ADDP; Atatürkçü Düşünce Dünya Platformu’ndan Metin Feyzioğlu’na Kınama

ADDP’nin Baroların “Savunma Yürüyüşü” hakkındaki Basın Açıklaması

Türkiye’nin dört bir yanından baro başkanları ,19 Haziran 2020 tarihinde, iktidarın avukatlık yasasına ve baroların yapısına yönelik müdahale hazırlığına karşı ‘Savunma Yürüyüşü’ başlattı.

Üç gün süren yürüyüşlerinin sonunda başkentin girişinde polis kuvvetleri tarafından durdurularak yağmur altında 27 saat bekletilen, en basit ihtiyaçlarının bile karşılanmasına engel olunan 60 Baro Başkanı yılmamış, inandıkları adalet ve hukuk ilkelerinden vazgeçmeyerek mücadele etmişler ve sonunda hukuk kazanmıştır. Bu dönemde   60 baro başkanının  yanına gelmek yerine, yürüyüşte yer almayan 16 baro başkanı ile Anıtkabir’i ziyaret edip, bu ziyareti de fotoğrafla paylaşan TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’nun bu hareketi bir kamu kuruluşu olan Türkiye Barolar Birliği Başkanı’na yakışmayan bir hareketin ötesinde verilen hukuk mücadelesini hiçe sayan bir davranıştır. Bu davranışa tepki olarak merkez ve komisyonlardan 16 avukat istifa etmiştir. Baroların siyasallaştırılması ve bağımsızlığını yok edeceğini söyleyen her partiden görüşü olan avukatların bağlı olduğu baroların başkanlarının bu haklı yürüyüşü hepimizin vicdanlarında yerini bulmuştur.

Güçlü ve bağımsız bir Baro’nun başında bağımsız bir başkan olmalıdır. TBB Başkanı Metin Feyzioğlu son yıllarda yaptığı konuşmaları, davranışları ve son olarak ta bu yürüyüşte bulunmaması nedeniyle artık bu kritere uygun bağımsız bir başkan olmadığını ispat etmiş ve bunu da tüm dünyaya duyurmuştur.

“Adalet gücü bağımsız olmayan bir milletin devlet halinde varlığı kabul olunmaz “diyen büyük Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkelerini  tüm çalışmalarında rehber alan Dünya çapında bir çatı kuruluşu olan Atatürkçü Düşünce Dünya Platformu ( ADDP), güçlü ve bağımsız baroların hukuk devletinin güvencesi olduğuna inanmaktadır ve “Savunmayı Savunan” Baro Başkanlarının yanındadır!

Atatürkçü Düşünce Dünya Platformu; Güçlünün üstünlüğünü değil, bir ülkede toplumun her bireyinin hukuk karşısında eşit olduğu ve hukuk kurallarının her türlü kural ve uygulama ve kişinin üzerinde olduğunun herkes tarafından  kabul edildiği hukukun üstünlüğünü savunur.

Türk Barolar Birliği  Başkanı Metin Feyzioğlu son 10 yılda dünya genelinde özgürlüklerin en çok gerilediği ikinci ülkede, bu tabloyu yaratan siyasi iktidara tepki veren, hukuk devletini savunan  baro başkanlarının yanında yer alarak mücadele vermeyi tercih etmemiştir.
Bütün bu nedenlerden dolayı TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’nu kınadığımızı kamuoyuna saygıyla duyururuz.

Atatürkçü Düşünce Dünya Platformu

Türker Ertürk; ‘MÜCADELEMİZ HİLAFETİN YOLUNADIR’

“MÜCADELEMİZ HİLAFETİN YOLUNADIR”

 

Irak, Suriye ve Libya’da bugüne kadar gördüklerimiz ve bundan sonra göreceklerimiz, halen devam eden ve uzun soluklu olarak devam edecek olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) sonuçlarıdır ve yansımaları da olacaktır. Türkiye’nin de bulunduğu bu geniş coğrafya yeniden dizayn edilmeye ve siyasi haritası yeni baştan çizilmeye çalışılmaktadır.

 

Arap Baharı ise BOP’un realizasyonuna yönelik olarak Atlantik üzerinden bölgeye doğru estirilen ve bölgenin kendi doğal dinamiklerinden doğmayan rüzgârın adıydı. “Demokrasi, insan hakları ve otoriter yönetimler yıkılıyor” söylemleri ise estirilen bu rüzgârın pazarlamasıydı.

 

Tecavüz Projesi

 

AKP iktidarı, BOP’a ve onun bir girişimi olan Arap Baharına balıklama atladı, kendine bir fırsat doğduğunu sandı ve bu kapsamda çağdışı “Siyasal İslamcı” ideolojisini ve “Yeni Osmanlı” hayalini gerçekleştirebileceğini düşündü. O kadar inandı ki; BOP Eş Başkanı olduğunu bile açık açık söyledi! Hâlbuki bu proje emperyalizmin Türkiye de dâhil bölgeye tecavüz projesiydi.

 

İktidarın danışmanlığını, Dışişleri Bakanlığını ve Başbakanlığını yapan Ahmet Davutoğlu “Stratejik Derinlik” adlı kitabında “ABD ile ilişkilerimizde önümüzde altın bir işbirliği dönemi var. Türkiye küresel yeni düzene, çevresinde alt bölgesel düzenleri kurarak katkıda bulunacak ve bu da soğuk savaş sonrasının yeni dünya düzeni olacaktır.” diye yazmıştı. “Stratejik Derinlik” kitabında akademik olarak açıklananı daha yalın ve halkın anlayabileceği bir dile çevirirsek Davutoğlu; “ABD’nin bölgedeki taşeronluğunu yaparsak, bu sayede hedeflerimize ulaşırız” demek istemişti.

 

Yabancıların Planlarıyla Olmaz!

 

İşte bu kapsamda Suriye’nin üzerinde çullandık, vekâlet savaşının ateşine odun taşıdık ama sonuç olarak kaybettik, hem de fazlasıyla! Bölge istikrarsızlaştı, 4 milyon Suriyeli sığınmacıyı kucağımızda bulduk, ülkemiz radikal İslamcı teröristlerle doldu, Suriye’nin kuzeyinde Türkmenlere ve Araplara karşı etnik arındırma yapıldı, terör örgütü PKK’nın uzantısı PYD, zengin petrol bölgeleri de dâhil olmak üzere Suriye’nin kuzeyine hakim oldu, Türkiye’yi güneyinden kuşattı ve bu yüzden üç askeri operasyon yaptık, sorunu yine de çözemedik. Kaybettiğimiz canlar, hala gelmeye devam eden şehitlerimiz, milyarlarca dolarlık kaynağımız heba oldu ve olmaya da devam ediyor. Daha fazlasını da kaybedeceğiz, çünkü iktidar hala yanlış yolda!

İktidarın anlamadığı veya anlamak istemediği şu; kiralık kapitalle kapitalizm olmaz, borç parayla ve yabancıların projeleriyle “Siyasal İslamcı” ve “Yeni Osmanlıcı” girişimler başarıya ulaşmaz. Ancak BOP‘un taşeronluğu yapılır, kaybeden biz, kazanan ise emperyalizm olur! Oysa Atatürk; “Hangi istikbal vardır ki yabancıların planlarıyla ve nasihatleriyle yükselebilsin? Tarih böyle bir olayı kaydetmemiştir” demiş ve uyarmıştı!

 

Davutoğlu ve Gül

Bugün Ahmet Davutoğlu çok büyük yanlışlar yaptıklarının, kullanıldıklarının ve Türkiye’yi kullandırdıklarının farkında mı, öz eleştiri yapıyor mu, bilemiyorum.  Ama AKP’den ayrıldı, yeni parti kurdu ve iktidarı eleştiriyor. Gazeteciler özellikle bu konuları sormalı ve yanıt istemeli!

 

Abdullah Gül ise sanırım durumun biraz farkında! Çünkü Gül “Siyasal İslam tüm dünyada çöktü” demiş. Esasında çökmedi ve çökmez de! Siyasal İslam’ın çökmesi için İslam coğrafyasında aydınlanmanın gerçekleşmesi lazım! Bugün İslam coğrafyasında Türkiye başta olmak üzere, sadece bazı aydınlanmış vahalar var, hepsi o kadar! Bu yüzden İslam coğrafyasındaki acılar uzunca bir süre daha devam edecek ve bu coğrafya emperyalist çıkarlar için daha çok kullanılacak! Görülen o ki; Gül yaşadıklarından sonra Siyasal İslam’ın kendisi için bittiğini ifade etmek istemiş, tabii ki eğer samimi ise!

 

İktidar Yine Atatürk’ün Yaptığının Tersini Yaptı!

 

Atatürk, 109 yıl önce Libya’da emperyalizme karşı savaştı. İktidar ise Libya’da başından itibaren emperyalist proje içinde olarak büyük hatalar yaptı ve bugün de emperyalist hedeflere yönelik kışkırtılan iç savaşta taraf olarak hata yapmaya devam ediyor.

 

İktidar BOP’a, Arap Baharına nasıl inandı ve fırsat olarak gördüyse, bu kapsamda planlanan ABD ve İngiltere güdümlü Hilafet Projesi’ne de inandı. 2004’de, zamanın ABD Başkanı Clinton bir konuşmasında bu projeyi ifşa etti. İktidarın akıl danelerinden Kadir Mısıroğlu ise 2012’de bu işin peşinden gidildiğini itiraf etti. Hatta bu işin peşinde gidildiğini bir anlamda deşifre eden ve tepki çeken Adnan Tanrıverdi sessizce istifa ettirildi.

 

Ayasofya Çıkışı İslam Dünyasına Yönelikti!

 

ABD, Arap ülkelerinin liderlerinden gelen sert tepkiler nedeniyle Hilafet işinden hiç değilse şimdilik vazgeçti ama iktidar hala bu işin peşinde. Hesap verebilir olmadığından ve devamlı iktidarda kalmaya ihtiyacı olduğundan, Hilafeti can simidi olarak görmekte.

 

Akla hemen gelen soru şu; Türkiye’de Hilafet ilan edilse, bunu hangi İslam ülkesi tanır ki? Bir, en fazla iki! O bile zor! İktidar bunun farkında. Bu yüzden İslam ülkelerinin sokaklarına, eğitimsiz insanlarına, radikal örgütlerine ve kendi ülkelerinde yasaklanmış yapılara hitap etmeye ve desteklemeye çalışıyor. Ayasofya çıkışı bile iç kamuoyundan çok, dış kamuoyuna ve İslam dünyasına yönelikti. Şu anda oralarda bu konu hala tartışılıyor.

 

Dünyadaki En Büyük Elçiliğimiz Nerede?

 

Endonezya‘nın Açe eyaletindeki faaliyetler, balkon konuşmalarında size saçma da gelse İslam dünyasına gönderilen mesajlar, Suriye’deki radikal İslami örgütlere verilen destek, Mısır’ı ve İsrail’i karşımıza alma pahasına İhvan seviciliği, Hamas aşkı, antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) içeren söylemler, yurt dışında yapılan camiler, vakıflar vasıtası ile İslam coğrafyasında yapılan girişimler hep Hilafet amacına yönelik, o ülkelerin iktidarlarına rağmen kitlelerde taban bulma ve ağ (network) oluşturma gayretleridir.

 

Türkiye’nin dünyadaki en büyük elçiliğinin Somali’nin başkenti Mogadişu‘da olduğunu ve burada bir askeri üssümüzün bulunduğunu biliyor musunuz? Ayrıca Katar fonlarıyla Yemen‘de Suudi Arabistan liderliğindeki Arap koalisyonuna meydan okunduğunu, koalisyonu parçalamak için Yemen Ulaştırma Eski Bakanı ve İhvan ile görüşme yapıldığını? Bu girişimler hangi stratejik hedefe ulaşmak için yapılıyor?

 

Türkiye’nin Değil, İktidarın Stratejik İhtiyacı!

 

İhvan tarafından desteklenen Sudan’ın diktatörü Ömer Beşir’le bu yüzden iş birliği yapıldı, ziyaretler gerçekleştirildi, askeri işbirliği mutabakatları muhtırası teati edildi ve Kızıldeniz’de Mekke’nin karşısındaki ada kiralandı. Ama diktatör Ömer Beşir’in devrilmesi üzerine Sudan’da Türkiye’deki iktidara iyi gözle bakmayan bir yapı iktidar geldi ve mutabakatlar çöpe atıldı.

 

Katar’da niçin askeri üs açtık? Hangi ihtiyaca yanıt veriyor? Katar’ın Suudi Arabistan’a karşı korunması desek; bunu yüzölçümü yaklaşık Kadıköy ilçesinin yarısı kadar olan bu ülkede 15 bin Amerikan askeri varken 600 askerimizle biz mi sağlayacağız? Eğitim desek; yine aynı şekilde, bize mi kaldı? Belli ki bu askeri üs Türkiye’nin stratejik ihtiyaçlarından değil, iktidarla Katar Emiri arasındaki stratejik ihtiyaçtan kaynaklanıyor.

 

Libya’nın Stratejik Önemi

 

Bir coğrafi bölgenin stratejik olup olmaması; nereden baktığınıza ve hangi stratejik hedefin peşinde koştuğunuza göre değişir. Örneğin; Malezya ile Endonezya’nın Sumatra Adası arasında kalan Malaka Boğazı, Çin için stratejik öneme sahiptir. Aynı şekilde, küresel hedefler peşinde koşan ABD için de! Ama Türkiye için stratejik bir önemi yoktur!

 

Libya, tarihsel bağlar ve Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan hedeflerine ulaşmak açısından Türkiye için stratejik öneme sahiptir. Ama iktidar Doğu Akdeniz çanağında yer alan istisnasız tüm ülkelerle kavgalıysa, özellikle de İhvan ve Hamas yüzünden Suriye, Mısır ve İsrail ile kavgaya hala devam ediyor ve buralarda büyükelçi seviyesinde temsil edilmiyorsak; niyeti ve stratejik hedefleri başkadır. Çünkü sadece Libya’nın batısında iç savaş halinde bulunan İhvan’a yakın bir parça ile mutabakat muhtırası yapmak bizi Mavi Vatan hedeflerimize ulaştıramaz. İktidar Libya’yı Mavi Vatan hedeflerine ulaşmak için değil, “Siyasal İslamcı” ideolojisi ve gerçekleşmeyecek bir hayalden ibaret olan “Yeni Osmanlı” hedefleri için stratejik görmektedir. Mavi Vatan söylemi ise Türkiye’deki kitlelerin kandırılması içindir!

 

Mısır’ın Tehdit Algısı

 

Geçtiğimiz Cumartesi günü (20 Haziran 2020) Mısır Cumhurbaşkanı Sisi, Mısır ordusuna Libya’daki gerginliğe ilişkin yurtdışı görevlerine hazır olması emrini verdi. Bu çok tehlikeli bir gelişme. Çünkü Sisi, Türkiye’deki iktidarın Mavi Vatan peşinde olmadığını, Libya’ya Mısır’ı ve kaybettiği Sudan’ı karıştırmaya geldiğini, Libya’nın komşu ülkeleri olan Cezayir ve Tunus’ta kendine yakın örgütleri destekleme peşinde olduğunu yüksek bir tehdit algısı ile değerlendiriyor. Bunun anlamı; Mısır’ın her şeyi göze alabileceğidir.

 

Mısır’la itişip kakışmanın ve gerginliği arttırmanın Türkiye’ye kazandıracağı hiçbir şey yok. Mısır, Libya ile sınırdaş. Bu avantajını kullanarak ve yüksek tehdit algısı nedeniyle Libya’ya büyük güçlerle girebilir ve iç savaşa direkt olarak müdahil olabilir. Suudi Arabistan ve zengin körfez ülkeleri, Mısır’dan yana tavır koyacaktır. İsrail de hiç şüpheniz olmasın, Mısır ve Suudi Arabistan’dan yana olacaktır. Yunanistan’ı ve AB’nin iki lider ülkesinden biri olan Fransa’yı da buna ilave edebilirsiniz. ABD de İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan’dan vazgeçemeyeceği için son tahlilde karşımıza geçecektir. ABD’nin Libya’da iktidara verdiği destek sınırlıdır ve Türkiye’yi Rusya’dan uzaklaştırma amacına yöneliktir.

 

İktidarın çağdışı ideolojisinden ve hayalinden kaynaklanan tuttuğu bu yol ve sürdürdüğü bu politikalar, fahiş derecede yanlıştır. Buradan Türkiye için iyi şeyler çıkmaz ve üzülürüz. Ayrıca; halktan bunun için oy istendi mi? Seçim manifestosunda halen yaptıklarını yapacağını yazdı mı? İktidar, her türlü kaynaklarımızı ülkemizin güvenliği, refahı ve mutluluğu için değil kendi çıkarları, güvenliği ve gerçekleşme şansı olmayan rüyası için tüketmektedir. Uyandığınızda çok geç olabilir!

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar; LİBYA DEHŞETİ

LİBYA DEHŞETİ
Türkiye ve Katar, İran’ın konsolide edilmiş pozisyonundan yararlandı.
Müslüman Kardeşler ideolojisiyle Arap’a hakim olma hedefinde yeni bir blok oluşturuldu.

*
Yeni blok şimdi İran’ın Şii blokuna yanaşıyor.
Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün yeni bloğa katılma isteğindedir.
Rusya bu bloka “Orta Doğu İtilaf Ülkeleri” diyor.
Radikalizm ile mücadelede  canlarını, varlıklarını ve yıllarını kaybeden Orta Doğu’da gerilim yükseliyor.

*
Yeni blok, bölgesel dinamikler için hem fırsatlar hem tehditler oluşturuyor.
Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve çevresi devletlerin  Arap Sünni Bloğu,
Bu ikilinin bölgesel üstünlüğe yükselmesine direnemiyor.

*
Küllerinden ve kırılmış halkın kötü durumundan yükselen,
Müslüman Kardeşliği ya da yeni blok;
Şimdi  son yılların tüm eziyetleri ve kan intikamının bir kombinasyonu olan radikalizmle saldırıyor…

*
Radikalizm bütün dünyada suçtur.
Yine de  İtilaf gözünü budaktan esirgemiyor.
Bölgesel güç ve egemenlik için radikalizmi;
Çoğu kez arkasında  bir iz bırakmadan,
“Dünyanın her yerinde” hem birlikte hem de ayrı ayrı arttırıyor ve yoğunlaştırıyor….

*
İtilaf Bloğu, bölgeyi geri dönüşü olmayan bir şekilde lehine dönüştürmeye çalışıyor.
Hızlı hareket etmeye, zorlanmaya ve büyük riskler almaya kararlıdır.
Ortak düşmanlar nedeniyle ve çelişkili hedeflere rağmen,
Sünni varlıklar da dahil olmak üzere tüm radikal İslamcı güçlerle yakın işbirliği yapıyor.

*
6 Haziran’da İran hükümeti, Libya’da  askeri olarak başbakan el-Sarrac’ı,
Yani Müslüman Kardeşler’i desteklediğini açıkladı!

*
Türkiye; Suriye, Irak, Libya, Somali, Yemen ve dünyanın her yerinde cihatçı güçleri destekliyor.
İran; Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Yemen ve şimdi Libya’da  İslami Cihad’a ve İsrail’de HAMAS’a omuz veriyor.
Katar  finansman ve ekipman sağlama konusunda yardımcı oluyor.

*
İtilaf ülkeleri arasında sıkı bir işbölümü vardır.
İran; Batı İran ile Akdeniz arasındaki tüm bölgeyi kontrol ederek Akdeniz kıyılarındaki kara koridoruna odaklanıyor.
Şii nüfuslu petrol zengini alanları güçlendirerek Basra Körfezi’nin her iki kıyısını da kontrol etmeye,
Hürmüz Boğazı ile Mendep Boğazı’nda egemen olmaya koşuyor.

*
Türkiye; Suriye ve Irak’ta Kürtleri baskılıyor.
Kuzey Suriye ve Irak’ta güvenlik bölgesi adıyla kendine özel bir bölge kurmaya çalışıyor.
Somali’deki varlığı ile Hicaz’a ve Kızıldeniz’e hükmetmek için Haşimi ülkelerinin durumunu ve hırslarını kullanıyor.
Katar’da ki üssüyle Basra Körfezi’nde varlığını arttırdı.
Libya’da Müslüman Kardeşler desteğiyle bir anlaşmayla Doğu Akdeniz’i böldü,
İsrail, Mısır, Kıbrıs ve Yunanistan’ı zora bıraktı.
Dini araçlarla  Balkanları da zayıflatarak Hıristiyan Avrupa’yı baltalıyor….

*
Müslüman Kardeşler, Sudan’ı Mısır ordusu ve El Ezher Üniversitesi ile fethetmek üzere,
Bir İslam biçimi icat eden  İngilizler tarafından kurulmuş gizli bir siyasi örgüttür.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’nın Masonluk modeline göre yeniden düzenlendi.
Sonra birçok ülkede emperyalist gündemi ileriye taşımakta kullanıldı.
Arap Baharı  bu cemaati Ortadoğu’nun hemen her yerinde iktidara getirmeyi öngördü.
Ayarı anlaşıldı da Suudi Arabistan, Mısır ve çevresi Arap ülkelerinde  yasaklandılar.

*
Şimdi İran, Müslüman Kardeşler’e verdiği desteği ortaya koyarak,
Şah R. Pehlevi’nin  ABD’nin Ortadoğu’daki jandarması  olduğunu,
1990′ larda Devrim Muhafızlarını NATO’nun emri altında Suudiler’le aynı safta,
Bosna-Hersek’te çarpışmaya gönderdiği  politikasına geri dönüyor!
İran Ordusu,  bir kez daha Türkiye ile birlikte NATO’nun emri altında savaşacaktır!

*
İttifak şimdilerde Kuzey Afrika’da hegemonya arıyor.
Libya’da  çatışmayı  daha da yükseltiyor.
ABD, AB, Rusya ve Orta Doğu ile olumsuz sonuçların artmasını tetikleme potansiyeli taşıyor.

*
İki hafta önce Erdoğan, ABD Başkanı D.Trump ile görüştü.
Türkiye’ye Libya’da yeni bir dönemin başlayabileceğini açıkladı.
Dışişleri Bakanı M.Çavuşoğlu ‘da ABD’nin Libya’da aktif olmasını istedi.

*
Erdoğan, Rusya ile işbirliğinde çok ileri gittiğini,
ABD ile ilişkilerin olması gereken noktanın çok gerisinde kaldığını anlamıştı!
Çünkü Şubat’ta Suriye Arap Ordusunun İdlib’e yaptığı saldırıda,
Rus güçlerinin bilgisi ve desteğiyle 33 Türk askeri öldürülmüştü.
Artık Erdoğan Rusya ile ilişkilerde belli sınırlar olması gerektiğine inanıyordu!

*
İki ülke Suriye’deki işbirliğindedir.
Ama Libya’da aralarında hiçbir işbirliği bulunmuyor;
İkiside Libya çatışmasının karşı tarafta yeralıyor.

*
Erdoğan, bu karmaşada ABD ile işbirliğinin de sınırları olduğunu  unutmadan,
Libya’da işbirliği için ya da bir denge politikası için Washington’la  temas kurdu!.
ABD’ye karşı yüksek oktavlı ses tonu düştü.
Şimdi Türkiye, iki süper gücün rolünü Libya Sirte’de dengelemeye çalışıyor…

*
Bu yüzden iki ülkenin dışişleri ve savunma bakanlarının Ankara toplantısı gerçekleşmedi.
Türkiye Libya krizi için bir yol haritası müzakere etmeyi umuyordu,
Ancak 6 Haziran’da Rus heyeti, Mısır’ın önerdiği aynı ateşkes planında ısrarcı oldu.
Türkiye planı reddetti, savaşı durdurma konusunda isteksizlik gösterdi!

*
Geçen hafta Erdoğan, Almanya Başbakanı A. Merkel ile görüştü.
Berlin çerçevesi; BM’nin Libya’daki barış sürecini desteklemeyi kabul etti..
Ama tüm yabancı ülkelerin güçlerini ülke dışına çekmesini,
Savaşçılara silah tedarik edilmesinin durdurulması gerektirdiği belirtildi.
Ancak bu  koşul Türkiye’nin Libya’daki planlarını engelliyor.

*
Pazar günü  Mısır Cumhurbaşkanı El-Sisi,
Ülkesinin Libya’da yabancı ülkeler tarafından desteklenen,
“Terörist milislerden ve paralı askerlerden doğrudan tehditler” aldığını,
Bu yüzden Libya’ya meşru bir müdahale hakkı olduğunu açıkladı.
Mısır Hava Kuvvetleri’ne hazırol emri verdi…
Suudi Arabistan ve BAE’ de destek teklif etti…

*
Türkiye, M4 otoyolunun kuzeyinde İdlib’deki aşırılık yanlısı savaşçıları geri çekeceğine söz vermişti.
Süre geçen Salı günü sona erdi ve Türkiye vaatlerini yerine getirmedi.
Rusya destekli Suriye Ordusu, aşırılıkçı savaşçıları kuşattı.

*
ABD, bugün Libya’daki taraflardan ateşkese uyulmasını istedi.
AFRICOM başkanlığındaki ABD heyeti, Ulusal Anlaşma  Saraj Hükümeti ile,
Görüşmek üzere Libya’nın başkenti Trablus’a geldi…
Hafter’in Libya Ulusal Ordusu Sirte’nin doğusundaki bölgeyi “uçuşa yasak bölge” ilan etti.

*
Dün Başkan Trump, 3 Kasım başkanlık seçim kampanyasında Tulsa mitingindeydi.
Rusya Devlet Başkanı V. Putin, 2024’te devlet başkanı seçiminde yeniden aday olmasına imkan sağlayacak,
Ülkede siyasi sistemi değiştirecek anayasa değişikliği için 1 Temmuz’da Halk Oylamasını bekliyor.

*
İşte birçok kriz  gibi Libya sorunu da oyalanmaya ve gecikmeye bırakılıyor…
Ancak ABD arka planda her zamanki gibi yaptırımları bir denge tutturmak için kullanmaya devam ediyor..
Bu noktada Başkan Trump’ın, Türkiye’nin sınırı aşan bir hamlede bulunması durumunda,
Ülke ekonomisini tamamen mahvedeceği tehdidi hükmünü sürdürüyor…

23. 6. 2020

Ahmet Kılıçaslan Aytar; SON ÜÇ BEŞ GÜN

SON ÜÇ BEŞ GÜN
Ülkelerin bir numaralı önceliği, COVID-19 Halk Sağlığı krizini usulüne uygun çözmektir.
Ancak başka bir önemli sorun daha var.
Milyonlarca insan işini ve  yaşamsal tasarruflarını kaybetti.
Az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde  yoksulluk ve umutsuzluk hüküm sürüyor…

*
Türkiye salgın öncesinden beri ekonomik, siyasi, askeri ve diplomatik alanlarda kaybediyor.
Erdoğan artan muhalefetle karşı karşıyadır.
Hükümetinin bölge sonuçlarını belirlemesinı, nüfuzunu arttırmasını ve para kazanmasını istiyor gibi görünüyor!
Aslında Müslüman Kardeşler ideolojisinin küresel meşruiyetini talep ediyor.

*
Ama  Batı’nın İslamcı terörle mücadelesi kapsamında;
Hızla Suriye, Irak, Libya ve Doğu Akdeniz’de  çekişmelerin, çatışmaların; savaşların anaforuna çekiliyor!.
Erdoğan’ın pervasızlığı  vatandaşa parmak ısırtıyor…

*
Türkiye, Müslüman Kardeşler’e verdiği destekle terörü teşvik eden,
Bu yüzden Körfez ülkelerinin tecrit politikası uyguladığı Katar’da,
Deniz ve havadan lojistik desteğe müsait  zırhlı birlik konuşlu El Rayyan askeri üssünü kurdu…
Türk birliğinin ana görevi Katar askerlerinin eğitimidir.
Ancak bölgede yaşanabilecek krizlere de müdahale  edilecektir!

*
Dünyadaki en büyük Türk elçiliğinin Somali başkentinde olduğunu çok az insan biliyor.
Türkiye’nin savaşla parçalanmış  Mogadişu’da da bir askeri üssü bulunuyor!
Somali bir yandan Suudi Arabistan ile hayati önemdeki ticaret ilişkilerine bel bağlarken,
Diğer yandan krizde Katar’ı ve Müslüman Kardeşleri destekleyen Türkiye’ye gittikçe artan bir şekilde yakınlaşmakla dikkat çekiyor.

*
Erdoğan’ın Sudan Suakin Adası’nda da bir dayanağı vardı.
Sözde demokratik bir hükümetin iktidara gelmesi halinde Müslüman Kardeşlere yol açılacaktı.
Ancak orada askeri üs inşa etme planı, Cumhurbaşkanı Ömer El Beşir’in gözden düşmesi,
Hartum’daki yeni liderliğin Ankara ile tüm askeri anlaşmaları iptal etmesiyle son buldu….

*
Türkiye’nin Libya’daki riskleri de giderek yükseliyor.
TSK, Suriye isyancıları olan paralı askerlerle birlikte,
Trablus’ta BM tarafından tanınan Müslüman Kardeşler taraftarı Ulusal Anlaşma Hükümeti’ne (GNA) rakip olan;
General Khalifa Haftar’ın Libya Ulusal Ordusuyla (LNA) çarpışıyor.
Çatışmalara TSK’nın kara, hava, deniz ve denizaltı unsurları katılıyor.
Üç beş gündür Erdoğan, GNA’nın yakın zamanda TSK yardımı ile geri aldığı;
Misurata deniz üssü ve el-Waitya hava üssünün kullanımı için görüşmelerde bulunuyor.

*
Erdoğan Kasım’da, Trablus hükümeti ile Kıbrıs, Yunanistan ve Mısır’ın karasularını göz ardı eden,
Ekonomik bölgeleri ve enerji araştırma alanlarını kesen bir deniz anlaşması imzaladı.
Salı günü Yunanistan, deniz anlaşması ve Ankara’nın Libya’da askeri varlığına yönelmesi konusundaki endişesini,
Kudüs’te İsrail Başbakanı B. Netanyahu ile paylaştı…

*
Bir süredir AB Konseyi, EUNAVFOR- Avrupa Birliği Deniz Kuvvetleriyle,
Akdeniz’de Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası doğrultusunda askeri operasyonlar yürütüyor.
Amaç, BM silah ambargosunu Libya’da savaşan taraflara uygulamaktır.
Fransız Donanması, Libya’ya silah taşıdığından şüphe edilen yük gemilerini  tespit etmeye çalışırken,
Türk askeri gemilerinin engellemesine  maruz kalmaktadır!
Ve Fransa,” İttifak üyesi Türkiye’nin NATO’nun bir gemisine yönelik engellemesi kabul edilemez” gerekçesiyle,
NATO üyelerini Türk sorununu çözmesi için bir tartışma toplantısına çağırmış bulunuyor.
Cumhurbaşkanı E. Macron, ABD Başkanı D. Trump ile bu konuda görüşürken,
Cuma günü Avrupa Birliği, NATO’dan Libya’ya yönelik silah ambargosunun uygulanması için destek istedi.

*
NATO bir süredir zaten Türkiye ile ilgili  ateşli tartışmalar yaşıyor.
Şimdi de Erdoğan’ın Suriye ve Türkiye’deki Kürt gruplarına atıfta bulunarak,
NATO’nun  PYD / PKK’yı terörist bir varlık olarak tanımasını istemesi,
Bu talebe olumlu yanıt alamayınca;
Geçen yıl Londra’da yapılan anlaşmaya rağmen,
Polonya ve Baltık ülkeleri için NATO’nun “Kartal Savunucusu” isimli savunma planlarını bloke etmesi tartışılıyor.
Plan, bölge güvenlik durumunun ağırlaşması ya da bir saldırı halinde,
İttifak üyelerine ne gibi destek verilebileceğinin detaylarıyla ilgilidir.

*
Eh, bu da bir son dakikadır!
Erdoğan Katar fonlarıyla Yemen’de Suudi liderliğindeki Arap koalisyonuna meydan okuyor.
Ankara, Yemen’in Husi  isyanıyla savaşan koalisyonu parçalama hedefi için,
Yemen eski ulaştırma bakanı Saleh al-Jabwani ve  Müslüman Kardeşler militanlarıyla,.
Petrol zengini güneydoğu eyaleti Shawba’yı ele geçirmeyi planlıyor!..

*
O sırada Erdoğan hükümetine karşı,
Türkiye’nin Kürt yanlısı  Halkların Demokratik Partisi ülkenin iki ucundan iki yönlü bir yürüyüş başlattı.
Protestocular  kitlesel gözaltıların üstesinden gelebilirse,
Kuzeybatıda Edirne ve güneydoğuda Hakkari’den Ankara’da birleşmeyi planladılar.
Ama İstanbul valisi, koronavirüsle mücadele bahanesiyle iki hafta boyunca tüm gösterileri ve protestoları yasakladı.

*
Öyleyse ertesi gün Pazartesi gecesi,
Türk hava kuvvetleri kuzey Irak’ta Kürt PKK mahallerine saldırmak için harekete geçti.
“Pençe – Kartal” operasyonu kapsamında,
Kuzey Irak’ta Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK);
Sinjar, Karajak, Kandil, Zap, Avashin-Basyan ve Hakurk bölgelerindeki hedefleri bombardımana tutuldu.
Bağdat Havaalanı yakınlarına da üç roket düştü.
Savunma Bakanı, “Operasyonda ülkemizi, ulusumuzu ve sınırlarımızı tehdit eden 81 terörist nesne yok edildi.
Mücadelemiz  son terörist etkisizleştirilinceye kadar sürecek” dedi.
Bakan arkasında kimsenin isimlerini dahi bilmediği Genelkurmay heyeti ile ekrandan operasyonu izlerken;
Ultra milliyetçiliği boyun damarlarını kabartmış, gözlerini öfke bürümüş,
Kolu havada, elleri yumruk yapılmış sanki tribünlere üçlü çektirir bir havadaydı!
Bugün Irak bir hafta içinde Türkiye’ye ikinci defa nota verdi.
Operasyonun durdurulması, Türk güçlerinin Irak’tan çekilmesi istendi.
Öyle mi? Türkiye’den inanılmaz bir yanıt geldi;;
“Sınır güvenliğini sağlamak amacıyla Irak’ta geçici üs sayısını arttırmayı planlıyoruz” denildi…
Bugün Suriye’nin kuzeyindeki rakip Kürt grupları, uzun süredir hedefledikleri;
“Kürt birliği” için ilk anlaşmaya vardıklarını açıkladılar…

*
Salı günü, Rusya’nın Türkiye’ye, İslamcı militanları Halep-Lazkiye  arasındaki  M-4 karayolu ve bölgesinden çekmesi için,
Verdiği ek süre sona erdi.
Şimdi Suriye Arap Ordusu, İdlib ili idari sınırında yoğunlaşıyor…
Bir gece ansızın Suriye Ordusu’nun İdlib ve Hama’da büyük çaplı  operasyonları bekleniyor.
Suriye ile ilgili Astana sürecinin üç garantörü;
Rusya, Türkiye ve İran; Suriye’deki mevcut durum hakkında çevrimiçi bir toplantıya hazırlanıyor.
Toplantının Ağustos’ta  planlanan Suriye Anayasa Komitesi toplantısından önce yapılması hedefleniyor.

*
Erdoğan, General Halifa’nin komutasında LNA güçlerinin kontrol ettiği,
Kıyı kenti Sirte’nin yeniden kazanılması düşüncesiyle,
Halifa’nın düşmanlıkların sona erdirilmesi için yaptığı ateşkes önerisini;
“Türkiye bir darbeci ile görüşmez” gerekçesi ile kabul etmedi!
Bu paralelde Libya’da kalıcı bir ateşkes ve siyasi sürecin başlaması için,
Pazar günü planlanan Türkiye ve Rusya dışişleri bakanları toplantısı da  ertelendi.
Halbuki toplantının somut bir sonucu olmalıydı!
Ama iki ülke karşıt pozisyonlar aldıkları için sorunlar aşılamadı..

*
Pazartesi günü İstanbul’da, Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu İranlı mevkidaşı Muhammed Javad Zarif ile görüştü.
M.Çavuşoğlu, Libya konusunda  Ankara ile Moskova diyalogunda hiçbir sorun olmadığını söyledi.
Zarif  ise Tahran ve Ankara’nın Libya ihtilafının çözümüne ilişkin tutumlarının çakıştığını kaydetti.
Aynı gün Rusya Dışişleri Bakanı S. Lavrov;
“Libya’daki çatışmada tarafları müzakere masasına oturmaya ikna etmeye çalışıyoruz.
Ancak dış oyuncular sadece bir tarafın çıkarlarını diğerinin pozisyonlarının zararına doğru ilerletmeye çalışıyor.
Bu durum tüm anlaşmaların başarısızlığına yol açıyor” dedi.

*
Salı günü, Erdoğan ve Almanya Başbakanı Angela Merkel, video konferanstaydı.
Libya ve Doğu Akdeniz’deki süreçleri tartıştılar..

*
O gün Nordic Monitor Haber Sitesi,
TSK’nın Yunanistan ve Ermenistan için işgal planı geliştirdiğini gösterir bir gizli belge yayınladı.
Belge 2016 ‘da Türkiye’deki askeri darbe  girişimi hakkındaki davanın materyalleri içinde bulunmuştu.
Yunanistan ve Ermenistan protesto etti…

*
İzmir’de  Fethullah Gülen’in “terörist ağı” ile bağlantısı olduğundan şüphelenilen kişiler toplu olarak tutuklandılar.
Tutuklananların 119’u  aktif Türk askeri personeli idi.

*
Bu yazı Türkiye’de artık mütemadiyen tekrarlanan üç beş günlük gerilimin bir kesitidir.
Türk Milleti bu gerilimi neden yaşıyor?
Neden Erdoğan  ideolojisi için  inanılmaz ölçüsüzlükte bir diplomasi uyguluyor?.
İslamcı kişiliğiyle neden İslama meydan okuyor?
Koronavirüs salgınına rağmen neden Türkiye’yi hızla böyle bir karanlığa çekiyor?
Sevgi, Dayanışma, Barış, Hak, Hukuk, Adalet , Aş ve İş bunun neresinde?..

19. 6. 2020

Türker Ertürk;Türkiye’nin Caydırıcılık Durumu

TÜRKİYE’NİN CAYDIRICILIK DURUMU

 

Bir tarafın, potansiyel gücünü karşı tarafın yapmayı planladığını düşündüğü eylemlerden vazgeçirmesi için tehditkâr bir şekilde kullanması üzerine kurduğu politikaya “Caydırıcılık” (Deterrence) denir. Caydırıcılıkta asıl olan karşı tarafta yaratılan algıdır. Yani sizin kendinizi ne kadar güçlü ve ne kadar caydırıcı olarak gördüğünüz veya düşündüğünüz değil, karşı tarafa verdiğiniz izlenim ve yarattığınız algıdır. Eğer birileri size meydan okumaya başladıysa biliniz ki; caydırıcılığınızı yitiriyorsunuzdur.

 

Ne yazık ki ülkemiz, siyasi iktidar nedeniyle caydırıcılığını büyük oranda yitirmiştir. İktidarın geçtiğimiz 18 yıl içinde Cumhuriyetimizin kurucu ideolojisi ile çelişen çağdışı “Siyasal İslamcı” ideolojisinden ve ortaçağın aklı olan “Yeni Osmanlı” hayalinden kaynaklanan politikalarıyla Türkiye’yi emperyalizmin taşeronu yapmış, neredeyse tüm dünya ile kavgalı hale getirmiş, ekonomisini iflas ettirmiş, kurumlarını tahrip ve devlet aklını yok etmiştir.

 

Artık Parti Şurası Var!

 

Bunlardan daha da önemli olarak iktidar; Gülen Cemaati (FETÖ) ile beraber kumpas ve itibarsızlaştırma operasyonları ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nden çok sayıda üst düzey nitelikli personeli tasfiye etmiş, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra da tek başına yaptığı operasyonlarla TSK’nın genetik kodları ile oynamış, okullarını ve hastanelerini kapatmış, kışlalarını ve üslerinin bir bölümünü elinden almış, Yüksek Askeri Şura’yı AKP Şurası haline getirmiş ve halen sürdürdüğü dilimleme siyaseti ile TSK’yı çağdışı ideolojisi ve hayali kapsamında dizayn etmeye çalışmaktadır.

 

Cumhuriyet tarihimiz boyunca Türk Silahlı Kuvvetleri’nin caydırıcılığı dış tehditlere karşı daima tamdı ve kimse Türkiye’ye karşı meydan okuyamazdı. 1974 Barış Harekâtını başarı ile yaptı. Soğuk Savaş’ın (1945-1989) bitiminden sonra da caydırıcılığına artan bir güçle devam etti. Bu konuda örnekler çok!

 

Atina ve Lefkoşa’ya Geri Adım Attırılmıştı

 

Yunanistan’ın 31 Mayıs 1995’de karasularını 6 milden 12 mile çıkarma kararına karşı Türkiye 8 Haziran 1995’de aldığı bir kararla Yunanistan’ın Ege’de karasularını 12 mile çıkarma kararını uygulamasını casus belli (savaş nedeni) olarak sayacağını ilan etmiş ve geri adım attırmıştır. 1997’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) tarafından Kıbrıs’a konuşlandırılmak istenen S-300 füzelerinin ülkemiz açısından güvenlik sorunu yaratacağını öne sürerek direnç göstermiş ve Atina ile Lefkoşa’ya geri adım attırmıştır.

 

1998’de zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Suriye sınırında, Reyhanlı’da Türkiye’nin sabrının taştığına, PKK’nın bitirilmesi için savaşın göze alındığına yönelik bir konuşma yapmış ve Suriye’yi açıkça tehdit etmiştir. Bu konuşma sonrasında Öcalan ve Suriye’de bulunan silahlı yapılanması bu ülkeden tasfiye edilmiştir.

 

Haddini Bildiririz, Ezer Geçeriz!

 

Ama 2016 yılında, iktidarın o güne dek yaptıkları nedeniyle caydırıcı olunamamış ve Süleyman Şah Türbesi Suriye’den kaçırılmak zorunda kalınmıştır. 27 Şubat 2020’de, Cumhuriyet tarihimiz boyunca ilk defa Türk Silahlı Kuvvetleri yabancı bir devletin silahlı kuvvetlerinin hedefi olmuş ve Rusya ile Suriye’nin ortak operasyonu sonucu 33 şehit vermiştir. Bugünlerde Yunanistan bile Türkiye’ye karşı düşmanca tavır içinde olabilme ve açıkça tehdit edebilme cesaretini göstermektedir. Geçmişte bu mümkün değildi.

 

İktidar ve yandaşları tarafından hemen “Savaşırız, Yunanistan’a haddini bildiririz ve ezer geçeriz!” söylemleri gündeme sokuldu. İşte caydırıcılık bu; ulusal hedeflere savaşmadan ulaşmak. Hele de bu devirde, savaşı kazansanız bile bu yıkım demektir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk; Hatay’ı savaşmadan aldı, egemenliğimiz ve güvenliğimiz açısından yaşamsal derecede önemli olan 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi’ni de savaşmadan elde etti. Bu hedeflere ulaşmada belirleyici güç Türkiye’nin uluslararası ortamda Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten yani o dönemin iktidarından kaynaklanan saygınlığı ve diplomasisi idi!

 

Herkesle Kavga Ederek Mümkün mü?

 

Ayrıca savaşır ve Yunanistan’ı ezer geçersek gerçekten ulusal hedeflerimize ulaşabilir miyiz acaba? Yunanistan, 1830’da bağımsızlığını kazandıktan sonra hep doğuya doğru ve Osmanlı’nın aleyhine büyüdü. Hiç savaş kazanmadı! Hatta Osmanlı her savaşta Yunanistan’ı ezdi geçti. Ama barış masasında Avrupalı büyük devletlerin Yunanistan lehine verdiği destekle Osmanlı hep kaybeden taraf oldu. Bugün Yunanistan 500 milyonluk AB’nin bir üyesi. Üstüne üstlük; Türkiye’nin uluslararası hukuka dayanarak engelleyebilme hakkı olmasına rağmen iktidar, 2004 yılında devlet aklını yok sayarak tek başına verdiği düşüncesizce bir kararla Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) de AB üyesi olmasına imkân verdi. Oldu mu şimdi iki AB üyesi ülke karşımızda!

 

Şimdi soruyorum; Doğu Akdeniz çanağında bulunan Suriye, Lübnan, İsrail, Mısır, GKRY ve Yunanistan ile kavga edip sadece Libya’nın batısında iç savaş halinde bulunan İhvan’a yakın bir parça ile mutabakat muhtırası yapmak bizi Mavi Vatan hedeflerimize ulaştırır mı? Yoksa; İhvan ve Hamas aşkından vazgeçip ülkemizin gerçekten çıkarları peşinde koşarak, tüm bu ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmek ve deniz yetki alanları konusunda anlaşmalar yaparak Yunanistan ve GKRY’yi yalnızlaştırmak mı bizi Doğu Akdeniz ve Ege’de Mavi Vatan hedeflerine daha kolay ulaştırır?

 

Keşke Hamasetle Olsa!

 

İkinci seçenek için çağdışı “Siyasal İslamcı” politikalardan, gerçekleşme şansı milyonda bir bile olmayan “Yeni Osmanlı” hayalinden vazgeçmek ve güçlü bir diplomasi uygulamak gerekir! Çinli komutan, filozof ve strateji dehası Sun Tzu “Gerçek zafer, savaşmadan kazanılan zaferdir. Gerçek önder, savaşmadan kazanan önderdir.” demiştir.

 

Türk Silahlı Kuvvetleri büyük badirelerden geçti ve çok kan kaybetti. Geride kalanlarınsa insanüstü bir güçle çalıştıklarını, bir kişinin en az beş kişinin işini yaptığını, kahramanlar gibi mücadele ettiğini çok iyi biliyoruz. Askerimizden asla şüphemiz yok! Ama siyasi iktidardan da şüphemiz yok, ülkemizi çağdışı ideolojisi ve hayali peşinde felakete sürüklediğinden de! Ülkemizin durumunu ve caydırıcılık algımızın zayıfladığını NATO da AB de Rusya da Çin de Yunanistan da biliyor. Keşke hamaset yaparak, kahramanlık türküleri söyleyerek, pehlivan tefrikaları ve kaptan paşa hikayeleri anlatarak ve ona buna meydan okuyarak bu işler olsa! 

 

TÜRKER ERTÜRK; BÜYÜK ÖZGÜRLÜK FERMANI

BÜYÜK ÖZGÜRLÜK FERMANI

805 yıl önce bugün (15 Haziran 1215), İngiltere’de anayasacılık anlamında en eski metin olarak da kabul edilen Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlük Fermanı) imzalandı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 84 yıl önce imzalanan Magna Carta ile İngiltere Kralı John’un keyfi yönetimine son verilmeye çalışılmıştır. Genel olarak vergi toplama ve harcama yetkisinin krala değil, parlamentoya ait olduğu, insanların keyfi olarak cezalandırılamayacağı, adaletin satılamaz ve geciktirilemez olduğu Magna Carta ile sözleşme altına alınmıştır.

O tarihlerde, İngiltere’de mutlak ve tartışılmaz bir güç olan kralın yetkisinin Tanrı tarafından doğrudan kendisine verilmiş olduğu inancı vardı. Magna Carta ile bu görüş kısmen yıkılmış ve oluşturulan parlamento ile kral, birlikte hüküm vermeye başlamıştı. Bu süreç, İngiltere’de kilisenin gücünün azalmasına yol açmıştır.

 

Allah’ın Yeryüzüne Vurmuş Gölgesi

 

Yalnız İngiltere’de değil, hemen hemen tüm dünyada, Avrupa ve Osmanlı’da da egemen olan düzen monarşi, yani tek adam yönetimiydi. Padişah, sultan, hakan, şah, kral veya çar, adı her ne olursa olsun bu tek adamlar yasama, yürütme ve yargı dâhil tüm güçleri şahıslarında toplar, kimseye hesap vermez, güçlerini Tanrı’dan aldıklarını söylerlerdi ve buna inanılırdı. Örneğin; Osmanlı padişahlarının “Allah’ın yeryüzüne vurmuş gölgesi” olduğuna inanılırdı. Kimin haddine olabilirdi ki Allah’ın gölgesine karşı gelmek!

 

İnsanlığın yaşadığı düşünsel evrimin bir ürünü olarak ortaya çıkan “Aydınlanma” ve onun tabii sonucu olarak meydana gelen siyasi devrimler sonunda tek adam yönetimleri birer birer yıkıldı ve halk temsilcilerinin bulunduğu “Meclisler” ülkelerin en üst kurumu haline geldi. Siyasi devrimlerin ilki olan İngiliz Devrimi (1689) sonrasında ilan edilen Haklar Bildirisi’ne (Bill of Rights-1791) göre kral hiçbir yasayı yürürlükten kaldıramaz, kimseyi keyfi olarak tutuklatamaz, hukuki sürece saygı duyar ve parlamento onayı olmadan vergi ve asker toplayamazdı.

 

Haklar Bildirisi

 

Yaşadığımız topraklarda tek adam yönetimine Cumhuriyetle birlikte son verilmiştir. Ama ne yazık ki bugün ülkemiz; iktidarın 18 yıllık icraatları ve kumpasları ile bırakın 1791 tarihli Haklar Bildirisi’ni, 15 Haziran 1215 tarihli Magna Carta Libertatum’dan bile daha geriye düşmüş ve zamanın ruhuna uygun bir tek adam yönetimine geçmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı da artık anayasal kurum olma özelliğini kaybetmiş ve yine zamanın ruhuna uygun olarak geçmişte kilisenin yaptığı görevi üç aşağı beş yukarı yapar hale gelmiştir.

 

Ayrıca; iktidarın darbelere karşı olduğu da doğru değil. Çünkü darbelere yol açan en belirleyici neden yönetsel gücün paylaşılmak istenmemesi, tek elde toplanması ve iktidar değişiminin belli kurallara bağlanmamasıdır. İngiltere; 1648’de Cromwell’in yaptığı darbeyi istisna tutarsanız, iktidar gücünün darbelerle hiç el değiştirmediği bir ülkedir. Bunun en büyük nedeni ise kralın yönetsel gücünü tarihi süreç içinde devamlı olarak sınırlamayı başarmış olmalarıdır.

 

Gücü sınırsız olarak elinde bulundurmaya çalışmak, devletin iktidarı kontrol ve denge mekanizmalarını bertaraf etmek, iktidarın demokratik olarak değişiminin önünü tıkamak ve halk iradesine rağmen iktidarı devretmeyeceği algısını yaratmaya çalışmak; gerçek anlamda darbeci olmaktır.

Sivil Darbe

Cumhuriyet tarihimiz boyunca yaşadığımız askeri darbelerin istisnasız hiçbiri sonuç olarak ülkemize iyi şeyler getirmedi, tam aksine büyük acılar çektirdi. Ama dünya tarihini incelediğimizde; geçmişte halkına ve tüm insanlığa en uzun süre acı çektiren ve en kalıcı psikolojik travmaları yaratan dönemlerin perde arkasında askeri darbeler değil, sivil darbeler vardır.

Hitler de Mussolini de sivildi ve sivil darbelerle iktidara gelmişlerdi. Hitler de demokrasi tramvayına binerek iktidara gelmiş, Alman Meclisi’ni yakarak (Reichstag) sivil darbe yapmış ve “Tek Halk, Tek Devlet, Tek Lider” (Ein Volk, Ein Reich, Ein Führer) anlamına gelen söylemlerle diktatör olmuştu. Portekiz’de yaklaşık 40 yıl diktatörlük yapan Salazar da asker değildi, sivildi ve hatta hukukçuydu!

Ne sorun yaşarsak yaşayalım çözüm; ortak akıldır, uzlaşmadır, insan hak ve özgürlüklerine saygıdır, çağdaş hukuk ve demokrasidir. Bunlar; insanlığın bugün ulaştığı düşünsel evrimin ürünleridir.

Türker Ertürk; İlkelerin Değil Kişilerin Peşinden Gitmek Felakete Götürür

İLKELERİN DEĞİL KİŞİLERİN PEŞİNDEN GİTMEK FELAKETE GÖTÜRÜR!

 

Anayasa düşüncesi ilk defa M.Ö. 3’üncü yüzyılda Aristo ve çağdaşı düşünürler tarafından öne sürüldüyse de ilk yazılı anayasa 1789’da, ABD’de hazırlandı. Bunu 1791 Fransız Anayasası izledi. Türkiye de ise anayasa çalışmalarının tarihi yaklaşık 200 yıllık olmasına rağmen ilk anayasa 1876’da yürürlüğe giren Kanuni Esasi’dir.

Tüm anayasaların birer ruhu, nitelikleri ve ideolojisi vardır. Dünyanın neresine giderseniz gidiniz; her ülkenin anayasasının esasını oluşturan temel ilkeleri vardır. Bu ilkeler, o ülkenin siyasi rejiminin özünü oluşturmaktadır. İşte bu öze asla dokunulamaz ve değiştirilemez. Ne demek mi istiyorum? Dünyanın hiçbir yerinde ve ülkesinde savaş ve olağanüstü şartlar olmadan, sadece meclisteki çoğunluğa dayanılarak anayasaların özü değiştirilemez ve değiştirilmemiştir. Bırakınız yazılı anayasaları; yazılı anayasası olmayan, sadece tarihin derinliklerinden gelen geleneklere sahip İngiltere’de bile parlamentonun her şeye gücü yetiyor olmasına rağmen Westminster Modeli olarak da bilinen parlamenter monarşi sisteminin başkanlık sistemine veya başka bir rejime çevrilmesi pek olanaklı değildir.

Anayasaya Sadakat Olur, Başkana Değil!

ABD’de asker yemininin bir bölümünde “…I will support and defend the Constitution of the United States against all enemies, foreign and domestic…” (ABD Anayasasını dış ve iç düşmanlara karşı destekleyeceğim ve savunacağım) diyor.

Geçen hafta ABD Başkanı Trump’ın, George Floyd’un polis memuru Derek Chauvin tarafından hunharca öldürülmesi üzerine başlayan ve ABD geneline yayılan eylemlerde ABD askerini kullanma isteğini açıklaması üzerine ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mark Alexander Milley tüm komutanlıklara mesaj gönderdi. Milley mesajında özetle; “Askerler Amerikan Anayasa’sına sadakat yemini etmiştir, başkana değil” diyerek çok önemli bir hatırlatma yapmış.

 

Kafana Göre, Keyfi Olarak Yönetemezsin!

 

Trump’ın başkanlığında savunma bakanlığı yapan ve 2018’de istifa eden eski asker ve siyasetçi James Mattis de “Trump liderlik yapamadı, icraatları ve söylemleri ile Amerikan halkını böldü” diyor. Mattis ayrıca; “Askere Amerikan halkının anayasal haklarını kullanmasını engellemek için emir verilemez, askerler anayasayı korumak ve desteklemek için yemin ettiler” diyor.

 

Demokrasilerde lider olmak demek; yönetime gelen kişinin kafasına göre ve keyfi olarak şirket yönetir gibi ülkeyi yönetmesi demek değildir. Anayasa, kurucu ideoloji, hukuk ve kanunlar iktidarı doğrudan bağlar. Bunlar yok sayılamaz, yok sayarsa gayrimeşru olur!

 

Yasal Olmazsa, Trump’a Karşı Çıkacağım!

Kanada’da 2017’de düzenlenen Halifax Uluslararası Güvenlik Forumu’nda, ABD Stratejik Kuvvetler (STRATCOM) Komutanı Orgeneral John Hyten yaptığı konuşmada; “ABD Başkanı Donald Trump’ın yasal olmayan bir şekilde nükleer silah kullanmak istemesi durumunda Trump’a karşı çıkacağım” dedi. Yani General Hyten“Benim için esas bağlayıcı olan ABD Anayasası, ilkeleri ve hukuk sistemidir. Bunlar, ABD Başkanı’nın üzerindedir” demek istedi.

 

Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’nı da yapan eski asker ve siyasetçi McMaster yazdığı “Görevi İhmal” kitabında; Vietnam savaşında üst düzey komutanların ABD Başkanlarının dümen suyunda gitmesi nedeniyle ABD’nin ulusal hedefleri, görevleri ve güvenliğinin zedelendiğini ve savaşı kaybettiklerini anlatıyor. Yine kitabında; “Siyasi liderlerin hedefleri ile ulusal güvenliğin hedef ve amaçları örtüşmez ise girişilen tüm mücadeleler ve savaşlar kaybedilir” diyor.

 

Yasal Olmayan ve Suç İşleten Emir Vermek Suçtur!

Ahmet Davutoğlu Terörle mücadele konusunda defterler açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz’’ dedi.  Davutoğlu, hedefe iktidarı koydu ama yine de kontrollü konuştu. Çünkü sorun utanç değil, yargı önünde hesap vermeyi gerektiren icraatlar meselesiydi. İktidar emperyalizm tarafından önüne konan çözüm sürecini uyguladı, terörle mücadele değil, müzakere etti. Bu kapsamda terör örgütü PKK ile Oslo’da masaya oturuldu. Bir devletle bir sorunu çözmek için tabii ki bu da yapılabilirdi. Ama Meclis’ten yetki alınmadan yapılamazdı.

Ayrıca; askere ve polise de “teröristlerle mücadele edilmemesi” için emir verildi. Yasal olmayan ve suç işleten emir vermek ve bu emirleri uygulamak suçtur, biliyor musunuz? Bu yüzden bir yıl içinde 532 şehit verdik. PKK’nın istemediği valileri, komutanları ve polis şeflerini görevden aldılar. Hendekler bu imkân nedeniyle kazıldı!

Libya’da da Suriye’deki Yanlışı Yapıyoruz!

Emperyalizmin Mart 2011’de başlayan Suriye’deki vekâlet savaşında Esad yıkılsın diye sınırlarımızı açtık, İslam ülkelerinden gelen cihatçılara yardım ve yataklık yaptık. Bu yapılanlar anayasamızın ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun “Yabancı Bir Devlet Aleyhine Asker Toplama” başlıklı 306’ıncı Maddesinin ağır ihlaliydi. Dört milyon Suriyeli sığınmacıyı bu yüzden kucağımızda bulduk. Terör örgütü PKK’nın uzantısı PYD tarafından güneyimizden bu yüzden kuşatıldık.

 

Bugün Libya’da arabuluculuk yapmayarak, iç savaşta İhvan’ın tarafında olarak yine yanlış yapıyoruz. İktidarın “Libya konusunda Trump’la anlaşmaya vardık” açıklamasının anlamı; aynen 2011’de Suriye’de başlatılan emperyalizmin BOP kapsamındaki vekâlet savaşında olduğu gibi bu sefer de Libya’da taşeronluk yapacağız demektir! Çok uzun soluklu sürecek ve sonunda emperyalizmin çıkarlarına hizmet edecek olan bu savaşta kaynaklarımızı tüketiriz, çok can veririz ama sonuç hayrımıza olmaz! Bu yolla Doğu Akdeniz’de hakkımız olan deniz yetki alanlarımıza sahip olamayız, kaybederiz.

 

Zamanında “S-400’ü Depoya Kaldırırsınız” Demiştik

 

Arşivler yalan söylemez. Zamanında “S-400 alınamaz, alınırsa 2,5 milyar dolarımız çöpe gider, iptal edilecek, depoya kaldırılmak zorunda kalınacak” dedik, saldırdılar! “Nisan’da aktive edeceğiz, görürsünüz” dediler! İki ay geçti, hala ses seda yok! Bunun hesabı verilmeyecek mi? Bugün Suriye’deki savaşa girmemizin yanlış olduğunu ve çok büyük zarar gördüğümüzü herkes söylüyor. Biz bunu zamanında, 2011’de ve 2012’de Suriye’ye giderek, yerinde görerek ve analiz ederek söyledik. Libya’da da sonuç aynı olacak!

 

Bugün Türkiye’yi yöneten iktidar iradesinin hedefleri ile ülkemizin güvenliğinin hedef ve amaçları örtüşmediği gibi tam tersine çelişiyor. Tüm çağdaş ve demokratik ülkelerde uygulandığı üzere sandıktan çıkmak; her istediğini yapabilmek anlamına gelmez. Her ülkenin iktidar gücünü dengelemek ve kontrol etmek için mekanizmaları vardır. Bunlar; Anayasa, kuvvetler ayrılığının yasama ve yargı güçleri, ülkenin tarihi, kırmızı çizgileri ve kurucu ideolojisidir. Bugün ülkemizin başına gelen felaketlerin esas nedeni; Türkiye’nin denge ve kontrol mekanizmalarının bizzat iktidarın içinde olduğu operasyonlarla patlatılmış olmasıdır. Bugün Türkiye, adeta freni patlamış bir kamyon gibidir.

 

Milley Özür Diledi, Akar Mahkemeye Verdi!

Daha geçen gün ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mark Milley, Washington DC’deki protestolar sırasında Trump’la birlikte St. John Kilisesi’ne giderek kamuflajlı üniforması ile fotoğraf karesine girmesini eleştirenlere hak verdiğini, iç politikanın malzemesi olduğunu kabul etti ve halktan özür diledi. Hâlbuki ülkemizde Milley’in yaptığının çok daha fazlasını zamanın Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar yaptı, üniforması ile iktidarın iç politika malzemesi oldu, meydanlara siyasi iktidarın yanında çıktı ve eleştirdiğimiz için bizi mahkemeye verdi, kendisi de mükafaten bakan oldu.

 

Asker, diplomat, polis, hâkim, Cumhuriyet savcısı da dâhil olmak üzere bürokraside çalışanların görevi; ilkelerin, değerlerin, Anayasanın, kanunların, tüzüklerin ve yönergelerin peşinde gitmektir, kişilerin değil! Devletin en tepesindeki mevkide bile olsa bir yönetici eğer anayasal arka planı olmayan bir emir veriyorsa, yerine getirilmez. Kanunen suç olan bir direktif yapılmaz, suç duyurusunda bulunulur, halka açıklanır, zarar görüleceği bilinse bile! Ayrıca bizim de askerlik yeminimiz ABD’ninkinden farklı olsa da Cumhuriyetimiz üzerine, ilkeler ve değerlerin korunması üzerine!

 

Cesaret Nedir?

 

Korku; biyolojik bir evrimin sonucu olarak, insan dâhil istisnasız tüm canlılarda içgüdüsel olarak vardır. Ama içlerinden bir tek insan beşeri olarak mesafe kat ettikçe yani erdem kazandıkça, korku içgüdüsünü korumakla birlikte ilkeler ve değerler için cesaretli davranabilme özelliğini kazanır. Buradaki cesaret; Maslow’un söylediği gibi korkunun yokluğu değil, korkuya rağmen harekete geçebilme özelliğidir.

 

Sonuç olarak söylemek gerekirse; ülkemiz iktidar nedeniyle yangın yeri haline gelmiştir. Çözüm ise bu iktidardan demokratik şekilde bir an önce kurtulmaktan geçmektedir. Bu nedenle merkezde Millet İttifakı’nın olduğu demokratik cepheyi korumak, büyütmek, “armudun sapı, üzümün çöpü” demeden genişletmek yaşamsal derecede önemlidir. Olmaz diyorsanız; tehlikenin ayırdında değilsiniz demektir.

 

Ayıcı Arif

 

Geçmişte bugünkü iktidarın Türkiye’yi mahveden değirmenine su taşımış ama bugün bir şekilde karşısına geçmiş ve demokratik cepheye katılmış birisinin davranışı; geçmişte iktidara karşı durmuş, kumpaslar nedeniyle bedel ödemiş ama bugün karşı tarafa savrulmuş birisinin geçmişteki doğru tavrı ile kıyaslanamayacak derecede değerlidir. Üzücü ama onların durumları 16 Mayıs 1919’da Bandırma ile yola çıkan ama sonrasında karşı tarafa savrulan Kurmay Binbaşı Arif Bey’in (Ayıcı Arif) durumuna benzer. Dostça uyarıyoruz; yanlış yoldalar!

 

Nihan Ertem’in Siyah Beyaz Yayınları’ndan çıkan “Mozaik” adlı kitabını okumanızı tavsiye ederim.

 

 

 

Ahmet Kılıçaslan Aytar; YENİ TÜRKİYE

YENİ TÜRKİYE

“Arap Baharı’nın model ülkesi Türkiye”;
Müslüman Kardeşler’in siyasi lideri Erdoğan’ın konsolide yönetimindedir.
Batı kimliği ve Batı değerlerinde ABD ile aynı inancı paylaşmıyor.
Aynı çıkarları bile paylaşmıyor!

*
“Yeni Türkiye” dış politikası,
Sadece Ortadoğu ve Balkanlar’daki komşuları ile dini ve kültürel bağlardan faydalanmayı amaçlamıyor.
Bölgede önde gelen Sünni Müslüman güç rolünü geri alma çabasında bulunuyor.

*
Bu aktivist ve hatta agresif dış politika;
Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehlikeye atabilecek, yabancı dolaşıklıklara karşı uyanık kalmak için;
“Laik Cumhuriyetçi ve Atatürk Milliyetçisi” vizyon ile müttefik olunan Batı’ya keskin bir tezat oluşturuyor.

*
Yeni Türkiye, bölgesel süper güç statüsünü artırmak,
Ortadoğu’da Arap İslamcı ideolojisini geliştirmek için sürekli fırsatlar arıyor.
Libya, Yeni Türkiye’nin  Araplar arası rekabetlerden yararlanmaya çalıştığı en yeni arenadır.
Bu defa “İslamcı, Milliyetçi ve Sol Milliyetçi” gibi birbiriyle ilgisiz bir vizyonda,
Doğu Akdeniz deniz sahanlığında gaz talebinde bulunuluyor….

*
Yunanistan, İsrail ve Doğu Akdeniz’in diğer beş ülkesi Doğu Med Gazı Forumu’nu oluşturuyor.
Türkiye üye değildir, yeni vizyonunu bölgede  “kas yaklaşımı”yla uyguluyor…
1996’dan bu yana ilk kez Yunanistan ve Türkiye arasındaki gerginlikler endişe veriyor.
Doğu Akdeniz’de enerji keşiflerinin bir ürünü olarak iki ülke arasındaki gerginlik;
Uzlaşma için bir katalizörden ziyade bir çatışma nedeni olarak hizmet ediyor.
Bu son gerilim, Ege’deki mevcut Yunan-Türk sorunlarına ilave yükler getiriyor…

*
Türkiye, kıta sahanlığının bir parçası olduğunu düşündüğü deniz bölgesinde,
Sondaj yapmaya devam ederse askeri bir olay yaşanabilir.
Yunanistan Erdoğan’ın iddialarını, adalarının kıta sahanlıklarından mahrum bırakması nedeniyle yasadışı olarak görüyor.
Ama Yunanistan’ın da, egemenlik haklarının ihlalini önlemek için harekete geçmesi gerekiyor!

*
ABD, Doğu Med Forum’un  Ankara’ya yönelik daha kapsayıcı olmasını istiyor!
Ancak İsrail ve Yunanistan’ın kaybedecek hiçbir şeyleri ve böyle bir girişimden kazanacakları çok şeyleri yoktur.
Sadece Türkiye’nin katılımını keşfetmek için diplomatik bir girişim başlatabilir ve gerginliği öteleyebilirler!

*
Bu noktada Batı, “Din Devrimi İhracaatı “yla sınırlar ötesinde huzursuzluk oluşturma tekelinin,
İran molla rejiminde olduğunu düşünürdü.
Şimdi Erdoğan, İran ile giriştiği yarışmada, “Osmanlı Sultanı” ünvanına layık olmak için neo-Osmanlı düşüncesini;
Egemenliği altında olması gerektiğine inandığı Sünni Arap ülkelerine,
İstikrarları ve güvenlikleri pahasına ihraç etmek istiyor…

*
Erdoğan’ın kuvvet unsurları, Katar’da askeri bir üs kurmanın yanı sıra,
Kuzey Irak, kuzeybatı Suriye’de, son olarak işte Libya topraklarında yıkım ve ölüme neden oluyor.

*
Yeni Türkiye, Müslüman Kardeşlikle direkt bütünleşmiş bir pazarlama sistemi olan “franchise” sahibiymişcesine,
Arapların politikaları ve bağımsızlıkları üzerindeki haklarını gasp etmeye çalışıyor.
Arap ülkelerine saldırmak için İstanbul ve Ankara’da ofisler açan Kardeşlik unsurlarına ev sahipliği yapıyor.

*
Bazı unsurlar Mısır’daki  Kardeşlik planlarını bölgede uygulamakta,
Bazısı Sudan’da geçici hükümetin istikrarına karşı plan yapmakta uzmanlaşmıştır.
Bir başka ekip Arap Mağrip bölgesinde Kardeşler şubeleriyle, özellikle Tunus ve Fas’ta çalışıyor.

*
Kardeşlerin paramiliter grupları ise,
Özellikle Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerini istikrarsızlaştırma görevindedir…
Bazısı Katar/ Doha’da  “Türk askeri üssü”nde İstanbul’dan gelenlerle birlikte sabotaj ve komplo eğitimi alıyor.
İstanbul’dan uydu kanalları aracılığıyla dünyanın her ülkesinde ayaklanma, nefret ve terörizmi yayıyor…
Kim ABD’deki ayaklanmaların arka planında Kardeşlik gruplarının olmadığını söyleyebilir?

*
Bu sırada Erdoğan – Kardeşlik karışımı monolitik bir ideolojiyi temsil eder gibi görünse de,
Kardeşlik unsurlarının ve yeni bileşenleri neo-Osmanlı Sultanı ve IŞİD’in yıkıcı çetelerinin;
İran rejimini, Arap ülkelerinin kazanımlarını önlemek ve egemenliklerini ihlal etmek için nasıl domine edeceği de merak ediliyor!

*
Bir yandan hem Esad’ın Suriye BAAS partisi hem de Libya’da Haftar’ın  Arap Milliyetçisi Libya Ulusal Ordusu,
Ya da  II. Libya İç Savaşı’nın unsurları ile Suriye İç Savaşı birleştirilerek yangına yakıt  katılmıştır.
Şimdi “Arap Baharı” ndan kaynaklanan çatışmalar genişleme potansiyeli gösteriyor.

*
Libya’daki  iç rekabet, dış müdahalenin şiddetiyle desteklendiği sürece,
Petrol üreten ülke  harap olmaya devam edecektir.
Yeni Türkiye’nin Libya ve Suriye’ye katılımı, iki ülke halkının acılarını uzatıyor.
Avrupa’ya daha fazla mülteci getiriyor.

*
Kesin olan Erdoğan’ın Kardeşler ideolojisi;
Suçlu paramiliterleri yardımıyla Müslümanlığa meydan okumadadır.
Bu tutum Erdoğan’ ı da “Vicdansız” kılıyor!

*
Elbette Türk muhalefetinin beklediği gibi hesaplaşma saatiyle karşı karşıya kaldığı bir gün gelecektir…
Hiçbir gelecek iç ekonomik baskılarla karşı karşıya kalan Erdoğan’ın yararına olmayacaktır.

11 .6. 2020

Türker Ertürk; İKTİDAR BOĞAZIMIZI SIKIYOR, TÜRKİYE NEFES ALAMIYOR !

İKTİDAR BOĞAZIMIZI SIKIYOR, TÜRKİYE NEFES ALAMIYOR!

 

ABD’nin Minnesota eyaletinin Minneapolis kentinde, 25 Mayıs 2020 akşam saatlerinde 20 Amerikan doları değerindeki bir sahte banknot ihbarı için gelen polis memurlarından biri olan Derek Chauvin ve 3 polis arkadaşı arkadan kelepçeli bir şekilde Afro-Amerikalı şüpheli George Floyd’u yere yüzüstü yatırdı. Polis memuru Chauvin 8 dakika 46 saniye boyunca, yere yatırdıkları siyahi Floyd’un boynuna bastı, onun “Nefes alamıyorum!” çırpınışlarına, can çekişmesine duyarsız kaldı ve kendisini akıllı telefon kameraları vasıtası ile tespit edenlere karşı da mağrur ifadelerle sadece baktı! Bu olayın arkasından başlayan ve neredeyse tüm ABD’ye yayılan eylemler hala devam ediyor.

 

Eylemlerin büyümesinin ve şiddete, yer yer Vandalizm ve yağmacılığa varan bir gelişme göstermesinin arkasındaki belirleyici etkenin 3 Kasım 2020 tarihinde yapılması planlanan ABD Başkanlık Seçimlerinin olup olmadığını bir başka incelemenin konusu olarak şimdilik sonraya bırakalım. Bu işin içinde kışkırtma olsa da olmasa da yapılması gereken en önemli tespit; bu olayın bardağı taşıran damla olmasıdır.

 

Irkçılık, Vahşi Kapitalizm ve Emperyalizm

 

Bardağın dolması bir günde olmadı! Eylemlerin başlamasını, bir anlamda kolektif bilincinin patlamasını Floyd’un gözetim altındayken acımasızca öldürülmesi tetikledi. Ancak eylemlerin kök nedenlerini ABD’nin uzak ve yakın geçmişinde, yani tarihinde aramak lazım. Irkçılık, vahşi kapitalizm, ulusal kaynakların halk için değil de emperyalist hedefler için tüketilmesi, orta sınıfın küçülmesi, sosyal devlet kavramının neredeyse yokluğu, polis devleti baskısı, dünyanın en zengin ülkesi olmasına rağmen nüfusun yaklaşık yüzde 40’ının yoksulluk sınırında olması gibi daha birçok neden bunlar arasında sayılabilir. ABD’de 550 bin evsiz insan var. Her yıl ortalama 120 ila 150 arasında polis öldürülüyor ve 1200 civarında ABD vatandaşı da polisler tarafından öldürülüyor. Siyahların suç işleme oranı beyazların üç katı. Yoksulluksa siyahlar arasında daha yaygın.

 

Floyd’un can çekişirken ağzından çıkan son sözler olan “Nefes alamıyorum!” cümlesi, eylemlerde kitlelerin de sloganı oldu. Gerçekten de ABD; geçmişte ve halen devam ettirdiği ekonomiden eğitime, sağlıktan güvenliğe ve iç barışa kadar sürdürdüğü tüm politikalarla kitlelerin nefes almasını engelledi. Aynı depremlerde olduğu gibi toplumsal fay hatları üzerindeki enerjinin birikmesine ve kolektif bilinç üzerindeki gerginliğin artmasına neden oldu. Floyd’un acımasızca öldürülmesi ve sosyal medya üzerinden görüntülü olarak yayınlanması da kolektif bilincin patlamasıyla sonuçlandı.

 

Ders Alınmazsa Tekerrür Eder

 

ABD’deki bu eylemler bir şekilde kontrol altına alınacak, yatışacak ve duracaktır. Ama ABD’yi yönetenler eylemlerin arkasındaki kök nedenleri iyi analiz etmez, olayları kışkırtma olarak görür, polisiye bir vaka olarak değerlendirir ve polis memuru Derek Chauvin ve 3 arkadaşına fatura ederlerse çok yanlış yaparlar. Bu tür toplumsal olayların ne zaman olacağını ve neyin tetikleyeceğini kestirmek zordur ama ders alınmazsa yine tekerrür edeceğini ve daha da yıkıcı olacağını tahmin etmek güç değildir.

 

Ya Türkiye? Hem ABD’de meydana gelen ve hala devam eden olaylardan hem de yakın geçmişte ülkemizde yaşadığımız bu tür toplumsal olaylardan ders almalıyız. Ders almaz, politikalarımızı değiştirmez ve önlemler almazsak aynı şeyler bizde de meydana gelebilir.

 

Çözüm Polisiye Tedbirler Değil!

 

Bir iktidarın en önemli görevi; halkın nefes almasını sağlamaktır. Ama ülkemizde 18 yıldır görevde bulunan iktidar demokratik kazanımlarımızı yok ederek, ülkemizi keyfi bir şekilde yöneterek, yargı ve polis başta olmak üzere devlet gücünü kendisi gibi düşünmeyenlere ve kendisini desteklemeyenlere karşı operasyon silahı olarak kullanarak, partizanlık yaparak, kamu kaynaklarını halk için değil, lüks ve şatafat için kullanıp “Siyasal İslamcı” çağdışı ideolojisi peşinde Suriye ve Libya’da çarçur ederek, iç barışımızı dinamitleyecek biçimde etnik ve mezhepsel alt kimliklerimizi kaşıyarak, din istismarı yaparak, demokratik hak ve özgürlüklerimizi kısıtlayarak her geçen gün bir önceki günü aratacak şekilde Türkiye’nin boğazını sıkmakta, nefes almasını engellemekte, toplumsal fay hatlarımızdaki enerjinin birikmesine ve kolektif bilinç üzerindeki gerginliğin artmasına neden oluyor. Bu çok tehlikeli bir durumdur. Bunun çözümü polisiye tedbirler değil, demokrasi ve özgürlüktür.

 

Bu iklim nedeniyle, Türkiye’de savaş olmadığı halde nitelikli insanlarımız yurt dışına gidiyor. İktidar, her geçen gün ülkemizi daha da yaşanmaz kılıyor. Bu yüzden dışarıya doğru beyin göçü oluyor ve vasıflı insan gücümüz yurt dışına giderken, tüm birikimlerini de yanında götürüyor. Bu, ülkemiz için kısa dönemde telafisi mümkün olmayan bir kan kaybı demektir. Bu kafayla uzun dönemde de telafisi mümkün değildir. Bunun devamı halinde diktatörlükle yönetilen bir üçüncü dünya ülkesi oluruz, yoksullaşırız ve sonumuz iyi olmaz!

 

Türkiye’yi Sevmedikleri İçin Gitmiyorlar

 

Resmi rakamlarla 2016’da 108 bin, 2017’de 140 bin, 2018’de 187 bin nitelikli insanımız dışarıya göç etmiş. Resmi olmayan ve başka sınıflandırma içinde giren beyin göçü daha da fazla. Sınırlar açık olsa ve göç için cazibe merkezi olan ülkeler sınırlı sayıda olmasa; bu sayı milyonları geçecek. Bunun bizatihi nedeni ise iktidardır! Çünkü insanlarımıza nefes aldırmıyor! Karnınızı çok kısıtlı bir şekilde doyurmaktan başka bir talebiniz yoksa boğazınızın sıkıldığını yeterince fark etmeyebilirsiniz. Ama insanı diğer canlılardan ayıran en önemli fark sadece sadaka kültürü içinde karnını doyurmak değildir.

 

Ayrıca; çağdaş uygarlık yolunda bir yerlere ancak ve ancak nitelikli insanlarımızla gelebiliriz. Geçmişte Türkiye, nitelikli insanlar için bir cazibe merkeziydi. Örneğin; Hitler Almanya’sından kaçan çok sayıda bilim insanı Türkiye’ye geldi. Bugün ise tam tersi bir iklim var. Giden insanlar Türkiye’yi sevmedikleri için değil, iktidardan ve iktidarın çağdışı, antidemokratik uygulamalarından nefret ettikleri için gidiyorlar.

 

Taksim Gezi Parkı Eylemleri

 

Geçen hafta, Taksim’de başlayan ve kısa sürede tüm Türkiye’ye yayılan Gezi Parkı Eylemlerinin yedinci yılını idrak ettik. Eylemler Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesine tepki olarak tetiklendi ama arkasındaki esas neden; iktidarın o güne kadar geçen 11 yıllık icraatlarının kolektif bilinç üzerinde yarattığı gerginliğin sonucuydu.

 

Halen ABD’de süren eylemleri de gördükten sonra çok net olarak diyebilirim ki; Gezi Parkı Eylemleri iktidarın her türlü itibarsızlaştırma operasyonuna rağmen dünyanın bugüne kadar gördüğü en yaygın, en demokratik, en çağdaş, en haklı, en yüksek katılımlı, örgütsüz ve en onurlu eylemiydi. Özetle; toplumun kolektif bilincinin patlamasıydı. İhtiyacımız olan; demokrasidir, hoşgörüdür, uzlaşmadır ve ortak akıldır.

TÜRKER ERTÜRK 

 

Ahmet Kılıçaslan Aytarİ PROFESYONEL BİR ORGANİZASYON İSE

PROFESYONEL BİR ORGANİZASYON İSE

Minneapolis’te George Floyd’un bir polis tarafından öldürülmesinin ardından,
Yıllardır Avrupa şehir sokaklarında herhangi bir protestoya tanık olanlar,
ABD’ de olup bitenlerle ilgili çok tanıdık bir şey gördüler…

*
G.Floyd’un  öldürülmesini protesto eden Amerikan şehirlerindeki barışçıl meşru gösteriler;
Aniden bir kibritin çakılması,
Birkaç dakika sonra  otomobillerin ateşe verilmesi,
Mağaza vitrinlerinin kırılması ve yağmalar ile toplam kaos oluşturdu.

*
ABD’de olanlar ile Avrupa’da olanlar arasında;
Bir fark, Avrupa’da özel silah mülkiyetinin mevcut olmamasıdır.
Bu şiddeti daha az ölümcül kılıyor.
Ama dehşetli polis baskısına karşı büyük bir yıkım oluşuyor…

*
Diğer fark ise ulusal kamu söylemindedir.
Son zamanda protestolarda Afro-Amerikan toplum liderlerinin yokluğu önemli bir eksiklik gösteriyor!
Yakın geçmişte Afro-Amerikalı grupların,
Hem  liderleri  hem de büyük  sosyal ve yasal değişiklikler oluşturan,
1964 Sivil Haklar Yasası, 1965 Oy Hakkı Yasası ve 1968  Konut Kanunu gibi mekanizmalar vardı…

*
Martin Luther King Jr., Fannie Lou Hamer ve diğerleri sorunları kriz haline gelmeden önce ele alıyor,
Afrika kökenli Amerikalıların sosyal, eğitimsel ve ekonomik duruşunu yükseltmek için,
Hayatlarını ve geçim kaynaklarını riske atıyorlardı.

*
Malcolm X, 1964’te Cleveland’da  “The Ballot or Bullet- Oy Pusulası ya da Mermi ” konuşmasında,
Afro-Amerikalılara eşit muamele göstermeyen Amerikan sosyal düzenine meydan okudu.
Martin Luther King Jr., 1967’de New York’ta ” Vietnam’ın Ötesinde” konuşmasında,
Başkan Lyndon Johnson’un emperyalizmi ve zulmü olarak gördüğü şeye meydan okuduğunda da benzer bir risk aldı.
Assata Shakur, 1973’te New Jersey hapishanesinden  “To My People” konuşmasında adalet sistemine doğrudan meydan okudu…

*
Bu liderler politikacıların yaptıkları gibi klişelerle konuşmadılar.
Beyaz insanları üzmekten korkmadılar, bunu yapmanın kendi hayatlarını riske attığını biliyorlardı…
Son yıllarda, Temsilci John Lewis ve Senatör Kamala Harris gibi siyah liderler,
Ülkenin iki partili siyasi sisteminin dışında konuşan aktivistler değil, Demokrat Parti’ye bağlı politikacılardır.!

*
Avrupa’da şiddete neden olan gruplara “Kara Bloklar” deniyor.
Anarşist, anti-kapitalist, anti-faşist ve küreselleşme karşıtıdırlar.
Bir ideolojiyi bir metodoloji kadar paylaşmayan örgütlü militanlardır.
Düzenli protestolara sızıyor, polis ve mülke saldırıları kışkırtıyorlar.

*
Avrupa’daki şehirleri neredeyse yok ettiler!
2018-2019’da Paris’te, Sarı Yeleklilerin yakıt fiyatları protestolarına sızdılar.
Mağazaları, kafeleri ve bankaları yaktılar, anıtları tahrip ettiler.
Avrupa’nın başka yerlerinde de; mesela, küresel liderlerin herhangi bir zirvesinde,
Roma’da yangınlar çıkardılar, şiddetleriyle Londra’yı felç ettiler.

*
Avrupa’da en sağda ve en soldaki Kara Blokçular  doğal olarak manipülatiftir.
Her iki kanatta  Kara Blok militanları eylemlerinde birbirlerini suçlamak için,
Son derece karmaşık stratejilere sahiptirler.
Gizli sosyal medya hesaplarını kullanıyor, gizli iletişim kuruyorlar.
Genellikle zayıf sosyo-ekonomik grupların insanlarını sömürüyorlar.

*
9 Ağustos 2014’te, ABD Missiouri/ Ferguson’da 18 yaşında silahsız siyahi Michael Brown’ın,
Bir polis memuru tarafından öldürülmesi ardından çıkan olaylarda da,
Kara blok faaliyetine benzer siyah kıyafetler giymiş insanlar ” tahribatlı taktiklerle kaos” denediler.
Bu gruplar 2017’de Charlottesville/ Virginia’da  bir mitingte beyaz üstünlükçülere  karşı sokak savaşlarında ün kazandılar.

*
Bu hafta ABD’de, George Floyd protestolarına şiddetli sızma çağrısı yapan birkaç tweet,
Anti-faşizme atfedildi, Kara Blokçuların tanıdık taktikleri kullanıldı.
Başkan D. Trump bunları yerel bir terör örgütü saydı!

*
Aslında mevcut kargaşa kendiliğinden oluşmadı.
Derin cepler ve profesyonel bir organizasyonun ayrıntılı bir planlaması,
Ve çatışma tiyatrosu ile kurduğu iletişimin ardından oluştu.
Gizli silahlar, telsizler, militanlar ve tedarik hatları aracılığıyla güçlendi.

*
Son zamanda yabancı karşıtı ve İslamofobik dili merkeze alan politikalar,
ABD’de yaşayan Müslümanların hayatını zorlaştırsa da,
Dolaylı olarak ülkedeki bütün göçmenleri,
Özellikle de Afro-Amerikalı Müslümanları daha aktif bir siyasi tavır almaya zorladı.

*
Bu noktada “İslam Dünyası Batı etkisinden dolayı sosyal hükmünü kaybetmiştir” düşüncesiyle,
Batı’nın en geniş siyasi muhalif  hareketini yöneten Müslüman Kardeşler intelijansiyasına dikkat çekmek gerekiyor.

*
İntelijansiya ya da ulemalar, mütefekkirler, islam alimleri vb. topluluk;
Hareketin terör örgütü olarak tanımlanamayacağından yanadır.
Onlarca yıl önce şiddeti reddettiklerini,
Şimdi aktif olarak demokratik sürece dahil olduklarını iddia ediyorlar!

*
Kardeşler hareketi  merkezi bir yapıya sahip değildir.
Stratejileri, faaliyet gösterdikleri ülkelerin ulusal koşullarına göre renklendirilen bir dizi bağımsız,
Ancak birbirleriyle ilişkili gruplardan,
Bir yanda HAMAS gibi şiddet uygulayan bir grub,
Öte yanda Türkiye’de, Katar, Kuveyt’te, Libya, Ürdün, Tunus, Fas ve Irak’ta birbirleriyle ilişkili siyasi partilerden oluşuyor…

*
ABD yönetimi yıllardır bu derecede güçlü bir yapıyı,
Arap ülkelerinden gelen yoğun talebe rağmen terör listesine alıp-almamakta kararsızlık gösteriyor.
Bunun ABD siyasetinde “aşırı İslamofobik siyasi zincir” de  yol açacağı çekişmeleri,
Yanı sıra dünyada Kardeşlik karşıtı aktörleri nasıl etkileyebileceğini öngörmeye çalışıyorlar.

*
Kardeşlerin zengin patronlarının ekonomik faaliyetleri ve kurdukları kurumsal araçlarla finanse edilen vakıfların durumu,
Çok geniş tıbbi bakım ve özel eğitim gibi sosyal hizmet ağları inceleniyor.
Bunların kapatılması durumunda, hizmetlerden faydalanan milyonlarca insanın  olumsuz etkilenmesi düşündürüyor.
Kardeşleri terör örgütü olarak ilan etmenin, hizmet alan milyonlarca insanda ABD karşıtlığı oluşturması istenmiyor.

*
En tehlikeli şeylerden birisi ise Suudi Arabistan ve Mısır’da yasaklı olan Müslüman Kardeşler’in,
Terör listesine alınmasının en muhtemel sonuçlarından biri olarak,
İran’ın  Devrim Muhafızları Ordusu’nun  bir terörist grup olarak belirlenmesinin  ardından;
Müslüman Kardeşler Hareketi’nin de,
Dünyada ABD’nin çıkarlarına karşı Şiiler ve Sünnileri bir araya getirme eğilimine yönelmesidir.

*
Bu yüzden ABD yönetimi, Kardeşler’in gerici ideolojisine etkili bir şekilde karşı durmak için;
Müslüman Kardeşlerin terör örgütü olarak tanınması yerine,
Kardeşler’in güçlü olduğu ülkeler ve toplumlarda fikir alışverişinde bulunmayı,
Aynı zamanda terörist gruplarla da askeri olarak karşı karşıya gelme stratejisi üzerinde yoğunlaşmayı öngörüyor.

*
Bu yüzden Müslüman Kardeşlerin siyasi lideri  Erdoğan;
Küresel eylemlerinde başkalarını suçlamak için Müslüman Kardeşler intelijansiyasının son derece karmaşık stratejilerini kullanıyor..
Gerginlik yaratıyor, ardından kazandığını güçle ABD Başkanı D. Trump ile pazarlık yapmayı seviyor.

*
İşte Erdoğan, Müslüman Kardeşler ideolojisinin güvencesi olarak;
Kuzey Irak, Kuzey Suriye, Libya  hidrokarbon  havzalarından Doğu Akdeniz hidrokarbon havzalarına kadar ihtiyaç gösteriyor.
Erdoğan dış politikasında bu amacı hedefliyor!
Dış politikada yarattığı krizlerle  Müslüman Kardeşlerin yürütme yetkilerini daha da güçlendirmeyi planlıyor.

*
Mevcut kargaşa ABD’nin dünyadaki kamu imajını değiştirdi.
Yıllar süren markalaşma  propagandaları boşa harcanmış oldu…
ABD toplumu sistemik çöküş belirtileri vermeye başladı.

*
Liderlik yokluğu her kademede bileşenlerini tatminsiz bırakıyor.
Silahsız siyahların öldürülmesi sorununa kolay bir çözüm yoktur.
Batı’nın bir numaralı tehditi “İslami Cihad” tın ihmale gelir tarafı yoktur.
Güçlü siyah liderlik ve güçlü devlet liderliği olmadan sorunlar muhtemelen katlanmaya devam edecektir.

7. 6. 2020