İkinci defa izlediğim bir film bu; Sürü

İKİNCİ DEFA İZLEDİĞİM BİR FİLM BU: SÜRÜ…

SÜRÜ, Yılmaz GÜNEY’in, biliyorsunuz. Daha doğrusu bunu ilgili ilgisiz herkes, hepimiz böyle biliyoruz. Oysa adı geçen filmin jeneriğinde yönetmeni Yılmaz Güney değil, “Zeki ÖKTEN”diye geçiyor. Ve de, sinema dünyasında filmler yönetmeninin adıyla anılıyor. Yani yönetmeni kimse film de onundur.

Gerçi –diyeceksiniz – jeneriğinin iki yerinde “Yılmaz Güney”in de adı geçiyor, bunlardan ilki yapımcı olarak geçiyor, ikincisi de senaryosunun yazarı olarak geçiyor..Tamam, ama aslolan YÖNETMEN’dir. Bu filmde de bu: Zeki Ökten! Ve de tarih: 1978. Tamam, nokta.

Peki o zaman film NEDEN Zeki Ökten’in değil de “Yılmaz Güney’in bir filmi” oluyor’MUŞ?

Bu soru,hatta sorun – özellikle ilk başlarda -bir hayli tartışılmıştı hatırladığım, ama sonra sonra tartışmalar seyrekleşti, zayıfladı ve de halen tartışanları var mıdır, varsa kimlerdir,bilmiyorum. Bildiğim şimdilerde de jenerikteki yönetmen adı halen “Zeki Ökten”dir ve fakat bilinen, anılan ve bu şaheserin sahibi olan: YILMAZ GÜNEY!  Bu da bu kadar!  Ancak bu iddiayı “ÇÜNKÜ” diyerek savunanların da bir gerekçeleri var:

1, Yılmaz Güney bu filmin senaryosunu hapisteyken yazdı.

2, Ve hapisaneden yönlendirip yönetti…

3, Yani, şaheserliği ise O’nun ustalığından geliyor…

Biz de diyelim ki, eğer;   “Tiyatro ve sinema oyunlarında oyuncuların rollerini dağıtıp oyunu düzenleyen, metin,yorum, dekor, müzik gibi ögeler arasında birlik sağlamaya çalışan sanatçı, yönetmen” diye tanımlıyorsa, – ki rejisör yönetmenin frenkçesidir – o zaman SÜRÜ tamı tamına “Yılmaz Güney’in” olmalıydı, öyle de oldu ve de kaldı.  “Çünkü” o kadar öyle kaldı ki, oyunculara, mesela Tarık Akan, Melike Demirağ ve Tuncel Kurtiz’e baş rolü O paylaştırmış; diğer rolleri Erol Demiröz, Yaman Okay, Levent İnanır, Meral Niron, Şener Kökkaya, Savaş Yurttaş, Necmettin çobanoğlu, Levent Yalman, Ekrem Erkek, Gülten Kaya ve Güler Ökten’e O dağıtmış; ve de filmin müziği için Zülfü Livaneli, Melike Demirağ ve Şivan Perver’i O görevlendirmiş: Ve de üstüne üstlük Zeki Ökten’i bile “yönetmen olarak” O atamıştır. Yani Sürü’nün her milimetrik karesinde Yılmaz Güney’in imzasının bulunduğu ayan beyan…

Ayrıca her büyük sanatçının olduğu kadar – belki de daha fazla – O’nun da çok belirgin bir üslubu vardır. Jeneriğinde ismi, filmde cismi olmasa bile O’nun yaptığı bir filmin iki karesini seyreden hemen herkes anlayabiliyor seyretmekte olduğu filmin Yılmaz Güney’e ait olduğunu…

Yani, SÜRÜ, bu açıdan da Yılmaz Güney’in bir şaheseri…Ve de şimdi ben, onu ikinci defa izlimek üzere gelip bu arkadaşlarımın kurduğu ve hafta sonları perdesini açtığı Mostart Film Club’ın bana ayrılan koltuğunda oturmuş bulunuyorum…ki, keyfim kekah! Ama öte yandan kafam da Yılmaz Güney’le doluyor: Filmleri, romanları, öyküleri, senaryoları..Selimiye Mektupları, Cezaevindeki koğuşlarımızın yanyanalığı, Boynu Bükükler romanını orada okumam, o yüzden tanışmam, benim radyo program yapımcılığımla TRT Radyolarında yayınlanan “Türkülerin Dili” adlı program disiyle ilgilenmesi, hapisten çıkış, onun adam öldürüşü, onu hapiste ziyaretim…

Derken bu arada film de başlamış, ama neresi buralar! Ben hangi filmi izliyorum ki! Bu Sürü mü izlediğim? Sürü’de böyle sahneler var mıydı!..Çünkü aklımda Sürü’nün, koyunların trene bindirilişiyle başlayan serüveni kalmış sadece…Ve ne kadar güzel anlatımlı sahnelerdi onlar! Trenin bölgeden ayrılışı ile Sürü’nün ağasının elinden çıkışı… Koyunların yabani cazibeleri, onları düşeş sayanlar, göz koyanlar, birer ikişer çalınışları, vagonlardan fırlatışları, paraların kırışılması, kontrolün sürü sahibi Mamo Ağa’nın elinden çıkışı, ucuz-pahalı satılışı, ağanın çaresizliği, pintiliğinden gelininin cenazesini memlekete yollama parasını bile vermeyişi, oğlu Şivan’ı terslemesi, delirircesine sağa sola saldırışı ve kalabalıkta kaybolup gidişi…Gerçeklik!

Meğer bu “Mamo ağa”nın, kendi aşiretindeki marifetleri de varmış işin içinde ki, keyfilik ve zulüm! Ve de altta kalanın boynu kopsun kindarlığı!  Yılmaz Güney bunları filmin birinci bölümünde geniş bilgisi ve bilim adamı titizliğiyle öyle bir açıklıkla ortaya koymuş ki, gerçek kere gerçek! Mesela Mamo ağa burada bir sürü ağası…Ve bütün insan ilişkileri bu ağaya bağımlılık içinde şekillenmiş… kapalı bir dünya! Biz de ağa denince sadece toprak ağasını algılardık bir zamanlar. Sonra sonra öğrenmeğe başladık ki, Oysa ortalıkta ne ağalar varmış, ne ağalar! Deniz ağaları, orman ağaları, sürü ağaları, hayvan ağaları, para-faiz ağaları, sanat ağaları, kadın ağalığı, harem ağalığı… hatta devrim ağaları!” Ne bileyim! “Ağalı Dünya” işte, Aşık İhsani’nin yazdığı…

Burada Berivanla Şivan karı koca ve Mamo ağanın da gelini ile oğlu…Aynı zamanda bölgedeki iki düşman aşiretin de çocukları. Bu yüzden Mamo Ağa gelinine hem güvenmiyor ve de hiç sevmiyor onu. Bütün diğer ilişkiler de sanki hep böyle kara va karışık! Kan davaları ise ortalığı tutmuştur, ve diğer irili ufaklı düşmanlıklar da gırla…Yani hayat bağımlı, sevgisiz ve zulümlü bir cehenneme dönüşmüştür ister istemez..

Ama nasıl anlatmalı bütün bunları bir bir? Her karesi belki binlerce sayfa isteyecek! Yetenek, hüner isteyecek… ortam, zaman, olanak isteyecek!! Ve de kameralar bile aciz kalacak belki de! Çünkü kimi filmler vardır ki, öyle bir kere, iki kere…izlemekle kavrayamazsınız onun derinliğini. Mesela benim için sadece;

İKİNCİ DEFA İZLEDİĞİM BİR FİLM (oluyor): SÜRÜ…

 

Abdullah Nihat Yılmaz

8 Aralık 2015, Londra.