlı konferansa topluca katılan TÜMOD üyeleri,Kurtuluş Savaşı ve İstiklal Mahkemeleri hakkındaki görsel sunumu izlediler.

Orhan Çekiç; TBMM’de ilk guruplaşmalar

İngiltere Türk Dernekleri Federasyonu ve ADD Başkanı Jale Özer, İstanbul’da TÜMÖD (Tüm Öğretim Üyeleri Derneği)’nin  İstanbul Şubesi’nin 10 Mayıs Salı günü yaptığı Yönetim Kurulu toplantısına katıldı

Şube Başkanı Prof.Dr.Kürşat Polat, son katıldığı Anayasa Platformu hakkında üyelere bilgi verirken,  Jale Özer de ADD İngiltere hakkında bilgi sundu.

TÜMÖD Sekreteri Prof.Dr.Lale Afrasyap, Nobel ödüllü bilim adamımız Prof.Dr.Sencer’in Anıt Kabir ziyareti esnasında, İstanbul TÜMÖD olarak, kendisiyle birlikte olunacağına ilişkin açıklamada bulundu. Öğretim Görevlisi Bahri Eskin, gelecek aylarda yapılacak kültürel etkinlikler hakkında bilgi aktardıktan sonra, hep birlikte, kendisi de  TÜMÖD Yönetim Kurulu Üyesi olan  Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç’in , İstanbul Araştırma Enstitüsü adına Pera Müze’de verdiği konferansa gidildi.

Londra’da verdiği konferanslarla da tanıdığımız Dr. Çekiç, “TBMM’nde İlk Gruplaşmalar ve Meclis İçi Muhalefet” konusunda ve saydamlar eşliğinde yaptığı bu konuşmada,  İstiklal Mahkemelerine de değindi.  Görsel sunum büyük bir ilgi ile izlendi .

LondraPosta-Londra

İngiltere’de AB Referandumu; Kaçın Türkler Geliyor !

 

  İngiltere’nin Referandum tartışmasında ‘Kabus Senaryosu’

        Kaçın Türkler Geliyor.

İngiltere’nin Avrupa Birliğinden Ayrılma konusunda 23 Haziarn günü yapacağı Referandum (Brexit) öncesinde sular ısınırken, Türkiye tartışması  taraflar arasında ‘Ateş Hattı’nı oluşturuyor. İngiltere’nin Avrupa Birliğinden ayrılmasını savunan çoğunluğu iktidardaki Muhafazakar Parti ve UKİP milletvekillerinden oluşan ‘exit’ çiler , göçmenler,yabancı işçiler ve Türkiye konusunu ön plana çıkarıyor. 22 Mayıs günü BBC ekranlarına yansıyan ve İngiliz Medyasının tüm önemli yayın organlarında kapak haberi olan tartışmada bazıları İngiliz kabinesinde bakan olan tartışmacılar, ‘AB içinde kalınırsa Hükümetin, Türkiye’nin AB ye girişine engel olamayacağını’  ileri sürdüler. İngiliz Bakanlarundan Michael Gove ve bazı kampanya liderleri önümüzdeki yıllarda, Arnavutluk,Karadağ, Makedonya, Sırbistan ve Türkiye’nin AB’ye üye olacaklarını,bunun ise 88 milyon insanın Avrupa’ya akması demek olduğunu belirtti. Bu 88 milyonun 80 milyonunun Türkiye’den olduğuna dikkat çeken ‘exit’ gurubu liderleri, ‘Türkiye’de işsizlik ve suç oranının çok yüksek olduğunu’ ileri sürerek ‘AB de kalırsak ülkemiz organize suç ve terör örgütlerinin cenneti olur’ görüşünü ön plana çıkarıyorlar.

     Cameron; Türkiye’ye karşı Veto hakkımız var

23 Haziran refrandumu öncesinde AB den ayrılmayı savunan kampın karşısında yer alan Başbakan David Cameron, BBC ekranlarında yaptığı konuşmada ‘Ayrılma yanlılarının Türkiye’nin Avrupa Birliğine gireceği konusunda yalan ve yanlış bilgi verdiklerini’ ileri sürerek ‘Türkiye’nin AB ye girmeyi talep etmesi için en az 10 yıl gerekir. Üstelik 28 üyenin tümünün tek tek veto hakları var’ dedi. Türkiye’nin AB ye kabul edilmesi konusunda hiç bir olumlu söz söylemeyen Başbakan Cameron; ‘Fransa,Kıbrıs, Yunanistan ve bazı Avrupa ülkelerinin Türkiye konusunda çok kuvvetli çekinceler koyduklarını’ belirterek, taraftarlarının ‘yüreğini ferahlattı’. İngiltere’nin Shengen anlaşması dışında olduğu için Türkiye’ye vize serbestisi verilmesi halinde bile İngiltere’ye Türkiye’den yoğun göç olamayacağına temas eden Cameron, ‘Türkiye korkusunun’ yersiz olduğu tezini işliyor r

eferandum kampanyası boyunca.

     Türkiye’nin ‘orta-doğu’lu imajı ağır basıyor !

23 Haziran’da  yapılacak olan İngiltere’nin ‘Brexit’ referandumu Avrupa’daki politik akımlar ve genel değerlendirmede önemli bir rol oynuyor. Avrupa’nın en önemli Başkenti olan Londra’dan Avrupa’ya pompalanan ‘Türkiye öcüsü’,son iki yılda Türkiye’de yaşanan politik gelişmelerle ilgili. Daha önceleri çıkarları gereği Avrupa ülkelerinin desteklediği Erdoğan rejimi, Suriye olayları ve bu olaylar sonucu ortaya çıkan Avrupa’nın yaşadığı büyük göç krizi nedeniyle yerini ‘geleceği belirsiz diktatoryal bir rejim’ değerlendirmesine terketti. Suriye ve Orta doğudaki terör ve organize suç olaylarına ‘ne derece karıştığı tartışılan’ Türkiye’den Avrupa ülkelerine kitlesel göçler yaşanacağı korkusu şu sıralarda Avrupa Kamuoyunda  yerleşik bir kanaat olmaya doğru gidiyor.

Türkiye’nin giderek rakipsiz kalan ‘Fiili Başkanı’ Erdoğan yazık ki Avrupa’da Türk imajı ile bir tutulmaya başlıyor. Sonu nereye varır kimse bilmiyor.

Mahir Tan       LondraPosta-Londra 

 

 

 

Bandırma Vapurunu yenemezsiniz….

   Londra’da Bayrak ve Atatürk açlığı

Londra’da 19 Mayıs,97 yıl önce olduğu gibi g

emide anıldı. Kurtuluş Savaşımızın önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919 tarihinde Bandırma Vapuru ile Samsun’a çıkarak çürümüş,işgalci düşmanla işbirliği yapan,gerici Osmanlı Devletine karşı ‘kutsal İsyan’ı başlattığı tarihi olay, aradan geçen yaklaşık yüzyıla rağmen giderek yeni bir ivme kazanarak kutlanıyor.  22 Mayıs Pazar günü,TGB (Türkiye Gençlik Birliği) tarafından Times nehrinde bir motor üzerinde kutlanan 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı, İngiltere’de yaşayan Türk toplumunun Türk Bayrağı ve Mustafa Kemal Atatürk ilkelerine bağlılığının yıllar geçtikçe arttığını gösterdi. Her yaştan ve İngiltere’nin her yanından gelen yüzlerce kişilik 19 Mayıs kutlamasında marşlar söylendi, Türkiye’nin tıpkı 97 yıl önce olduğu gibi bağımsızlık ve özgürlüğünün yeniden tehlikeye düştüğü bir ortamda, ‘İmkan ve Şeraitin namüsait’olmasına karşılık gençliğin en ön saflarda mücadele edeceğine yemin edildi.

TGB’nin 22 Mayıs Pazar günü Times turu ile kutladığı 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı, Londra’da kitlesel katılımla yapılan tek 19 Mayıs oldu. İngiltere’nin değişik kentleri ve Londra’nın tüm bölgelerinde gelen Türk Toplumunun ortak söylemi,’ülkemizde iktidarda olan dikta yönetimi, gerici-şeriatçı baskılar,bölücü terör, kanunsuzluk,yolsuzluklar ve emperyal güçlere yüzyıl öncesinde olduğu gibi teslimiyet idi.

Londra’nın 19 Mayıs kutlamasında; TGB Londra Temsilciliği yöneticileri Musa Ballıkaya,TGB yönetiminden Çağdaş Cengiz, Ata Sanat Kulubü yöneticisi tiyatro sanatçısı Müslüm Alataş ve gençlik önderleri konuştular.  Tengri müzik gurubunun çaldığı marşlar ve halk türküleri ile kutlanan TGB’nin 19 Mayıs Times turu, Türkiye’nin direneceğini ve yenilmeyeceğini gösteren en son işaretlerden biri oldu.

Mahir Tan        LondraPosta-Londra

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Mısır, Tunus ve sıra Türkiyede..

DÜN MISIR, BUGÜN TUNUS ,YARIN TÜRKİYE

Bugün Tunus’ta, Müslüman Kardeşler’den esinle kurulan ve Arap Baharı’nın ardından 2011’de iktidara gelen Nahda Hareketi’nin, “İslami dava faaliyetleriyle siyasi parti faaliyetlerini” birbirinden ayırmayı tartışacağı Genel Kongresi yapılıyor.

Hareketin Lideri Raşid el-Gannuşi, “Depreme benzeyen bir devrim sonrasını yaşıyoruz.

Böyle durumlarda sürekli değişen bir durum devam eder ve son şeklini alamaz.

Bugün, siyasi partinin dini alanda vesâyet sağlamasının bir yararının olmayacağından bahsediyoruz.

Dini alanın da siyasetle ilişkili olmasının bir faydası olmayacaktır. Tunus’ta siyasal İslam’a yer yok. Tunus artık bir demokrasidir ” diyor…

Kongrede, Gannuşi’nin açıklamaları doğrultusunda kararlar alınması bekleniyor…

*

Türkiye’de de TBMM Başkanı İsmail Kahraman, lâiklik konusunda tartışılacak açıklamalarına devam ediyor.

Daha önce “Yeni anayasada lâiklik maddesi olmamalı. Anayasa dindar olmalıdır ” sözleriyle gündeme gelen İ.Kahraman bu kez, “Lâiklik cumhuriyetin temel esaslarından değildir” diyor…

Gerekçesi daha önceki, “Lâikliğin yeniden tanımlaması gerektiğine vurgu yaptım.

Anayasa’nın dindar olması beyanındaki kastım; hiç bir ayrım yapmaksızın, din ve vicdan özgürlüğünün Anayasa’mızın lâfzı ve ruhu ile güvence altına alınmasını sağlamayı temin etmektir. Lâikliğin tarifi ve tatbikatı yeni anayasada olmalıdır” açıklamasıdır…

 

*

Peki ama Tunus ve Türkiye’de yapılmak istenen lâikliğin tarifi ve tatbikâtı arasında nasıl ilişkiler bulunuyor?

*

100 yıl önceki Sykes-Picot anlaşmasının tamamlayıcısı olan “Arap Baharı” adımının temel hedefi;

Batı emperyalizminin kendisine küresel güç ve İsrail’e güvenlik sağlamayı temin etmekti.

Türkiye ve Osmanlı’nın ardından oluşan devletlerde İslami hareketler vasıtasıyla kurulacak İslam Birliğinin oluşması,

Birliğe dönüşüm sürecinde ülkelerin ekonomik ve sosyo-politik değişkenlerinin birbiriyle etkileştirilmesiyle zayıflatılmaları,

Böylece sağlanacak maksimum kârın küresel ekonomiye ilişiklendirilmesidir.

*

Tunus ve Mısır’da diktatör deviren protestocular daha fazla özgürlük, adil seçimler ve yolsuzlukların son bulmasını talep ettiler.

Önce protestocuların çoğunluğu lâik ve liberal kesimdendi ama bu kesimler bir ideoloji geliştiremediler.

Çünkü bireyle devlet arasında aracılık yapan sivil toplum kuruluşlarının;

Ne kuvvetler ayrılığına dayanan demokrasinin savunulmasında,

Ne bireysel hakları güvence altına alınması için zorlayıcı politikaların oluşturulmasında,

Ne de devlet otoritesinin istismarını kısıtlayıcı birikimleri ve gücleri vardı…

*

Türkiye’de de lâik ve liberal kesim tıpkı Tunus ve Mısır’daki protestocular gibiydi.

Onların serüveninde de bireyle devlet arasında aracılık yapan sivil toplum kuruluşlarının birikimi ve gücleri kalmamıştı.

*

Burada ve oralarda en organize olanlar özgür akıl ve özgür iradeyi kısıtlayan, o yüzden ifade ve düşünce özgürlüklerinin daha çok kısılmasını amaçlayan, otoriter rejimleri öngören İslamcı kuruluşlardı.

Onlar da Batı’nın demokratik hukuk devletine giden zahmetli yoldan geçerken edindiği yaşam kültüründen ve demokratik geleneklerden yoksundular rağmen Türkiye’de, Tunus ve Mısır’daki sözde devrimi sahiplendiler…

*

Çünkü Türkiye’de Kemalist Devrim’in dinamiğinde, Türklere ilk kez din ve vicdan özgürlüğü tanıyan 1924 Anayasası, sonraki yıllarda değişe değişe;

1945’te “Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve Devrimcidir” maddesine ulaşmıştı.

Rağmen İsmet İnönü, çok partili demokrasiye geçilirken bu ilkeyi Anayasa’dan ziyade CHP’ye mâletti.

O yüzden Türkiye’nin anayasal açıdan tartışması Kemalist ilkeler, mesela lâik bir devlet oluş üzerinde keskinleşti.

Bir kutupta Kemalist bir esas olan ve nihai amacı dini  bireyselleştirmek ve kamusal hayatta görünürlüğünü sınırlamak anlamında dayatmacı lâiklik,

Diğer kutbunda merkez sağ partilerin sahip çıktığı devletin çeşitli dinlere karşı tarafsızlığı ve dinin kamusal alanda görünürlüğüne izin veren pasif lâiklik tartışmalarına sürüklenildi…

*

Sonra…en özgürlükçü 1961 Anayasası’nda, Türkiye Cumhuriyeti “İnsan haklarına dayanan, milli demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir” noktasına gelindi…

Özgürlük ortamına  rağmen Meşrutiyetler döneminde Mithat Paşa, Namık Kemal, Talât Paşa’lardan emperyalizme karşı ezilen bir ulusun devriminde Atatürk’ün devrimlerinden yükselen, Cumhuriyet vatandaşlarının bir bölümünün düşüncesini ve karakterini oluşturan “CHP’lilik Duruşu”;

Giderek emperyalizmin sol ayağını temsil eden ve  Atatürk devrimlerini reddeden Sosyal Demokratların saldırısına uğradı…

1960’larda demokratik solcu Bülent Ecevit, Kemalist Devrimin bir üstyapı devrimi olduğunu, yüzeysel gelişme ve çağdaşlaşma sağladığını, devrime tanışık olmayan halkın demokratikleşme talebini 1946’da kazandığı yönündeki karşı devrimci ve popülist savından geliştirdiği Ortanın Solu politikasıyla birlikte,

Hiçbir eleştiri süzgecinden geçilmeden Kemalist Devrimin inkârına ve Sosyal Demokrasiye yönelindi…

Ecevit bu kadarla yetinmedi, Müslüman Kardeşler Örgütü vasıtasıyla Necmeddin Erbakan ile koalisyon hükümeti de kurarken, “Milli Görüşü” devletle hemhâl etti…

*

1961’e tepki olarak hazırlanan 1982 Anayasası, bir öncekinin aksine daha kısıtlayıcıydı ama lâiklikliği korudu.

Hatta Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâplarını da…

Laiklik milli, demokratik ve sosyal hukuk devletinin ayrılmaz bir parçası olarak devletin nitelikleri arasında sayıldı…

Ne ki,bu sırada  emperyalist örgütler İslam Birliği’nin global askeri, politik, ekonomik ve kültürel planlamalarını yapıyor,

Bu kanaldan  Müslüman toplumları her noktasında yalama ederek İsrail’in itikadi hedeflerine yol açıyordu..

*

Nitekim 70’li yıllara gelindiğinde İslamcı hareketlere soyunan herkes, devletin gözü önünde,

Önce Müslüman Kardeşler’in Dünya Müslüman Gençlik Teşkilatı (WAMY) tornasından geçiyordu.

Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu, Numan Kurtulmuş, Bülent Arınç, Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin, Kadir Topbaş, Beşir Atalay, Abdülkadir Aksu, Ali Coşkun, Hüseyin Çelik,Taner Yıldız, Abdurahman Dilipak, Necati Çetinkaya ve değişik ülkelerde İslamcı hareketlerin liderliğine soyunacak isimler,

Suudi finansmanı ve WAMY vasıtasıyla birbirlerine tanıştırılıyor, bir güzel kaynaştırılıyor ve ayara çekiliyorlardı.

İslam Birliği’nin yapısını ise Suudi sermayesinin en büyük örgütü olan, Vahhabi cemaat ve tarikat holdinglerinden oluşan İslam Dünya Birliği- RABITA “Rabitat-ül Alem-ül İslam” oluşturuyordu.

Amacı Müslüman ülke rejimlerinin “İslâmcı” kurallara göre olmasını sağlamak, çeşitli ülkelerden yetiştirilen  İslâmcı misyonerlerle İslam Birliğini kurmak ve korumaktı.

*

TBMM Başkanı İsmail Kahraman bütün bu süreçlerin öndeki figürlerinden biriydi…

Üstelik Türkiye’de de lâik ve liberal kesim tıpkı Tunus ve Mısır’daki protestocular gibiydi…

CHP’de sosyal demokrat Deniz Baykal, bugün YCHP’yi inşa eden ve entellektüelizmi sıfır olan Kemal Kılıçdaroğlu’nda, elbette”CHP’lilik duruşu” olamazdı.

Nitekim bu süreçte Kemalist sivil toplumun da birikimleri ve gücü giderek tükendi.

12 Eylül 1980 darbesinin bıraktığı aralıktan sızan Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen’in peşlerine taktığı Arap ülkelerinde Müslüman Kardeşler Örgütü ve benzerleriyle,

İslam’ın siyasal sistem dışına itilmiş olması halinin toplumsal istikrarı sağlamadığı, ceberrut yönetimlerin varlıklarını sürdürmek için ülke dinamiklerini tükettiği tezleri,

ABD’nin Orta Doğu’daki çıkarlarına güvenlikli bir bölge oluşturmanın ve İsrail’in itikadî hedeflerine tam olarak uyduğu anlaşılınca, taşeron kesildiler…

*

Ne ki, Mısır’da tam bir şeriat devleti oluşturulmaya yönelmişlerdi ki;

Küresel emperyalizm geç de olsa, İslamcılığın demokrasi ile bir ilgisinin olmadığını,

İslamcılığın ülke ekonomilerini rekabetçi baskılara dayanabilecek bir ekonomi varlığı içinde tutmasının olanaksız olduğunu,

İslamcılığın sürekli olarak cihatçı yetiştirdiğini,

İslamcılıkla Mısır devletinin ilâ nihaî bir şirkete dönüşemeyeceğini anladı…

*

Bugün Mısır Anayasası; İslam’ın devlet dini olduğu belirtiliyor ama tüm inançların özgürlüğü vurgularken,hiçbir siyasi partinin din esasına bağlı olamayacağı da kaydediyor.

Müslüman Kardeşler örgütü ve benzerlerinin siyaset yapması engellenirken, İslami bir gündem ile devlet idaresi arasına engel konmuştur.

Nitekim Tunus’ta da Nahda lideri Raşid el-Gannuşi, şimdi benzer yoldan yürüyor.

*

Bu süreç Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor.

Türkiye’den İslam coğrafyasında vizyona konan, barışın ve adaletin dini inanışlar üzerinde inşa edilmesine dayanan ve sadece ekonomi değil, siyasal, kültürel ve sosyal boyutlarında bütün etnik yapıları da İslam ümmeti potasında algılayan “Siyasal İslamcılık”;

Mısır ve Tunus örneği doğrultusunda yeni anayasasında lâikliği;

Bir yanda, toplumsal hayatın bir bölümünde dini motifleriyle bezeli tarikatlar, cemaatler ve dini kurumlarla,

Öte yanda, devletin bu toplumu küresel siyasi ve ekonomik kriterler dengesinde tutacağı bir bileşkede oluşmayı bekliyor.

*

Lâiklik; tam bağımsızlık ilkesini, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu da içeren Cumhuriyet rejiminin özü, niteliği ve en değerli dayanağıdır.

 

23.5.2016

Ahmet Kılıçaslan Aytar

Türker Ertürk; Hyde Park’taki ‘Speakers Corner’ kadar bile özgürlüğümüz yok

KONUŞMACILAR KÖŞESİ

 Meclis‘te, dokunulmazlıkların kaldırılması yönünde verilen anayasa değişikliği teklifi, 376 oyla kabul edildi ve teklif referanduma gerek kalmadan onaylandı. Bu teklif esasında; Erdoğan‘ın Meclis‘i muhalefet partileri de dahil, dizayn etme ve başkanlık yolunda ilerlerken olabilecek engelleri, ele geçirdiği yargı yoluyla ortadan kaldırabilme stratejisi için gerekliydi.

Dokunulmazlıkların kaldırılmasını onaylamakla; Meclis kendisini yok saymıştır dersek, yanlış bir şey söylemiş olmayız. Demokrasinin en önemli ve vazgeçilemez unsuru; düşünce ve bunu ifade edebilme özgürlüğüdür. Hele bu halkın temsilcisi ise, yani milletvekili ise, daha da önem kazanır.

Aykırı Sesleri Ezmek İçin!

Yasama faaliyetinin, olmaz ise olmazıdır dokunulmazlıktır. Hiç bir milletvekili kullandığı oydan, Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmalardan ve bu konuşmaları dışarıda da tekrar etmekten suçlanmamalı ve takibe uğramamalıdır. Yoksa; bunun adına demokrasi denmez, başka bir şey denir.

Erdoğan ve artık onun tamamen kulu ve kölesi haline gelen Hükümet, her türlü hile ve desise ile bu teklifi Meclis‘ten geçirdiler. Bunu; demokrasi getirmek için değil, baskı, zulüm ve diktayı egemen kılmak ve aykırı sesleri ezmek için yaptılar.

Samimi Değiller!

Bir kere; dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda samimi değiller. Samimi olsalar, bunu çok önceden yaparlardı. 14 yıldır niçin beklediler? Çünkü; bu süre içinde yargıyı büyük ölçüde ele geçirdiler ve siyasallaştırdılar. Artık dokunulmazlıkları kaldırabilirlerdi. Yargıyı, Milletvekilleri üzerinde bir silah olarak kullanabilmek için. MHP Kurultayı’nı da bu silah ile engellediler.

İngiltere‘nin başkenti Londra‘nın ünlü parkı Hyde Park‘da, kuzeydoğu ucunda; “Konuşmacılar Köşesi” (Speakers’ Corner) vardır. Yaklaşık 150 yıllık geçmişi olan bu köşede bulunan kürsüde, isteyen herkes; politikadan dine, sanattan güncel yaşama ve tarihe kadar, istediği her konuda, istediği gibi konuşur. Asla polis takibatına uğramaz. 2000-2003 yılları arasında Londra görev yaparken, bana çok yakın olduğu için, yolum önünden geçerken veya parkta spor yaparken arada bir durur ve dinlerdim. Neler konuşulurdu neler… Kraliçe ve Başbakan dahil, kimlerin hakkında neler anlatılmazdı ki!

Hırsızlıkların Ve Yolsuzlukların Koruyucusu

Emperyalizme karşı ilk mücadeleyi veren, zafer kazanan ve Gazi unvanı alan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde artık düşünce ve ifade özgürlüğü; bırakın çağdaş ve uygar dünyanın meclislerini, Londra’daki Hyde Park’ta, sıradan insanlara tanınan özgürlüklerin bile çok altına düşmüştür.

Dokunulmazlıkların kaldırılması, adi suçlar işleyen milletvekillerinin yargılanması için değildir. Böyle bir beklentiniz varsa, boşunadır. Biliyorsunuz ki; geçtiğimiz 14 yıl içinde yapılan her türlü hırsızlık ve yolsuzlukların baş icracısı ve koruyucusu, iktidar olmuştur.

Sorunlar Çözülmez, Katmerleşir

Şu anda, ülke olarak yaşadığımız sorunların hiçbirisini, söylediklerinden hoşlanmasak bile, bazı milletvekillerini içeri atarak ve milletvekilliklerini düşürerek çözemeyiz. Hatta; sorunlarımız katmerleşir. Esas sorun; Cumhuriyet rejimi ile, uygar ve çağdaş dünyanın ortak değerleriyle meselesi olan AKP iktidarıdır. AKP iktidardan düşürülürse sorunlarımız biter mi? Hayır, ama ilk ve ivedilikle yapılması gereken budur. Yoksa;  geleceğimiz pek acılı ve kanlı olacak!

Saygılar sunarım.

TÜRKER ERTÜRK

Irak’ta yüzbinlerin ölümünden sorumluyuz

 

        İngiltere kendisini yargılıyor

İngiltere’nin 2003 Irak savaşı öncesinde ve sonrasında, ABD ile birlikte oynadığı rol artık yargılanabilir düzeye çekildi. 6 Temmuz Günü açıklanması beklenen ‘Chilcot Soruşturması’, şimdiden medyaya sızdı. İngiliz ‘Sunday Times’ gazetesinin  22 Mayıs tarihli manşet haberine göre; Chilcot Komisyonu, dönemin Başbakanı Tony Blair, Dışişleri Bakanı Jack Straw, MI6 (Askeri İstihbarat) Başkanı Richard Dearlove ve işgal sonrasında Güney Irak ve Basra’da yönetimi oluşturan İngiliz ordusunun üst düzey generalleri  çoğunluğu savaş suçu oluşturacak  iddialarla suçlanıyor. Hazırlanması 7 yıl süren ve 2. 6 milyon kelimeden oluşan  Chilcot soruşturmasında çok sayıda İngiliz üst düzey hukukçusu, devlet adamı, istihbaratçı ve asker görev aldı.  Chilcot Soruşturması sonuçlarının açıklanmasından sonra Tony Blair’in Parlamentoya yalan söylemek, Savaşa yol açan sahte belgeleri hükümete vermek, yetkilerini aşarak ABD Başkanına savaştan 1 yıl önce 2002 yılında askeri destek sözü vermek suçlamaları ile Uluslararası bir mahkeme de yargılanmasının istenmesi bekleniyor. Geçtiğimiz hafta İskoçya Başbakanı Alex Salmond, ‘Chilcot raporuna bağlı olarak Tony Blair ve diğer sorumluların uluslararası mahkemede yargılanması için harekete geçeceğini açıklamıştı.

         IŞID’ı yaratmak suçu

2.6 Milyon kelimeden oluşan Chilcot Komisyon raporu’nun büyük bir bölümü Sunday Times haberine göre  işgal sonrası Güney Irak ve Basra’da güvenlik ve yönetimden sorumlu olan İngiliz Ordusu ve Dışişleri Bakanı Jack Straw’un yasadışı işlemleri ile ilgili. Bu suçlamaların en önemlisi, İşgal sonrasında Irak Ordu ve Emniyet Teşkilatının lağvedilmesi ve büyük bir güvenlik boşluğunun ortaya çıkmasına neden olmak. İngiliz askeri ve politik yorumcularının şimdiden yayınlanmaya başlayan yorumlarında, İngiliz ordusununda neden olduğu bu politik kaos ortamında Irak El Kaide örgütü ve daha sonra IŞID olarak ortaya çıkan terör örgütlerinin faaliyete geçtiği  vurgulanıyor. Bunun dışında 2003-2009 yılları arasında Güney Irak’ta hüküm süren İngiliz yönetimi döneminde sivillere karşı çok sayıda savaş suçu işlendiği ve İngiliz Generallerinin bunlardan sorumlu tutulacağı ve Uluslararası mahkemelerde yargılanabilecekleri kaydediliyor. İngiliz Yönetimi ve Ordusunun yanlış kararları nedeniyle yaşamlarını kaybeden İngiliz askerlerinin ailelerininde komisyon raporundan sonra harekete geçerek tazminat davaları açabilecekleri ileri sürülüyor.

Mahir Tan           LondraPosta-Londra

Ahmet Kılıçaslan Aytar; ABD’de 20 milyarder, 150 milyon yoksul Amerikalının servetine sahip

ASRΠ ZAMANDA BİR KÖLEBAŞI : BARACK OBAMA

Başkan Barack Obama, Ocak 2017’de görevinin sona ermesi öncesi, çalışmaları karşılığında Amerikalılar tarafından yeterince takdir edilmemiş olmaktan üzüntü duyduğunu,

Amerikan halkının kendi yönetiminin ekonomik bir toparlanma yönündeki açıklamalarına ikna olmamasından hüsrana uğradığını söylüyor.

Ortadoğu’daki krizlere aktif müdahale bekleyen müttefikler de Başkan Obama’nın eylemsizlik stratejisi üzerine kurguladığı politikalarının,

Sonuçta Ortadoğu’yu içinden çıkılması çok güç bir kaosa sürüklemiş olmasından rahatsızlıklarını ifade ediyor…

*

Esasen Amerika güçlü bir merkezi hükümetin buyruğunda zengin azınlığı çoğunluktan korumak ilkesi üzerine kurulmuştur.

Birbirini dengeleyen üç ayrı yönetim alanı yasama, yürütme ve yargı oluşturulmuş,

Bu alanlarda özel mülkiyet, özel sözleşmeler, bilumum çıkarlar ve kendilerini koruyan nesilden nesile geçen hizmetkârlarla dolu net bir polis devleti kurulmuştur.

Ekonomik elitler ya da organize olmuş çıkar gruplarıyla aynı görüşte olmayan vatandaşlar kaybeden taraftır.

Başkan Obama’nın, kaybeden tarafın yoksulluk gerçeğini yansıtan raporlara dikkat etseydi böylesi bir hüsranı yaşamayacağı belirtiliyor.

Mesela Brookings Enstitüsünün bir raporuna göre artan sayıda Amerikalı son derecede yoksul mahallelerde yaşıyor.

2010-14’te, Amerika’da yüzde 40’tan fazla yoksulluk oranına sahip mahallelerde yaşayan insanların sayısı yüzde 110 artmış ve 6,5 milyondan 14 milyona çıkmıştır.

Yoksul 45 milyon Amerikalının dışında, yaklaşık yüzde 14’lük bir kesim ya da 6,3 milyon insan aşırı yoksuldur ve ülkenin genelindeki perişan mahallelerde yaşıyor.

Bunlar yoksul nüfusun yarıdan fazlasıdır Texas McAllen’da, California’da Fresno, Ohio’da Toledo, New York’ta Syracuse ve Michigan’da Detroit’te yaşıyorlar.

Ülkenin en büyük kentleri arasında yoğunlaşmış yoksulluktaki en büyük artış ise California, Arizona ve sanayisizleştirilen Indiana, Michigan, Ohio ve New York eyaletlerindedir…

*

Bu rakamlar kentlerin büyük kısmının işsizliğin, düşük ücretin, hacizlerin, cinayet, boşanma ve intiharların yoğunlaşma noktaları haline geldiğini gösteriyor.

Üstelik Obama yönetiminin uygulamalarıyla bu eğilim aşırı derecede hızlanmıştır.

Emeklilik maaşları, ücretler ve kamu eğitimi kesilirken, şehir merkezlerinin küçük bir kısmı ona fiilen bütünüyle sahip olan bir avuç milyarderin elindedir.

Siyah-beyaz, göçmen- yerli her ırktan ve etnik kimlikten milyonlarca insan bundan derinden etkileniyor…

2008 ekonomik krizininden sekiz yıl sonra, ABD’deki on milyonlarca insanın yaşadığı ekonomik ve sosyal sefalet;

Obama’nın “Ekonomik Toparlanma” resmi açıklaması ile keskin bir karşıtlık gösteriyor.

Kömür, petrol ve çelik sanayilerinin küresel çöküşü eliyle sarsılan ülkenin dört bir yanında bunalım benzeri koşullar hüküm sürüyor…

*

Çünkü Obama, yönetimi sırasında ABD tarihindeki en büyük servet aktarımını yönetmiştir.

ABD’deki en zengin 20 milyarder, en alttaki 150 milyon Amerikalının servetine sahiptir.

Zenginler yalnızca muazzam servetlerinin ve ayrıcalıklarının tadını çıkarmıyor; aynı zamanda daha uzun yaşıyor.

En zengin ile en yoksul Amerikalı arasındaki yaşam beklentisi uçurumu erkeklerde ortalama 15, kadınlarda ise 10 yılı buluyor…

*

Çok sayıda Amerikalının mevcut durumdan memnun olmamasına,elbette şaşılmıyor.

Son 15 yılda yoksullukta ve onunla ilişkili sosyal sorunlardaki çarpıcı büyüme, Obama’nın iddia ettiği ekonomik süreçlerin sonucu değildir.

Aksine Bill Clinton’ın refahı sona erdirmesinden, George W. Bush’un büyük çaplı vergi kesintilerine, Obamacare’den,

2009’da yeniden yapılanmaya ve çalışanların ücretlerinin yarıya indirilmesine,

Demokratların ve Cumhuriyetçilerin aynı şekilde gerçekleştirdiği iki partili politika kararlarının kasıtlı bir sonucudur.

*

Üstelik milyonlarca insan yoksulluğa sürüklenirken bile trilyonlarca dolar Ortadoğu’da, Afrika’da, Orta Asya ve Latin Amerika’daki saldırganlık ve yağma savaşlarında heba ediliyor…

Bu noktada yakın zamana kadar ABD; Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın tek garantörü ve istediği takdirde küresel ilişkilerin gidişatını kökten değiştirecek askeri kuvvete ve diplomatik nüfuza sahip tek küresel güç olarak tanınırken,

Bugün bu küresel gücü tartışılıyor.

Mesela Başkan Obama “eylemsizlik” stratejisi üzerine kurguladığı politikalarıyla Ortadoğu’yu kana bulamış, yüzbinlerce insanın hayatı kaybetmesine, yüzbinlerce ocağın sönmesine, binlerce yıllık tarihin yok olmasına, giderek yaşanmaz coğrafyalara neden olmuştur.

En fenası kararsızlığıyla dünyanın geleceğini tehdit eden  onbinlerce Bin Ladin’i doğurmuş olmasıdır.

*

Ama mesela Rusya, artık “SSCB’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi ardından Batı’da  oluşan hırsın ve tek kutuplu dünyanın sağırlık döneminin sözde değil uygulamada sona ermesi gereklidir” söylemindedir.

Büyük ulusların olası çatışmasının kıyamete benzer bir sona ulaşma potansiyelini insanlığın dikkatine sunuyor.

İnsanlığın “Bu dünya bizim” sloganı etrafında silkinmesine,” Yaşama Hakkı”ndan “Temel Hak ve Özgürlük”  taleplerinin ertelenemezliğiniN önemsemesini istiyor.

Dünya halklarına önemli bir örnek teşkil ediyor.

*

Doğrusu dünyanın her yerinde İnsanlık;

Büyük güçlerin uluslararası hukuku hep kendi çıkarları doğrultusunda uyguladığını, o yüzden hiçbir çatışmanın çözülmediğini,

Böylece uluslararası hukukla ilgili her tartışmanın mutlaka bir çifte standarda ulaştığını,

Çifte standartın ise  BM’nin uluslararası barış ve güvenliğin gelişimine katkıda bulunan uluslararası kanunların, teamüllerin anlaşma ve standartları geliştirmesine,

Bu suretle ekonomik ve sosyal kalkınmaya engel olduğuna, sonuçta “İnsani Gelişmeyi” önlediğini giderek daha çok anlıyor.

Şimdi bir çok ülke ve halkı, BM merkezinde  adalet ve ulusal çıkarlara saygı ilkelerine dayalı yeni bir küresel statü, bunu belirleyen yeni bir uluslararası hukuk talep ediyor…

*

Amerikalılar halâ tarihte görülmüş küresel ve toplumsal eşitsizliğin en üst seviyelerinde yaşıyor.

Geçen ay, Başkan Obama ekonomik durumun “lanet olası, oldukça iyi” olduğunu açıklamıştır ki; bu, onun başkanlığına uygun bir mezar yazıtı olarak algılanıyor.

Bu tür açıklamalar, ABD’de mali sermayenin çıkarlarını temsil eden ve bugün Obama’da somutlaşan bir siyaset kurumu ile dünya çapında halklar arasındaki devasa uçurumu gözler önüne seriyor…

*

Aslında 1500’lü yıllarda başlayan ve nesillerin genlerine işlemiş olan “Köle ve Efendi” arasındaki mücadele halâ devam ediyor.

ABD’nin “Demokrasi” iddiası yerlerde sürünürken her yerde insanlar hayatlarını kaybediyor ya da yoksullaşıyor.

Eskinin “Kölebaşı”sının bugüne ait illüstrasyonu olan Başkan Obama ise rolünü oynamaya çalışıyor.

*

ABD’nin mutlaka radikal bir değişikliğe uğraması gerekiyor.

Hay Allah, Başkan adayı Donald Trump kampanyasını salaş otellerde, pis kokulu barlarda, evsizlerin mekanlarında ve yoksul mahallelerde sürdürüyor.

ABD’ yi yoksulların eliyle değiştirmeye çalışırken, kendisi gibi milyarderlerden olan çevresi,”Bizim oğlan,bu işi biliyor”diyor.

Ama Başkanlık seçiminde kendisini milyarder sınıfın bir karşıtı olarak sunan Vermont Senatörü Bernie Sanders’a yönelik desteğin çapı,

Amerikan politikasının resmi anlatısını tahrip ediyor…

.21.5.2016

AHMET KILIÇASLAN AYTAR

Ahmet Kılıçaslan Aytar; Sınırı kapat ‘Yeni Türkiye’

YETER ARTIK, SINIRI KAPAT YENİ TÜRKİYE

Uluslararası Suriye’ye Destek Grubu devletleri III.Cenevre Müzakereleri 3.turu için Avusturya/ Viyana’da ön toplantıdadır.
Rusya Dışişleri Bakanı S. Lavrov ve ABD’li mevkidaşı J.Kerry’nin başkanlığında düzenlenen toplantıya 18 devletin yanı sıra BM ve AB temsilcileri de katılıyor.
BM Suriye Özel Temsilcisi S. De Mistura, Cenevre’deki yeni tur müzakerelerin ne zaman başlayacağı konusunda henüz bir takvim belirlenmediğini açıklıyor.
*
BM Güvenlik Konseyi’nin “Suriye İç Savaşı’nın Siyasi Çözümü ” için ateşkes ilan edilmesi ve siyasi diyalog sürecinin başlamasını isteyen kararı,
Ortak bir Eylem Planı’nın bulunmayışı, bu yüzden Rusya’nın Eylem Planı üzerinden geçilmesiyle tartışmalı bir süreçte ilerliyor.
Rusya’nın Eylem Planı ana hatlarıyla;
Ateşkesin sağlanması ardından insani yardımların yapılması,
Suriye hükümeti ile siyasi görüşmelerde bulunacak muhalif grupların belirlenmesi,
Kimin terörist kimin muhalif olduğunun ayırt edilmesi,
İşlenen suçlar savaş ve terörle mücadele hukukunun gelişmesi doğrultusunda kategorize edilirken,
Suriye hükümeti ile muhalif grupların oluşturduğu birlik arasında siyasi görüşme sürecinin başlaması ve bir geçiş hükümetinin kurulmasını öngörüyor.
*
“Suriye İç Savaşı’nın Siyasi Çözümü” taraflar için BM’in yeniden yapılandırılması için bir fırsata dönüşmüştür.
BM statüsünün değişmemesini isteyenler “Esad’sız”, statünün değişmesini isteyenler “Esad’lı” siyasi çözüm istiyor…
Rusya; BM statüsünün değişmesi tarafıdır.
Suriye’de siyasi diyalog için yaptırımların bir seçenek olarak kullanılmasını reddediyor.
Terörle mücadele konusunda en liyakatli ve en hazırlıklı gücün Suriye ordusu olduğuna işaretle,
B. Esad’in şahsını değil, Suriye’de teröre karşı savaşı destekliyor.
ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin, B.Esad’ın geçiş hükümeti sürecinde çekilmesi yönündeki ısrarlarına ve bu konuda yaptıkları baskıya karşı,
B.Esad’i çekilmeye zorlayacak yegane yetkinin Suriyelilerde olduğu tezini savunuyor…
*
Rusya çözüm sürecinin mutlaka kapsayıcı olması gerektiğinden yanadır.
Kalıcı çözüm için diyalogun Suriye’deki Kürt partileri başta olmak üzere tüm siyasi,sosyal ve mezhepsel grupları kapsamasını öngörüyor.
2015’in sonundan bu yana Türkiye-Suriye sınırının kapatılmasını istiyor.
Türkiye-Suriye sınırının kapatılmasının, Suriye sorununun çözümünde Rusya ve ABD’nin çabalarına büyük katkı sunacağının ısrarındadır.
Teröristlere silah ve finansman akışı yapılan Türkiye-Suriye sınırının kapatılmaması durumunda, Türkiye’den Suriye’ye geçen militanların Suriye’deki barış çabalarını baltalamaya devam edeceğini vurguluyor.
Türkiye’nin bu durumdan yararlanmasını sorguluyor.
Rusya ilgili delilleri BM’e sunduğu üzere Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve ailesinin Suriye iç savaşını ahlâksız bir ticarete dönüştürdüğünü,
Mesela IŞİD ile petrol ticareti yaptığını, yardım TIR’larıyla silah gönderildiğini iddia ediyor.
Suriye sınırının kapatılması için Türkiye’ye yardım edebileceklerini belirtiyor.
Bir adım daha atıyor ve Türkiye’nin karar alma sürecine etki edenleri, Türkiye’yi Suriye sınırını kapatmaya ikna etmesini yoksa sorunun devam edeceğini ve buna tahammül edilemeyeceğini ihtar ediyor…
*
Rusya, ABD’nin Suriye’de ateşkesi ve siyasi çözümü vurguluyor olsa da ciddi bir çelişki içerisinde olduğuna inanıyor.
Washington’ın Nusra ve IŞİD dışındaki grupların terörist listesine alınmasına yanaşmayışından hareketle,
Mesela Ahrar Şam, Fetih Ordusu, Feylak eş-Şam, Nureddin Zengi, Şamlılar Cephesi, Aksa Ordusu ve Türkistan İslam Partisi gibi grupların Nusra Cephesi ile ittifakını görmezden gelmesine karşın,
Öyleyse, ABD’nin ya çatışmaların durdurulması yönünde bir iradeye sahip olmadığına,
Ya da bu grupların kontrol altında tutulması için Türkiye ve Suudi Arabistan’a baskı yapabilecek gücü kaybetmiş olduğuna,
Ya da ABD’nin 2016 seçim kampanyasından Ortadoğu’da, Ukrayna’da ve ötesindeki savaşlarda çok büyük bir tırmanmaya yönelik hazırlıklarını titizlikle gizlediğine,
Suriye’deki mevcut durumun devam etmesinden yana olduklarına,
Kasım’da oylar sayılır sayılmaz Beyaz Saray’a kim gelirse gelsin, ABD’nin küresel askeri saldırganlığında çarpıcı bir büyümeye hazırlanıldığına hükmediyor…
*
Bu yüzden Suriye İç Savaşına Siyasi Çözüm sürecinin heba olmaması ve BM’e yeni bir statü sağlanması iddiasını sürdürebilmesini teminen;
Rusya’nın önünde Türkiye’nin sınırını kapatması için başlıca iki yolu kalıyor.
Birincisi; Bölgedeki otorite boşluğundan yararlanan ve Kürdistan’ın bağımsız devlet olarak çıkması ve bunun diğer coğrafyalarda Kürt hareketinin demokratik özerklik taleplerine yansıması potansiyelini harekete geçirmek,
Türkiye’de PKK terörünü daha çok destekleyerek ABD ve İsrail’in rollerini paylaşmaktır.
*
Rusya bu suretle,
Mesela; Gürcistan’ın Batı ülkelerinin izinden giderek Kürdistan’ın bağımsızlığını tanıyacağı düşüncesini geliştirmeyi,
Mesela, Kürtlere geleceklerini belirleme hakkının tanınması, Kürdistan ve Ermenistan’ın komşu olması, Kürdistan’ın Batı desteği alması için Hiristiyan grupları himaye etmesi zorunluluğuyla Erivan’ın bölgesel çıkarlarını koruması yönünde ufkunu açmaya,
Mesela,Kürt hareketinin Azerbaycan iş dünyası ve siyasi çevrelerinde bulunan çok sayıda Kürt, hatta Cumhurbaşkanı İ.Aliyev’in Kürt kökenleri nedeniyle karışık sorunlar oluşturmayı,
Mesela, Kürtlerin çoğunun Ermenistan’ın işgali altındaki topraklarda yaşaması, bu noktada Ermenistan’a Karabağ sorunu çözümünde 1920-30 lu yıllarda varolan Kürt bölgelerinin yeniden ihya edilmesi önerisini gündeme getirmeyi,
Mesela İran’ın bağımsız bir Kürdistan konusunda hiçbir zaman istekli olmayışından ve bunu Batı’nın ve İrail’in projesi olarak görmesinden,
bazı İranlı Kürtlerin ülkenin kuzeybatısında bir Kürt bölgesinin kurulmasını talep etmesinden hareketle İran’ın dikkatini çekmeyi,
Mesela Kürtlerin hedeflerine ulaştıkları takdirde petrol oyununda önemli bir oyuncu olacağı, komşu ülkeleri etkilemekle kalmayacağı aynı zamanda Batı’nın Güney Akım projesine hız vermesine neden olacağını,
Mesela, Çin’e jeopolitiği yıkılmış bölgedeki tek kazanımının Kürtler olduğunu vurgulamayı öngörüyor.
*
İkincisi,Türkiye sınırını kapatmaz ve siyasi çözüm sürecine zarar vermeye devam ederse,
Suriye ya da rejimi destekleyen bir örgüt tarafından vurulacak, bu suretle savaşın merkezine çekilebilecektir.
*
Recep Tayyip Erdoğan, “Esad gitsin” ısrarının boşa çıkması ve olası bir siyasi çözüm halinde Uluslararası Hukuk Mahkemesi’nde yargılanmanın paniğinde sağduyusunu yitirmiştir.
Yukarıdaki ABD’nin bulunduğu durum öngürüleri çerçevesinde Esad rejimini yıpratma hayalinde,
Çeşitli bahanelerle sınırı kapatmıyor, partileştirdiği Türkiye devletini süratle yıkıma götürüyor.
Türkiye’nin “Yarın çok geç olacak” öngörüsüyle, Recep Tayyip’ten kurtulmaktan başka çaresi bulunmuyor…

19.5.2016
Ahmet Kılıçaslan Aytar