Yüksel Sarı ; ŞOK DOKTRİNİ

                     ŞOK DOKTRİNİ

Yüksel Sarı

              

Almanya’da Hitler’in şansölye (başbakan) olarak atanmasından kısa bir süre sonra, genel seçim kararı alınmıştı. Bütün siyasi partiler propaganda çalışmalarını yürütürken, 27 Şubat 1933 gecesi ünlü Reichstag  (Almanya Parlamento Binası) yangını gerçekleşir.

Hızla yangın yerine ulaşan Hitler, orayı miting alanına çevirir ve yangından rakip siyasi partileri sorumlu tutar. Bu yangını bir darbe girişimi olarak değerlendirerek şöyle der;

“Artık acıma yok! Kim yolumuza çıkarsa kafasını keseceğiz. Alman halkı merhamet göstermeye tahammül göstermez…”

Hemen ardından Reichstag Yangını Kararnamesini yayınlar. Anayasa’daki kişi hak ve özgürlüklerini koruyan tüm maddeler ortadan kaldırılır. Seçim çalışmaları durdurulur. Polise sebep göstermeden gözaltına alma yetkisi verilir. Kısa zamanda yüz binlerce insan tutuklanır. Bazı siyasi liderler ile birlikte  181 milletvekili “darbecilik” suçlamasıyla tutuklanır. Siyasi partiler kapatılır. Parlamentonun yetkileri hükümete devredilir. Başlangıçta çoğunluk oylarıyla iş başına gelmiş olan Hitler, artık bir diktatördür.

1970’li yılların sonuna doğru Türkiye’deki siyasi cinayetler olağan üstü düzeyde artmıştı. Haber bültenlerinde her gün 8-10 gencin daha siyasi nedenle öldürüldüğü bildirilmekteydi. Kahve taramaları, kalabalıklar arasına atılan bombalar, Kahramanmaraş olayları gibi büyük katliamlar gerçekleşmeye başladı. Mahalle ve kahveler bölünmüş, insanlar, hava kararmaya başladıktan sonra sokağa çıkamaz olmuştu. Geciken çocuklarını evlerinin penceresinde endişe içinde bekleyen anne ve babalar, nasıl olursa olsun, bir an önce bu çılgınlık sona ersin istiyorlardı. Yurdun birçok ilinde ilan edilen sıkıyönetim hiçbir işe yaramıyordu. Ordu bütünüyle yönetime el koymalıydı… başka çaresi yoktu… halk böyle diyordu.

Beklendiği gibi, 12 Eylül 1980 günü ordu yönetime el koydu. “Anarşi” ertesi gün “şıp” diye durdu. Halk darbeci generalleri karşılamak için meydanları dolduruyor ve onları çılgınca alkışlıyordu. Bununla birlikte bütün siyasi partiler, bir çok dernek ve sendika kapatılmış, yüz binlerce kişi hapislere atılmış, işkenceler de başlamıştı. Ama bunların hiçbir önemi yoktu. Anarşi durmuştu ya… bu yeterdi. Darbe Anayasasının antidemokratik maddelerinden söz ederek eleştiri getirenlere önce halk tepki gösteriyor,”Ne yani, sen anarşi mi istiyorsun? yoksa sen de mi anarşistsin ?” diyerek üzerlerine yürüyordu. İşte böyle bir ortamda darbecilerin anayasası % 91.37 oyla kabul edildi.

Darbeden birkaç yıl sonra, bir sohbet sırasında, gazeteciler cuntanın lideri olan Kenan Evren’e  sordu:

“Sıkıyönetim ilan edilmişti, her türlü yetkiye sahiptiniz. Neden anarşiyi 12 Eylül öncesi bitiremediniz de, darbeden sonra, bir gün içinde bitirebildiniz”

Cevap oldukça aydınlatıcıdır;

“Şartların biraz daha olgunlaşmasını bekledik”

12 Eylül darbesinden sonra 24 Ocak ekonomi kararları uygulamaya başlanır. Türkiye’nin gümrükleri yabancı mallara açılır. Karma ekonomi modeli bırakılıp, piyasa ekonomisine geçilir. Büyük bir özelleştirme furyası başlar. Cumhuriyet tarihimiz boyunca kazandığımız değerler yok pahasına yabancı şirketlere satılır. Devlet yönetiminde tarikatlara daha fazla yer  açılır ve ABD’nin “Ilımlı İslam “ projesi o tarihte fiilen uygulanmaya başlanır.

*

Kanadalı gazeteci, yazar Naomi Klein “Şok doktrini “ adlı kitabında, sistemin (Siz buna siyasi iktidar da diyebilirsiniz) önceden planlamış olduğu halde, halkın kabul etmeyeceğinden çekinerek uygulamaya koyamadığı bazı kararları, halkta şok ve travma yaratabilecek düzeyde bazı olaylar meydana getirerek veya bu tür olaylardan yararlanarak  kolaylıkla uygulayabildiklerinin örneklerini vermektedir.

Kitapta bazı ilginç bilgiler de yer alıyor.

CIA işkencecileri 1950’lerden itibaren insanlar üzerinde uyguladıkları deneylerde, beyne elektrik şoku verildiğinde ortaya çıkan büyük acının, yeniden şekillendirmeye olanak verecek şekilde, insan beyninin direncini kırdığını keşfetmişler. Bu yöntemin tıbbi terapi yöntemi olarak da kullanılabileceğini ileri sürerek  demişler ki;

“ Onların zihinleri, üstüne yeniden yazılabilecek boş bir levhaya benziyor”

*

15 Temmuz darbe girişimiyle Türkiye’nin büyük bir tehlike atlattığı inkar edilemez. Ne var ki, ABD destekli FETÖ darbecileri ve PKK’ya karşı kapsamlı bir mücadeleye girişmiş olan hükümetin bazı kuşku verici uygulamaları bu mücadeleye zarar vermekte, teröre karşı oluşan toplumsal dayanışmayı zaafa uğratmaktadır.

Mesele “kuru mu yaş mı?” meselesinden çok daha önemlidir. Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarı FETÖ ve PKK’ya karşı yürütülen mücadeleyi vesile yaparak, aynı zamanda, adeta,   devleti kendilerine göre yeniden şekillendirmek,  laik, demokratik cumhuriyetin izlerini ortadan kaldırmak, kişi hak ve özgürlüklerini askıya alarak mutlak iktidarlarını kurmak yolunda adımlar atmaktadır.

Böyle bir durum karşısında tedbir, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini birleştirmektir. Başka bir anlatımla, bir yandan ABD destekli FETÖ darbecileri ve PKK ile sonuna kadar mücadeleye devam etmek, diğer yandan hükümetin bu durumu fırsat bilip, laik, demokratik cumhuriyeti ortadan kaldırmaya ve kendi mutlak iktidarını kurmaya yönelik girişimlerini önlemektir.

Ancak bu gün, FETÖ  ve PKK ‘ya karşı yürütülen mücadeleyi sonuna kadar desteklemekle birlikte, hükümetin bu tür yanlış uygulamalarına da karşı çıkanlar psikolojik baskı altında tutulmaktadır.

Onların FETÖ’cü mü yoksa PKK’lı mı oldukları sorgulanmaktadır. “PKK mı daha tehlikeli Erdoğan mı ? FETO mu daha tehlikeli Erdoğan mı?” gibi saçma sapan sorular  sorulmaktadır.

Bu yüzden“acaba” diyorum, 15 Temmuz darbe girişimi de bazılarımızın beyninde şok dalgası yaratmış olabilir mi?

Oysa; siyasi geleceğini Erdoğan’a teslim etmiş olan Devlet Bahçeli bile “demokrasiyi korumak adına istibdat arayışına gelinmesinin” sakıncalarından söz ediyorsa, durup bir daha düşünmek gerekmez mi?

YÜKSEL SARI