1400 yıllık Türkmen evinden kovuluyor

Irak’ta IŞID adı verilen terör-cinayet örgütünün Musul saldırısı ile başlayan olaylar, Türkmen toplumunun başında patladı.

22 Haziran günü İngiltere Başbakanlık binası 10 Downing Street önünde yapılan Türkmen protestosuna, Türkiye’nin Londra misyonundan hiç bir temsilci katılmadı.

   

IŞID adlı örgüt paravanası altında Iraklı Sünni aşiretler ve onların desteklediği terör örgütlerinin yürüttükleri işgal ve saldırılar, Irak’ın 1400 yıllık yerleşik toplumu Türkmenleri topraklarından göçe zorluyor. 

22 Haziran günü Londra’da 10 Downing Street önünde toplanan Londra’da yaşayan Türkmen toplumunun temsilcisi Sündüs Abbas, ‘Türkmen toplumu kendi yurtlarında yok ediliyor. Bunun nedeni: Irak’ta yaşayan Türkmen toplumunun silahsız ve savunmasız tek toplum oluşudur. Yasalara ve Uluslararası topluma güvenmenin bedelini ödüyoruz’ dedi. 

Irak Türkmen Cephesi adına İngiltere Başbakanı David Cameron’a iletilmek üzere  Başbakanlık binası önünde bir mektup sunan ITC Londra temsilcisi Sündüs Abbas, İngiltere’nin Birleşmiş Milletler ve ilgili uluslararası kuruluşları harekete geçirerek Irak’ta süren Türkmen katliamı ve yurtsuzlaştırmayı durdurmasını istedi.

Savunma örgütü olmayan Tek toplum


İngiltere Başbakanlık Binası önünde toplanan Türkmen Cephesi taraftarlarınca gerçekleştirilen protesto gösterisinde konuştuğumuz İTC İngiltere Temsilcisi Abbas, ‘Yıllardan beri Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği kurumlarında Türkmenlerin nasıl yurtlarından atıldıklarını ve defalarca katliama uğratıldıklarını anlattım. Bize verilen sözlerin hiç biri tutulmadı. Şimdi gelinen noktada doğrudan katliam ve yok olma tehdidi altındayız. Sadece son IŞID ve diğer örgütlerin saldırılarında 250 bin Türkmen evlerini bırakarak kaçmak zorunda kaldı. Sözümona Türkmenleri koruması beklenen Kuzey Irak yönetimi ve Peşmerge ordusu, bırakın korumayı Türkmen halkın elindeki hafif silahları bile topladı. Onları göçe zorladı’ dedi.

‘Birleşmiş Milletler bize verdiği sözleri tutarak bizi korumak ve katliamları önlemek zorundadır’ diyen Sündüs Abbas, gerçekte 1000 yıllık bir Türkmen kenti olan Kerkük’ün Kuzey Irak yöneticileri, komşu ülkeler ve petrol şirketlerinin kar hırsı ve 10 yıldan beri uygulanan Kürtleştirme politikası yüzünden kaybedildiğini ve son olaylarda IŞID saldırılarını bahane olarak kullanan Kuzey Irak yönetiminin Kerkük’ü işgal ettiğini’ belirtti.

                  

Neden hiç bir Kürt kenti işgal edilmedi?

‘LondraPosta’nın Irak’ta gelişen son olaylarla ilgili sorularına cevap veren ITC Temsilcisi Abbas, ‘uzun zamandan beri sözü edilen Irak’ın parçalanarak üçe bölünmesi planının uygulanmaya başladığını görüyoruz. Bu harita içinde Kuzey Irak’ın gerçek sahipleri olan Türkmenlere yer yok. Bunun en önemli kanıtı: IŞID ve diğer Sünni terör örgütleri tarafından yapılan saldırılarda, hiç bir Kürt şehrinin hedef alınmaması oldu. Musul ve çevresinden sonra işgal edilen yerleşim bölgeleri Türkmenlere ait köy ve kasabalar. Kerkük tamamen Kürt Peşmergelerin eline geçti. Bu kadar can kaybına devam eden savaşa rağmen, Kürt Yönetimi, Türkiye üzerinden Irak halkına ait petrolleri satmayı sürdürebiliyor’ diyerek uluslararası kurumları göreve çağırdı. 

22 Haziran günü İngiltere Başbakanlık binası 10 Downing Street önünde yapılan Türkmen protestosuna, Türkiye’nin Londra misyonundan hiç bir temsilci katılmadı. Güney Azerbeycan İstiklal Partisi ve bir gurup Türk protestocunun desteklediği İTC Protestosu, önümüzdeki günlerde farklı alanlarda sürdürülecek.

                            

Mahir Tan / LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 


Hükümet Sözcüsünden ‘Kürdistan’a açık davetiye

      ‘Kürtler kendi kaderlerini tayin etmelidir’

Bakan Hüseyin Çelik’in açıklamaları, geçtiğimiz hafta bir açıklama yapan Kuzey Irak Doğal Kaynaklar Komitesi Başkanı Sherko Cevdet’in ileri sürdüğü iddialar ile bir bütün oluşturdu. Cevdet, ‘Irak’ın toplam petrol ihracatının ¼ ünü istediklerini’ söylerken, Türkiye üzerinden petrol satışının doğal hakları olduğunu ve şu anda devam etmekte olduğunu vurguladı.

        

Hüseyin Çelik’ten ‘Kürdistan’a açık davetiye

Orta-Doğu, Irak ve Suriye’de, açık bir mezhep savaşımına dönüşmek üzere gelişen çatışmalar devam ederken, Türkiye’deki AKP iktidarı bakan ve sözcüsü Hüseyin Çelik, Kuzey Irak Yönetimine ‘açık davetiye’ çıkardı. 
Kuzey Irak’ta yayınlanan ‘Rudaw’ gazetesine konuşan Çelik, Orta-Doğu’da kurulacak yeni, siyasi coğrafya içinde ‘Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme ve istedikleri yönetim biçimini kurma hakkının olacağını’ söyledi. 
Türkiye’nin Kürtlerin bu hakkını kullanmasını destekleyeceğini belirten Çelik, Irak’ın resmi olarak bölünmesi tartışmalarının başladığı iç savaş günlerinde Türkiye’nin tutumunu belirten bu açıklaması, ABD yönetim çevrelerinde büyük ilgi uyandırdı. ABD’de yayınlanan Huffington Post gazetesi tarafından, ABD Kongre üyeleri arasında soruşturulan, Türkiye’nin Kuzey Irak ile ilişkileri konusundaki tutumu ve Hükümet sözcüsü Hüseyin Çelik’in açıklaması, farklı biçimlerde değerlendirildi. 
Dış İşleri Komitesinden Senatör Lindsay Graham, muhabirleri Sophia Jones tarafından ABD medyasına taşınan haber için; ‘Şaşırdım. Bu kadar uzun yıllardan beri Kuzey Irak’ın bağımsızlığına karşı çıkan Türkiye’nin bu tutumu beni şaşırtı. Ancak, Türkiyeli Bakanın Suriye ve Türkiye’deki Kürtler için de bir açıklama yapması gerekirdi.’ dedi.

‘Irak petrolünün ¼ ünü istiyoruz’

Bakan Hüseyin Çelik’in açıklamaları, geçtiğimiz hafta bir açıklama yapan Kuzey Irak Doğal Kaynaklar Komitesi Başkanı Sherko Cevdet’in ileri sürdüğü iddialar ile bir bütün oluşturdu. Cevdet, ‘Irak’ın toplam petrol ihracatının ¼ ünü istediklerini’ söylerken, Türkiye üzerinden petrol satışının doğal hakları olduğunu ve şu anda devam etmekte olduğunu vurguladı.

İki haftadan beri bölgede IŞID-Irak hükümet kuvvetleri arasındaki çatışmalar sürerken, Kuzey Irak’taki Irak petrollerinin en önemli kaynağı olan Kerkük, Kuzey Irak peşmergeleri tarafından işgal edildi. Musul ve Türkmen kenti Telafar’ın IŞID tarafından işgal edilmesine karşılık, Kerkük ve Kürt bölgeleri saldırılar dışında kaldı. Kuzey Iraklı Doğal Kaynaklar Komitesi Başkanı Sherko Cevdet, ‘Irak petrollerinden istedikleri hakkı almaları sonrasında, bu ekonomik bağımsızlığın üstünde Siyasi Bağımsızlığı inşa edeceklerini’ kaydetti.

Biden Planı uygulamada

Irak’ın Şii, Kürt ve Sünni devletleri olarak parçalanması tezi, ABD Kongrelerinde ‘Biden Planı’ olarak tartışılyor. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden tarafından hazırlandığı ileri sürülen Orta-Doğu coğrafyasına ilişkin plan, ABD medyasında ‘Halepten Bağdat’a kadar’ bir Sünni devleti tasarlıyor. ABD kongrelerinde ‘Bölgede yeni bir El Kaide devleti’ yaratma düşüncesiyle karşı çıkılan Biden Planı, son haftalarda Irak’ta ortaya çıkan iç savaş ile fiili bir geçerlilik kazandı. 

Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devleti projesini de içeren Biden Planı, Güney’de İran kontrolünde bir Şii devleti kurulmasına karşı çıkmıyor. Irak’ta IŞID ve Sünni terrorist örgütlere karşı harekete geçilmesini savunan ABD’li yetkililere karşılık, Başkan Yardımcısı Joe Biden’in ‘askeri müdahale yanlısı’ olmadığı medyada belirtiliyor.

Mahir Tan / LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

        

Toplumun günahlarının kefaretini ödediler

Bir iyi, bir kötü haber

Yaklaşık 5 yıldan beri bir hukuk kepazeliği olduğu defalarca kanıtlanmış olan Balyoz Davası, nihayet cezaevindeki 230 askerimizin salıverilmesiyle sona erdi. 

Tahliye olan sanıklar yeniden yargılanma kaydıyla bağlıdırlar. Ancak, unutulmaması gereken bir asker ifadesi var: ‘Aynı çukura ikinci kez bomba düşmez.’

2013 yılında ABD Başkanının Özel Temsilcisi olarak Orta-Doğu ve Golf bölgesine atanan Gordon, ‘Balyoz’un ilk eldeki fikir babasıydı. 2008-2014 yılları arasındaki süreçte bu uğurda gazeteler, TV kanalları kurdurulmuş, yeni özel mahkeme teşkilatlanmaları yaratılmış, savcılar, polisler ve gönüllüler, sahte belgeler hazırlamış ve Ordu’nun en üst kademesinde yer alan Genel Kurmay Başkanı dahil yüzlerce subay tutuklanmıştır. 


Anayasa Mahkemesinin bireysel başvurular hakkında verdiği toplu karar sonunda ortaya çıkan bu ‘iyi haber’, tarihinin en zor dönemine giren Türkiye Cumhuriyetinde son yıllar için bir ‘istisna’ oluşturdu. 

Tahliye olan sanıklar yeniden yargılanma kaydıyla bağlıdırlar. Ancak, unutulmaması gereken bir asker ifadesi var: ‘Aynı çukura ikinci kez bomba düşmez.’ Tahliye olan subaylarımızın yeniden yargılanmaları, ancak ilgili suçlamalar için ‘hukuki deliller’ bulunması ile mümkün olacak ve yeni bir dava ancak böyle açılabilecektir. Kısacası, artık ‘Balyoz’ diye bir dava olmayacaktır. 

Balyoz adı verilen dava nedeniyle, 5 yıl boyunca çile çeken ve rütbeleri Ordu hiyerarşisinin tüm kademelerini kapsayan subaylarımız, buna yol açan ‘kangru mahkemelerinin’ tek kurbanları olmadılar. 2007 yılında başlayan iktidar ve kullandığı iç örgütlenmelerin, ‘yasa ve adliye’ yoluyla yürüttükleri baskı, terör ve sindirme kampanyası, başka olumsuz sonuçlar da verdi: Başta gelen kurban Türk Ordusu oldu. Balyoz ve Deniz kuvvetlerine yönelen tutuklamalar sonunda, Ordu’nun geldiği nokta bunu göstermeye yetiyor: Balyoz davasının hukuken ve fiilen çöktüğü tarih olan 2014 Haziran ayında, Diyarbakır’da 2. Hava Kuvvet Üssü’nün Türk Bayrağı göstericiler tarafından indirilirken, üs komutanı seyirci kalıyordu.

Olanları nasıl değerlendirmeli?

Balyoz: Orta-Doğu’nun halkla ilişkileri en iyi ordusu olan Türk Ordusunun tasfiye edilmesi amacıyla yapılmış bir operasyonun adıydı. Özellikle 2003 yılında, ABD’nin gerçekleştirdiği Irak işgali sonrasında, sınırlarımızın hemen altına yerleşen ve bölgede yeni bir siyasi coğrafya yaratmayı hedefleyen, geniş çaplı bir stratejik denge değişikliği peşindeki ABD ile, Türkiye’nin ulusal çıkarları temelinde ‘çatışma’ noktalarını ön plana çıkaran Ordu üst kademesi arasındaki gerginlik nedeniyle planlandı. 

2007 yılında, ABD Devlet Bakanlığı Avrupa ve Avrasya Sorumlusu Philip H. Gordon tarafından yazılan ‘Winning Turkey’ adlı bir kitapla ilk kez piyasaya sürüldü. Gordon’un ‘Türkiye’yi kazanmak’ kitabı, ‘Bir kabus gördüm. Türk Ordusu darbe yapmış. NATO’dan ayrılmış, Rusya, Çin ve İran ile anlaşmalar imzalamış. Millileştirmelere başlamış… Bu bir kabus idi. Ancak, hükümet tedbir almazsa, yakında gerçek olabilir’ cümleleri ile başlıyordu. 

Görev bölgesi Türkiye’yi de içine alan Philip Gordon, ‘Hukuki yollarla önlenmesini istediği’ bu tehlikeye karşı nasıl mücadele edildiğini, kitabın yayınlanmasını izleyen yıllarda defalarca gözlemledi. 

2013 yılında ABD Başkanının Özel Temsilcisi olarak Orta-Doğu ve Golf bölgesine atanan Gordon, ‘Balyoz’un ilk eldeki fikir babasıydı. 2008-2014 yılları arasındaki süreçte bu uğurda gazeteler, TV kanalları kurdurulmuş, yeni özel mahkeme teşkilatlanmaları yaratılmış, savcılar, polisler ve gönüllüler, sahte belgeler hazırlamış ve Ordu’nun en üst kademesinde yer alan Genel Kurmay Başkanı dahil yüzlerce subay tutuklanmıştır. 

‘Balyoz’ adı verilen ‘Kangru mahkemesi’, bu anlamda amacına ulaşmıştır.  Bunu görmek için TSK’nın üst düzey komutanlarının 2007 yılında ve 2014 yılında Türkiye’de olup bitenlere bakışları arasındaki farkı görmek yeterlidir. Bir daha ‘Balyoz’ davaları olmayacaktır. Zira tepesine balyoz indirilecek bir Ordu yoktur artık.

19 Haziran 2014 günü tahliye olan 230 fedakar subayımız, yalnızca TSK’nin değil, Atatürk Türkiyesi’nin kaybettiklerinin de yaşayan bir ifadesi oldular. Ödedikleri bedel tüm toplumun günahlarının kefaretidir.

Mahir Tan / LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

                     

Çatı’nın altındaki ev nerede?

‘Kerhen oy’ dayatması Çankaya yolunda tıkandı

Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’ye Genel Başkan olduğu kongre tarihinden sonra yapılan tüm seçimler ve Anayasa referandumunda ‘alternatifsizlik nedeniyle’ CHP’ye oy veren ulusal, laik, demokratik bir Cumhuriyetin savunucusu olan kitleler, kader seçimi olan Çankaya seçiminde yeni bir karar vermek durumunda.

                

                      
                           

CHP’de ‘deniz bitti’

CHP Genel Başkanı tarafından açıklanan Cumhurbaşkanlığı ‘çatı adayı’ Ekmeleddin İhsanoğlu ismi, anamuhalefet partisinin merkezinde bulunduğu ‘cumhuriyetçi seçmen’ açısından yeni bir dönemin başlangıç noktası oldu. Son yıllarda yapılan genel ve yerel seçimlerde % 26-27 bandında yerleşen CHP oyları –eğer kısa bir sürede önemli değişiklikler olmazsa- Cumhurbaşkanlığı seçiminde sandıklara yansımayacak. Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’ye Genel Başkan olduğu kongre tarihinden sonra yapılan tüm seçimler ve Anayasa referandumunda ‘alternatifsizlik nedeniyle’ CHP’ye oy veren ulusal, laik, demokratik bir Cumhuriyetin savunucusu olan kitleler, kader seçimi olan Çankaya seçiminde yeni bir karar vermek durumunda. Gerçekte CHP’nin aldığı oyların ana gövdesini oluşturan laik ve ulusal devlet savunucusu halk kitleleri, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Çankaya adayı olarak gösterilmesi ile doğan yeni ortamda kararlarını verirken, ‘Cumhurbaşkanlığı seçimi ve sonrası’nı birlikte değerlendireceklerdir. CHP’nin Başkanlık ve merkez organlarının Ekmeleddin İhsanoğlu’nu Çankaya adayı olarak savunmak gibi -çok zor ve riskli- bir görev üstlendikleri şu sıralarda, bu karara karşı çıkan milletvekili ve partililer ‘çankaya seçimi ve sonrasının yol haritasını’ yaratmak durumundadırlar. Bu yol haritası laik, cumhuriyetçi bir ulus-devleti savunan bir liderin, Çankaya seçiminde gündeme getirilmesi ve 2015’te yapılacak Parlamento seçimlerinde iktidar için mücadele edecek örgütü yaratmanın ana çizgilerini ortaya koymalıdır.

Çatı’nın altındaki ev nerede?


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, kaynağı henüz belli edilmeyen bir esinlenme sonucu, ortaya çıkardığı Çankaya adayı İhsanoğlu, açık bir biçimde ‘ölü doğmuş’ bir seçme oldu. Bir yanda seçme yöntemi, diğer yanda temsil yeteneği açısından, daha ilk ağızda tepki gören ‘çatı adayının’ üzerini kapsayacağı toplumsal kesimlerin en az yarısı, bu adaya oy vermeyeceklerini şimdiden açık olarak ilan ettiler. Toplumsal beklentinin en yüksek olduğu bir dönemde, inanılması güç bir PR acemiliği yapan CHP yönetimi, ya laf olsun diye bir seçim kampanyası başlatmak, ya da hemen ve acilen parti organlarına ve milletvekillerine dönerek, yol yakınken, halkın destekleyeceği bir aday üzerinde karar kılmak zorundadır. 2011 yılından bu yana yapılan tüm seçimlerde bir başarı çizgisi yakalayamamakla malul CHP yönetimi, bu kez temsil ettiği halk kesimlerinin net bir biçimde karşı çıktığı bir adayı Çankaya seçiminde sırtında taşımak gibi bir yükün altında bırakılmıştır. CHP’yi bu anlamsız tercih içine iten ‘halkla ilişkiler’ kaynakları ve ‘kıymet-i harbiyeleri’ ayrıca araştırılmalıdır.

Mahir Tan / LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

          

Yol yakınken yeniden


Zahmet etmeseydiniz…

Cumhurbaşkanlığı seçimi, başta CHP lideri Kılıçdaroğlu olmak üzere, muhalefetin hemen tüm kesimlerinin vurguladıkları gibi ‘Türkiye’nin bir dikta rejimine’ dönüşmesi tehlikesini taşıyor. Bu seçim, ülkenin örtülü anlaşmalar yoluyla bir tür federatif yapıya dönüşmesi ve Ulusal Devlet’in tarihe karışması tehlikesini taşıyor. Bu seçim Türkiye’yi islamo- faşist bir polis-jandarma devletine taşıma riskini taşıyor.

Cumhurbaşkanlığı adayı konusunda halkın ve toplumsal kitle örgütlenmelerinin görüşlerine ağırlık vereceğini defalarca belirten CHP lideri , ‘hangi kitle örgütlerinden’ Ekmeleddin İhsanoğlu önerisini aldığını ve CHP içinde hangi örgüt ve kişilerin ‘çatı adayı’ olarak İhsanoğlu’nu istediklerini açıklamalıdır.

                                           
Muhalefet’in Cumhurbaşkanlığı adayı olarak önerdiği ‘çatı aday’ İKO eski başkanı Ekmeleddin İhsanoğlu. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından teklif edilen ve Çatı’nın altındaki ikinci büyük muhalefet partisi MHP tarafından uygun karşılanan İhsanoğlu, ağırlıklı olarak Türkiye dışında ve Orta-Doğu diplomatik çevrelerinde Batı ülkeleri ile uyumlu bir politik çerçeveyi sürdüren bir kişilik olarak tanınıyor. Muhalefet tarafından uzun bir bekleme sürecinden sonra ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin Musul-IŞID olayları nedeniyle Türkiye gündeminden düştüğü günlerde açıklanan İhsanoğlu ismi -muhalefet kanadından gelen ilk tepkilere göre- heyecan yaratmadı. İktidarın büyük bir olasılıkla aday olarak önümüzdeki günlerde (muhtemelen Musul olayları çevresinde koparılacak bir fırtına ile birlikte) açıklayacağı çok iddialı Tayyip Erdoğan karşısında, ‘itidal ve denge’ temsilcisi olarak yarışacak düşük profilli bir aday açıkladı anamuhalefet partisi lideri. Ağustos ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucu şimdiden belli gibi. Belli olmayan: bu seçimin sonuçlarının kime fatura edileceği, Anamuhalefet Partisi liderinin cevap bulması gereken sorulardan birincisi bu…

‘Bozulmuş dengenin temsilcisi’


Ekmeleddin İhsanoğlu ismi, Türkiye’de dış politika ile ilgili kesimlerde bir ölçüde tanınıyor. Kuşkusuz ağustos ayında yapılacak olan ‘tarihi önemdeki’ Cumhurbaşkanlığı seçimi, Orta-Doğu’da değil, Türkiye’de yer alacak. Bu seçim, başta CHP lideri Kılıçdaroğlu olmak üzere, muhalefetin hemen tüm kesimlerinin vurguladıkları gibi ‘Türkiye’nin bir dikta rejimine’ dönüşmesi tehlikesini taşıyor. Bu seçim, ülkenin örtülü anlaşmalar yoluyla bir tür federatif yapıya dönüşmesi ve Ulusal Devlet’in tarihe karışması tehlikesini taşıyor. Bu seçim Türkiye’yi islamo- faşist bir polis-jandarma devletine taşıma riskini taşıyor.

Muhalefet’in üzerinde anlaştığı belirtilen aday olan İhsanoğlu ise Türkiye’nin iç politikası ve karşı karşıya olduğumuz kritik konularda hiç bir ‘bilgilenme, deneyim, mücadele’ kırıntısı bulunmayan ‘çatıya’ paraşütle indirilmiş bir kişilik. İKO gibi bir ‘diplomasi’ örgütünün Başkanlığını yapmış olmaktan başka hiç bir referansı bulunmayan Ekmeleddin İhsanoğlu, gerçekte ‘ihtisas alanı’ olan Orta-Doğu politikaları açısından bile ‘artık var olmayan bir denge’yi temsil ediyor. Orta-Doğu’da artık İKO’nun bir mostra olarak temsil ettiği denge, son 3 yıldan beri mevcut değil. Suriye, Irak gibi bölgede dengeyi tutturan iki büyük ülkenin parçalandığı, ABD-Suudi-Mısır gibi kilit dengelerin kalmadığı ve Türkiye’nin kendi başına yeni ve karanlık ittifaklar peşinde koştuğu bir bölge dengesi var.

Yol yakınken…


Ekmeleddin İhsanoğlu’nun ‘çatı adaylığı’ açıklaması, ‘konunun gündem dışı kalması nedeniyle’ ne etki ne de tepki yaratmadı. Tüm Dünya’nın ve Türkiye’nin gözleri Musul-IŞID olaylarına yöneldiği bir dönemde yapılan açıklama, bir ‘zamanlama’ hatası yanında, adayın düşük profili konusunda da çok ciddi bir ‘PR’ acemiliği taşıyor. Cumhurbaşkanlığı adayı konusunda halkın ve toplumsal kitle örgütlenmelerinin görüşlerine ağırlık vereceğini defalarca belirten CHP lideri , ‘hangi kitle örgütlerinden’ Ekmeleddin İhsanoğlu önerisini aldığını ve CHP içinde hangi örgüt ve kişilerin ‘çatı adayı’ olarak İhsanoğlu’nu istediklerini açıklamalıdır. Muhalefet’in hiç bir kanadında böyle bir talep olmadığı çok açıktır. Başta CHP örgütleri ve milletvekilleri olmak üzere tüm kitle örgütleri, Türkiye’de ‘artık çok yakınlarımıza gelen’ İslamo-faşist tehlikeye karşı, Cumhurbaşkanlığı seçiminde halkı seferber edebilecek, Türk toplumunu ayağa kaldırabilecek ve Cumhuriyeti yaşamda tutabilecek bir Cumhurbaşkanı adayı belirlemek zorundadırlar. Henüz yol yakınken Cumhuriyet’in ‘çatı adayı’ belirlenmeli ve meydanlara çıkarılmalıdır.
Mahir Tan / LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

         

Maaşları kesilen Haşimi ve Tıkriti aşiretlerinden 60 bin kişi

Batı’da Irak için timsah gözyaşları

Musul ve IŞID olayının Batı’da çok ciddi alarm zilleri çaldırdığı, ABD’nin son birkaç gün içinde yaptığı ‘Irak ordusuna askeri destek’ açıklamalarıyla ortaya çıktı.


2011 yılında Irak’taki son 150 bin askerini çekerek, bölgede büyük bir ‘güç boşluğu’ yaratan ABD dış politikası sorgulanıyor. Bu boşluktan yararlananlar Kuzey’de yarı otonom durumunu sağlamlaştıran Kürt bölgesi ve Irak-Suriye sınır bölgelerini içine alan Sunni Arap aşiretleri oldu.

           

   

                                        

Irak’ta sürpriz IŞID saldırıları sonrası Musul, Tıkrit, Tuzhurmatu kentlerinde merkezi Hükümet kontrolü tamamen kaybetti. Tikrit-Bağdat arasındaki en önemli merkez olan Samarra’da yığınak yapan ordu birlikleri ve Şii milislerinin, IŞID ilerlemesini durdurması ve kaybedilenleri yeniden geri almaya başlaması bekleniyor. ABD ve Batı medyasındaki beklenti de bu yönde. İngiltere’de BBC dahil önemli medya organlarının Musul ve IŞID olayları sonrasında yaptıkları değerlendirmeler ‘Olayların ABD-İngiltere açısından ‘tam bir yönetme felaketi’ olduğu doğrultusunda. 2003 Irak İşgalini yönlendiren ve fiilen yürüten sivil ve asker yöneticilerle yapılan röportajların hemen tümü, ‘2001’de başlatılan ve Irak işgali ile son 10 yıla yayılan terörle mücadele savaşlarının amaçlananın tam tersine sonuçlar verdiği’ çevresinde dönüyor. Saddam döneminde Orta-Doğu’da ciddi bir güç olarak görülmeyen El Kaide terörünün, bugün Orta-Doğu’nun Batı için önemli bölgelerine hakim olacak duruma gelmesi son on yılın ABD-İngiltere dış politikasını yürütenlere fatura ediliyor.

Maaşları kesilen 60 bin Sünni militan


Musul ve IŞID olayının Batı’da çok ciddi alarm zilleri çaldırdığı, ABD’nin son birkaç gün içinde yaptığı ‘Irak ordusuna askeri destek’ açıklamalarıyla ortaya çıktı. 2011 yılında Irak’taki son 150 bin askerini çekerek, bölgede büyük bir ‘güç boşluğu’ yaratan ABD dış politikası sorgulanıyor. Bu boşluktan yararlananlar; Kuzey’de yarı otonom durumunu sağlamlaştıran Kürt bölgesi ve Irak-Suriye sınır bölgelerini içine alan Sunni Arap aşiretleri oldu. ABD dış politika yorumlarında son Musul krizinin açıklaması 2009-2010 yılları arasında General Petreus tarafından yaratılan ‘Sunni terörüne çözüm’ uygulamasının, ABD çekildikten sonra durdurulması olarak ağırlık kazanıyor. Zamanında Batı medyası tarafından ‘askeri-siyasi çözüm’ olarak değerlendirilen Petreus Formülasyonu, Irak’ta ABD askerlerine yol bombaları, intihar eylemleri yoluyla 4500 kayıp verdiren Sünni aşiretlerinin (Al Ambar-Falluca-Musul merkezli) basit bir biçimde maaşa bağlanmasından ibaretti. 2009 yılı itibarıyla Al Ambar aşiretlerine bağlı 60 bin Sünni hükümetten maaş almaya başladı. 2011 yılında, ABD Irak’tan çekilir çekilmez kesilen Sünni maaşları ve Sünni bölgelerine Irak hükümeti tarafından yerleştirilen Şii asker-polis güçlerinin bölgede yerleştirilmesi, Amerikalı askeri uzmanlara göre hem Suriye hem de Batı Irak’ta yaşanan ‘Sünni motivasyonunun’ hareket ettirici etkeni oldu. Irak’taki kaos ortamını bizzat yaratan Amerikalı askerlerin yaptıkları açıklamaların, ‘en doğru yorumlar’ olarak kabul edilmesi gerekiyor.  
 

Haşimi bu işin neresinde? 

                              

Kerkük ne olacak?

IŞID ve birlikte hareket ettiği terör güçleri, 2004 yılında ABD ordusunun yürüttüğü Felluca kuşatması gibi bir operasyonla sona erdirilir. Batı’nın Dünyanın ikinci büyük petrol ihracatcısı ülkeyi, terörist savaş ağalarına bırakması düşünülemez. Ancak, Irak Başbakanı Maliki için bir ‘kurtarma operasyonu’ olacak Musul harekatlarının faturasını yine Merkezi Irak Hükümeti ödeyecektir.  Musul’un hemen bitiminde başlayan Kürt bölgesi yöneticileri ve peşmerge güçleri, olaylara müdahale etmemiş ve sadece büyük ölçüde Türkmenler’den oluşan göçmenleri iç bölgelere yönlendirmiştir. 1 ay önce sonuçlanan Irak seçimleri sonrasında Hükümet kurmakta zorlanan Maliki yönetimi, Kürt yönetimiyle sürdürdüğü Kerkük ve Türkiye üzerinden kaçak petrol satışı meselesi savaşımında elinin iyice zayıflayacağı bir döneme giriyor. Parçalanmış ya da ‘hasta adam’ durumuna düşürülmüş bir Irak hükümeti karşısında, Kuzey Irak’ın Kerkük’te iki kez ertelenmiş referendum talebini yinelemesi kaçınılmaz görünüyor. Bu ise Kuzey Irak boru hattının kapasitesini bir kaç yıl içinde günde 2 milyon varil petrol satışına yükseltmesi beklentisi içinde olan Barzani-Erdoğan ittifakının, IŞID ve Musul olaylarından ‘en karlı çıkacak’ taraf olması için yeterli. İki gün önce çok garip bir oldu bitti sonucu Musul’da kurulan IŞID yönetiminin, Dünya’daki tek destekçisi şu anda Türkiye’de sığınmacı olarak bulunan, Irak’ın teröristlerle işbirliği yaptığı için idama mahkum ettiği eski Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi. Önce Kuzey Irak’a daha sonra da Türkiye’ye sığınan Haşimi, Bağdat’ta parlamentoya yapılan Sünni terör saldırılarından dolayı suçlandı. Saddam Hüseyin döneminde ülke zenginliğinden en önemli payları alan Tikriti ve Haşimi aşiretleri, 2003 sonrasında ABD ile işbirliği yaparak 2009 yılında General Petreus’un ‘Sünni reformu’ projesinde rol almışlardı. Irak Merkezi Hükümeti, ABD baskısıyla Başbakan Yardımcılığına getirilen Haşimi’yi, Sünni terör örgütleriyle işbirliği yaparak darbe hazırlamakla suçladı. Irak konusunda ABD tarafından yapılacak askeri ve sivil girişimler sırasında, Tarık Haşimi isminin sık sık gündeme gelmesini beklemek yerinde olur.       
Mahir Tan / LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

El Kaide 10 yıl önce Kuzey Irak’ta kimyasal silah yapıyordu

Dünya’yı 10 yıl aldattılar

Geçtiğimiz hafta İngiltere’de yayınlanan bir TV programı, ABD ve Batı medyasının Dünya’yı 10 yıldır aldattığını ortaya koydu.

Bulunan sarin gazı ve diğer kimyasal silah malzemesini Saddam Hüseyin üzerine yıkmak için yapılan girişimler ise ABD’de medyada çıkan raporlar üzerine yarım kaldı.

2003 yılında El Kaide’nin kimyasal laboratuarı bulunan Sargat 
                

ABD ve İngiltere, geçtiğimiz yıl 20 Haziran 2013 günü Şam yakınlarında patlayan kimyasal silah üzerine Suriye devletini suçladılar. Kimyasal Silah kullanıldığı bahanesiyle Suriye’yi bombalama kararı alan ABD, Rusya’nın müdahalesi ve İngiltere Parlamentosu’nda kararın reddedilmesi sonucu operasyonu durdurdu. ABD Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon’un savaş gerekçeleri; Muhalefet’in elinde kimyasal silah yapma olanağı bulunmadığı açıklama ve propagandasına dayanıyordu. Oysa geçtiğimiz hafta İngiltere’de yayınlanan bir TV programı, ABD ve Batı medyasının Dünya’yı 10 yıldır aldattığını ortaya koydu. 

ABD Özel Kuvvetler Komutanlığı tarafından 2003 yılı 25-29 Mart tarihinde Kuzey Irak’ta yapılan operasyonlarda, El Kaide’nin Irak kolu olan Ansar al İslam örgütünün kimyasal silah laboratuarı basılmış ve sarin gazı dahil çok sayıda kimyasal silah imha edilmişti. Operasyonu yürüten 15 Kişilik ABD özel kuvvetler ekibi, Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a girdikten sonra 45 kişilik peşmerge gurubu ile birlikte Ansar Al İslam bölgesine saldırdılar. İran sınırı yakınındaki Sargat köyündeki El Kaide kimyasal silah laboratuarı, özel kuvvetlerin verdiği koordinatlara göre Akdeniz’deki bir gemiden atılan cruise füzeleri ile imha edildi. 

Kuzey Irak istihbaratı tarafından verilen ve Usame Bin Ladin’in ‘kimyasal silah uzmanı’ olarak bilinen Ürdünlü Ebu Musab Zarkavi’nin kurduğu laboratuarlara yapılan baskınlarda, Al Ansar’a bağlı 250 militan öldürüldü. 2003 yılında Irak savaşı devam ederken, Irak ordusunun kontrolü dışındaki bölgelerde yürütülen Özel Kuvvetler Operasyonları, gerçekte Irak’a saldırı gerekçesi yaratabilmek için ABD Genel Kurmay Başkanı Colin Powell tarafından organize ediliyordu. Bulunan sarin gazı ve diğer kimyasal silah malzemesini Saddam Hüseyin üzerine yıkmak için yapılan girişimler ise ABD’de medyada çıkan raporlar üzerine yarım kaldı.

Irak El Kaidesi’nin kurucusu Zarkavi, Kimyasal silah uzmanı idi

10 yıl sonra patlayan kimyasal silah


20 Haziran 2013 tarihinde Şam yakınlarındaki Guta kasabasında patlayan kimyasal silah, ABD ve Batı ülkeleri tarafından Esad rejimine fatura edildi. ABD ve İngiltere Dışişleri bakanları , ‘Suriye’de Esad rejimine karşı savaşan muhalefet güçlerinin, kimyasal silah üretme kapasite ve olanaklarının bulunmadığı’nı açıklayarak Suriye yönetimini suçlu ilan ettiler. Oysa ABD Özel Kuvvetler Komutanlığı kendi yaptığı operasyonlarla 10 yıl önce bile El Kaide’nin kimyasal silah üretme kapasitesi bulunduğunu ve değişik tiplerde kimyasal silah ürettiği bilgisini ele geçirmişti. 

29 Mart 2003 tarihinde, ABD askerlerinin ele geçirdiği kimyasal silah malzemeleri , önce Genel Kurmay Başkanı Colin Powell tarafından BM’de yapılan bir açıklama ile Saddam Hüseyin’in ‘Kitle İmha Silahı’ olarak sunulmak istenmiş, ancak Kuzey Irak’ta yapılan Özel Kuvvetler Komutanlığı askerlerinin baskınlarını izleyen Amerikalı Gazeteci Jeffrey Fleishman tarafından Los Angeles Times’ta yayınlanan yazıdan sonra geri çekilmişti. Fleishman, ABD’nin Kuzey Irak’ta sonuçlanan operasyonunu İtalya’da yapılan bir telefon dinleme kaydından itibaren izlemeye başlamış, özel operasyon için Türkiye’ye giren ABD askerlerini takiben Irak’ın İran sınırındaki Sargat köyüne kadar geçenleri haberleştirmişti. 

Los Angeles Times gazetesinin Kuzey Iraklı Kürt istihbarat kaynaklarından aldığı habere göre; Afganistan’da Usame Bin Ladin’in kimyasal silah uzmanı olarak bilinen Ebu Musab Zarkavi, Kuzey Irak’a İran üzerinden getirttiği Ansar Al İslam elemanlarına kurulan laboratuarda; sarin, ricin gazları ile kimyasal silah ve değişik biçimlerde biyolojik silah üretme olanağı yaratmıştı.

Irak savaşı sonrasında işgalci ABD askerlerine karşı çok kanlı bir savaşıma girişen Zarkavi, 2004 yılında ABD’nin Falluca saldırısında öldürüldü. ‘Irak El Kaidesi’nin başı olarak tanıtılan Zarkavi, halen Irak ve Suriye’de savaşan IŞID, El Nusra, Ansar al İslam, El Muhacirun gibi terör örgütlerinin ideolojik lideri olarak kabul ediliyor.      
Mahir Tan / LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

Türkmen Cephesi; Savunmasız tek toplum Türkmenler

      Ortadoğu’da büyük keşmekeş

Irak’ın Suriye ve Türkiye sınırlarına yakın en büyük kenti olan Musul’un, El Kaide bağlantılı örgütlerin kontolüne girmesi durumunda, bölgede Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı Telafer, Sincar, Tuzhurmatu gibi yerleşim bölgelerini tehlike altına soktu.

Son birkaç yıl içinde Kerkük’ün hukuki durumu ve Türkiye üzerinden izinsiz petrol satışı konusunda Merkezi Hükümet ile çatışma durumuna gelen Kuzey Irak Bölgesel Yönetiminin elindeki Peşmerge ordusunun, Musul olaylarında kente destek olmadığı, ancak Kürt nüfusa karşı yapılan saldırılara müdahale edeceği açıklandı.    

     

Suriye’den sonra Irak’a sıçrayan terör, Musul kentini ele geçirerek, Türkiye’nin tüm Güney sınırlarını kapsamına aldı. Irak’ın ikinci büyük kenti olan petrol zengini Musul’un, IŞID olarak bilinen şeriatçı terör örgütünün kontrolüne girmesi ile Irak’ın Al Anbar ve Ninova eyaletleri büyük ölçüde Merkezi Irak Devletinin denetimi dışında kaldı. Irak’ta Şii ve Kürt yönetimleri dışında üçüncü bir Sunni-İslam yönetimi yaratmaya yönelik IŞID saldırısı Orta-Doğu’yu tam bir kaos ortamına sürükledi. Irak’ın Suriye ve Türkiye sınırlarına yakın en büyük kenti olan Musul’un, El Kaide bağlantılı örgütlerin kontolüne girmesi durumunda, bölgede Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı Telafer, Sincar, Tuzhurmatu gibi yerleşim bölgelerini tehlike altına soktu. Irak Devleti güvenlik örgütleri dışında herhangi bir silahlı savunma örgütü bulunmayan Türkmenlerin, kitleler halinde Kuzey Irak yönetimine bağlı Kerkük ve Erbil kentlerine doğru göç ettikleri bildirildi.

Sündüs Abbas; Irak askerleri halkı bırakıp kaçtılar


‘LondraPosta’ya Irak’ta ortaya çıkan son gelişmeleri anlatan Irak Türkmen Cephesi (İTC) İngiltere Temsilcisi Sündüs Abbas, ‘Irak’taki kaostan en büyük darbeyi hiç bir savunma gücü bulunmayan Türkmen toplumu alacaktır’ dedi. ‘Son aylar içinde Suriye olaylarına bağlı olarak gelişen El Kaide terörü, tamamen bir Türkmen kenti olan Tuzhurmatu’nda yaptığı katliamlar ile olacakları belli etti’ diye konuşan Abbas, ‘Tuzhurmatu’nda Aksu mahallesine yapılan terör saldırılarında 30 Türkmen öldü ve 120 kişi yaralandı. Ancak, bu saldırılar yöneticiler için bir uyarı olmadı’ dedi.

Irak Türkmen Cephesi’nin Musul’un teröre teslim edilmesi konusunda şüpheler taşıdığına dikkat çeken İTC İngiltere Temsilcisi Abbas; ‘Musul çevresindeki askeri birlikler ve polis güçleri hemen hiç bir direniş göstermeden mevzilerini terk ettiler. Son dönemde Irak seçimleri sonrasında hükümet kurulamaması ve ortaya çıkan siyasi belirsizlik nedeniyle, terör örgütlerinin ‘Musul içinden’ destek gördüklerinin ortaya çıktığını söyleyen Abbas, ‘Irak Türkmenleri hızla yalnızlığa itildi ve terör karşısında savunmasız bırakıldı’ dedi. Irak’ta Arapların Merkezi Hükümet, Kürtlerin ise Peşmerge ordusu bulunduğuna işaret eden Sündüs Abbas, Türkmenlerin ise can ve mal emniyetini sağlayacak bir savunma örgütü olmadığını’ kaydetti.
 

Irak Meclis Başkanı ABD ‘yi yardıma çağırdı; Denize Düşen

                    

 Irak Meclis Başkanı ABD’yi yardıma çağırdı

Irak’ta Sünni nüfusa dayalı El Kaide terörü hızla yayılırken, geçtiğimiz yıl terör örgütleri tarafından işgal edilen Falluca’dan sonra, Irak’ın Bağdat’tan sonra en önemli kenti olan Musul’un da düşmesi sonucu, Irak’ın Batı bölgeleri ve Suriye’nin Doğusu’nda bir tür fiili El Kaide devletçiği oluşuyor. Irak’ta Radikal Sunni nüfusun yaşadığı Al Anbar ve Ninova eyaletlerinden sonra, komşu eyaletler olan Selahaddin ve Diyala’da da IŞID benzeri terör örgütlerinin çok yaygın bir temele sahip olduğu belirtiliyor. Musul’da IŞID saldırısı karşısında kenti çatışmasız olarak teröristlere teslim eden Irak Ordusunun, Felluca dışında bu kenti de geri alacak gücü bulunmadığı bildirilirken, Irak Meclis Başkanı Usame Nucayfi’nin ABD’den yardım istemesi bu kanıyı güçlendirdi. Son birkaç yıl içinde Kerkük’ün hukuki durumu ve Türkiye üzerinden izinsiz petrol satışı konusunda Merkezi Hükümet ile çatışma durumuna gelen Kuzey Irak Bölgesel Yönetiminin elindeki Peşmerge ordusunun, Musul olaylarında kente destek olmadığı, ancak Kürt nüfusa karşı yapılan saldırılara müdahale edeceği açıklandı.    

Mahir Tan / LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

Göl Zamanı, Atatürk devrimlerine geçiş acemiliğine iyi bir örnek

27 Haziran’da Türkiye’de gösterime girecek olan Göl Zamanı filmi, Atatürk devrimlerine geçişin acemiliklerinin yaşandığı 1930’larda geçiyor. Montreal Film Festivali’nde de gösterilen filmin müziği, baştan sona udun geleneksel icrasını günümüz tınılarıyla birleştirerek, özgün tekniğini geliştiren, günümüzün en iyi udilerinde Yurdal Tokcan’a ait.


19. yy romantiklerine özenerek Anadolu’yu gezmeye çıkan tıbbiyeden mezun iki arkadaş olan Ahmet ve Refik’in yolları Ege’de bir kasabaya düşüyor. Eski ittihatçılardan Haşim Bey’in konağında misafir olduktan sonra, Haşim Bey’in insanlardan kaçan, melankolik kızı Elif, Refik ve Ahmet arasındaki aşk üçgenini konu alıyor film.

Tokcan, filmin girişinin geleneksel sazlar eşliğinde yapılmış bir müzik ile başladığını, ikinci müziğin ise taş plaktan çalınan Batı müziğinden bir örnekle devam ettiğini söylüyor. Batı müziğiyle misafirlerini karşılayan Haşim Bey‘in, kendi başına kaldığında ise Batı tarzı kıyafetlerini çıkarıp, uzun ev kıyafetini giyerek, Dede Efendi’den bir parça dinlemesi oldukça manidar. Bu sahne geleneklerimize ve alışkanlıklarımıza aslında ne kadar bağlı olduğumuzu gözler önğüne seriyor. Haşim Bey daha sonra da ‘Ben iki şeye vurgunum: biri Alaturka Müziğe, diğeri ise rahmetli eşime’ diyor.

Filmin müziğinde aşk temasının öne çıktığını ifade eden Tokcan, ‘Ne kadar Batılı gibi olmaya çalışsakta, bizim Türk olduğumuz öğesini filmde müzikle yansıtmaya çalıştık’ mesajını veriyor. Yukarıdaki videodan izlenebilecek, filmin duygu yüklü esas şarkısının ise büyük beğeni kazanacağını düşünüyorum.  

Atatürk Türk Sanat Müziğini gerçekten yasakladı mı?


Atatürk, 1 Kasım 1934’te meclisin açılış konuşmasını yaparken
1 Kasım 1934 tarihinde meclisin açılış konuşmasını yapan Mustafa Kemal Atatürk, güzel sanatların da hepsinde çağdaşlaşma çalışmalarının yapılmasını, ancak bunda en çabuk, en önde yürütülmesi gerekli olanın Türk Musikisi olduğunu söyleyerek, ‘Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü: musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleşileri toparlamak, onları bir an önce genel musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak, bu yüzeyde Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir’ şeklinde konuşur.

Atatürk’ün bu konuşması üzerine zamanın içişleri bakanı Şükrü Kaya, 2 Kasım 1934 tarihinde ‘alaturka musikisinin tamamen kaldırılması ve yalnız Garp (Batı) tekniği ile bestelenmiş musiki parçalarımızın Garp tekniğini bilen sanatkarlar tarafından çalınması’ yönünde bir genelge yayınlar.

Çağdaşlaşma yolunda atılan adımların ve devrimlerin acemice uygulanmasına ve yanlış anlaşılmasına bir örnek teşkil eden Türk Sanat Müziği‘nin yasaklanmasıyla ilgili olarak Vasfi Rıza Zobu, Atatürk’ün şöyle konuştuğunu kaydeder: ‘Ne yazık ki benim sözlerimi yine yanlış anladılar. Şu okunan ne güzel bir eser. Ben zevkle dinledim. Sizlerde öyle. Ben demek istedimki; bizim seve seve dinlediğimiz Türk bestelerini Avrupalı’ya da dinletmenin çaresi bulunsun. Onların tekniği, onların ilmiyle, onların sazları, onların orkestraları ile, çaresi ne ise… Mesela; Ruslar ne yapmışlarsa, biz de Türk Musikisi’ni milletlerarası bir sanat haline getirelim. ‘Türk’ün namelerini kaldırıp atalım da, sadece Batı milletlerinin hazırdan musikisini alıp kendimize mal edelim, yalnız onları dinleyelim’ demedim. Yanlış anladılar sözlerimi.’

İstanbul ve Ankara radyolarına getirilen Türk Sanat Müziği yasağı, 1935’ten 1936 yılının ilk yarısına kadar sürer. İlk radyocularımızdan olan Ruşed Ferid Kam’ın verdiği bilgilere göre bu yasağı bitiren yine Atatürk olmuş. Köşkte Tamburacı Osman Pehlivan’dan çok sevdiği Rumeli türküleri dinleyen Atatürk, bu türküleri radyodan halka da dinletip, dinletmediğini sorar. Pehlivan’ın ‘Siz radyoda Türk Müziği yayınlanmasını yasakladınız, buna imkan bulamıyoruz’ sözleri üzerine de derhal yasağı kaldırtır ve ‘Bunu da yanlış anladılar!’ der.

Atatürk’ün Türk Müziğini yasakladığı söylemlerinin yanlış olduğunun altını çizen Tokcan, ‘Türk Müziğini yasaklamadı. Sadece müziğimizi geliştirmemizi ve formüle etmemizi istedi’ diyerek Atatürk’ün Türk Müziği’nde ulaşılmasını istediği çağdaş çizgiyi özetliyor.

19. yy müzik el yazması


Osmanlı’da el yazması müzik


Bir süre önce İngiltere ve İrlanda Kraliyet Asya Cemiyeti tarafından Londra’da düzenlenen ve Londra Üniversitesi, Orta Doğu Müzik Bölümü’nde Araştırma Profesörü Owen Wright’ın konuşmacı olarak katıldığı ‘Orta Doğu’nun Müzik El Yazmaları’ konulu bir söyleşiye katılmıştım.

Bu söyleşi esnasında Türk Sanat ve Türk Halk Müziğimizi modernize ve formüle etmemizin önemini daha iyi kavradım. Aralarında Osmanlıca yazılmış belgelerin de bulunduğu Dr Wright’ın bize gösterdiği örnekler yukarıda da görüldüğü üzere sanki müzikle ilgili değil de; Osmanlıca, Arapça ve/veya Farsça her hangi bir konuyla ilgili yazılmış metinler gibiydi.

18. yy Osmanlı müzik sahnesinden bir örnek

Müziğimizin evrensel olarak kabul görmüş ve günümüzde kullanılan notalarla yazılması , bunların arşivlenmesi, hem gelecek kuşaklara bırakılacak büyük bir miras, hem de eserlerimizin Dünya müzisyenleri tarafından anlaşılabilmesi ve icra edilebilmesine olanak tanıması açısından hayati önem taşımaktadır. Müziğimiz yoluyla herkesle iletişim kurabilmemizin yolu buradan geçiyor. İşte Atatürk’ün söylemeye çalıştığı bence tam da budur!

Aynur Yavuz / LondraPosta / Londra

Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz! 

             

TC yol ayrımında

Otonomi ayrılık demektir

                      

Avrupa’da Bask, Katalan ve İskoçya örnekleri var iken, ‘yerel özgürlükler’ programlarının nereye varacağını görmek için kahanet sahibi olmaya gerek yoktur. Bu otonomilerin ortak özellikleri: milliyetçi partiler, otonom özerklikler, ayrı parlamentolar ve sonuçta varılacak referandumlardır.

Milliyetçi bir parti önderliği olmadan güçlenen bir etnik milliyetçilik olmayacağı gibi, daha geniş yerel özgürlükler için mücadele etmeyen bir farklı toplum olmaz.

                                
                                                      
Bölgesel Özerklik biçiminde formüle edilen yerel otonomi talepleri, nehirler gibi tek yönlü akışı olan bir süreç. Dil, ırk, farklı kültür gibi bir temele dayanan yerel otonomi, etnik karakterli bir siyasal partinin önderliğinde ayrık bir topluluğun seferber edilmesi anlamına gelir. Milliyetçi bir parti önderliği olmadan güçlenen bir etnik milliyetçilik olmayacağı gibi, daha geniş yerel özgürlükler için mücadele etmeyen bir farklı toplum olmaz. Avrupa’da Bask, Katalan ve İskoçya örnekleri var iken, ‘yerel özgürlükler’ programlarının nereye varacağını görmek için kahanet sahibi olmaya gerek yoktur. Bu otonomilerin ortak özellikleri: milliyetçi partiler, otonom özerklikler, ayrı parlamentolar ve sonuçta varılacak referandumlardır. Önümüzdeki eylül ayında ayrılık referandumuna gidecek olan İskoçya’daki (SNP) İskoçya Milliyetçi Partisi’nin gösterdiği gelişme, bunun en somut örneği. 1999 yılında İskoçya’da ayrı parlamento kurulmasından sonra, İskoçya’nın dördüncü partisi durumundaki SNP, 15 yılda yapılan 4 parlamento seçiminde hızla yükselerek 1. parti durumuna gelmiştir. Sonunda ayrılık talebi olan yolun izleyeceği süreç, özünde güçlü bir Milliyetçi Parti bulunan siyasal bir gelişmedir. Mensup olduğu etnik toplumun tüm oylarını alsa bile, ‘iktidar olma şansı’ bulunmayan bir parti, iktidar oyununu ‘daraltılmış bir bölgede oynayarak’, kendi toplumunu, eğitimini, iç güvenliğini, parlamentosunu ve siyasi coğrafyasını çizmektedir. ‘Açılım’ üzerinden çıkmak üzere olduğumuz yolculuk, önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçiminde başlıyor. Bu seçimin anlamı esas olarak bundan ibarettir.

Erdoğan’a ‘açılımı ödettirecek’ bir aday


Türkiye’de ağustos ayında iki turlu olarak yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde, aday isimlerinin açıklanması tarihi yaklaşırken, iktidar partisi AKP ile BDP-HDP-İmralı arasındaki görüşmeler hızlandı ve resmiyet kazandı. Geçmişte MİT tarafından yürütülen görüşmeler, ‘Açılımı’ kamuoyu önünde yürütmek isteyen BDP-HDP tarafından Diyarbakır’a çekilerek, bakanlar seviyesinde ilerlemeye başladı. Görüşme ve pazarlıklar adı henüz konulmamamış olmakla birlikte, ‘Avrupa Konseyi Yerel İdareler Şartı’ çevresinde oluşturulacak, sınırlı bir bölgesel otonomi talebi etrafında yapılıyor. Sınırlı otonomi vaadi ve garantisi karşılığında Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkarılması olarak isimlendirilen anlaşma, Erdoğan’ın kesinlikle ihtiyacı olan  % 7 civarındaki etnik oylara dayandırılıyor. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı ile başlayacak ve 2015 seçimlerini de içine alan bir Anayasa hazırlanması süreci, sonunda işler hale getirilmesi planlanan yerel otonomi girişimi kuşkusuz ‘statik denge’ hesaplarına dayanıyor; % 44 AKP artı % 7 BDP-HDP oyu… Son 10 yılda yapılan tüm seçimlerde değişmeden tecelli eden % 7’lik etnik oylar bakımından tutabilecek bu denge hesabının, AKP oyları açısından dinamik bir Türkiye dengesi içinde gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise çok su götürür..

Herşeyi seçim kampanyası belirler


Ağustos ayında yapılacak iki turlu Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Türkiye’nin muhalefet partilerinin göstereceği aday ve yürüteceği çok güçlü bir seçim kampanyasına bağlıdır Türkiye’nin yakın geleceği. Muhalefet adayının kim olacağı kadar önemli olan konu ise; seçime kadar kalan iki ay içinde yürütülecek seçim kampanyasının muhtevası ve halkı motive edebilme gücü. Cumhurbaşkanlığı adayı, seçim kampanyasının merkezine ‘Ulusal birlik-Ulus devlet’ modelini koymalı ve Erdoğan’ın el altından yürüttüğü ‘otonomi kampanyası’nı en güçlü biçimde halka anlatabilmelidir. Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’da, hükümet bakanlarının katılımıyla yapılan ‘açılım görüşmeleri’ ile iktidarın Cumhurbaşkanlığı adayı ‘de facto’ seçim kampanyasını başlatmış durumda. Beklenen: ‘henüz’ aday belirleme aşamasında bulunan Muhalefetin, seçim arenasına girmesidir.
LondraPosta / Londra


Telif hakkı saklıdır 2014! Kaynak gösterilmeden yazı, fotograf ve video kullanılamaz!